Sayfalar

4 Ekim 2024 Cuma

Nil Göksel - Umberto Eco’da Yorumlamanın Sınırları (Özet)

Nil Göksel - Umberto Eco’da Yorumlamanın Sınırları

Okur odaklı yaklaşımlar, metnin tek ve baskıcı anlamına karşı anlam çoğulluğunu güvence altına almak isterler.

…okura metni sınırsızca yorumlama özgürlüğü tanırlar.

…çalışmanın amacı, okurun yorumlama haklarındaki söz konusu bu aşırılığının, Umberto Eco tarafından sınırlandırılma çabasını değerlendirmektir.

 

Barthes, Derrida, Foucault… Okura yorumlamada büyük bir özgürlük tanıyan bu yaklaşımlar, egemen dizgelerin düşüncenin üzerinde yarattığı baskıyı, sınırsız yorumlama hakkıyla birlikte elde edileceği düşünülen anlam çoğulluğuyla ortadan kaldırmak isterler.

Sonuç bölümünde, okur odaklı yaklaşımların amaçladıkları egemen dizgeleri kırmaya yarayacak çoğulcu söylemlerin, okura verilen sınırsız özgürlükle elde edilemeyeceği, çünkü bu yaklaşımlarda metin ile okur arasındaki ilişkinin kopuk olduğu gösterilmiştir.

 

Saussure bir dilbilim araştırmasının söze değil de dile yönelmesi gerektiğini düşünür, incelenmesi gereken göstergeler düzeninin nesnel yapısıdır.

 

Peirce göstergebilimi her çeşit bilimsel inceleme için bir çerçeve olarak geliştirir.

Peirce göstergebilimi anlamlama ve yorumlama kavramları üzerinde durur ve anlamlama göstergebilimine (semiyotik) yol açar.

 

Dil, bireyden önce gelir ve dilin anlamları ürettiği gibi, bireyler de dil tarafından üretilirler. Gerçeklik de dil tarafından yansıtılan bir şey değil, onun tarafından üretilen bir şeydir.

 

Nietzsche, tanrı’nın ölümünü ilan ederken tüm hakikat için insanın dayanağını kaybettiğini dile getiriyordu. Michel Foucault’ya göre Nietzsche'nin bunu söylediği çağda insan, tanrı’nın bir tür bağlantılı imgesiydi. Tanrı’nın ölümüne neden olan bu insan, insandan çok tanrı’ya benzer biri değil, tanrı ile hiçbir ilişkisi kalmamış ama onun imgesini taşımaya devam eden biridir. Oysa şimdi insan, felsefede giderek kaybolmaktadır: İnsan artık bilginin kurucu temeli olarak alınmaz.

 

Eco, okurun haklarına karşı metnin haklarını korumaya yönelik olarak yorumlamanın sınırlarını sorgulama ve yazar-metin-okur ilişkisini bir diyalektik içinde ele alma yoluna gider.

 

Eco, metnin yorumlanmasıyla kullanımı arasında bir ayrım yapar. Eco’nun bu ayrımı, metnin yaratıcısının amacının (intentio auctoris) araştırılması olarak yorum, yapıtın amacının (intentio operis) araştırılması olarak yorum ve de okurun amacının (intentio lectoris) araştırılması olarak yorum biçiminde üçlü bir ayrımı temel alır.

 

Okur Odaklı Yaklaşımlar

Roland Barthes’ta yazarın ölümü düşüncesi metnin çokanlamlılığını güvence altına almanın gereğidir.

 

Barthes’a göre tüm klasik kapitalist dönem boyunca sözü kimseye bırakmayan yazar, kendi sözünü yazın olarak kurumsallaştırmıştır da aynı zamanda

Bundan böyle, Fransa’da tek konuşan yazar değildir artık. Çünkü yazarların yanı sıra, yazın kurumunu araçsallaştırarak bu kurumun işlevlerini değiştiren, halk dilini kullanan yeni bir yazar tipi oluşmuştur. Barthes, bu kimseler için kafa karıştırıcı anlamlara gelebilecek “aydın” kelimesini kullanmak yerine onlara “yazıcı” der.

 

Çağımız ise Barthes’a göre, yazar ve yazıcı olarak karşıtlaştırılan bu iki tipin bir tür melezi sayılabilecek yeni bir tipe gebedir.

Barthes bu yeni tipe “yazıcı-yazar” der. Yazıcı-yazar hem kışkırtır hem yalvarır, sözü biçimsel olarak özgürce olmakla, yazın kurumuna bağlı olmakla birlikte, bu özgürlüğün içinde sıkışıp kalır

Clöture / kapanım: yazın alanında, bir yapıtın ya da bu yapıtın içindeki evrenin eksiksizliğini, kendi kendine yeterliğini imler.

 

Derrida, bir kimlik sorunundan, bir dil sorununa, oradan da varlık sorusuna geçerek ilerler. Derrida’ya göre bir kimlik sorunu her zaman için bir kültür sorunudur.

 

Tüm düşünce, dil ve deneyimimizin temeli, söz, bulunuş, öz, hakikattir. İdea, madde, dünya tini, benlik, tanrı gibi kendilerinin dışındaki tüm göstergelere anlam kazandırdığı düşünülen aşkın gösterenler, tüm göstergelere anlamını verecek, temellendirici ve sorgulanamaz nihai bir aşkın gösterilene bağlanırlar. Aşkın gösterilen tüm anlamlara anlamını veren olduğu için bu göstergeler düzeneğinin dışında mutlak olarak bulunur.

 

Derrida, ilk ilkeler oluşturma itkisinden kurtulamayacağımızın, metafiziğin dışında; metafiziğin sözdizimini kullanmadan bir söylem kuramayacağımızın hakkını teslim eder.

Metafizik dilinin dışına çıkamayacağını bilmek Derrida’yı, (mevcut düzeni) yapıbozum (deconstruction) dediği bir işlemle kırmaya yöneltir.

 

…önce metafizik karşıtlıklar belirlenir ve her terimin, bir kimlik, bir özdeşlik, bir yapı olarak kendi karşıtına kapalı bir kendilik niteliğinde ortaya çıkamayacağı gösterilerek sıradüzen çökertilir, daha sonra karşımıza çok anlamlılığa açılan bir kararverilememezlik çıkarılır…

 

Husserl’e göre anlam dil tarafından üretilen bir şey değil, tikel görüngüleri tümeller olarak kavrama edimidir, yani anlam dilden önce zaten vardır. Görüngübilim böylece dünyaya ilişkin kesin bilgiyi vaat eder.

 

Platon Phaidros diyaloğunda bir mit dile getirmiştir. Mitte yazıyı bulan tanrı Theuth, bulduğu bu sanatı tanrı-kral Thamus’a sunar. Yazının tanrı-krala bir armağan olmasından başka kendinde bir değeri yoktur; ona asıl değerini verecek olan Thamus’tur. Ancak yazı, yazmaya gereksinimi olmayan, sözü zaten kâfi olan Thamus tarafından küçümsenir. Tanrı-kral yazıyı yalnızca yararsız değil, tehlikeli de bulmuştur.

Logos'un kaynağı onu söyleyen öznedir.

Söz ağızdan döküldüğünde, onu söyleyenin; babasının varlığı ile güvencelenir. Bu yüzden logos canlıdır

 

Eğretileme metinde anlamların çatallanıp, saçılmalarına neden olur. Batı düşüncesinde ise her zaman temelde yer alan bir hakikat ve öz saplantısı, dilin bu niteliğinin bastırılması sonucunu doğurmuştur.

Batı metafiziğinin temellerindeki kavramlar eğretilemelere dayanıyorsa, tüm bu dizgenin sıraduzeni de eğretilemelerle biçimlendirilmiş demektir.

Derrida’ya göre ise “her şey eğretilemeye dönüştüğünde, artık hiçbir yerde açık bir anlam yoktur.”

Eğretilemeler özce temelsiz ve yalnızca bir gösterge kümesinin yerine geçen bir başka gösterge kümesi olduklarından ve doğalarındaki kurmacaya yatkınlık, keyfiyet nedeniyle dilde anlamları çatallandırıp çoğaltırlar.

 

Nietzsche’de unutma sağlıklı gücün bir belirtisidir.

Bellek ise güdülerin canlılığını soğuk arşivlerinde öldürür

İnsan geçmişi terkedebilmeli, tarihin dışına çıkabilmelidir. Yoksa geçmiş bir hayalet olarak geri döner.

 

Derrida’nın uyarısı, içinde kaldığımız metafizik dilin akılsallığımızı, seçimlerimizi hiç de doğal olmayan bir biçimde zorunlulukla belirlediğidir. Benzer biçimde Foucault da, doğrularımızın sadece belirli söylemler içinde bir tutadığının olduğunu ileri sürer.

 

Foucault / dille ilgilenir: Dilin sunduğu biçimsel olanaklarla değil de, söylemlerin -özel kültürel ve tarihsel alanlarda dil alışkanlıkları, uylaşım, kodlar ve temsil biçimlerini belirleyen yapılar olarak söylemlerin- varlığıyla, sözlerin söylenmiş olmasıyla ilgilenir.

Foucault’nun konusu dil değil, “arşiv”dir; yani söylemlerin birikmiş varlığı.

Foucault’nun amacı, bu arşiv’i biçimselleştirmek ya da yorumlamak değil, betimlemektir. Foucault’nun “arkeoloji” dediği bu yöntem, arşiv’i betimlemeye; yani belirli bir dönemde ve belirli bir toplum için, söylemlerin söylenebilirliğinin, korunmalarının, etkinleştirilmelerinin, sahiplenilmelerinin sınırlarını ve biçimlerini tanımlayan kurallar bütününü betimlemeye dayanır.

 

Foucault Kelimeler ve Şeylerde, Batı düşüncesinde görülmüş sınıflandırma, adlandırma biçimlerini, şeylerin Batı düşüncesine özgü düzenini, XVI. yüzyıldan günümüze kadar olan süreç içinde inceler.

Foucault her çağda düşüncenin temel taşlarını, bilimsel söylemi belirleyen kurallar bütününü “episteme” kavramı altına alır. Episteme, belirli bir dönem için geçerli bilimsel ölçüt ve kurallar bütünüdür: Doğruyu yanlıştan değil, bilimsel diye nitelenebilecek olandan bilimsel diye nitelenemeyecek olanı ayırır.

 

Foucault’nun epistemeyle kastettiği bilgilerin toplamı ya da araştırmaların genel tarzı değildir; episteme, bir tür büyük kuram, tüm bilimler için ortak bir tarih dilimi değil, bir “dağılma” uzamıdır ama açık ve son derece tanımlanabilir bir ilişkiler alanıdır.

 

Foucault’ya göre felsefe bir teşhis faaliyetidir.

Felsefe artık betimlemeler yapar ve şimdiki zamana teşhis koyar

 

Benzerlik, Batı kültüründe XVI. Yüzyılın sonuna kadar önemli bir rol oynamıştır.

Rönesans döneminde / dört tür benzerlik

Bunlardan ilki “uygunluktur (convenientia).

Benzerliğin ikinci biçimi “rekabettir (aemulatio).

Üçüncü benzerlik biçimi “kıyastır.

Dördüncü benzerlik biçimi sempati’dir.

 

Foucault’ya göre XVI. yüzyılda söz gücünü yitirmiş ve yazı bir öncelik edinmiştir.

 

Klasik dil, dışavurmakla görevli olduğu düşünceye yapışıktır, düşünce burada doğrudan kendisi olarak görünür, öyle ki, dil düşüncenin dış etkisi değil de, bizzat düşüncenin kendisidir. Bu, dili neredeyse görünmez yapar. Oysa Rönesans’ta dil, şeylerin üzerinde yazılı işaretlerle konuşturulmayı beklemekteydi.

 

Velâzquez’in Nedimeler’i

Tablodaki bakışların yöneldiği bu yerde duran ve bakışıyla tabloyu nesne haline getiren ise seyircidir. Bakan bakılan olmuştur; temsilde daha önce asla bulunmayan özne, Foucault’nun deyimiyle “icat edilmiş” ve nesneleşmiştir.

 

Foucault, söylemleri denetlemeye ve sınırlamaya yarayan üç tür yöntem belirtir. Bunlardan ilki “dışlama biçimleridir ve bunlardan en açık ve en tanıdık olanı “yasak"tır.

Söylemlerin karşı karşıya kaldıkları yasaklar, onların arzu ve erk ile ilişkisine işaret ederler, örneğin cinsellik ve siyaset, “tehlikeleri” yasaklanmış söylemlerle ortadan kaldırılmaya çalışılmış karanlık alanlardır.

 

Bir diğer dışlama tarzı, “kovuş”tur. Akıl ve delilik karşıtlığında, akıl tarafından kovulmuş ve delilik terimine yüklenmiş her söylem, ne doğruluğu ne de değeri olan, önemsiz, etkisiz bir söylemdir. Delinin söylediği söz, hiç söylenmemiş gibidir ve bir hiçtir.

 

Söylemin maruz kaldığı diğer bir sınırlama doğruluk istenci biçiminde ortaya çıkar.

 

Foucault, Beckett’in bir sözünü hatırlatır: “kimin konuştuğunun ne önemi var, biri kimin konuştuğunun ne önemi var dedi”. Foucault’ya göre bu aldırmazlık, çağdaş yazının temel etik ilkelerinden biridir.

 

söylemin dört niteliği

1) Yazar işlevi, söylemler evrenini kuşatan, açıklayan ve belirleyen yargılayıcı ve kurumsal düzenler ile bağlantılıdır.

2) Yazar işlevi, her uygarlıkta, her çağda aynı yolla etkide bulunmaz.

3) Yazar işlevi, kendiliğinden bir söylemin üreticisi olarak değil, karmaşık ve özel bir dizi işlem ile tanımlanır.

4) Yazar işlevi, basit bir biçimde bir bireye işaret etmez, çünkü aynı anda birkaç kişilik, birkaç özne konumuna birden yol açar. Yazar, “gerçek yazar” (empirik yazar) ve metindeki “kurgusal konuşmacı” birbirlerinden farklıdır.

Gerçekte yazar, yapıttan önce gelmez ve yapıtı dolduran anlamların kaynağı olarak görülemez. Yazar, seçen, ayıklayan ve sınırlandıran işlevsel bir ilkedir.

 

Foucault’ya göre yorum, söylemlerin denetiminde bir işlev üstlenir ve altta yatanın araştırılması olarak söylemleri yinelemenin bir biçimidir. Söylemleri yorumlamak değil, betimlemek gerekir.

 

Yorumlamanın Sınırları

Gösterge / bir şeyin başka bir şeyin yerini almasıdır

 

Göstergenin yerini tuttuğu şeyi bulabilmek, bir tür çıkarımsal yolu katetmek demektir.

 

Gösterge, belirli bir ifade ile belirli bir içerik arasında ilişki sağlar.

…içeriğin tanımlanabilirliğini belirli bir kültür sağlar.

Göstergenin yalan söylemede kullanılabilmesi ideolojilerin oluşturulmasını, sanatı ve daha pek çok şeyi mümkün kılar.

 

Eski Yunan akılcılığında bilgi, nedenleri anlamak demektir.

Nedensellik zincirinin doğrusal doğasının geçerliliğini kanıtlamak için, önce bir dizi ilkeyi varsaymak gereklidir: özdeşlik ilkesi (A=A), çelişmezlik ilkesi (bir şeyin aynı anda hem A olup hem olmaması olanaksızdır) ve üçüncü halin olanaksızlığı ilkesi (A ya doğrudur ya da yanlış). Batı akılcılığının tipik düşünce örüntüsü modus ponens de bu ilkelerden çıkarılır. Buna göre doğru öncüllerden çıkarılacak sonuç mutlaka doğru olacaktır.

 

Eski Yunan’dan günümüze yalnız bu tarz bir akılcılık değil, hermetik çizgi de ulaşmıştır. Yunanlılar, apeiron’ un (sonsuzluk) çekiciliğine kapılmışlardır.

Bu yüzden Eski Yunan uygarlığı, Hermes’in simgelediği sürekli başkalaşım fikrini geliştirirler. Yunan mitolojisinde Hermes, iki anlamlıdır; hem tüm sanatların atası hem de hırsızlar tanrısıdır

Hermetizmde hakikat için söylenmiş her söz, birbiriyle çelişse bile tüm hakikatin bir tür şifresini taşır. Böylece, çelişmezlik ilkesi geçersiz kılınmış olur.

 

Karl Popper’a göre, bilimselliğin ölçütü genel içerimler dile getiren kuramların doğrulanabiliriiği değil, yanlışlanabilirliğidir.

Eco da, doğru yorumu saptamakta düşeceğimiz zorluktan ötürü, yanlış yorumları belirlemenin daha uygun olacağını düşünür.

 

Sonuç

Eco’ya göre metnin açıklığıyla bütünlüğü arasında bir denge vardır. Metin, çeşitli derecelerde ve biçimlerde açıklığı öngörecek bütünlüklü bir yapıdır. Böyle bîr metin için okur pek çok yorum yapabilir ancak her yorumu yapamaz.

 

Umberto Eco’da Yorumlamanın Sınırları, Yüksek Lisans Tezi, Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2006

… 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder