Nil Göksel - Umberto
Eco’da Yorumlamanın Sınırları
Okur odaklı yaklaşımlar, metnin tek ve baskıcı anlamına
karşı anlam çoğulluğunu güvence altına almak isterler.
…okura metni sınırsızca yorumlama özgürlüğü tanırlar.
…çalışmanın amacı, okurun yorumlama haklarındaki söz konusu
bu aşırılığının, Umberto Eco tarafından sınırlandırılma çabasını
değerlendirmektir.
Barthes, Derrida, Foucault… Okura yorumlamada büyük bir
özgürlük tanıyan bu yaklaşımlar, egemen dizgelerin düşüncenin üzerinde
yarattığı baskıyı, sınırsız yorumlama hakkıyla birlikte elde edileceği
düşünülen anlam çoğulluğuyla ortadan kaldırmak isterler.
Sonuç bölümünde, okur odaklı yaklaşımların amaçladıkları
egemen dizgeleri kırmaya yarayacak çoğulcu söylemlerin, okura verilen sınırsız
özgürlükle elde edilemeyeceği, çünkü bu yaklaşımlarda metin ile okur arasındaki
ilişkinin kopuk olduğu gösterilmiştir.
Saussure bir dilbilim araştırmasının söze değil de dile
yönelmesi gerektiğini düşünür, incelenmesi gereken göstergeler düzeninin nesnel
yapısıdır.
Peirce göstergebilimi her çeşit bilimsel inceleme için bir
çerçeve olarak geliştirir.
Peirce göstergebilimi anlamlama ve yorumlama kavramları
üzerinde durur ve anlamlama göstergebilimine (semiyotik) yol açar.
Dil, bireyden önce gelir ve dilin anlamları ürettiği gibi,
bireyler de dil tarafından üretilirler. Gerçeklik de dil tarafından yansıtılan
bir şey değil, onun tarafından üretilen bir şeydir.
Nietzsche, tanrı’nın ölümünü ilan ederken tüm hakikat için
insanın dayanağını kaybettiğini dile getiriyordu. Michel Foucault’ya göre
Nietzsche'nin bunu söylediği çağda insan, tanrı’nın bir tür bağlantılı
imgesiydi. Tanrı’nın ölümüne neden olan bu insan, insandan çok tanrı’ya benzer
biri değil, tanrı ile hiçbir ilişkisi kalmamış ama onun imgesini taşımaya devam
eden biridir. Oysa şimdi insan, felsefede giderek kaybolmaktadır: İnsan artık
bilginin kurucu temeli olarak alınmaz.
Eco, okurun haklarına karşı metnin haklarını korumaya
yönelik olarak yorumlamanın sınırlarını sorgulama ve yazar-metin-okur
ilişkisini bir diyalektik içinde ele alma yoluna gider.
Eco, metnin yorumlanmasıyla kullanımı arasında bir ayrım
yapar. Eco’nun bu ayrımı, metnin yaratıcısının amacının (intentio auctoris)
araştırılması olarak yorum, yapıtın amacının (intentio operis) araştırılması
olarak yorum ve de okurun amacının (intentio lectoris) araştırılması olarak
yorum biçiminde üçlü bir ayrımı temel alır.
Okur Odaklı Yaklaşımlar
Roland Barthes’ta yazarın ölümü düşüncesi metnin
çokanlamlılığını güvence altına almanın gereğidir.
Barthes’a göre tüm klasik kapitalist dönem boyunca sözü
kimseye bırakmayan yazar, kendi sözünü yazın olarak kurumsallaştırmıştır da
aynı zamanda
Bundan böyle, Fransa’da tek konuşan yazar değildir artık.
Çünkü yazarların yanı sıra, yazın kurumunu araçsallaştırarak bu kurumun
işlevlerini değiştiren, halk dilini kullanan yeni bir yazar tipi oluşmuştur.
Barthes, bu kimseler için kafa karıştırıcı anlamlara gelebilecek “aydın”
kelimesini kullanmak yerine onlara “yazıcı” der.
Çağımız ise Barthes’a göre, yazar ve yazıcı olarak
karşıtlaştırılan bu iki tipin bir tür melezi sayılabilecek yeni bir tipe
gebedir.
Barthes bu yeni tipe “yazıcı-yazar” der. Yazıcı-yazar hem
kışkırtır hem yalvarır, sözü biçimsel olarak özgürce olmakla, yazın kurumuna
bağlı olmakla birlikte, bu özgürlüğün içinde sıkışıp kalır
Clöture / kapanım: yazın alanında, bir yapıtın ya da bu
yapıtın içindeki evrenin eksiksizliğini, kendi kendine yeterliğini imler.
Derrida, bir kimlik sorunundan, bir dil sorununa, oradan da
varlık sorusuna geçerek ilerler. Derrida’ya göre bir kimlik sorunu her zaman
için bir kültür sorunudur.
Tüm düşünce, dil ve deneyimimizin temeli, söz, bulunuş, öz,
hakikattir. İdea, madde, dünya tini, benlik, tanrı gibi kendilerinin dışındaki
tüm göstergelere anlam kazandırdığı düşünülen aşkın gösterenler, tüm
göstergelere anlamını verecek, temellendirici ve sorgulanamaz nihai bir aşkın
gösterilene bağlanırlar. Aşkın gösterilen tüm anlamlara anlamını veren olduğu
için bu göstergeler düzeneğinin dışında mutlak olarak bulunur.
Derrida, ilk ilkeler oluşturma itkisinden
kurtulamayacağımızın, metafiziğin dışında; metafiziğin sözdizimini kullanmadan
bir söylem kuramayacağımızın hakkını teslim eder.
Metafizik dilinin dışına çıkamayacağını bilmek Derrida’yı,
(mevcut düzeni) yapıbozum (deconstruction) dediği bir işlemle kırmaya yöneltir.
…önce metafizik karşıtlıklar belirlenir ve her terimin, bir
kimlik, bir özdeşlik, bir yapı olarak kendi karşıtına kapalı bir kendilik
niteliğinde ortaya çıkamayacağı gösterilerek sıradüzen çökertilir, daha sonra
karşımıza çok anlamlılığa açılan bir kararverilememezlik çıkarılır…
Husserl’e göre anlam dil tarafından üretilen bir şey değil,
tikel görüngüleri tümeller olarak kavrama edimidir, yani anlam dilden önce
zaten vardır. Görüngübilim böylece dünyaya ilişkin kesin bilgiyi vaat eder.
Platon Phaidros diyaloğunda bir mit dile getirmiştir. Mitte
yazıyı bulan tanrı Theuth, bulduğu bu sanatı tanrı-kral Thamus’a sunar. Yazının
tanrı-krala bir armağan olmasından başka kendinde bir değeri yoktur; ona asıl
değerini verecek olan Thamus’tur. Ancak yazı, yazmaya gereksinimi olmayan, sözü
zaten kâfi olan Thamus tarafından küçümsenir. Tanrı-kral yazıyı yalnızca
yararsız değil, tehlikeli de bulmuştur.
Logos'un kaynağı onu söyleyen öznedir.
Söz ağızdan döküldüğünde, onu söyleyenin; babasının varlığı
ile güvencelenir. Bu yüzden logos canlıdır
Eğretileme metinde anlamların çatallanıp, saçılmalarına
neden olur. Batı düşüncesinde ise her zaman temelde yer alan bir hakikat ve öz
saplantısı, dilin bu niteliğinin bastırılması sonucunu doğurmuştur.
Batı metafiziğinin temellerindeki kavramlar eğretilemelere
dayanıyorsa, tüm bu dizgenin sıraduzeni de eğretilemelerle biçimlendirilmiş
demektir.
Derrida’ya göre ise “her şey eğretilemeye dönüştüğünde,
artık hiçbir yerde açık bir anlam yoktur.”
Eğretilemeler özce temelsiz ve yalnızca bir gösterge
kümesinin yerine geçen bir başka gösterge kümesi olduklarından ve doğalarındaki
kurmacaya yatkınlık, keyfiyet nedeniyle dilde anlamları çatallandırıp
çoğaltırlar.
Nietzsche’de unutma sağlıklı gücün bir belirtisidir.
Bellek ise güdülerin canlılığını soğuk arşivlerinde öldürür
İnsan geçmişi terkedebilmeli, tarihin dışına çıkabilmelidir.
Yoksa geçmiş bir hayalet olarak geri döner.
Derrida’nın uyarısı, içinde kaldığımız metafizik dilin
akılsallığımızı, seçimlerimizi hiç de doğal olmayan bir biçimde zorunlulukla
belirlediğidir. Benzer biçimde Foucault da, doğrularımızın sadece belirli söylemler
içinde bir tutadığının olduğunu ileri sürer.
Foucault / dille ilgilenir: Dilin sunduğu biçimsel
olanaklarla değil de, söylemlerin -özel kültürel ve tarihsel alanlarda dil
alışkanlıkları, uylaşım, kodlar ve temsil biçimlerini belirleyen yapılar olarak
söylemlerin- varlığıyla, sözlerin söylenmiş olmasıyla ilgilenir.
Foucault’nun konusu dil değil, “arşiv”dir; yani söylemlerin
birikmiş varlığı.
Foucault’nun amacı, bu arşiv’i biçimselleştirmek ya da
yorumlamak değil, betimlemektir. Foucault’nun “arkeoloji” dediği bu yöntem,
arşiv’i betimlemeye; yani belirli bir dönemde ve belirli bir toplum için,
söylemlerin söylenebilirliğinin, korunmalarının, etkinleştirilmelerinin,
sahiplenilmelerinin sınırlarını ve biçimlerini tanımlayan kurallar bütününü
betimlemeye dayanır.
Foucault Kelimeler ve Şeylerde, Batı düşüncesinde görülmüş
sınıflandırma, adlandırma biçimlerini, şeylerin Batı düşüncesine özgü düzenini,
XVI. yüzyıldan günümüze kadar olan süreç içinde inceler.
Foucault her çağda düşüncenin temel taşlarını, bilimsel
söylemi belirleyen kurallar bütününü “episteme” kavramı altına alır. Episteme,
belirli bir dönem için geçerli bilimsel ölçüt ve kurallar bütünüdür: Doğruyu
yanlıştan değil, bilimsel diye nitelenebilecek olandan bilimsel diye
nitelenemeyecek olanı ayırır.
Foucault’nun epistemeyle kastettiği bilgilerin toplamı ya da
araştırmaların genel tarzı değildir; episteme, bir tür büyük kuram, tüm
bilimler için ortak bir tarih dilimi değil, bir “dağılma” uzamıdır ama açık ve
son derece tanımlanabilir bir ilişkiler alanıdır.
Foucault’ya göre felsefe bir teşhis faaliyetidir.
Felsefe artık betimlemeler yapar ve şimdiki zamana teşhis
koyar
Benzerlik, Batı kültüründe XVI. Yüzyılın sonuna kadar önemli
bir rol oynamıştır.
Rönesans döneminde / dört tür benzerlik
Bunlardan ilki “uygunluktur (convenientia).
Benzerliğin ikinci biçimi “rekabettir (aemulatio).
Üçüncü benzerlik biçimi “kıyastır.
Dördüncü benzerlik biçimi sempati’dir.
Foucault’ya göre XVI. yüzyılda söz gücünü yitirmiş ve yazı
bir öncelik edinmiştir.
Klasik dil, dışavurmakla görevli olduğu düşünceye
yapışıktır, düşünce burada doğrudan kendisi olarak görünür, öyle ki, dil
düşüncenin dış etkisi değil de, bizzat düşüncenin kendisidir. Bu, dili
neredeyse görünmez yapar. Oysa Rönesans’ta dil, şeylerin üzerinde yazılı
işaretlerle konuşturulmayı beklemekteydi.
Velâzquez’in Nedimeler’i
Tablodaki bakışların yöneldiği bu yerde duran ve bakışıyla
tabloyu nesne haline getiren ise seyircidir. Bakan bakılan olmuştur; temsilde
daha önce asla bulunmayan özne, Foucault’nun deyimiyle “icat edilmiş” ve
nesneleşmiştir.
Foucault, söylemleri denetlemeye ve sınırlamaya yarayan üç
tür yöntem belirtir. Bunlardan ilki “dışlama biçimleridir ve bunlardan en açık
ve en tanıdık olanı “yasak"tır.
Söylemlerin karşı karşıya kaldıkları yasaklar, onların arzu
ve erk ile ilişkisine işaret ederler, örneğin cinsellik ve siyaset,
“tehlikeleri” yasaklanmış söylemlerle ortadan kaldırılmaya çalışılmış karanlık
alanlardır.
Bir diğer dışlama tarzı, “kovuş”tur.
Akıl ve delilik karşıtlığında, akıl tarafından kovulmuş ve delilik terimine
yüklenmiş her söylem, ne doğruluğu ne de değeri olan, önemsiz, etkisiz bir
söylemdir. Delinin söylediği söz, hiç söylenmemiş gibidir ve bir hiçtir.
Söylemin maruz kaldığı diğer bir sınırlama doğruluk istenci
biçiminde ortaya çıkar.
Foucault, Beckett’in bir sözünü hatırlatır: “kimin
konuştuğunun ne önemi var, biri kimin konuştuğunun ne önemi var dedi”.
Foucault’ya göre bu aldırmazlık, çağdaş yazının temel etik ilkelerinden
biridir.
söylemin dört niteliği
1) Yazar işlevi, söylemler evrenini kuşatan, açıklayan ve
belirleyen yargılayıcı ve kurumsal düzenler ile bağlantılıdır.
2) Yazar işlevi, her uygarlıkta, her çağda aynı yolla etkide
bulunmaz.
3) Yazar işlevi, kendiliğinden bir söylemin üreticisi olarak
değil, karmaşık ve özel bir dizi işlem ile tanımlanır.
4) Yazar işlevi, basit bir biçimde bir bireye işaret etmez,
çünkü aynı anda birkaç kişilik, birkaç özne konumuna birden yol açar. Yazar,
“gerçek yazar” (empirik yazar) ve metindeki “kurgusal konuşmacı” birbirlerinden
farklıdır.
Gerçekte yazar, yapıttan önce gelmez ve yapıtı dolduran
anlamların kaynağı olarak görülemez. Yazar, seçen, ayıklayan ve sınırlandıran
işlevsel bir ilkedir.
Foucault’ya göre yorum, söylemlerin denetiminde bir işlev
üstlenir ve altta yatanın araştırılması olarak söylemleri yinelemenin bir
biçimidir. Söylemleri yorumlamak değil, betimlemek gerekir.
Yorumlamanın Sınırları
Gösterge / bir şeyin başka bir şeyin yerini almasıdır
Göstergenin yerini tuttuğu şeyi bulabilmek, bir tür çıkarımsal
yolu katetmek demektir.
Gösterge, belirli bir ifade ile belirli bir içerik arasında
ilişki sağlar.
…içeriğin tanımlanabilirliğini belirli bir kültür sağlar.
Göstergenin yalan söylemede kullanılabilmesi ideolojilerin
oluşturulmasını, sanatı ve daha pek çok şeyi mümkün kılar.
Eski Yunan akılcılığında bilgi, nedenleri anlamak demektir.
Nedensellik zincirinin doğrusal doğasının geçerliliğini
kanıtlamak için, önce bir dizi ilkeyi varsaymak gereklidir: özdeşlik ilkesi
(A=A), çelişmezlik ilkesi (bir şeyin aynı anda hem A olup hem olmaması
olanaksızdır) ve üçüncü halin olanaksızlığı ilkesi (A ya doğrudur ya da
yanlış). Batı akılcılığının tipik düşünce örüntüsü modus ponens de bu
ilkelerden çıkarılır. Buna göre doğru öncüllerden çıkarılacak sonuç mutlaka doğru
olacaktır.
Eski Yunan’dan günümüze yalnız bu tarz bir akılcılık değil,
hermetik çizgi de ulaşmıştır. Yunanlılar, apeiron’ un (sonsuzluk) çekiciliğine
kapılmışlardır.
Bu yüzden Eski Yunan uygarlığı, Hermes’in simgelediği
sürekli başkalaşım fikrini geliştirirler. Yunan mitolojisinde Hermes, iki
anlamlıdır; hem tüm sanatların atası hem de hırsızlar tanrısıdır
Hermetizmde hakikat için söylenmiş her söz, birbiriyle
çelişse bile tüm hakikatin bir tür şifresini taşır. Böylece, çelişmezlik ilkesi
geçersiz kılınmış olur.
Karl Popper’a göre, bilimselliğin ölçütü genel içerimler
dile getiren kuramların doğrulanabiliriiği değil, yanlışlanabilirliğidir.
Eco da, doğru yorumu saptamakta düşeceğimiz zorluktan ötürü,
yanlış yorumları belirlemenin daha uygun olacağını düşünür.
Sonuç
Eco’ya göre metnin açıklığıyla bütünlüğü arasında bir denge
vardır. Metin, çeşitli derecelerde ve biçimlerde açıklığı öngörecek bütünlüklü
bir yapıdır. Böyle bîr metin için okur pek çok yorum yapabilir ancak her yorumu
yapamaz.
Umberto Eco’da Yorumlamanın Sınırları, Yüksek Lisans Tezi, Hacettepe
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2006
…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder