Karsten Harries - Mimarlığın Etik İşlevi - Notlar
The Ethical Function of Architecture, MIT Press, Cambridge,
1998
Mimarlık, günümüzün karmaşık dünyasında yerimizi ve yolumuzu
bulmamıza nasıl yardımcı olabilir?
Bireyleri bir bütüne, bir dünyaya,
bir topluluğa geri döndürebilir mi?
Filozof Karsten Harries, mimarlığın ortak bir ethos'a hizmet
etmesi gerektiğini söyler.
İlk olarak estetik yaklaşımı eleştirerek dekorasyon ve
süsleme sorunlarına odaklanır. Ardından mimarlığın diline yönelir. Eğer
mimarlığın temel görevi gerçekten yorumlama ise, hangi anlamda konuştuğu
söylenebilir ve ne hakkında konuşmalıdır? Martin Heidegger'in önerilerini
genişleten Harries, inşa etmenin konut fikri ve anlamıyla ilişkisini de ele
alıyor.
Heidegger'in etkileyici bir şekilde ifade ettiği inşa etme
ve iskân etme ontolojisi, felsefi ve şiirsel terimlerle, binaların varlığın ve
insan varoluşunun en temel gerçeklerini sembolize etme ve yorumlama gücüne dikkat
çekiyor.
Önsöz
Kitabın kökeni, Kent Bloomer ile yapılan sohbetlere dayanıyor
“Etik” burada mesleki kurallardan ziyade, Antik Yunan’daki
“ahlak” kavramına yakın bir anlamda ele alınıyor.
Mimarlık, saf estetikten farklı olarak uzlaşmacı ve çok
katmanlı bir sanat olarak ele alınıyor.
Yale’de verilen mimarlık felsefesi dersleri, bu kitabın
düşünsel omurgasını oluşturuyor.
Bu kitap, Kant, Hegel, Schopenhauer, Nietzsche ve özellikle
Heidegger'e odaklanan felsefe yolculuğumdan da şekillendi.
Giriş: Postmodern Önsöz
Mimarlık bir süredir kendi yolundan emin değil.
Temelinde belirsizlik var.
Mimarlıktaki bu belirsizliğin kökeni Galileocu bilim ve
Newton'un doğa felsefesinin getirdiği değişen dünya görüşüne dayanıyor. Bu
değişim, mimarlığın, "gerçekliğin şiirsel içeriğine" sırt çevirmesine
ve rasyonelleştirilmesine yol açtı.
Bu, mimarı, "mimarinin değişmez özüne çeşitli türde
süsleyici giysiler uygulayan sanatçı" olarak görme anlayışını beraberinde
getirdi
Modernist hareket, 19. yüzyılın eklektik kaosuna son verme
iddiasıyla ortaya çıksa da, 1960'larda bu inanç yeniden belirsizliğe bıraktı.
Sigfried Giedion, 1967'de mimarideki durumu şöyle tanımlamıştır:
"Çağdaş mimaride, tıpkı resimde olduğu gibi, belli bir
kafa karışıklığı var; bir tür duraklama, hatta bir tür bitkinlik. Herkes bunun
farkında."
Giedion'un etik yaklaşıma karşılık, mimarlık genel kabul
görmüş, estetik yaklaşımla anlaşıldı. Bu yaklaşım, Nikolaus Pevsner'in ünlü
ayrımıyla özetlenir: "Bisiklet kulübesi bir binadır; Lincoln Katedrali bir
mimari eserdir."
bina + dekorasyon = mimarlık eseri
Postmodernizmin bu bağlamda birleşik bir üslup olmaktan çok,
modernizme karşı hümanist bir eleştiriden doğan bir tutumu ifade ettiği de
kabul edilir. Ancak Robert Venturi'nin "az çoktur" sözüne karşı çıkan
"az sıkıcıdır" ifadesi üzerinden, postmodernizmin kökeninin etik
(hümanist) olmaktan çok, modernizme karşı salt estetik bir tepki olduğu, yani
ilginç olanı arayan bir tepki olduğu gözden kaçmamalı.
Mimarlık hangi anlamda bir yorumlama olarak anlaşılabilir? Aynı
derecede önemli olan ikinci soru şudur: Eğer mimarlığın görevi, çağımız için
geçerli bir yaşam biçiminin yorumlanması olmaya devam ediyorsa, bu geçerliliğin
ölçüsünü nerede bulacağız?
Bu teknolojik çağa ne tür bir konut uygundur?
"Çağımızda hangi yaşam biçimi geçerlidir?"
sorusundan ayrılmaz bir parça teknoloji sorunudur.
…manzaranın teknosfere dönüşmesi…
Teknoloji bizi giderek daha yalnız, köksüz ve yerinden
edilmiş insanlara dönüştürmekle tehdit ediyor.
Mimarlık sorunu ile topluluk sorunu artık birbirinden
ayrılamaz.
…kitabın ilk bölümü estetik yaklaşıma bir eleştiri getiriyor
ve bu eleştirinin mimarlık üzerindeki bazı sonuçlarını inceliyor.
…kitabın ikinci bölümü, mimarlığın dili sorununu ele
almaktadır.
Üçüncü bölüm, Martin Heidegger'in bazı önerilerini
geliştirerek, yapıyı, konutun özü ve gereklilikleriyle ilişkisi açısından
incelemektedir.
Meskenimiz her zaman başkalarıyla birlikte bir meskendir.
Dolayısıyla mimarlık sorunu, aynı zamanda topluluk sorunudur / Mimarlığın etik
işlevi, nihayetinde politik işlevinden ayrılamaz. Dördüncü ve son bölüm, bu
ikili işlevi açığa çıkarmak için birkaç adım atacaktır.
Süslenmiş Kulübe
Estetik Yaklaşım
Estetik deneyim, nesneye mesafeli bir bakışı gerektirir; onu
“olduğu gibi bırakmak” bu deneyimin ön koşuludur.
Oysa gündelik ilişkilerimizde nesnelere yardım, sahiplenme,
kaçınma gibi niyetlerle yaklaşırız.
Estetik bakış, bu niyetleri askıya alır ve “görülenin
görülmesine izin verir.”
Resmin “yararsızlığı”, onun estetik değerini oluşturur; işe
yaramazlık, şimdide var olmayı mümkün kılar.
Mimarlık eserleri işlevsel olmak zorundadır: kapı kapı gibi
görünmeli, ev ev gibi davranmalıdır.
Estetik mesafe mimarlıkta sürdürülemez; çünkü binalarla
etkileşimimiz fiziksel ve işlevseldir.
“Estetik” terimi, sanat felsefesiyle eşanlamlı değildir; bu
eşanlamlılık 18. yüzyılda şekillenmiştir.
Ortaçağ sanatı, Tanrı için sanat üretir; estetik çekicilik,
dini işlevin hizmetindedir.
Estetik deneyim, nesneye “yalın bir teslimiyet”le yaklaşmayı
gerektirir.
Panofsky’ye göre her şey estetik olarak deneyimlenebilir;
ancak bu deneyim, bağlamdan arınmış bir dikkat gerektirir.
Estetik, Baumgarten tarafından mantığın analoğu olarak
tanımlanır: duyusal yargıların yasasıdır.
Sanat eseri, Leibnizci anlamda “mümkün olan en iyi dünya”
gibi olmalıdır: eksiksiz, gereksiz hiçbir şey içermeyen, kendi içinde
tamamlanmış.
Estetik deneyim, zamanın yükünü hafifletir; izleyici
“şimdiki zaman”da var olur.
Sanat eserine dalmak, gündelik hayatın rastlantısallığından
kurtulmak anlamına gelir.
Sanat eseri, dışsal bir amaca hizmet etmez.
Mimarlık, bir kullanım için vardır; bu, estetik özerkliği
zedeler.
Bir kapı, kapı gibi görünmelidir; mimarlık anlam taşımak
zorundadır.
Mimari eserler, fiziksel ve sosyal bağlamla iç içedir.
Mimarlık / işlev, malzeme, kullanıcı, yönetmelik gibi dışsal
zorunluluklarla kuşatılmıştır.
18. yüzyılda
estetik yaklaşımın yükselişi, mimarlığı bir kriz dönemine sokmuştur: sanat mı,
mühendislik mi?
Mimarlık, gerçeklikle uzlaşmak zorundadır; estetik vizyon,
pragmatik zorunluluklarla yumuşatılmalıdır.
Dekorasyon Sorunu
Vitruvius’un üçlü ilkesi (dayanıklılık, uygunluk, güzellik),
mimarı inşaatçıdan ayıran estetik boyutu vurgular.
Mimarlık, gereksiz olanı ekleyerek anlam kazanır; bu
“gereksizlik” onun sanat olma koşuludur.
Ruskin’e göre mimarlık, ekonomik verimliliğin karşısında konumlanır;
moderniteyle çelişir.
“Dinlenmenin yasak olduğu yerde güzellik de yasaktır”
ilkesi, mimarlığın estetik alanını sınırlar.
Modernite zamanı verimlilikle ölçer; boş zaman bir lüks
değil, bir sapmadır.
Mimarlık, zamanı nasıl
biçimlendirir? Boş zamanın mekânsal karşılığı nedir?
Ev, otel, kilise gibi
yapılar, zamanı estetikleştiren ritüel alanlar olarak nasıl işlev görür?
Modern yaşamın araçsallaşması, zamanın verimlilikle
ölçülmesi, insanı yabancılaştırır.
18. yüzyıl insanı
zenginleştikçe fakirleşir; 20. yüzyıl insanı sade yaşar, biriktirir.
Mimarlık, bu fayda-güzellik geriliminde konumlanır: süsleme,
ekonomik rasyonaliteye karşıdır.
Yunan bireyciliği yerine Roma’nın toplumsal planlaması:
mimarlıkta estetik disiplinin kaynağı.
Yunanlılar şehirlerini bile yönetemezken, Romalılar dünyayı
yönetiyordu. Yunanlılar icat güçlerini sütun düzenlerine, Romalılar ise kat
planlarına harcadılar.
Tuvalet duvarlarındaki grafiti, kültürel yozlaşmanın
göstergesidir: süsleme müstehcenleştiğinde kültür çöker.
Çıplak duvar, Adolf Loos için logos’un (akıl, düzen) eros
(dürtü, kaos) üzerindeki zaferidir.
Loos, kadınsı süslemeyi erotik ve ilkel bir performans
olarak görür.
Mimarlıkta süsleme, toplumsal cinsiyetin mekânsal kodlarını
taşır.
Kant’ın estetik teorisi ile soyut sanatın doğuşu arasında
yüz yıllık bir gecikme vardır. Bu gecikme, Kant’ın düşüncelerinde içkin olan
devrimin kültürel olarak olgunlaşmasını beklemiştir.
Modern ev, sade dış görünümün ardında mahremiyeti korur;
kamusal temsil yerini özel yaşama bırakır.
“Süs” toplumsal bir ahlakı dile getirir; “dekorasyon”
estetik bir katkıdır.
Süslemenin Vaadi
Estetik yaklaşım, mimarlığı özerk bir sanat olarak değil,
süsleme odaklı bir yüzey olarak konumlandırır.
Ruskin, mimarlığı süsleme sanatı olarak savunur; ancak bu,
modernitenin araçsal düşüncesiyle çelişir.
Mimarlık, ekonomik zorunluluk tarafından bastırılan bir
güzellik alanı olarak ortaya çıkar.
Loos, evi sanattan dışlar: ev muhafazakârdır, sanat
devrimcidir.
Loos ve Ruskin, işin egemenliğine karşı boş zamanın
kutsallığını savunur.
Loos da Ruskin kadar iyi biliyor ki, işin tüm zamanımızı
almasına izin verilmeyebilir; gündelik dünyayı geride bırakıp, genellikle
çoktan kaybettiğimiz kendimize döndüğümüz saatlere ihtiyacımız vardır; aslında
ancak bu saatler hayata anlam katabilir.
Sanat eseri devrimcidir, ev ise muhafazakârdır. Sanat eseri
insanlığa yeni yollar gösterir ve geleceği düşünür. Ev ise bugünü düşünür.
Süsleme, modern öncesi bütünleşik yaşam biçiminin ritüel
ifadesidir.
Modern metropol, bu kutsallığı kaybetmiştir
Sokaklarda yürürken hissedilen mimari yorgunluk, çağın
ruhsal tükenmişliğini yansıtır.
Bauhaus, güzellik ile akıl, sanat ile teknoloji arasındaki
uçurumu onarmayı vaat eder. Ancak bu vaat, zamanla bir hayal kırıklığına
dönüşür; mimarlık insanı değil, ruhu kaybetmiştir.
Gecekondu mahalleleri, işlevsel mimariden daha yaşanabilir
olabilir; çünkü ruhu korur.
Modern mimarlık, insanı değil, sadece bedeni hedef alır; bu,
mimarlığın ahlaki çöküşüdür. Le Corbusier gibi figürler, mimarlığı görselliğe
indirgerken insanı dışlar.
Kapitalizm öncesi mimarlık, uyumlu ve bütünsel bir kent
görünümü sunar; modern kent parçalanmıştır.
Süsleme, toplulukla büyüyen bir sanatın ifadesidir;
zanaatkârlar arasında ortak bir ethos taşır.
Üslup,
yalnızca mimarlık değil, tüm yaşam biçimlerine nüfuz eden bir etik formüldür. Süsleme,
bu üslubun görünür kılınmasıdır; bir dönemin ethos’unun mimari ifadesidir.
Süslemenin ölümü,
toplumsal bütünlüğün ve ortak yaşam biçiminin çözülmesidir.
Merkezini kaybeden kültür, süslemeyi de kaybeder; merkez,
ilahi ölçüye sahip insandır.
Gerçek sanatçı süslemeyi sever; süsleme, makineleşmiş
dünyaya karşı bir dirençtir.
Medeniyetin başlamasıyla süsleme ölür; kültür, taklit ve
moda ile yer değiştirir.
Gerçek süsleme, içsel bir zorunlulukla doğar; modaya göre
değişen biçimlerle değil.
Üslup, parçalı değil, anlaşılabilir bir bütün olarak dünyayı
kurar.
Üslup, geçici olanı ölümsüzleştirir;
değişende kalıcı olanı yakalar.
Üslup, Tanrı’nın ölümünden sonra kaybedilen bütünlüğü yeniden
kurma arzusunun estetik aracıdır.
Kapitalizm, ekonomik alanları özerkleştirerek parçalanmış
bir yüzey üretir.
Broch, parçalanmanın kökenini kapitalizmde değil, aklın
mutlakçılığında bulur.
Değer sistemlerinin özerkleşmesi, yaşamın bütünlüğünü tehdit
eder; “iş iştir”, “sanat sanat içindir” gibi formüller, çöküşün dilidir.
Teknoloji bize daha fazla özgürlük getirdi; hem gerçek hem
de mecazi anlamda daha hareketli hale geldik.
Düşüncenin açtığı sonsuz âlemlerde nerede bir zemin veya
ölçü bulabiliriz? Yaşam biçimimizi nasıl haklı çıkarabiliriz?
Anlam, ister dekorasyona ister sanat için sanata yönelmek
olsun, ancak estetiğe yönelmede bulunabilir.
Süslenmiş Kulübe
Pevsner’in “süslü kulübe” ayrımı…
Claude-Nicolas Ledoux, mimarlığı etik ve politik bir anlatı
olarak kurar; binalar hikâye anlatır.
Venturi, süslemenin masum ve ucuz uygulamasını savunur;
ördek mimarisi pahalı ve alaycıdır.
Estetik nesne olarak inşa edilen yapılar yaşanmazdır;
mimarlık, yaşanabilirlikten kopmamalıdır.
“Ördek”, sembol haline gelmiş binadır; “süslü kulübe”,
sembollerin uygulandığı işlevsel yapıdır.
Venturi, mimarlığı mekânsal değil, iletişimsel bir sistem
olarak kurar.
Geleneksel olarak, mimari eserler, sembolleştirme ve
süslemelerle zenginleştirilen mekan ifadeleriyle bir mekan duygusu vermiştir.
Kendilerine ait bir yerleri olmayan, yerinden edilmiş
kişiler için bir manzaraya sahip olmayan, nereye gideceklerini bilmeyen ve tam
da bu nedenle işaretlere aç olan insanlar.
…
Temsil ve Yeniden Temsil
Dil Sorunu
Heinrich Klotz mimarlığın sessiz formlarından ve gösterişli
yapıların gürültüsünden kurtarılması gerektiğini savunur.
Mimarlık, yalnızca işlevsel değil, aynı zamanda şiirsel ve
destansı bir anlatı taşımalıdır.
Bu yaklaşım, mimariyi bir tür "anlatı aracı"
olarak konumlandırır: mimari form, içerikle bilinçli bir bağ kurar.
Tafuri, mimarlık eleştirisinde dil sorununun ortaya
çıkışını, modern mimarlığın anlam üretme kapasitesindeki krizle ilişkilendirir.
Nesnenin anlamı kullanım bağlamından ayrılamıyor. Bu da
mimarlığın da yalnızca gözlemlenen bir form değil, yaşanan bir bağlam olduğunu
ima eder.
Klasik mimari sistemler, iç mantığı olan dilsel yapılar gibi
ele alınabilir.
"Sözdizimi" gibi dilbilimsel terimlerin mimarlıkta
kullanımı kafa karıştırıcı olabilir. Mimarlık, kültürel ve toplumsal bir olgu
olarak ele alınmalıdır
Otto, mimariyi bir tür "mekânsal cümle" olarak
tanımlar; Yunan tapınağı bu yaklaşımın paradigmasıdır.
Romanesk bir başlığın Korint tarzıyla değiştirilmesi, başka
bir dilden alınmış kelime gibi “anlamsız” olur. Ancak postmodern mimarlık, tam
da bu tür “anlamsızlıkları” anlam üretmek için kullanır—tıpkı şiirdeki dilsel
sapmalar gibi.
Tzonis ve Lefaivre, mimarlığın müzik gibi ritmik,
modülasyonlu ve figüratif bir yapıya sahip olduğunu savunur. Dor’dan İyon’a
geçiş, bir ton değişimi gibi algılanabilir; mimari bir yapı, bir müzik parçası
gibi “akabilir”. Bu analoji, mimarlığın semiyotik değil, retorik ve şiirsel bir
anlam taşıyabileceğini ima eder.
Sözdizim: İşaretler arasındaki ilişkileri inceler,
gerçeklikle ilgilenmez.
Anlambilim: İşaretlerin neyi temsil ettiğini, gerçeklikle
ilişkisini araştırır.
Eco’ya
göre: Nesne yalnızca işlevsel değil, aynı zamanda bu işlevi “belirtici”
olmalıdır.
Eco’nun ayrımı:
Belirtme: Birincil işlevin
kodlanması.
Çağrıştırma: İkincil,
kültürel, ideolojik anlamların taşınması.
Çağrışımlar mimariyi
ideolojik bir duruş biçimi haline getirir.
Kriz, mimarlığın birincil
işlevinde değil, ikincil anlamlarında yaşanır.
Mimar, sabit işlevlere
değil, dönüşebilen, yeniden kodlanabilen işlevlere göre tasarım yapmalıdır.
Aynı zamanda ikincil
anlamları açıkça iletebilmelidir.
Bu, mimarlığı bir tür
“açık metin” haline getirir: yorumlanabilir, dönüştürülebilir, çoğul anlamlı.
Müzeye, tiyatroya veya eve dönüştürülen kiliseler, mimari
işlevin zamanla değişebileceğini gösterir.
Mimarlık, sabit işlevler değil, sahiplenmeye açık
potansiyeller sunmalıdır.
Eco’nun semiyotiği, mimarlığın dilini açıklamak yerine onu
soyutlaştırır.
Temsil ve Sembol
Mimarlık bir temsil sanatı mı?
Venturi, binanın formunun doğrudan bir nesneyi temsil
etmesini (ördek şeklindeki sinema gibi) mimari ciddiyetin önünde bir engel
olarak görür.
Temsil: Benzeme ilişkisine
dayanır (ördek şeklindeki bina, ördeğe benzer).
Sembol: Benzemek zorunda
değildir (taç, saltanatı sembolize eder ama ona benzemez).
Bu ayrım, mimarlığın nasıl anlam taşıdığına dair daha rafine
bir semiyotik analiz sunar.
Mobil evler, temel barınak işlevini yerine getirir ama “ev”
gibi görünmeyebilir.
Bankaların tapınak gibi inşa edilmesi, paranın yeni kutsal
haline geldiğini ima eder.
Norberg-Schulz’un gözlemiyle, 19. yüzyıl mimarisi kültürel
sembolizmi anlamdan kopararak yalnızca “yücelik” efekti üretmiştir.
Geleneksel mimari biçimler artık anlaşılmadan kullanılıyor;
bu, temsilin içinin boşalmasıdır.
Aziz Pavlus’un metaforu: Kilise, Tanrı’nın meskeni olan bir
“beden”dir; taşlar, inananlardır.
Orta Çağ’da kilise, Göksel Kudüs’ün temsili olarak inşa
edilirdi.
Kilise, yalnızca geleceğe (Göksel Şehir’e) değil, geçmişe
(Nuh’un Gemisi, Musa’nın Çadırı, Süleyman’ın Tapınağı) de işaret eder.
Erken Hristiyan bazilikası ve Gotik katedral gibi
tipolojiler, mimarlıkta “kilise”nin nasıl görünmesi gerektiğine dair ortak
paradigmalar yaratır. Bu paradigmalar, mimarın “ortak bir dil” içinde
çalışmasını sağlar; gelenek, bu dilin taşıyıcısıdır.
Gotik katedralde ışık, yalnızca fiziksel bir olgu değil,
ilahi olanın dünyada görünür kılınmasıdır.
Abelard, kürelerin müziğini mimari düzene çevirerek, kozmik
armoniyi yapısal forma dönüştürür.
Temsil ve Yeniden Temsil
Mimarlık, yalnızca bir binayı değil, bir “inşa etme
ideali”ni temsil eder.
Schelling, mimarlığın sanat olabilmesi için işlevden
özgürleşmesi gerektiğini savunur.
Temsil, mimarlığı salt inşa etmenin ötesine taşır; ona ses
verir.
Aletler iyi çalıştığında genellikle neyden yapıldıklarını
unuturuz. Aynı şey binalar için de söylenebilir.
Heidegger’in Yunan tapınağı yorumu: malzeme “ilk kez ortaya
çıkar”, kendini gösterir. Bu, malzemenin yalnızca kullanılması değil, temsil
edilmesiyle ilgilidir: taşın ağırlığı, metalin ışıltısı, rengin parıltısı.
Modern ve geleneksel malzemeler zamanla farklı ilişkiler
kurar: çelik hızla paslanır, tuğla sabırla yaşlanır.
Güzellik, kendini çerçeveleyen şeydir; “resim kadar güzel”
dememiz boşuna değildir.
Gerçek süsleme, mimariyi daha açık hale getirir; ancak
mimarlık zaten bir anlam taşımalıdır. Süsleme, bu anlamı yeniden sunarak
görünür kılar; aksi takdirde mimarlığın sesi boğulur.
Haç, piramit, dikilitaş gibi formlar, insan varoluşunun
sabit yönlerinden türeyen doğal sembollerdir.
Modern mimarlık, gelişmiş bir sembol sisteminden yoksundur;
mimarlar artık anlamı icat etmek zorundadır.
Doğal sembollerin yeniden canlandırılması, mimarlığın kayıp
sesini yeniden duyurabilir.
…
Uzay, Zaman ve Mesken
İnşaatın Kökenine Dair Hikayeler
Süsleme, yalnızca estetik bir nesne değil, taşıyıcısını
yeniden temsil eden bir araçtır. Mimarlık da, özünü görünür kılacak şekilde
kendini yeniden temsil eden bir yapıdır. Bu öz, yalnızca işlevsel değil,
varoluşsal bir ihtiyaçtan doğar: evsizlikten, yer arayışından.
Şiir, “bizim olmayan bir yerde
yaşamanın zorluğundan” doğar.
Mit, dünyayı rastlantısal olmaktan çıkarıp anlamlı bir yer
haline getirme çabasıdır. Mimarlık da, bu evsizlik deneyimine yanıt olarak
doğar; bir yer yaratma girişimidir.
Ateş/ocak, yalnızca fiziksel konfor değil, topluluğun, dilin
ve inşa etmenin tohumudur.
(İlkel biçimler) Totem hayvanları, takımyıldızlar ve
ataların birleşimi: birey ile kozmik düzen arasında bir köprü.
Ateşin etrafında toplanmak, yalnızca fiziksel değil, ritüel
bir merkez yaratmaktır.
Mimarlık, bu merkezi sabitleyen, topluluğu bir araya getiren
bir eylemdir.
…barınak inşa etmek, bizi tehdit edici bir dış etkenden
koruyan sınırlar oluşturmak, mekândan bir yer koparmaktır.
Paul Weiss’a göre mimarlık,
“sağduyulu mekânda sınırlar inşa ederek mekân yaratma sanatıdır.”
Mimarlığın temel işlevlerinden biri çevreyi kontrol
etmektir. Bu kontrol, “yağmurdan, rüzgardan, soğuktan, sıcaktan, nemden,
gürültüden, mezheplerden, vahşi hayvanlardan, düşmanlardan ve çevredeki diğer
kötülüklerden koruyan ‘yapay bir iklim’ yaratmak” olarak tanımlanır.
“Karınca yuvası ve arı kovanı bu anlamda mimaridir.”
Hannes Meyer’in yaklaşımı, mimarlığı “saf yapı”ya indirger
ve uluslararası, vatansız bir biçim dünyası önerir.
Gerçek bir ikamet, yalnızca barınma değil, yerle kurulan bir
ilişkidir
Mobil evin çevresine yapılan eklemeler (sundurma, bahçe,
ağaç) bu köklenmeyi sağlar. Ağaçlar, onu gerçek ve mecazi anlamda
hareketsizleştirmeye yardımcı olur.
Mimarlık, sadece fiziksel bir üretim değil, aynı zamanda
anlamın kurulmasıdır
İnşa etmek kaçınılmaz olarak yorumlamadır. Hermenötik bir
işlevi vardır.
İnşa ettiğimiz her şeyin kaçınılmaz olarak toplumsal bir
önemi vardır.
Binalar, yalnızca işlevsel değil, aynı zamanda statü, rol ve
kurumların temsilleridir.
Süsleme, süs taşıyıcısını ayırt etmeye yarar.
Le Corbusier / Geometriyi maneviyatın dili olarak anlar.
Geometrik düzenle buluştuğu her yerde insan ruhu kendini evinde hisseder.
Gerçek bir mesken, hem fiziksel barınma hem de manevi düzen
sağlamalıdır
İnşaat ve Konut
Joseph Rykwert / Göksel Kudüs düşünceleri... Laugier’in
ilkel kulübesi... Adem’in cennetteki evi hakkındaki spekülasyonlar…
Bu mitik düşünceler, mimarlığın yalnızca teknik değil, aynı
zamanda kültürel ve kozmik bir düzen arayışı olduğunu gösterir.
Heidegger’e göre:
İnşa etmenin doğası, oturmaya bırakmaktır.
İnşa etmek başlı başına iskân etmektir.
Kara Orman’daki çiftlik evi, yeryüzü ve gökyüzü, tanrılar ve
ölümlüler arasında bir birlik kurar. Bu yapı, zaman içindeki yolculuğu ve
kuşaklar arası sürekliliği temsil eder. İnşa etmek, bir yaşam biçimini
yorumlamaktır.
Heidegger, her binanın mesken olmadığını vurgular.
Bir fabrikada çalışmak, bir mağazada alışveriş yapmak
oturmak değildir.
Oturmak, yalnızca barınmak değil, “kendini evinde
hissetmek”tir.
Bu ayrım, mimarlığın yalnızca işlevsel değil, varoluşsal bir
etkinlik olduğunu gösterir.
Heidegger mekânı, uzaydan
değil, yerden türetir:
Mekânlar varlıklarını
‘mekan’dan değil, yerlerden alırlar.
Mekân, şeylerle karşılaşma
deneyiminden doğar: masa, yol, gökyüzü.
Mekân deneyimimiz,
şeylerle ve onların yerleriyle karşılaşmamız aracılığıyla oluşur.
Yakınlık ve mesafeyi, her şeyden önce, içinde bulunduğumuz
faaliyetler açısından anlarız.
Bu yönler (yukarı ve aşağı, ön ve arka, sağ ve sol) yalnızca
fiziksel değil, aynı zamanda metaforiktir: “Aşağıdayım”, “Arkamdan geçti” gibi
ifadeler, mekânın dilsel ve duygusal katmanlarını açığa çıkarır.
“Ancak oturmaya muktedirsek, ancak o zaman inşa edebiliriz.”
ifadesi, inşa etmenin yalnızca fiziksel değil, varoluşsal bir eylem olduğunu
ima eder.
İnşa, “mekânı kişileri ve şeyleri yerleştirmek olarak”
anlamakla başlar; bu, Tanrı’nın dünyayı “uygun insanlar için bir mesken” olarak
yaratmasıyla analojiktir.
Mircea Eliade’ye göre, “her evin inşasıyla ‘yeni bir çağ’
açılır.”
Heidegger’e göre insan,
“dörtlü içindeki varoluşu” ile tanımlanır: yeryüzü, gökyüzü, tanrısallıklar ve
ölümlüler.
“İnsan özünde mesken tutar” ve bu mesken, “dörtlü içinde
kalmak” anlamına gelir.
Ancak modern insan bu dörtlüden kopmuştur
Toprak, hizmet eden taşıyıcıdır, çiçek açar ve meyve verir
Gökyüzü, yalnızca fiziksel bir üst katman değil, aynı
zamanda “insanın… beklentide kendisinin önünde, hafızada gerisinde” olduğu
aşkın bir yönü temsil eder.
Bu aşkınlık, “ruh”un anlamına açılır: “Dörtlü kavramının
ikinci terimi… insanın eril ruhsal veya coşkulu boyutu…”
Eğer “gerçek ikamet dörtlü içinde kalmak” ise, modern insan
bu anlamda artık ikamet edemez.
Heidegger’in önerisi, “dünyayı kurtarmak” gibi etik bir
çağrıyla son bulur: “Dünyayı kurtarmak, onu sömürmekten veya hatta yıpratmaktan
daha fazlasıdır.”
Televizyonlu, telefonlu, banliyö evleriyle kurduğumuz yaşam
biçimi, “çiftlik evini inşa eden konuttan” uzaklaşmış bir varoluşu temsil eder.
Heidegger’in “ölümlüler”i biziz. Ölümle
barışmadan zamanla barışamayız:
Zamanın geçişiyle barışmayı başaramadığımız sürece, bizi
zamana bağlayan her şeyle de barışmayı başaramayacağız.
Heidegger’in “ilahiyatları”, tanrısallığın çağıran
habercileridir
Bu tanrısallık, Afrodit, Hera, Dionysos gibi figürlerle
adlandırılabilir ama adlandırma, “altın buzağı” tehlikesini doğurur.
Heidegger’in önerisi: Tanrısallıkları beklemek, onları
yaratmamak.
Heidegger’in 1951 konferansı, savaş sonrası Almanya’da konut
sıkıntısına rağmen “asıl konut sorunu”nun ev eksikliği değil, ikamet etmenin
doğasının unutulması olduğunu savunur: “Asıl sorun, ölümlülerin konutun
doğasını sürekli yeniden aramaları…”
Bu, mimarlara düşen görevi tanımlar: “sessiz bir çağrıyı
dinlemeyi öğrenmek.”
Gökyüzünü, modern aydınlatma sistemlerinin saldırısından
arındırmak, onun anlamını tüketmeden, onunla birlikte yaşamak…
Heidegger’in idealize ettiği çiftlik evi mekânın
köklülüğüyle birlikte gelen bir özgürlük eksikliğini de içerir / Modern birey
için bu tür bir köklülük, “tahammül edilemez” olabilir.
Heidegger’e göre teknoloji, bir araç değil, “modern insana
sunulan her şeyin bir yolu”dur.
“Verstellen” (çerçevelemek) terimi, hem “yerleştirmek” hem
de “avlamak” anlamlarını taşır.
“Hakikat arayışı bir avdır.”
Bu, doğayı “kullanılmaya hazır malzeme” olarak gören modern
bilim anlayışının kökenine işaret eder.
“Doğa… kullanılmaya ve artık kullanılmadığında atılmaya
hazır bir malzeme olarak anlaşılır.”
“Çerçeveleme” (Gestell),
şeyleri “şey olarak” görmeyi ihmal eder.
Heidegger, “ihmal” kelimesinin içinde “saklamak” ve
“korumak” anlamlarını da duymamızı ister.
Modern dünya, dörtlüyü (gök, yer, ölümlüler, tanrısallıklar)
ihmal ederek, kendi özünü gizler
Modern dünya… ihmal edilmiş dünya.
Mimarlık, dörtlünün izlerini koruma görevini üstlenmelidir
Heidegger, toplama kamplarını “ölüm fabrikaları” olarak
tanımlar
Gerçek ölüm, “dörtlü içinde kalmak”la mümkündür. Kamplarda
ölenler, bu anlamda “ölmemiştir”
“Yalnızca ölmeyi başarabilenler kelimenin tam anlamıyla
ölümlü olurlar.”
Bu, teknolojinin özünün insanı “malzeme”ye indirgeme
tehdidinin en uç örneğidir.
“Gökyüzünü gökyüzü olarak almak”, şeylerin kendi
hakikatlerini açığa çıkarma biçimlerine saygı duymaktır.
Mimarlık, bu anlamda yalnızca barınak değil, bir
“emanet”tir: dörtlünün sessiz çağrısını duyma ve koruma sorumluluğudur.
İkamet etmek, yaşamayı öğrenmektir; bu da düşünmeyi ve
beklemeyi içerir.
Heidegger’in “Sanat
Eserinin Kökeni”ndeki tapınak metaforu, Nazi Almanyası’nın Atina paradigmasını
yeniden sahiplenme çabasıyla örtüşür.
“Hitler’in Berlin’i ‘dünya
çapında bir akropol’, Nürnberg’i ulusal bir agora, Münih’i bir Alman nekropolü
yapma çabası…”
Yolcu olduğumuzu, hiçbir yerde tam anlamıyla evimizde
olmadığımızı kabul etmediğimiz sürece dünyada gerçekten evimizde olamayız.
…
Uzay ve Yer
Modern iletişim araçları (televizyon, telefon, bilgisayar)
mekânı “tesadüfen işgal ettiğimiz ve başka bir yerle değiştirmek
isteyebileceğimiz bir yer” haline getirir.
“Daha fazla anonimlik ve bireylerin ikame edilebilirliği”
modern yaşamın karakteristik özelliğidir.
Süpermarketler, otoyollar, banliyö karmaşası… tümü “yer
kaybı”nın somut örnekleridir.
Metropol yaşamı, bireyleri “farklı aktivitelere dağıtır”;
önemli olan artık bu aktivitelerin kendisidir.
Teknoloji, “mekânı kader olmaktan çıkarır”; televizyon ve
telefon gibi araçlar mesafeyi olumsuzlar.
“Yakınlık ve mesafe hissi birlikte
ilerler”; biri ortadan kalkarsa diğeri de kaybolur.
Resmi hitap biçimleri, giyim kuralları, sembolik mesafeler
ortadan kalktığında, “gerçek yakınlığa ulaşmak zorlaşır.”
“Tüm yerler aynı sayıldığında, artık kendimizi
konumlandıramaz ve yerinden edilmiş kişiler haline gelemeyiz.”
Kopernik devrimiyle “dünya kelimenin tam anlamıyla bir mobil
eve” dönüşür.
Nietzsche’nin özdeyişi:
“Kopernik’ten bu yana insan merkezden X’e doğru
kaymaktadır.”
Mimarlık, “tuhaftan tanıdığa geçiş”in aracıdır; mekânı bir
yere dönüştürme çabasıdır.
Merkez kaybı, yalnızca kozmolojik değil, varoluşsal bir
krizdir.
Nesnel mekân: homojen, tarafsız, ölçülebilir.
Değerli mekân: bölgesel, heterojen, anlamlarla yüklü.
Mekânı yalnızca nesnel olarak anlamak, “insanların dünyadaki
yerlerini keşfetmelerini imkânsız kılar.”
Nesnellik kazanımı, “anlam kaybı” ile dengelenir
Uzayın Sesleri
Bu bölümde, bu anlamlardan bazılarını daha ayrıntılı olarak
ele almak ve böylece mekanın doğal dilinin semantiği olarak adlandırılabilecek
bir şeyi geliştirme yolunda küçük bir adım atmak istiyorum.
Mimarlık, yalnızca biçimsel değil, yönelmiş bir varoluşun
taşıyıcısıdır.
Dikey ve yatay, yalnızca geometrik değil, etik ve ontolojik
anlamlar taşır.
Kilise kuleleri, “yeryüzünü ve gökyüzünü bağlayan bir eksen”
olarak topluluğu bir arada tutar.
Kubbe ise “çevredeki dünyanın yoğunlaştırılmış bir
görüntüsü”dür; Pantheon bu anlamda “kozmosu temsil eder.”
Dikeylik, yalnızca mimari değil, “maneviyatla olan
ilişkimizi” simgeler.
Babil Kulesi, “topluluğu bir arada tutan bağ” olarak
dikeyliğin mitik örneğidir; ama aynı zamanda bir uyarıdır: İnsanların kendi
başlarına bir merkez oluşturma gücüne sahip olmadıklarını ima etmektedir.
Yakup’un rüyası, “göğe ulaşan bir merdiven” ile Tanrı’nın
varlığını deneyimleme biçimidir.
Bu yer, “Tanrı’nın evi ve Cennet’in kapısıdır”; dikeylik
burada “ilahi olanın meskeni”ne açılır.
Dikey: “yükselme, destekleme, göğe yönelme”; Yatay:
“dinlenme, ölüm, teslimiyet.”
Haç, bu ikisinin kesişimidir: “maneviyat” ve “ölüm gölgeli
geçici mesken.”
Hiçbir yük yeterli destek olmadan, hiçbir destek uygun yük
olmadan olmaz.
Erken dönem “Ağaç” resimlerinde dikeylik baskındır; bu,
“Gotik bir ifade” olarak görülür.
Schopenhauer’a göre Gotik mimarinin dikey iddiası,
“yerçekiminin katılık tarafından tamamen boyun eğdirilmesi” gibi bir
yanılsamadır.
Newgrange ve Yunan tapınakları, güneşin konumuna göre inşa
edilir; tapınak “güneş saati” gibi çalışır.
Modern mimarlık, “günün ve yılın zamanlarına göre değişen
ışık dili”ne duyarsız hale gelmiştir.
Yapay ışık ve iklim kontrolü…
Doğuya bakan bir yatak odasında uyanmak, hâlâ “doğal
mücadele”nin anlamını taşıyabilir.
Jeosantrizmde şeytan “dünyanın merkezinde” yaşar; merkezcilik,
“şeytan merkezcilik”e dönüşür.
Kilise mimarisinde basamaklar, “daha kutsal alanlara geçiş”i
simgeler.
Dağlar: Sina, Olimpos, Golgata… “yukarıya çıkmak”
kutsallıkla ilişkilidir.
Mahzen, “yeraltı dünyasına inmek”, “cehenneme inmek”tir.
Orta Çağ kiliselerinde mahzen, “karanlık ve ölüm diyarı”dır;
yukarıdaki sunakla kontrast oluşturur.
Pencere ve kapılar, iç/dış ayrımının dramatik eşikleridir;
hem geçiş hem sınırdır.
Kapalı alanlara duyulan ihtiyaç, mahremiyet ihtiyacıyla,
yalnız bırakılma ihtiyacıyla bağlantılıdır
Her kapalı hacim,
“yoğunluk ve düzenlilik arttıkça daha da belirginleşen bir merkeze işaret
eder.”
Mahalleler ve şehirler,
“tutarlı bölgeler olarak deneyimlenebilmeleri için” merkezlere ihtiyaç duyar.
…ızgara plan, “kesişim noktalarının değerini düşürerek”
merkezleri silikleştirir.
Cennet, “ortasında hayat ağacının ve bilginin bulunduğu,
sınırları çizilmiş bir bahçe”dir.
Merkez, yalnızca mekânsal değil, varoluşsal bir yönelimdir.
Gerçek mesken, “aydınlatılmış bir evsizlik”tir: merkezle
ilişki içinde ama ona sahip olmaya çalışmayan bir yaşam.
İki Görünmez Evden Öğrenilenler
Mekânın “doğal bir dili” varsa bile, bu dil “belirli
manzaralar, tarihler ve hikâyeler” tarafından aracılık edilir.
Çöl ile yağmurlu kuzey, ova ile dağ, köylü ile sanayi
toplumu, Hristiyan ile İslam ülkesi farklı mekânsal anlamlar üretir.
Düşsel Ev: Bachelard’ın Hafıza-Mekânı
Bachelard’a göre her bireyin içinde “gerçek geçmişin
ötesindeki gölgede kaybolmuş, düşsel bir ev” vardır. Bu ev, “hem cennetin hem de
hayatın fırtınalarında ayakta tutar… beden ve ruhtur… insanın ilk dünyasıdır.”
Günümüzde ailelerin “taşındığı, dağıldığı ve yeniden
şekillendiği” bir yaşam tarzı, düşsel evin istikrarını tehdit eder.
Heidegger’in Varlık ve Zaman’daki “dünyaya atılmışlık”
analizi, “vicdanın sessiz çağrısı” ile evsizliği kurucu kılar.
Bachelard ise “hayat güzel başlar” diyerek bu ontolojik
evsizliğe karşı çıkar.
Heidegger’in sonraki “dörtlü içinde ikamet” anlayışı,
Bachelard’ın düşsel evine yaklaşır.
Evden kaynaklı Renk, doku ve sessiz izler, bedensel hafıza
oluşturur.
Mekân, yalnızca içinde yaşanılan değil, hayal edilen,
özlenen ve bedende taşınan bir varlıktır.
Düşsel ev, “olasılıklar okyanusunda boğulmamak” için bir
tutunma noktasıdır.
Düşsel ev, “bizi bütünleştirir”; hem geçmişin hem geleceğin
yankısını taşır.
Bachelard’ın evinde “eşyaların yıllarca unutulabileceği”
köşeler vardır; bu, geçmişle bağ kurmanın bir biçimidir.
Geçmiş, “beğenilerimizi, hayallerimizi, korkularımızı”
şekillendirir. Önyargılarla yüzleşmek, “başka ufuklara açılmak” ve “özerklik”
kazanmak için gereklidir.
Bachelard’ın evinde düşsel evine göre / Mimarlık, yalnızca
barınak değil, “benliğin sürekliliğini taşıyan bir hafıza mekânı”dır.
Mimarlık, yalnızca biçim değil, “tarihsel köklenme, yaratıcı
sapma ve bilinçdışı süreklilik”tir.
Bachelard, "Belki de bir ev hayali kurmamız iyidir,
çünkü ona ulaşmak için zamanımız olmayacak. Çünkü nihai, doğduğumuz evle
simetrik bir ilişki içinde duran bir ev, bizi ciddi, hüzünlü düşüncelere
götürür, hayallere değil. Geçicilik içinde yaşamak, kesinlik içinde yaşamaktan
daha iyidir."
İnşa Etmek, Yerleşmek ve Zaman
Mimarlık, geleneksel olarak “mekânı sınırlama sanatı” olarak
tanımlanır.
Lessing’in ayrımı:
Mekân sanatları: mimarlık, resim, heykel
Zaman sanatları: şiir, müzik
Bu ayrım, “biçimlendirici vs. ifade edici sanatlar” ve
“varlık vs. yokluk sanatları” olarak genişletilir.
Heidegger’e göre “dünyada-olmak”, zamansallık, kaygı,
etkinlik, hafıza ve beklentiyle iç içedir.
Resim: sabit bakış açısı, “bedensiz göz” / zaman dışı
estetik nesne
Heykel: etrafında dolaşma, “konum değiştirme” / zamansal
farkındalık
Mimarlık: içine girme, hareket etme / “beden farkındalığının
en yüksek olduğu sanat”
Mimarlık, yalnızca mekânı
sınırlayan değil, “zamansal olarak yaşanan” bir sanattır.
Mimarlık, yalnızca mekânı
sınırlayan değil, “zaman deneyimimizi şekillendiren” bir sanattır.
Kilise geçidinde yürüyüş, “doğumdan ölüme yaşam
yolculuğu”nun metaforudur.
Postmodern mimari, “belirsizlik, karmaşıklık, çelişki” ile
açık forma yönelir. Barok ile postmodernizm arasında “organik, atektonik,
zamansal” bir paralellik kurulur.
Heidegger’in kara orman çiftlik evi: Yalnızca mekânsal
değil, “mevsimlerin, nesillerin, doğum ve ölümün ritminde” zamansal bir
konumlanmadır.
İnsan, “ölümlü olduğunu bilir”; bu bilgi, “her şimdiki
zamanı geçmişe dönüştürür.”
Zamanın Korkusu ve Geometrinin Aşkı
İnsanlar “zamandan korktukları sürece” gerçek ölüm ve
dolayısıyla gerçek ikamet imkânsızdır.
Mimarlık, “kaosu kozmosa dönüştürerek” zamanın dehşetiyle başa
çıkar.
Daire vs. kıvrımlı çizgi → zamansızlık ile zamanın
kucaklanması arasındaki fark.
Platon’a
göre güzellik, “zamana karşıt” bir varlık deneyimidir.
Platon'a göre insanlar
temelde erotik varlıklardır çünkü zamanda var olurlar, sadece yaşlanmak ve
ölmek için doğarlar…
Eros, “zamana düşmüş ruhun
eve dönüş arzusu”dur.
Platon'a göre, güzel bir
şey gördüğümüzde, oluşa değil varlığa ait olduğumuzu hatırlarız ve ölümden
habersiz bir âleme dokunuruz. Zamanın, özünde insani olan şey, yani ruh
üzerinde hiçbir gücü yoktur. Bu Platoncu estetik göz önüne alındığında,
güzelliğin dili özünde ruhun dilidir ve Platon için bu, her şeyden önce
geometrinin dili anlamına gelir.
Philebus’ta güzellik: “düz
çizgiler, daireler, torna tezgahlarıyla oluşturulan formlar.”
Ana renkler / zamansızlık; kırık yeşiller ve kahverengiler /
değişen dünya.
Kant: “saf güzellik” yalnızca biçimle hoşa gider; zamanın
egemenliğini aşar.
Platonculuk, “zamansal gerçekliğe karşı zamansız biçimler
âlemini” savunur.
Teknoloji, bu ruhsal formu “dünyaya taşıma” ve “dünyayı
kendi suretinde dönüştürme” aracıdır.
Bu ittifak, “keyfilikten kaçış” ve “doğayı insani ortama
dönüştürme” vaadi taşır.
Nietzsche: “zamana karşı kötü
niyet”, Platonculuğun ve teknolojinin ortak kökenidir (Zerdüşt).
Teknoloji, “olanın azaldığı yerde açığı kapatmak” ister; ama
bu “geçici bir çözüm değildir.”
İnsan, “olana emanet olmak yerine, olanı planları için
malzeme olarak” görür.
Her şey “yerine geçme”ye dönüşür; gerçeklik, “makinenin
emirlerine uymak” haline gelir.
Makine, “hayatımızın ortak olanaklarının ve görevlerinin
amansız diktatörü”dür.
El sanatları, köylülük, ulaşım, üretim… hepsi makineye feda
edilmiştir.
Mimarlık, Platoncu zamansızlık ve teknolojik düzen arzusunun
kesişiminde doğar.
Teknoloji, “olanaklarımızı sınırlandırır”, insanı
“planlanabilir maddeye” indirger.
Heidegger, bu süreci “kader” değil, “özden çalma” olarak
görür.
Hakiki ikamet, “teknolojiye teslimiyet değil, onunla
mesafeli bir ilişki” gerektirir.
Küf ve Kalıntılar
Hundertwasser: Gerçek
mimarlık, “mimar, inşaatçı ve oturanın aynı kişi olduğu” yerde mümkündür.
Organik olan, “yaşar”; inorganik olan “boğucu ve
duygusuz”dur.
Hundertwasser, “yaratıcı çürümeye doğru çabalamalıyız”
diyerek harabeyi idealize eder.
Platoncu güzellik / “düz çizgiler, daireler, kesilmiş
elmaslar”
Zamansal güzellik / “bulutlar, sabun köpüğü, pas, küf”
“Çılgınca inşa etme ve planlama” güvenlik sağlamaz;
teknoloji zamanın dehşetini artırır.
(Goethe) Geçmiş bize ölümden başka bir şey bırakmayacak…
Kabil, “yeryüzünde bir kaçak ve gezgin” olarak ilk şehri
inşa eder.
İnşaat, “düşmüş insanlığın sahte kurtuluş rüyası” olabilir.
Güzellik, “zamansal gerçekliği değil, ondan kaçışı” temsil
eder.
Kabil: “ilk şehir kurucusu” yerleşiklik, tarım ve para /
kalıcılık arzusu
Habil’in “katlanır çadırı” / hareketlilik, ruhsal mesken
Rykwert: şehir, “altından
yapılmış tanrılarla” kurulur
Schopenhauer: doğal
ihtiyaçlar karşılandığında “can sıkıntısı” başlar
Çözüm: “doğal olmayan
ihtiyaçlar” geliştirmek / değişim estetiği
Reklamlar, modalar, yapay
arzular / “ihtiyaç sahibi olma ihtiyacı”
Mimarlık artık “zamana ve mekâna değil, yakın geleceğin
vaadine” açılıyor.
Ev, “makineye dönüşür”; ihtiyaçlar “hızla değişir ve
yönlendirilebilir.”
Cennet: “hiçbir isteğin bastırılmadığı yer”; ama bu, “kişiliğin
kaybı”na yol açar
Heidegger: “benlik duygusu ölümle gelir”; mimarlık
“ölümlülüğümüzü hatırlatmalıdır”
Adem ve Havva “kişilik kazandıklarında cenneti kaybettiler”
Ölüm, Aşk ve İnşa
Sonsuz yaşam, “zamanın dehşetinden doğan bir kurgu”
Gerçek barınak, “bedensiz ruha değil, bedenlenmiş benliğe”
hitap etmelidir
Platon’un biçimler âlemi, “bedenlenmiş benliğe yuva olamaz”
Babil Kulesi: “egemenlik arzusu”nun mimari figürü
Yuva, “kozmik güvene doğru bir dürtü”dür; dünyaya güvenin
kökenidir.
Trajedi, “acıma ve korku” yoluyla bizi kendimize döndürür. “Güvenlik
duygusunu elimizden alır” sahnedekiler biz olabiliriz.
Trajedi gibi, mimarlık da “güvencesizliğin farkındalığıyla”
iyileştirici olabilir.
Trajedi, “acıma ve korku” yoluyla bastırılmış kader
duygusunu açığa çıkarır; katarsis sağlar.
İnsan: zoon logon echon /
“logos’a sahip hayvan”
Tür, yalnızca biyolojik
değil, “iletişime dayalı bir topluluk”tur.
Logos’a açılmak,
“iletişimin ve ortak yaşamın” temelidir.
Gerçek mesken, “ölümle yüzleşen ama
onu aşkla dönüştüren” bir yapıdır.
Heidegger’in çiftlik evi, “farklı nesillerin tek bir çatı
altında zaman içindeki yolculuklarını” tasarlar.
Kilise planı: yatay nefte ilerleyiş / ölüm yolculuğu; dikey
koro / cennete yükseliş
Mimari, “zamanı temsil eder” “ölümü dönüştürür” “tarihi
yaşatır”
Paylaşılan geçmiş, “topluluk duygusunun zemini”dir; mimarlık
bu zemini temsil etmelidir.
…
Mimarlık ve Topluluk
Mimarlık ve İnşaat
Kentli insan, “görkemli sığınağından” kaçıp “ilkel”
ortamlarda huzur arar. Bu kaçış, “mekanik konforun yokluğuna bağlı rahatlama”yı
arar.
Rudofsky: “eski dünya yaşamı
ayrıcalıklıdır” → ama bu ayrıcalık, idealize edilmiş bir mesafeden doğar.
Bernard Rudofsky yerel mimariyi ("soysuz mimari")
yücelterek, modern, tasarımcı odaklı mimariyi eleştirir.
Yerel mimari, çevresiyle uyum içindedir ve doğayı fethetmeye
çalışmaz.
…eğitimsiz inşaatçılar... binalarını doğal çevreye uydurma
konusunda takdire şayan bir yetenek sergiliyorlar. Bizim yaptığımız gibi doğayı
'fethetmeye' çalışmak yerine, iklimin kaprislerini ve topografyanın
zorluklarını memnuniyetle karşılıyorlar.
Bu yapılar gösterişten uzak, zamansızdır ve "zor
kazanılan bilginin sürekli olarak yeniden dağıtılmasına" dayanır.
Yerel mimari, olağanüstü uzun ömürlülüğünü, zor kazanılan
bilginin sürekli olarak yeniden dağıtılmasına ve dış dünyaya karşı yarı
içgüdüsel tepkilere kanalize edilmesine borçludur.
Modern tasarım, “yerel kültürün biçimlerini ödünç alır” ama
“ruhunu koruyamaz.”
Mimarlık, yalnızca biçim değil, “tarihsel duyarlılık ve
yerin ruhu” ile anlam kazanır.
Endüstriyel mimari: doğayı “tüketilecek malzeme” olarak
görür; “en az maliyetle en büyük sonuç” peşindedir.
İlkel mimari, “cennet”i simgeler; doğayla uyumlu, zamansız
bir konut hayali taşır.
Bu mimarlık, “düşüşten önceki” bir yaşama özlem duyar.
Adolf Loos, mimar tarafından
tasarlanan her yapının, doğal düzene uyum sağlayan köylü evlerinin huzurunu
bozacağını savunur.
Köylü evleri “Tanrı tarafından yapılmış” gibi görünür; mimar
ise “Beelzebub’un diyarından” gelir.
Mimar, sanatçı olarak, işini sadece kullanışlı bir yapı inşa
etmekten daha yüce görür; bu da onu doğal düzenin dışına çıkarır ve
"kaçınılmaz olarak manzarayı yırtar."
Kültür, “iç ve dış insan arasındaki uyum”dur.
Köylü, “doğal düzenin dışına düşmediği için kültürlüdür.”
Le Corbusier, yerelciliğe
karşı çıkarak, mühendisin mimarisini ve teknolojinin gücünü yüceltir.
Mühendis, “evrensel yasaya uyum” sağlar; ancak bu yasa
doğaya ya da insana duyarlı değildir.
Nükleer yıkım, asit yağmurları, asfalt çölleri de evrensel
yasaya uygundur.
Cennet kaybedilmiştir; geri kazanılamaz. Arkaik dile dönüş,
çözüm değildir.
Gerçek bağlam, yalnızca “eski dünya”da değil, “teknolojik
kültürün içinde” de kurulabilir.
Mimarlık, “doğayla uyumlu ama tarihsel olarak sorumlu” bir
estetikle yeniden düşünülmelidir.
Heidegger'in Yunan tapınağı üzerine yorumu, mimarinin temel
işlevini, bağlamla çatışarak dünyayı aydınlatmak olarak tanımlar.
Tapınak (ve genel olarak mimarlık eseri), basitçe var olarak
çevresini görünür kılar
Tapınak, “manzarayı paranteze alarak” onu ilk kez anlamlı
kılar.
Mimarlık, yalnızca barınak değil, “dünyanın anlamını açan
bir odak”tır.
Mimarlık, “güzelin yararsızlığı”yla bağlamı kırar; süsleme
ve oranlar faydaya direnir.
Eski dünya imgeleri, “fazlasıyla rahat yaşam tarzımıza karşı
huzursuzluk” yaratır.
Barınmak için yalnızca yapı değil, “dünyayı aydınlatan
mitler” gerekir.
Mimarlığın Kamusallığı
İnşa etmenin kökeni ve özü üzerine yapılan araştırmalar
genellikle eve odaklanmıştır.
…kutsal mimari aynı zamanda kamusal, toplumsal mimari anlamına
da gelir.
Mimarlık tarihi, genellikle “soylu” yapıları figür olarak
ele alır; sıradan yapılar ise zemin olarak kalır.
Ev: bireysel, dünyevi,
özel / fiziksel ihtiyaçlara hitap eder.
Tapınak: kamusal, kutsal,
temsilî / manevi kontrol ihtiyacına yanıt verir.
Mimarlık, yalnızca yapı değil, “topluluğun kendini temsil
etme biçimi”dir.
Kilise, uzun süre “lider inşa görevi”ni üstlenmiş; kamusal
olanın etik ve toplumsal merkezini temsil etmiştir.
Aydınlanma ile birlikte bu ayrıcalık sorgulanmış, ancak
yerine geçen bir mimari tip netleşmemiştir.
Tanrı’nın ölümüyle boşalan mekân: Yeni bir merkez mümkün mü?
Mezar ve Anıt
Mezar, “ölümle yüzleşme”yi çağırır; bireyi sahiciliğe
yönlendirir.
Mezar / Gündelik hayatın kaygılarına karşı bir “evsizlik”
hissi yaratır.
Mimarlık tarihi, piramitler ve mezarlarla başlar.
Ölüm, modern şehirlerde “yüzeysel bir önem” taşır.
Mezarlıklar: ihmal edilmiş, tahrip edilmiş, yabani otlarla
kaplı.
Sadece köy mezarlığı, “romantik melankoliyi” korur.
Geçmişi inkâr etmek, “somut benliği soyut benlikle takas
etmek”tir.
Antik Atina’da Nekropol, şehrin girişindedir / ölülerin
zamanı, yaşayanların zamanına eşlik eder.
Roma’da da mezarlar, şehre girişte görünür; ölüler, kamusal
belleğin parçasıdır.
Reformasyon: mezarlıklar şehir dışına taşınır.
Aydınlanma: sağlık gerekçesiyle kilise definleri yasaklanır.
Mezarlıklar artık “tehlikeli yerler” olarak görülüyor;
ölülerle bağ zayıfladı.
Mezarlık, “yerleşik mülkiyeti” sabitler; göçebeliği
durdurur.
Kilise, hem “ölü İsa’nın anıtı” hem de “yaşamın zaferinin
mimari ifadesi”dir.
Kilise mimarisi çözülürken, anıt mimarisi yükselir.
Anıt / Mimarlık, zamanın ötesine seslenen bir ağıt haline
gelir.
Yaşamın Temsili
Anıt, geçmişi anarken geleceği kurar — ama hangi gelecek?
Ortak ethos aşındığında, anıtın yönlendirici gücü zayıflar;
sessiz mezar, mimari iddiayı uygunsuz kılar.
Anıt, tiyatro ve kilise — üçü de geçmişi anarken geleceği
kurar; ama bu gelecek, hangi ethos’a dayanır?
Nietzsche’ye göre trajedi, bireyin seçmediği kaderiyle
yüzleşmesini sağlar.
Barok tiyatro, hem yüzeysellik hem de etik potansiyel taşır.
Modern tiyatro, estetikten ritüele, gösteriden katılıma
geçmek zorundadır.
Oyuncu veya seyirci olmak, insan
yaşamının koşuludur.
Ütopya Hayalleri
Daha iyi bir yaşam hayalleri, daha iyi bir yuva hayallerini
de beraberinde getiren iyi yaşamdan ayrılamaz. İnsanlar sosyal hayvanlar olduğu
için, Bachelard'ın düşsel evinin yanında düşsel bir şehir bulunmalıdır
Kutsal Kitap’ın meskeni, “hayat ağacı ile Tanrı Şehri'nin
kristal küpü arasına” yerleştirmesi, mimari bir metafor olarak cennet ile
Göksel Kudüs arasında bir eşik kurar.
Bu Göksel Şehir, "kristal kadar berrak, yeşim taşı
gibi" bir ışıltıya sahip, kusursuz düzenlenmiş geometrik bir cennettir
İnşa edilen kilise, ideal şehrin yeryüzündeki temsili olarak
“cennet ile yeryüzü arasında yaşanan bir hayat ile inananlara vaat edilen
sonsuz hayatı ayıran mesafeyi korur.”
İdeal ile gündelik yaşam arasındaki bu mesafe, ideali
yeryüzünde gerçekleştirmeye yönelik girişimleri davet etmiştir
Yirminci yüzyıl mimarisinin evrimine, Yeni Kudüs'ün
sekülerleştirilmiş bir versiyonunu inşa etme yönündeki ütopik umutlar yön
vermiştir
Mimarlık, binyılcı ve eskatolojik hayallerin sekülerleşmiş
biçimiyle, insanlık durumunun ötesine geçme arzusu taşır.
Bauhaus’un gotik ve ütopyacı kökenleri
Gropius’un 1919’daki broşüründe Lyonel Feininger’in tahta
baskısı, “Gotik bir katedrali Kübizm’den esinlenen kristal formlara
dönüştürerek… modernite ve ortaçağ maneviyatının uzlaşımının bir imgesini
yaratır.”
Gropius'un amacı, tüm görsel sanatların nihai amacı olan "Tamamlanmış
Bina"yı (Gesamtkunstwerk) gerçekleştirmekti
"Toplam sanat eseri" (Gesamtkunstwerk) hayali,
mimarı, başkalarına nasıl yaşamaları gerektiğini dayatan bir tür diktatöre
dönüştürme eğilimi taşıyan totaliter eğilimleri gizler
Ressam Oskar Schlemmer, Bauhaus'un sosyalizmin katedralinden
vaz geçip bunun yerine en basit türden bir ev üzerine düşünülmesi gerektiğini
savunmuştur.
Bu eve dönüş, mimarinin odağının tapınaktan eve kayması
gerektiğini, merkezin Tanrı'da değil, bireysel insanlarda aranması gerektiğini
ima eder
William Morris'in sanatı evde başlatma çağrısı ve Lewis
Mumford'un evin biyoteknik çağın çekirdeği olacağı fikri bu dönüşümü destekler
Morris’in altın kuralı: “Evinizde yararlı olduğunu bilmediğiniz
veya güzel olduğuna inanmadığınız hiçbir şey bulundurmayın.”
Mimarlık, evin gereksinimlerinden değil, tapınağın
ihtişamından türetilmiştir.
Labirentin Dersleri
Nietzsche, sağlam temelli inşa fikrine karşı çıkarak,
labirenti modern ruhlar için bir mimari model olarak hayal etmiştir
Bilim ve akıl, dünyayı çok iyi inşa ederek (Kartezyen,
Kantçı dünya inşası), hayal gücünü hapseden bir tiran kalesi (Zwingburg) inşa
etmiştir. Labirent, bu boğucu akıl yapısından kurtulmayı, kaosu ve bırakmayı
hayal etmeyi temsil eder.
Labirent, hem Dionysosçu bir karmaşa hem de yaratıcı bir
kaybolma alanı olarak sunulur.
Tanrı yaratılışın merkezi olarak adlandırılır, ancak
dünyanın merkezinde şeytan gizlenir ve labirentin merkezinde Minotaur yaşar.
Gerçek merkeze ulaşmak, “karanlık ve tehlikeli bir
labirentten geçmeyi” gerektirir.
Nietzsche'nin modern dünyada sorunlu bulduğu şey, aşırı iyi
inşa edilmiş olması… yaratıcılığı ve hayal gücünü hapseden bir kozmosa
fazlasıyla benzemesidir.
Artık taşlar konuşmuyor… doğayı okuyabileceğimiz bir kitap
olarak deneyimlemiyoruz.
Aklın egemenliği altındayız ama aklın evinde yaşayamayız.
Brueghel’in Babil Kulesi, “merkezi kurmak için akla güvenme
yönündeki gururlu girişimimizi” temsil eder.
Kavramlar, insan sezgilerinin külleridir.
Labirent, hem içsel karanlığa hem ölüme doğru bir
yolculuktur.
Çözüm:
Modernitenin Şekli ve Mimarlığın Geleceği
Heidegger’in “bir Yunan tapınağı” ifadesi, Paestum’daki
Poseidon tapınağını ima etse de, belirli değil: “Belirsiz tanımlık, öze işaret
ediyor.”
Heidegger, Yunan tapınağı tasvirinde, Hegel'in sanatın
doğayı insan ruhunun suretine dönüştürerek yeryüzüne düzen dayattığı yönündeki
anlayışını sorgular
Hegel: “Sanat artık insanın en yüce ihtiyacını
karşılayamıyor… düşünce ve tefekkür, güzel sanatların ötesine uçtu.”
İnsan ruhu geliştikçe, sanatı (duygusal, somut) aşmak ve
yerini dine ve felsefeye (düşünce, akıl) bırakmak zorundadır.
Heidegger, bu yargıyı çürütmeye çalışmaz; sanatın “ölümü”
yavaş ve kaçınılmazdır.
Müzeler, konser salonları, tapınaklar: “soğuk nekropoller”
olarak deneyimlenir.
Bir heykel yontmak, bir
piramit inşa etmek… maddeye ruh üflemektir.
Sembolik sanat: madde
egemen, ruh hapsolmuş (Doğu, mimarlık).
Klasik sanat: ruh ve madde
dengede (Yunan, heykel).
Romantik sanat: ruh
maddeye egemen (Hıristiyan, müzik, şiir).
Mimarlık, Hegel’e göre
“sembolik” türle ilişkilidir; bu, onun en erken ve en maddi formudur.
Sanat, “akıl tarafından kurulmuş bir ethos’un hizmetine
sunulduğunda” etik anlamını yitirir.
Nietzsche, “Trajedinin Doğuşu”nda bu kaybı Sokratik ruha
bağlar; ama Hegel için bu, büyümenin bedelidir.
Hegel’in “logos’a, ruha ve özgürlüğe verdiği merkezi önem”
kabul edilirse, onun davası da kabul edilmiş olur.
Fiziksel meskenler “hareketli ve değiştirilebilir”
olmalıdır; mimarlık, manevi bir yuvayı temsil edemez.
Schwarz: Güzel evler çizmek hiç işe yaramaz… bu tür hileler
bizi asla bir eve götürmez.
Gerçek bir mesken, bireyin ve toplumun (tapınak ve evin)
kaçınılmaz gerilimlerini ve "Düşüş" (insanların belirsizliğe itilmesi
ve topluluğa olan ihtiyaçları) fikrini korumalıdır
Gerçek ikamet, “kendimizi düşmüş olarak onaylamamızı”
gerektirir.
Düşüş, “gerçekten insani bir mesken edinmenin temeli”dir.
Geleceğin mimarisi, tapınak ve kilisenin yerini tutabilecek
tek bir yapı türü olmasa da, kamusal figürler olarak işlev görebilecek anıt,
tiyatro, müze, peyzaj parkı veya okul gibi yapılar düşünülebilir.
Özellikle günümüzde, mimarinin otoriteden yoksun olduğunu
bilen, yumuşak bir şekilde devrimci olan ve ütopyayı hayal etmemizi sağlayan
"çılgınlıklar" (follies) ve mütevazı kamusal alanlar önem
taşımaktadır.
…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder