Aydın Üzerine Tezler 2
Mızrak Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2011
Önsöz
A, “Hareket Ordusu” hala yazılmamıştır. b, Şehir,
“İstanbul”, bir sokak savaşı ile zaptedilmiştir. c, Ayastefanos’ta, şimdiki
“Yeşil Köy”, bir “Millet Meclisi” toplanmıştı ve Arıkara’daki iklncidir. d,
Sultan Hamit, bu Meclis’in kararı ile indirilmiştir. Bu ekte, bunlarla
yetiniyorum ve yeni’dir.
Birinci Bölüm
AŞAGILIK DUYGUSU
“Ne Mutlu Türküm Diyene!” Bir övünme mi, yoksa aşağılık
duygusundan kurtulmak için bir haykırış mı? Yüzyıllardır horlanmış, ezilmiş ve
zaman zaman esir edilmiş bir halka kendisine güvenmesi için, çubuğu ters tarafa
bükerek, bir büyük çağrı mı? Şöyle de söylenebilir: “Ne Mutlu Türküm Diyene!”
Kendine güveni olmayan bir kütle ile bir yola çıkıp bu yolda yürümek isteyen
bir lider için zorunlu bir dua mı?
Bilim, Atina'dan
İskenderiye’ye, buradan Suriye ve Antakya’ya, Antakya'dan İstanbul’a
seyrediyor. İstanbul'dan Batıya gittiğini söylemek o kadar kolay değil.
İtalyan Machiaveili’den Prens,
İngiliz Moore’den Ütopya, Felemenk Erasmus’dan Deliliğe Methiye.
Bunlar insanlık tarihinin çocuksu ve heyecan verici başkaldırı abideleri
oluyor.
Türkçülük, Türkler için,
çaresizliktir.
Osmanlı Münevveri Allah’tan sonra en çok Düvel-i
Muazzama’dan korktu’ Türkiye’de aydın bu süreç içinde doğdu ve Türkçülük, bir
çaresizlik olarak, aydının doğumunun daha ileri aşamalarında ortaya çıktı.
Türkçülük, aşağılık duygusundan kaçış olarak, çaresizin
sığınağı türünden ve önce Tanzimat’ın yarattığı edebiyatta bir edebi akım
içeriğinde ortaya çıktı.
…tarih boyunca Türk, Türk’ü aşağıladı. “Anadolu Halkı” en
aşağılayıcı sözleri, tarihler boyunca, Türklüğe ve kendisine ayırdı. Ahmet
Vefik Paşa, Müntehabatı Durubu Emsafinde, Türk’ün Türk’e yönelttiği bu
aşağılayıcı darb-ı mesel’den bir demet yaptı. “Türk atına binince Bey oldum
sanır.”
“Türk olana şehir içi zindan olur.”
“Türk pohpohu, Acem pehpehi sever.”
“Türk işi ödünçtür.”
“Türk danişmend olur, adam olmaz:
“Türk ne bilir bayramı, laklak içer ayranı:’
“Türk ve tosun çünkü doğdu anadan, öğüt aldı eşek ile
danadan.’
“Türk’ün aklı sonradan gelir.”
“Türk derneği olmaz.”
“Türk’e beylik vermişler, iptida babasını öldürmüş”
Türkler, yüksek devlet görevlerine, çok uzun bir süre
gelemiyorlar.
Türkler, kendi kurdukları devlette, kamu görevine
alınmıyorlar!
Türklerin Tarihi’nde, bir yerde, Doğan Avcıoğlu şöyle
yazıyor: “Araplaştırma, doğaldır ki, islâmlaşmayla birlikte gider. Fakat islâm
olma, Arapla eşit statüye ulaşma anlamına gelmez. Arap olmayan Türk ve îranlı
müslümanların bir tür köle statüsünden kurtulup Araplarla eşit duruma gelmesi,
ihtilâlleri gerektirir.”
Yedinci yüzyıldan sonra dokuzuncu yüzyıla kadar Türkler,
Arap saldırıları karşısında bağımsızlığı, Çin Sarayına yaranmak olarak
anlıyorlar.
Çin Sarayı, Türklerin bağımsızlığını önemsemiyor; Çin,
Türklere yardım etmek üzere asker göndermiyor. Türkler, Araplar karşısında
bağımsızlıklarını koruyamıyorlar; köle oluyorlar. Arap kaynaklarına bakılacak
olursa, Türklerden iyi köle oluyor.
Oğuzlar, baskınlarda
yakaladıkları Çığıl, Tuhsi ve Karluk Türklerinden gençleri, islâm tutsak
pazarlarında satarak büyük kazanç sağlarlar.
Uzun yıllar köle yaşayan
Türklerin yeni yurtlarında bağıms"ız devlet olmaları Selçuklular ile
başladı.
Köksüz Türk, Anadolu'daki
ilk devletine “Roma’’ adını uygun görüyor, bu devlet resmi yazışmalarını Arapça
yapıyor ve yöneticilerine Keyhüsrev, Keykavus, Keykubad türünden Farsça isimler
koyuyor.
…kapitülasyonlar, Türklere ve Osmanlı Devleti'ne özgü bir
kurum değildir. Ortaçağda toprak genişlemesi peşinde koşan her devlet,
kapitülasyonları bir araç olarak kullanıyor.
Ziya Bey (Gökalp), “Türk Sanat
Müziği” olarak sunulan müziğin, çok doğru olarak, bir Arap tarafından
geliştirilmiş Bizans müziği olduğunu yazıyor.
Hitler'in baskısından kaçan Alman profesörler Türk
üniversitelerini Alman bilimsel ekollerinin ve bundan yüzyıllar önce Moğol
saldırılarından kaçan İran dervişleri de Selçuklu medreselerini İran sanatının
kaleleri haline getiriyorlar. Köksüzlük her zaman aynı sonucu veriyor.
Araplar var. Araplar,
Türkler üzerinde en kıskanç, en acımasız ve en şoven ideolojik hegemonyayı
kuran “ulus” oldular.
Teori, kavganın ürünüdür.
Hiçbir zaman ortodoks
müslüman olamayan Osmanlı hükümdarları, hep bir asalet ve dayanak arayışı
içinde göründü.
Diğerini ve en
önemlisini, Arap halifelerinin fermanlarından umdular. Halifelerin fermanları,
Osmanlı hükümdarları için, tebaaları üzerinde, bir tür meşruiyet kaynağı, bir
tür egemenlik hakkının başlangıcı oldu.
Hüseyin Cahit Yalçın / Basınımızda
Arapları tutma eğilimi iyice güçlüydü. Türkçe mi yazacaksınız; Arapça
öğreneceksiniz. Dininizi mi bileceksiniz, Araplardan ve Arapça eserlerden
öğreneceksiniz:
“‘Türk’ün Atı’nın ayağını
bastığı yer çöle döner’ şeklinde Batı’da çok kullanılan sloganın kökünü
XIII’ncü yüzyılda Türk hakkında yukardaki görüşleri ortaya atan Arap
tarihçisinin beyanlarında aramak yanlış olmayacaktır.” Yanlış olmayacağında,
hiç kuşku yok. Çünkü Batı, tekrar oluyor, rönesansını, Arap tarihçilerini, Arap
bilim adamlarını okuyarak başlattı. Bu arada Türkler ile ilgili karalamaları,
Arap kaynaklarından okuyarak, yeniden doğdu.
İmam Gazali “İhyâ-i
Ulûmi’d-Dîn adlı ünlü kitabında Türk’ü gerçekten çok olumsuz yetenek ve
nitelikte göstermesini bilmiştir. İmam Gazali’ye göre Türk’ün Arap
bedevisinden, ve Kürd’ten farkı yoktur; zekâ yetersizliği bakımından bunlar
arasında seviye farkı görülmez
Türkler, bilim olarak,
kutsal kitap olarak, Arap metinlerine bağlı kaldılar. Uzun yüzyıllar Türk
üniversiteleri demek olan medreselerde yalnızca Arap metinleri okutuldu ve
itibar edildi. Aydın olmak, uzun yüzyıllar, Arap metinlerini bilmek demekti; bu
metinler, Türkler için hakaret dolu idi. Demek ki, Türkler için, uzun yüzyıllar
aydın olmak, Türklere hakaret eden metinleri okumak ile özdeş oldu.
Koçi Bey Risalesinden / “Harem-i
Hümayuna kanuna aykırı olarak Türk ve förük, çingene, yahudi, dinsiz, mezhepsiz
nice kallaş ve ayyaş şehir oğlanları girer oldu. Bundan sonra bir tedbir
alınmazsa, tımar ve zeamet, erbabına verilmezse bu derme çatma asker ile din ve
devlete lâyık hizmet görülmez. Bir iş tamamlanmaz’
Türkiye’de özgün
düşüncenin doğumunda ilk adımları atanlar arasında yer alan Asım Efendi, Kâmus
çevirisinde, Ye’cuc ve Mecuc konusunda Arap kaynaklarına bağlı kalıyor.
İbn Haldun'un
Mukaddime’si, Osmanlı aydın ve yöneticileri arasında bir ideoloji etkisi yaptı.
İbn Haldun’un yenikçi,
kötümser dünya görüşü, en çok Osmanlı entelijansiyasının bakış açısı oldu.
Cevdet Paşa, Türk
tarihçiliğinde ilk büyük isimdir, Türk düşüncesini sanıldığından daha fazla
etkilemiştir.
Türklerin Anadolu’yu
zaptı, belli bir zaafı da ön plana çıkarıyor.
Bizans kanalıyla Roma
kurumlarını, kurumsal bütünlüklerini bozmadan, alıyorlar. Edebiyat olarak
perspektiften uzak İran sanatını, kendi sanatları sayıyorlar. Bütün bilim,
eğitim kurumları, eğiticiler ve yöneticiler, Arap ideolojisinin kıskanç
mengeneleri arasında sıkışıyor.
Araplardan, Arap kini ile sulamış bir Türk düşmanlığını
alıyorlar.
Yine Araplardan, Arap
dünyasında bir meçhul şöhret olan İbn Haldun öğretisi ile, kötümserliği ve
kaderciliği, ithal ediyorlar. Böylece Osmanlı Münevverine has, kendine güvensizlik
ve toplumların kendi yazgılarını değiştiremeyeceği düşüncesi, tarihsel ve toplumsal
kaynağına kavuşmuş oluyor.
…çare, zordur. / kolay
çare olmaz.
Sait Halim Paşa’nın Buhranlarımız adını
taşıyan kitabının, Türk gericiliğinin görüşlerini açık seçik ve önceki bir
zamanda açıklayan, temel dokümanlardan birisi sayılması gerektiğine
inanıyorum.
Yirminci yüzyılın başında
Osmanlı Türkiyesi’nde islamcılık, güçlü taraftarları bulunan çare akımlardan
birisidir, bir tepki akımıdır. Daha açık söylenebilir, Tanzimat’a tepki olarak
gelişti. Daha doğru söylenebilir, Tanzimat’a tepki olarak gelişen akımlardan
birisi oldu.
Türkçülük, Tanzimat’ın
hem bir zor çocuğudur ve hem de Tanzimat’a tepkilerden birisi.
Çaresizlik: Türkçülük
Kendi yurdunda ve kendi
devletlerinde uzun yüzyıllar hor görülmüş olan bir dil, bir tür intikam peşinde
koşuyor: Türk Dil Tezi, bütün dilleri kendisine bağlamaya çalışıyor.
Türkiye’ye ve Türklerin
kullanabileceği ilk matbaa onsekizinci yüzyılın başında geldi. Getiren bir
Macar dönmesi olan İbrahim Müteferrika oldu. Ünlü bir Fransız, Comte de
Bonneval, Ahmet Paşa adını alarak Türk Ordusu’nun modernizasyonu işini üzerine
aldı. Comte de Bonneval, Üsküdar’da Hendesehane’yi kurdu; Türkiye’nin ilk
mühendislik okuludur, hangi mimar ve mühendis kendi geçmişinde ve kurucu
rolünde bir yabancının bulunduğunu yadsıyabilir? Baron de Tott, topçuluğu
geliştirdi.
Eylem, bilinci etkiliyor.
Türklerin ve özellikle
Anadolu’ya yerleşip Batı Türkleri olarak bilinen Türklerin hiçbir bilimsel
geleneği olmadı. Bilimi hep dışardan aldılar.
Şu biçimde de
söylenebilir: Türk ulusçuluk akımı, bir çaresizlik olarak doğan Türkçülük
akımı, Türk olmayan ajanlar tarafından geliştirildi.
Türkçülük akımının
başlamasında önemli isimlerden birisi olan Konstantin Bojens- ki, Türk adıyla
Mustafa Celaleddin, Türklüğü yalnızlıktan kurtarıp Avrupa’daki uluslarla
birleştirmeye çalıştı.
Arminius Vambery ise,
Türklüğü yalnızlıktan kurtarma amacına bağlı kalmakla birlikte, Türklere akraba
ulusları başka yerde aradı. Macar Vambery, Avrupa’ya yerleşmiş uluslardan
Macarların Türklere akraba olduklarını şiddetle savundu; buna ek olarak,
Çinliler, Moğollar, Estonyalıların, Türklerle birlikte, Turan ırkını meydana
getirdiğini ileri sürdü.
Vambery, Türkiye’de,
Celâleddin’den daha çok tanındı ve çok daha fazla etkili oldu. Çünkü sahte bir
derviş olarak üç yıl Türkiye ve Orta Asya topraklarında gezdi, bilgi topladı,
propaganda yaptı.
Türkçülük akımının büyük
isimlerinden birisinin daha, Türk olarak dünyaya gelmemiş olduğu ortaya
çıkıyor. Grand Larouse Encyclopedique, “Frasheri” maddesinde,
Şemsettin, Sami’nin Arnavut olmakla kalmayıp aynı zamanda bir Arnavut
milliyetçisi olduğu yazılıyor.
Necip Asım, Türklerin içinde bulunduğu aşağılık duygusunu
çok iyi gören ve bütün çalışmalarını Türkleri aşağılık duygusundan kurtarmaya
çalışan bir aktivisttir.
Türkleri aşağılık duygusundan kurtarmak için, kendi deyişiyle “Vavlı Türk”
oluyor.
Necip Asım da Türklüğün
sınır bölgelerinden geliyor. Anadolu’nun Arap nüfusa en yakın kasabalarından
birisi olan Kilis’te dünyaya gelmiş.
Arap kaynakları,
Türklerden hep, Etrak-ı biidrâk, Anlayışsız Türkler, olarak söz ediyor. Necip
Asım, Terk yerine Türk yazımını ileri sürerek, buradaki uyaktan ve hakaret dolu
deyimin kullanılmasını kolaylaştıran ses uyumundan kurtulmaya çalışıyor.
Ahunzade Feth Ali, yine
Rusya’da doğup eğitim gördü, fakat etkinliğini İstanbul’da aradı. Hakkında net
olarak bilinen, Türkiye’de alfabe üzerinde ilk reform önerisinin sahibi
olmasıdır.
Türkçülük, çaresizliktir.
Bu, değişmez tezdir. Türkçülük, çaresizlik olduğu için, yerel kaynaklıdır. En
çaresiz olan, Anadolu Türkleridir. Ancak Türkçülük akımını, Türk olarak
doğmayanlar ya da sınırda doğanlar geliştirdiler.
İtici ekonomik güçten
yoksun Türkçülük akımına, birlikçi ve bunun için de yayılmacı fonksiyonlar
yüklediler.
-
T. More –
Utopia
İkinci Bölüm
BAŞKALDIRAN DİNAMİĞİ
Tanzimat Programı, net ve
tutarlıdır, kendisi için koyduğu amaç açısından. Tanzimat’ın kendisi için
koyduğu amacı, bir benzetme ile, daha iyi anlatabilmeyi umuyorum: Amerika Birleşik
Devletleri’nden önce, Amerika Birleşik Devletleri’ni, Osmanlı İmparatorluğunun
parçalanan toprakları üzerinde kurmak. Budur, amaç.
…yeni bir birlik ve yeni
bir “millet” yaratmak için mutlaka bir ekonomik hareketlilik, isterseniz adına
ekonomik gelişme diyebilirsiniz, gerekiyor.
Tanzimat Programı
dayanağını, ekonomik sınıflarda ve bu sınıfların hareketliliğinde değil,
yabancı elçiliklerde aradı.
Aydın, toplumsaldır ve
tarihseldir. Gökten hazır ve İnsan-ı Kâmil olarak gelmiyor.
Aydın, ayrışarak gelişiyor.
Doğarken aydın, bütün akımları içinde barındırıyor. Programların
başarısızlığında, sürekli hayal kırıklığı içinde yoğrularak, ayrışıyor. Ayrışmak,
aydın için gelişmek demek oluyor.
“Ağır bunalım”, “parlak”
gelişmenin habercisidir.
1917 yılı içinde yeni bir
edebî kuşağın, Servet-i Fünun dergisinin sayfalarında iddiaları ve eserleriyle
yer aldığı görülür. Türk Yurdu dergisi / şair ve ediplerin “Şairler Derneği”
adlı bir dernek kurduklarını kaydetmekte
Türk Derneği,
kurucularının İstanbul’dan uzaklaşması nedeniyle kapanıyor; bir süre sonra Türk
Yurdu kuruluyor.
Üç Ahmet: Mithat, Vefik, Cevdet
Üç Ahmet,
başkaldırmayandır. Ancak çok çalışkandırlar: Ahmet Mithat’a çağdaşları, “kırk
beygir gücünde yazı makinesi" adını takmışlar.
Bir ellerini uzattıkları
halk, İslami ve Türk olduğu için yer yer islamcı ve yer yer Türkçü oluyorlar.
Yusuf Akçura
1876 yılında doğan Yusuf,
henüz iki yaşında iken, tam romanlarda olduğu gibi, zengin babasını
kaybediyor.
Zenginlikten kaybeden
Yusuf, çok çalışkan bir Harbiye öğrencisi oluyor.
İsmail Gaspirinski
Yusuf’un eniştesidir. Kaybetmiş bir burjuva aileden gelen Yusuf’un Türkçülük
akımına ilgi duyması kaçınılmaz
1908 Türk Devrimi’nden
sonra Türkiye’ye dönüyor. Türkçü dernekleri kuruyor. Türk Derneği, Türk Yurdu
ve Türk Ocağı örgütlerinin kuruluşunda hep Yusuf Akçura var.
Okullardan kovuluyor,
Darülfünuna profesör atanıyor. 1909 yılında Darülfünunun 1914 yılında Mekteb-i
Mülkiye’nin tarih müderrisi oluyor.
Emre Kongar’ın derleyip
yayımladığı Türk Toplum Bilimcileri içinde Yusuf Akçura yok. Belki de
kafası çok net olduğu için; Akçura, Kongar’ın derlemesi için incelettiği bütün
“Türk” toplum bilimcilerinden çok daha fazla bir soyutlama yeteneğine sahip.
Türkçülük akımına
yönelttiği eleştiriler öldürücü değil, tam tersine geliştirici bir öz taşıyor.
Ahmet Mithat, çok yazdı
27 yaşındaki Ahmet Mithat
Efendi sadece yazı yazabiliyordu. Tahtakale’de küçük bir ev tuttu, alt katına
küçük bir matbaa kurdu. On beş kişilik aile içinde Ahmet Mithat, üst katta
sürekli olarak yazdı, alt katta dizdi, bastı ve sonra tütüncü ve aktarlara
bunları dağıttı.
Yaşamak için ve geniş
ailesine bakabilmek için sürekli yazdı.
Ahmet Mithat, yazıyı,
yığınlara bilgi verme ve yığınlarda ilgi uyandırmanın aracı sayıyor.
Türk aydın tarihinin İlk
öğretmen’i, dönek ve nankördür. Ahmet Mithat, Türk aydın tarihinin ilk büyük
dönek ve nankörüdür.
Paris’te yayımlanan, Jön
Türk dergisi Fransızca Mechveret, 1897 yılında çıkan yirmi ikinci
sayısında, Ahmet Mithat’ın sağlığında yalnızca övdüğü Mithat Paşaya, ölümünden
sonra iftira ettiğini, kendi hamisine ihanet eden bir karaktere sahip olduğunu
yazıyor.
Ahmet Mithat’ın Felatun
Bey ve Rakım Efendi romanı, aydını konu alan ve yeni yetişen Batılı aydını
hedef seçen bir romandır.
Dekadan / Türk
yenilikçilerinin alnına bu sözü de Ahmet Mithat yapıştırdı. Bu yüzden de kendi
kuşağı ve kendisinden sonra gelen kuşaklar, Ahmet Mithat’ı hiçbir biçimde
affetmedi.
İkinci Meşrutiyet, Ahmet
Mithat’ın yüzüne bakmadı. Artık itibarsız bir kimseydi.
Robert Kolej’in birinci
kısmının yerini Ahmet Vefik Paşa evvelâ 16 bin liraya, sonra ikinci kısmını da
20 bin lira mukabilinde Amerikalılara satmıştır. Demek oluyor, Türkçülük
tarihinin en büyük isimlerinin başında gelen Ahmet Vefik, İstanbul’un en güzel
iki mülkünü misyoner yetiştirmeleri için Amerikalılara satıyor.
Cevdet
Paşa
Tarihçi olduğu için
bütüne bakmak gereğini duyuyor, bu, tarihçi olmanın ilk koşulunu da içeriyor.
Tarihçi olmak vakanüvis olmak değildir, bir bilim adamı olmaktır. Vakanüvis
olayları kaydediyor, tarih biliminin mensubu tarihçi bütüne bakabiliyor.
1822 doğumlu Cevdet
Paşanın Tezakir’ini okumak, başka bilgilerin yanında, Türkiye’ye
Darülfünun düzeni gelmeden önce Türk üniversite öğrencilerinin, medrese
suhtelerinin ya da softalarının, nasıl yetiştikleriyle ilgili paha biçilmez
bilgiler sağlıyor.
Yazanların kafalarının
arkasında, çok zaman yazıya dökmedikleri, bir temel renk oluyor.
Tarih-i Cevdet’i okumak, bugün okumak, Cevdet Paşanın Türk yenilik
hareketine nasıl katı bir cephe tutmaya çalıştığını çok açık bir biçimde ortaya
çıkarıyor.
Tanzimat ile birlikte
Türkiye’de iki parti ortaya çıkıyor: Yenilikçiler ve karşı olanlar.
1861 yılında, Rusya’da
kölelik resmen kaldırılıyor. 1865 yılında Amerika Birleşik Devletlerinde
Kuzey-Güney Savaşı oluyor. 1868 yılında Japonya’da Meiji Restorasyonu
başlıyor. Bunların her üçü, kendi topraklarında, yeni bir tarihin başlangıcı
olarak kabul ediliyorlar.
Tanzimat’ın ilk
çocuklarının, Kemal ve arkadaşlarının çıkardığı dergilerin adları: İbret,
Hürriyet, Ulûm.
İttihat ve Terakki
kuşağının, dergilerinin adları: Şûra-yı
Ümmet, Meşveret, İçtihat.
Hepsi dinsel ve islamik
kaynaklardan çıkıyor. Bu, genel eğilimi gösteriyor.
Kanun-ı Esasi, Türkiye’de
ilk anayasa, 14 Aralık 1876 tarihinde ilan ediliyor. Aynı gün Kasımpaşa’da
İstanbul Konferansı açılıyor.
Sultan Hamit, en başta
Mithat’ın eliyle ve Mithat’ın omzuna basarak tahta çıktı.
Mithat, Abdülaziz’i
öldürmekten dolayı idama mahkum oluyor. Sultan, yalancı bir mahkemede mahkum
ettiği Mithat Paşayı, ne kadar merhametli olduğunu göstermek için, affediyor;
Taife sürgüne gönderiyor. Ancak sürgünde bile rahat değil, öldürülmesini
istiyor.
Abdülhamit, Türkiye’nin
bütün kurumlarını ve başta ordusunu, Alman nüfuzuna açtı; bu nüfuz ile yetişen
ordunun bazı subaylarına bakılarak, bir zaman geldi, Berlin’de Türkiye’ye
“Enverland” denildi.
Otuz üç senelik
saltanatında, icrasını irade ettiği ölüm fermanı sayısı sadece onbirdi.
Hamit, Mithat Cemale
göre, hayatı boyunca “üç şeyden korktu.” Bunlar, hal’edilmek, öldürülmek ve
idam cezası vermek.
Mizancı Murat
Üçüncü Bölüm
KAVGA: EDEBİYAT İLE EĞİTİM
Sanat yeni insanı
yaratır, estetik, son çözümlemede, yeni insan yaratmak demek oluyor.
Deha, tekilde soyutu;
geçicide kalıcı olanı görebilmektir.
Edebiyatta deha, tekilde
kalıcıyı yazabilmek oluyor. Kalıcı, yeni olandır. Eski olan, adı üstünde,
kalmaz. Edebiyat ürününü yaşatan, geçici somut ile yumak olmuş bir biçimde
kalıcı yeniyi görüp yansıtmasıdır.
Fikret, “Gençler, bütün
ümmid-i vatan şimdi sizdedir” diyerek devam ettiği Yarın şiirini, o günler için
Türkiye’de yepyeni duygu ve düşüncelerle sona erdiriyor.
Fikret’te gericiler için
açılmış bir kavga var. Tarih-i Kadim, gericiliğe karşı bir çıkıştır.
Türkiye’de Tanzimat’tan
önce “edebiyat” kelimesi yok, yalnız Türkçede değil, Türkçenin kelime hâzinesi
işlevini gören Arapça ve Farsçada da böyle bir kelime yok.
Batı’da ve Rusya dahil,
edebiyat kelimesi Latince harf anlamına gelen littera kelimesinden
geliyor, yazmakla ilgili bir yanı var. Tanzimatçılar bu yana hiç önem
vermiyorlar; iyi davranış demek olan “edep” kelimesinden edebiyat’ı
türetiyorlar.
Tanzimat’tan önce
Türkiye’de edebiyat yoktur. Edebiyat, bunalımlı bireyin yazılı sanat türüdür.
Tanzimat edebiyatının üç
özelliği
Bir: İdeolojik bir yapısı
var. İki: Divanın etkisinde olmakla birlikte yer yer halka yönelme
zorunluluğuyla yalın bir anlatıma özeniyor. Üç: Romantik.
Servet-i Fünun edebiyatı,
bu üç özelliği açısından, Tanzimat edebiyatının tam tersidir. Mesajlı edebiyatı
kesinlikle reddediyor. Yalın anlatımı, bu arada halkçılığı, nerede ise
bayağılık düzeyinde görüyor. Kuşkusuz, romantizmi kabul etmiyor.
Garip Akımı ve Orhan Veli
ile diğer öncüleri, Türk aydınının yüz karasıdır; aydın olmaya reddiyedir.
…yerini, sorumluluktan
kaçış bakımından kendisini sürdüren, ancak, biçimciliği “halkçılık” yerine
bunun tam zıttı bir entelektüalizm ile süslemeye çalışan İkinci Yeni akımına
bırakarak çekildi, gitti.
Tez: Osmanlı bilimi,
ilim, çok zayıf; bilim adamları, ulema, çok güçlüdür.
Osmanlı düzeni,
yönetmenin kolaylığında, sığ bilim adamlarını, düşünülmesi zor ayrıcalıklarla
donatarak, yönetimi daha da kolaylaştırıyorlar
İnsanlığın büyük
uyanışında, bilim ve aydın, dinden kopmaya başlıyor.
Ulema, çok büyük
ayrıcalıklara sahip; bunların başında idam edilmemesi geliyor.
Osmanlı Devletinde 1839
tarihine kadar vezir-i azam olan 182 kişinin 23’ü görev başında, 20’si
görevinden ayrıldıktan sonra idam edilmişlerdir. Buna karşılık, hemen aynı
sayıdaki şeyhülislâmdan idam edilen sadece üç kişidir.
Zayıf bir bilimsel
ortamda güçlü bir ilmiye sınıfı bu gücü finanse edebilecek genişlemenin
tıkanmasıyla birlikte, kendi içinden çürüyüşü hızlandırıyor.
Kanuni / kendisine güzel
kasideler yazan Şair Bakiyi, mülazamat yasalarına aykırı olarak ve hızlı bir
biçimde müderris yapıyor.
Bu tarihten itibaren
mülâzamat alenen para ile elde edilmeğe başladı; voyvodalar, subaşılar on bin
akçe mukabilinde mülâzamat satın alarak tahsil görmeden kadı olmağa başladılar.
Koçi Bey, bu süreç
içinde, “ilim sahası cahillerle doldu” diye yazıyor.
Sovyetler Birliğinde Türkolog
A.D. Jeltyakov, / Türkiye’de ilk tipograf makinesini İspanya’da engizisyondan
kaçan David ve Samuel Nahmesı adlı iki Yahudi kardeşin kurdurduklarını
belirtiyor.
Temel dinsel kitapların
yayılması, cehaletinin tüm açıklığıyla ortaya çıkmasından ve ayrıcalıklarının
dinamitlenmesinden başka bir sonuca açık görünmüyor.
Bilim, depoda saklanacak
bir malzeme olarak bile, Osmanlı topraklarına uğramadı.
Osmanlı bilimin
dışındadır.
Osmanlı, derinliği
olmayan kolay bir yönetimdir.
Cemiyet-i İlmiyenin amacı
çok açık: Telif veya çeviri kitaplarla, her türlü yayın ile ve halka açık
dersler vererek, Osmanlı toprakları üzerinde bilim ve fenni yaymak.
Türkiye’de ilk
Darülfünunun ilk müdürü, Hoca Tahsin Efendidir.
Beşir Fuad’ın doğum
tarihi, babasının kim olduğu ve karısının kim olduğu bilinmiyor
Beşir Fuad, Türk aydın
tarihinde düşüncesiyle yaşama biçimi arasında en büyük yakınlığı kurabilen ilk
isim olarak ortaya çıkıyor.
Adana’da, çocukluğunda,
cizvit okuluna gidiyor, papazlardan ders alıyor.
yüksek eğitimini
Harbiye’de yapıyor.
Büchner’in ve özellikle Madde
ve Kuvvet kitabının etkisine giriyor.
Türkiye’nin ilk
romancıları romantizmin, Osmanlıcası ile hayaliyunun, izleyicileri oldular.
Türkiye’nin ilk
ihtilalcilerine “romantik” kişiler gerek. Romantizm, bir tarihe dönmek, bir de
kahramanca davranmak demek. Romantik, toplumsal gerçekleri ihmal ederek,
bireysel gücü abartan, büyük özveriler karşısında aklın sınırlarını zorlayan
eylemleri başaran kişidir.
Tevfik Fikret / Galatasaray
müdürlüğünden kolaylıkla ayrılabiliyor. Tanin i kurup Taninden
ayrılıyor. İttihat ve Terakki’nin üye komisyonundan ayrılıyor.
“Ahlaklı” olabilmek için
mutlaka kavga etmek gerekiyor, çünkü kavga bir hareketi içeriyor. Duran bir
nesnenin ahlaklı olup olmadığına karar vermek imkânsızdır
Kapitalist üretim
biçiminde insan seven bir sermayedar akıllı davranmamış olur; sermayedar
olamaz, iflas eder. Kapitalist sistemde, akıl, dürüst olmayı değil dürüst olmamayı
gerektirir.
Fikret ile Akif kavgasının
başlangıcında Fikret’in uzun “Tarih-i Kadim” şiiri var. Fikret burada eskiye,
eskiyi içeren Eski Çağlar Tarihi kitabına ve bu kitap içinde yer alan
tüm Tanrılara başkaldırıyor.
Türkiye’yi kurtaracak iki
silahtan birisini Avrupa’ya gönderilen gençlerin getireceği marifete; diğerini
Tanrı korkusundan doğan, Türkiye’de var olduğu için Avrupa’dan getirilmesine
gerek yok, fazilete bağlayan Akif’in, Fikret’in, Türkiye’de fazileti yaratacak
Tanrı korkusunda kuşku yaratabilecek şiirine pek kızdığı anlaşılıyor.
Hayal kırıklığı yazgıdır:
Meşrutiyet’te Fikret Aşiyan’a göç ediyor. Cumhuriyet’te Akif, Mısır’a kaçıyor.
Ahlak’ın kaynağı akıl
değildir. Ahlak, aklı harekete geçiren bir irade ile başlar. Ahlak, hem bir
hareket başlatıcısı ve hem de hareketin renklerinden birisini veren ilkedir.
Ahlak yalnızca harekette vardır.
…
Dördüncü Bölüm
AYDIN TÜRK
Ziya
Ziya, Türk düşüncesinde
Türk gericiliğine en büyük köprüdür.
Ziyadan önce Türkçede
“ideoloji” kavramının bir göstergesi yoktu, Ziya, “mefkûre” kelimesini uydurdu.
Ziya, ne yazık, hiçbir
ülküsü olmayan bir ülkü adamıdır.
Bir ülkü kurucusu
olabilmenin gerektirdiği niteliklerden hiçbirisine sahip değil.
Emrullah Efendi Maarif
Nazırı olduktan sonra Edebiyat Fakültesindeki psikoloji ve mantık dersi için
kendine vekâlet edecek birini aradı. İstanbul klübünde psikoloji ve
sosyolojiden bahseden Ziya hatırına geldi, birkaç İttihatçı da Diyarbakırdan
yeni gelmiş olan Ziyayı ona tavsiye ettiler. Yüksek öğrenimi olmayan yalnızca
birkaç yıl Baytar Lisesinde okumuş Ziya, böylece üniversiteye profesör oluyor.
…gericilik, tutuculukla
başlıyor.
Türk gericiliğinin amacı,
tutuculuktur.
Birinci Tez: Türk
gericiliği, aydın düşmanlığıyla başlar.
İkinci Tez: Türk aydını,
memur olarak doğduğu için, Türk gericiliği bürokrasi düş-manıdır.
Üçüncü Tez: Çağdaş Türk
aydını ve bürokratı Tanzimat ile birlikte doğduğu için Türk gericiliği Tanzimat
düşmanıdır.
Üç tezin uzantısını
yazıyorum: Aydın düşmanlığı, bürokrasi düşmanlığı, Tanzimat düşmanlığı, Türk
gericiliğinin turnusol kağıdıdır.
Ziya, hiçbir yerde
Tanzimat’tan olumlu olarak söz etmiyor.
Türk gericiliğinin temel
çizgisi halkı kullanmaktır. Türkçüler dahil, İslamcılar ve tüm Türk gericiliği
hiçbir zaman özgürlükçü olmadı.
Türk gericiliği Mustafa
Kemal’in yönetimindeki Anadolu İhtilali’ni bir İttihat ve Terakki “oyunu” olarak
damgaladı.
Prens Sabahattin…
Hamit, korkuyu aydının
içinde yaşatıyor; başarısı, buradan geliyor.
Bu kadar da değil. Hamit,
muhalefetini cezalandırmanın yanında ödüllendirmeyi bir yöntem haline
getiriyor.
Bunun, aydının içinde
yaşayan korkuyu bir kansere çevirebildiğim düşünüyorum.
…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder