Sayfalar

3 Ağustos 2023 Perşembe

Ahmet Cevizci - Felsefe Tarihi - YAPISALCILIKTAN POSTYAPISALCILIĞA

 

YAPISALCILIKTAN POSTYAPISALCILIĞA

Özneye ilgisiz olduktan başka, metafiziğe de düşman olan yapısalcılık, Bergson’un sürekliliğe ve akışa vurgu yaptığı yerde kurucu ilke olarak süreksizliği benimsemiştir.

…dile ve sosyal fenomenlere yönelik bilimsel bir yaklaşım olma iddiasıyla ortaya çıkan yapısalcılık, sosyal fenomenleri özerk yapılar, yasalar tarafından yönetilen fenomenler olarak değerlendirirken, toplumsal-tarihsel bağlamla ve kolektif eylemle olduğu kadar bireysel eylemle de ilgili bütün mütalaaları ya tümden bir yana bırakır ya da en aza indirger.

 

Saussure’ün dil görüşünden yola çıkan ve bütün sosyal fenomenlerin dillere uygun düşen bir tarzda anlaşılabileceği kabulüyle hareket eden Lévi-Strauss, Lacan ve Barthes benzeri teorisyen ve araştırmacılar, başta antropolojik, psikolojik ve edebi fenomenler olmak üzere çok farklı fenomenleri dillerinkine benzer yapılar sergileyen ve belirli birtakım kurallara göre organize olmuş fenomenler olarak yorumlamışlardır.

 

Saussure’ün “göstergenin keyfi olduğunu” dile getiren görüşü, onun bakış açısından dilsel ya da linguistik sistemi yaratan yegâne şeyin sosyal olgular olduğunu dile getirir.

 

Barthes, Saussure’ün yapısalcılığını bir bütün olarak göstergebilime sahip çıkıp, aynı yöntemleri çok çeşitli kültürel fenomenlere uygular.

Ona göre mit bir mesaj olmak durumundadır.

Barthes, ideoloji çağında, ne söylendiğinin büyük bir önemi olduğunu ve ideolojiyle ilgili en önemli gerçeğin, onun gizlediği şeyden meydana geldiğini ifade eder.

…onun temel iddiası ideolojinin hakikati gizlediği yerde, mitin onu tahrif etmeye yaradığını ortaya koyar.

 

Dilin bizi belli şekillerde düşünmeye zorladığını söyler…

…bilim ile edebiyatı birbirlerinden dil karşısındaki tavırları yönünden ayırır. Buna göre, bilimde dil sadece bir araçtır,

Oysa edebiyat, dili edebi araştırmanın kurucu unsuru olarak görmek zorundadır

 

…edebiyat eleştirisinin merkezinde son birkaç yüzyıldan beri yazarın bulunduğunu öne sürer.

Ona göre yorumun veya edebi araştırmanın merkezinde, metni yazan kişinin değil de metnin kendisinin ve okuyucunun olması gerekir.

…metnin sorumluluğunu üzerinde taşıyan bireysel yazarı reddeden Barthes, yazma işini gerçekleştirenin, yazarın öznelliği yoluyla iş gören kişiler üstü bir güç olarak, dilin bizatihi kendisi olduğunu ileri sürer.

 

Derrida’nın différance sözcüğünü / Batı metafiziğinin temelini oluşturan mevcudiyet düşüncesine, mevcudiyeti temel klasik dil ve varlık anlayışına ve bu arada aklın gerçekliği temsil etmeye muktedir olduğunu dile getiren modern temsil anlayışına karşı çıkmak amacıyla uydurmuş olduğu rahatlıkla ileri sürülebilir.

 

Batı felsefesinde, episteme-doksa, form-madde, içerisi-dışarısı, numen-fenomen gibi ikili ya da kutupsal ve hiyerarşik karşıtlıkların zemininde de söz konusu logosantrik düşünme tarzının bulunduğunu söyler. Yazı karşısında söz ve sesi imtiyazlı kılma tavrının da aynı logosantrik düşünmeyle ilişkili olduğunu söyler…

 

Derrida’ya göre, dekonstrüksiyon öncelikle, “yıkmaktan ziyade, bir ‘bütünün’ nasıl yapılandığını anlamaya ve onu yeniden yapılandırmaya” işaret eder.

 

Foucault

tamamen özgürlük üzerinde yoğunlaşmıştı

sadece bireysel benliklerin değil fakat toplumsal yapıların da oldukça keyfi ve sanıldığından çok daha esnek olduğunu söylemekteydi.

 

Foucault’nun çalışmalarının tümü dikkate alındığında, üç büyük çözümleme alanını birbirinden ayırdığı dikkati çeker.

Bunlardan birincisi, 1960’lı yıllarda gördüğümüz, bilgi sistemleri üzerinde yoğunlaşan arkeolojik bakışlı dönemdir.

Foucault düşünce sistemlerini bireylerin inanç ve niyetlerinden bağımsız “söylem oluşumları” olarak değerlendiren bir bilgi arkeolojisi geliştirir.

İkinci dönem ise 1970’li yıllarda söz konusu olan ve esas itibariyle iktidar tipleri üzerinde yoğunlaşan dönemdir.

bilgiyle iktidar arasındaki özsel ilişkiye vurgu yapar.

Bilgi kümeleri veya bütünleri, / özerk entelektüel yapılar değildir. Onlar tam tersine, toplumsal iktidar sistemlerine ayrılmazcasına bağlanmışlardır.

Üçüncü dönem ise 1980’li yılların benlik teknolojileriyle etik ve özgürlük üzerinde odaklaşan dönemine karşılık gelir.

…kişinin özdenetim ve kendini disipline etme üzerinden gerçekleşen “kendi kendisiyle ilişkisi”ni etik alanı içinde çözümlemeye çalışır.

 

1950’li yılların ortalarında, önce Marksizme bağlanıp, Komünist Parti’ye girdi.

Sartre’la olan ilişkisi veya onun geliştirmiş olduğu egzistansiyel fenomenolojiyle olan bağları…

…fenomenolojik tasvirin öznel bakış açısı, onun kabul edebileceği bir şey değildi

 

Gaston Bachelard ve Georges Canguilhem: Foucault’nun özellikle tarihsel eserlerinin hemen tamamında Bachelard’ın fizik bilimleri ve Canguilhem’ın da biyoloji bilimleri için yaptığı çalışma veya araştırma türünün sosyal bilimler alanına doğru genişlemesini görmek mümkündür.

 

‘arkeoloji’yle bir disiplini değil fakat belirli bir anda bir teorinin, bir düşüncenin, bir pratiğin ortaya çıkışını mümkün kılan tarihsel a priorilere veya koşullara ilişkin bir araştırmayı kastettiğini belirtir.

 

Kant’ın insan bilgisinin zorunlu ve evrensel a priori koşullarıyla ilgili araştırmasına, yeni veya çağdaş diye nitelenebilecek bir dönüşüm kazandırır.

…bütün insanlarda ortak olan tek ve değişmez bir bilgi tarzı olamayacağını, bunun yerine zamana ve mekâna bağlı olarak değişen bilgi tarzları veya epistemelerin çokluğu olabileceğini dile getiren görüşünü, Kant’ın görüşünden çok daha ileri bir noktaya taşır.

 

Foucault’ya göre, 1600’lü yılların ortalarında, bütün bu farklı insanlar, aralarında hiçbir ayrım gözetilmeksizin deli diye çağrıldılar.

Akıl Çağı deliliği, insanın özsel bir sıfat olan aklın inkârı olarak değerlendirir.

 

17. yüzyılın delilere yönelik kavramsal dışlamasını, 18. yüzyılda delilerin fiziki olarak da dışlanmaları takip eder.

 

19. yüzyılın başlarından itibaren / tımarhaneler veya akıl hastaneleri inşa edilir.

…artık deliler veya akıl hastaları, insandan aşağı varlıklar veya hayvanlar olarak görülmeseler bile, ahlaki açıdan dışlanırlar.

 

(Modern akıl hastanesi) Foucault bu kurumu sadece deliyi kontrol altında tutmanın daha derinlikli ve mükemmel bir yöntemi olarak görür. O, delinin gerçek kurtuluşu olmaktan ziyade, “ahlaki bir hapsetme”den başka bir şey değildir.

 

Episteme Türleri

Foucault, bilginin tarihini Rönesans Çağı, Klasikçağ ve Modern dönem olarak üçe ayırır.

…epistemolojik dönüşümler, temelde belirli ilkeleri olan dönüşümler değildir.

 

Rönesans’tan Klasik döneme geçişte ortaya çıkan epistemik kaymada, örneğin düşünce benzerliğin gerektirdiği biçimde hareket etmeyi terk eder; çünkü benzerlik Rönesans döneminin bilgisinin oluşmasında temel bir unsur rolü oynarken, klasik dönemde tam tersine bilgide bir yanlışlık aracı olarak görülmeye başlanır.

Rönesans döneminde, Batı kültürünün bilgi tarzı ya da epistemesinin şeyler arasındaki benzerlikleri tespit etme yeteneğine dayandığını söyler.

 

Klasikçağ, Foucault’ya göre, Rönesans’ın muğlak ve belirsiz benzerlik düşüncesinin yerine, çok daha kesin ve belirgin özdeşlik ya da aynılık ve farklılık kavramlarını geçirmiştir.

Rönesans’a özgü bilginin temelinde yatan kıyas yerini Klasikçağda çözümleme ya da analize bırakırken, zihnin etkinliği de artık 16. yüzyılda olduğu gibi şeyleri birbirlerine yaklaştırmaktan ziyade, onları birbirlerinden ayırt etmekten meydana gelir.

 

…klasik epistemenin merkezinde doğanın bulunması gibi, modern epistemenin merkezinde, insan kavramı bulunur.

 

Foucault, jeneolojiyi esas itibariyle modern iktidar formlarının özünü ve gelişimini analiz etme yöntemi olarak kullanır.

Foucault’ya göre, modern toplum bir başka tahakküm ve disiplin formu olup, güç ilişkileri ve iktidar/bilginin kusursuz bir örneğini meydana getirir.

 

Tarihi bu şekilde bir tahakküm ve tabi kılma öyküsü olarak gören Foucault, özgül kurumlarla söylem formlarının köklerini çıplak iktidar mücadelelerinde arayan jeneoloji projesi içinde, bireylerin modern iktidar/bilginin sonuçları olarak nesneler ve özneler şeklinde nasıl oluşturulduklarını veya kurulduklarını araştırır.

 

…o, daha ziyade kurumsal bir çerçeve içinde ortaya çıkan iktidarı ifade eder. Foucault söz konusu iktidarın, birtakım sosyal pratikler yoluyla tesis edildiğini ileri sürer.

 

…belirli bir beşeri faaliyet alanında güç sahibi olanlar, kendi kontrol alanları içinde, bilgiyi tanımlama, kontrol etme ve böylece diğerlerini kendi yönetimlerine tabi kılma kapasitesine sahiptirler.

 

Foucault, hapsetmeyi modern disipliner pratiklerin genel bağlamı içinde tartışıp, cezanın bilgi ile iktidar ilişkisine bağlı olarak Klasikçağdan modern döneme nasıl evrim geçirdiğini, hapishanenin disipline edici uygulamalar kapsamı içinde bir model haline geldiğini gözler önüne serer.

 

Öncelikle, modern disiplinin kontrol objesi bedenin kendisi olmak durumundadır. İkinci olarak, modern disiplin, özgül birtakım maddi mekanizmaların da kullanılması suretiyle, tam ve eksiksizce hayata geçirilir. Nihayet, onun kontrol tarzı, bedensel faaliyetin sürekli bir gözetim ve kontrolünün sürdürülmesinden meydana gelir.

 

…suç ile cinsellik arasında belli bir ilişki kuran Foucault, cinselliğin modern kontrolünün suçluluğun modern kontrolüne paralel bir yapı sergilediğini ileri sürer.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder