2 Mart 2013 Cumartesi

Robert Walser – Tanner Kardeşler


Robert Walser – Tanner Kardeşler

Robert Walser’den çok şey okunabilir, ne var ki onun hakkında okunabilecek hiçbir şey yoktur.
Robert Walser’de her şeyden önce hiç alışılmadık, tarifi güç bir aldırmazlık dikkat çeker. Nihayetinde bu önemsizliğin ağırlık, dağınıklığınsa dayanıklılık olduğu Walser’in çalışmalarına ancak dikkatle bakıldığında anlaşılır. (s. 9)

Walser’in çalışmaları aldırmazlığın bütün biçimlerini barındırır. O halde şunu da ekleyelim: tek bir istisnayla. Bu da, başka hiçbir şeye değil de içeriğe önem veren en yaygın aldırışsızlıktır. Walser için çalışmanın “nasıl”ı o denli önem taşır ki, söyleyeceği her şey yazma ediminin anlamı karşısında büsbütün geri çekilir. Söyleyeceklerinin daha yazarken tükendiği söylenebilir.
Daha kalemi eline alır almaz Walser ümitsizliğe kapılır. Her şey ona boşunaymış gibi gelir, her cümlenin görevinin bir öncekini unutturmak olduğu bir kelimeler yığını boşanır. Bir başyapıttaki “bu dar yoldan gelecek” monoloğunu düzyazıya dökerken, o klasik “bu dar yoldan…” sözleriyle başlar; ancak Walser’in Tell’i daha o anda ümitsizliğe kapılır, dengesini kaybetmiş, küçülmüş, kaybolmuş gibi olur ve şöyle devam eder: “bu dar yoldan sanıyprum ki gelecek.” (s. 10/11)

Birinci Bölüm
Bir sabah genç, çocuksu bir adam bir kitapçıdan içeriye girdi ve…
“Kitapçı olmak istiyorum,” dedi. (s. 15)

İnsanları seviyorum.
(Kitapçı) “Sizin hakkınızda delikanlı, uygun bir yerden bilgi alabilir miyim?
Kimden bilgi edineceksiniz ve bunun ne gibi bir yararı olacak? (s. 16)

Şimdiye kadar bulunduğum her yerden,
Kısa sürede ayrıldım, çünkü zinde güçlerimi, dar ve boğucu yazıhanelerde köreltmek hoşuma gitmiyordu, (s. 17)

“Bu genç beye bir uğraş verin!”
Böylece Simon kitapçı çırağı oldu. (s. 18)

Şu sekiz gün içinde kitapçılık denilen işten nefret ettim, (s. 22)

İş Bulma Kurumu’na başvurdu. (s. 24)
“Bir iş arıyorum”
Bizden daha önce de defalarca iş sordunuz, ürkütücü bir süratle iş aradığınızı söyleyesi geliyor insanın.
Tek bir işte kalmaya zamanım yok. (s. 25)

Eğer insanın sağlıklı eklemleri varsa ve başkaca da bir kaygı taşımıyorsa yürüyerek yollara düşmenin ne zararı dokunur ki…

Bir avukatın yanında geçici bir işimiz var, yaklaşık bir aylık bir iş. Size uyar mı?
Tabii ki, beyefendi. (s. 27)

Sabahları sekizde işe giderken, tıpkı benim gibi sabahın sekizinde işe başlamak zorunda olan herkesle aramda güzel bir akrabalık olduğunu hissediyorum. Şu modern hayat koca bir kışla!

İnsan her söyleyeceğini inceden inceye sınasaydı ne çok şey kaybolup giderdi. (s. 28)

Sevmeye değmeyecek insanlar seviliyor işte,
Yoksa değer vermek istediği için mi seviyor insan? (s. 29)

Fakir insanların genellikle atak, çarpan, sıcak kalpleri vardır; zenginlerinse soğuk, geniş, ısıtılmış, kapitone ve perçinli kalpleri! (s. 30)

Simon yeniden büyük ticaret şirketinde çalışmaya başlamıştı. (s. 38)

Bu işte elli yıl boyunca çalışmış olmaktan ne geçiyor o zaman eline? (s. 40)

Peki şimdi, yaşadığı söylenebilir mi onun? (s. 41)

…köprünün üzerinde uzun adımlarla önü sıra yürüyen bir insan Simon’un dikkatini çekti.
“Kardeşim” diye haykırarak yürüyen adamın boynuna atıldı.

Eve birlikte girdiler.
Klara Agappaia, Bu genç adamı gördüğü için çok büyük sevinç duymuş gibi görünmüyordu,
…gülümsemeye çalıştı ama beceremedi. (s. 42)

Bir ressamın gözü ne kadar hızlıysa eli de o kadar yavaş, o kadar hantal.
Geç kaldım.
Bankada “Bir saat geciktiniz! Bir delikanlı bu duruma düşmemeli!” dendi Siman’a.
Peki, düşerse n’olur?
Simon’un tavrı müdüre bildirildi. Müdür bu genç adamı işten çıkarmaya karar verdi.
Bunun bir son bulmasına çok memnum oldum. (s. 44)

“Delikanlı, siz fazla sertsiniz,” dedi müdür. “Kendi geleceğinize zarar veriyorsunuz.”
“Ben bir gelecek istemiyorum, şu âna sahip olmak istiyorum. Bu bana daha değerli görünüyor ve eğer insanın bir şimdisi yoksa o zaman bir gelecek düşünmeyi zaten unutur.” (s. 47)

…eğer kader insana soytarı rolü biçmişse,
…insan belki de bunun için seçilmişse, ciddi bir ifade takınmak neye yarar? (s. 71)

Sebastian genç bir şairdi.
“Duyduğuma göre, hayatınızın özünü yansıtacak bir şiir üzerinde çalışıyormuşsunuz. Daha ortada yaşamış olduğunuz bir hayat yokken, anlatmayı nasıl düşünebiliyorsunuz?” (s. 78)

Sen çoktan yok olup gittiğinde, bir toz zerresi kadar bile kalmadığında yine sana ait olacağım; çünkü bir armağan daima verildiği kişiden daha uzun yaşar, sahibini yitirmenin yasını tutabilsin diye. Ben armağan olmak üzere doğdum, daima birine ait oldum, eğer tek bir gün bile etrafta dolaşıp da kendimi sunabileceğim birini bulamazsam rahatsız olurdum. (s. 82/83)

Bu evde çok uzun kalamayacağız artık. Agappaia her şeyi kumara yatırdı ve kaybetti.
“Benim için çok hoş bir durum. Ben de kendimi değiştirmeyi düşünüyordum zaten.” (s. 99)

Simon, yaklaşık olarak tırmanışın ortalarına doğru, yol ortasında karlara batmış yatan genç bir adam
gördü ansızın. Uyuyan adamı inceleyebileceği kadar aydınlıktı hâlâ orman. Bu adamı çam ormanının ortasında ve böylesine ıssız bir noktada uzanmaya ne itmiş olabilirdi? Adamın geniş şapkası yüzünü boydan boya örtmüştü, çoğunlukla sıcak, gölgesiz yaz mevsiminde, uzanan ve dinlenen insanların uyuyabilmek için kendilerini güneş ışığına karşı korumak üzere yaptıkları gibi. Kış ortasında, insanın burada, karın içinde rahatına bakmak için gerçekten de hiçbir heves duyamayacağı bir zamanda böyle yüzünü örtmek; bunda tekinsiz bir şeyler vardı. Adam hareketsiz yatıyordu ve hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı bile. Simon, adamın bacaklarını, ayakkabılarını, kıyafetlerini inceledi. Kıyafetleri açık mavi renkteydi, yazlık bir takım elbiseydi bu, çok ince ve lime lime bir takım.
Simon adamın şapkasını yüzünden çekti, yüz don muştu ve korkunç görünüyordu. Simon bu yüzü ansızın tanıdı, Sebastian’ın yüzüydü bu, kuşku yok, bunlar Sebastian’ın hatlarıydı, onun ağzıydı bu, onun sakalı, biraz genişçe, basık burnu, onun gözlerinin şekli, onun alnı ve onun saçlarıydı. Ve burada donmuştu, kuşku yok ve çoktandır yatıyor olmalıydı, burada, yolun kenarında. Karda ayak
izleri görülmüyordu, yani uzun süredir yatıyor olduğu düşünülebilirdi. Yüzü ve elleri çoktan katılaşmıştı ve kıyafetleri donmuş bedenine yapışmıştı. Sebastian, artık taşıyamadığı, büyük bir yorgunluk yüzünden buraya yığılmış olmalıydı. Çok güçlü olmamıştı hiçbir zaman. Daima iki büklüm yürürdü, sanki dik durmayı kaldıramıyormuş, sanki sırtını ve başını dik tutmak canını acıtıyormuş gibi. İnsan ona baktığında, hayatın ve onun soğuk beklentilerinin üstesinden gelemeyeceğini hissederdi. Simon bir çam ağacından çam dalları kesti ve vücudu bunlarla örttü, ancak önce ölünün ceket cebinden ucu çıkmış küçük, ince bir defteri çekip aldı. Şiirler içeren bir defter gibi görünüyordu bu, Simon harfleri ayırt edemiyordu artık. Bu arada gece tamamen bastırmıştı. Çamların arasındaki boşluklardan yıldızlar ışıldıyor ve ay ince, zarif bir
yay içinden bu sahneyi izliyordu. Simon kendi kendine, “Vaktim yok,” dedi usulca, “önümdeki şehre varmak için acele etmem gerek, yoksa bir şair ve hayalperest olan bu zavallı ölü herifin başında biraz daha uzun süre oyalanmaktan çekinmezdim. Ne asil bir tavırla seçmiş kendi mezarını. Karla kaplı, olağanüstü, yeşil çamların ortasında yatıyor. Bu durumu kimseye bildirmek istemiyorum. Tabiat kendi ölülerine göz kulak olur... (s. 120-122)



…ifade takınmak gülünç bir şeydir ve en güzel hayalleri bile bozmaya yeter! (s. 133)

Taşranın en yoksulu bile, şehrin daha az yoksulundan daha az kaygılı; çünkü orada her şey insanın lafıyla ve işiyle ölçülüyor, buradaysa kaygı kaygılanmayı sessizce sürdürüyor ve acı, diğer acılar arasında doğallıkla gözden kayboluyor. (s. 137)

En sona biz kaldık, bu da bize yakışır. (s. 140)

Kendisi neşeli olmayan, başkalarının neşesinden nefret eder. (s. 145)

…insan tüm bir hayatı bir fikir uğruna gözden çıkarabilir mi? (s. 153)

İnsanın mutlu olmayı denediği için mutsuz olabileceğini kendime itiraf edecek cesareti bulamadığımdan ötürü mutsuz olmak istemiyorum. (s. 157)

Gitmişsen gitmişsindir. Hepsi bu. Senin için ağlanacağına inanıyor musun? Söz konusu bile olmaz. (s. 164)

Bu insanlardan birini durdurmak ve ona şöyle demek isterdi: Nereye böyle aceleyle? Ama böylesine kaçıkça davranacak cesareti yoktu. (s. 168)

Şimdiye kadar hayatımı boşa harcadım, hayatım bana daima çok değersiz göründüğü için öyle olmasını istedim. (s. 171)
Paris’teydi ama neden Paris’te olduğunu hatırlamıyordu artık. (s. 197)

Söylesene acı mı verdim sana? Yapma ama! Böylesine güzel bir ölümün yanında acı nedir ki?
“Sessiz ol, rahatsız etme onu, çalışıyor,
Yaratanları rahatsız etmemek gerek. (s. 202)

…ahlaksızlık bir sürü şeyi aydınlatıyor, dünyaya daha derin bakmamızı sağlıyor, insanı daha deneyimli kılıyor. (s. 239)

Bir günahtan yıkanıp arınılmaz mı ve bir cezanın tüm bir hayatı yok etmesi mi gerekir? (s. 243)

Bir varmış bir yokmuş, başka ne yapacaklarını bilemedikleri için dünyanın üzerine dökülen kar tanecikleri varmış. (s. 274)

(çocuk) …bir şey hissetmek için çok küçükmüş… (s. 275)


Türkçeleştiren: Cemal Ener
Can Yayınları, Temmuz 2011



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder