9 Haziran 2025 Pazartesi

Yalçın Küçük - Aydın Üzerine Tezler - 2

Aydın Üzerine Tezler 2

Mızrak Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2011

 


Önsöz

A, “Hareket Ordusu” hala yazılmamıştır. b, Şehir, “İstanbul”, bir sokak savaşı ile zaptedilmiştir. c, Ayastefanos’ta, şimdiki “Yeşil Köy”, bir “Millet Meclisi” toplanmıştı ve Arıkara’daki iklncidir. d, Sultan Hamit, bu Meclis’in kararı ile indirilmiştir. Bu ekte, bunlarla yetiniyorum ve yeni’dir.

 

Birinci Bölüm

AŞAGILIK DUYGUSU

“Ne Mutlu Türküm Diyene!” Bir övünme mi, yoksa aşağılık duygusundan kurtulmak için bir haykırış mı? Yüzyıllardır horlanmış, ezilmiş ve zaman zaman esir edilmiş bir halka kendisine güvenmesi için, çubuğu ters tarafa bükerek, bir büyük çağrı mı? Şöyle de söylenebilir: “Ne Mutlu Türküm Diyene!” Kendine güveni olmayan bir kütle ile bir yola çıkıp bu yolda yürümek isteyen bir lider için zorunlu bir dua mı?

 

Bilim, Atina'dan İskenderiye’ye, buradan Suriye ve Antakya’ya, Antakya'dan İstanbul’a seyrediyor. İstanbul'dan Batıya gittiğini söylemek o kadar kolay değil.

 

İtalyan Machiaveili’den Prens, İngiliz Moore’den Ütopya, Felemenk Erasmus’dan Deliliğe Methiye. Bunlar insanlık ta­rihinin çocuksu ve heyecan verici başkaldırı abideleri oluyor.

 

Türkçülük, Türkler için, çaresizliktir.

 

Osmanlı Münevveri Allah’tan sonra en çok Düvel-i Muazzama’dan korktu’ Türkiye’de aydın bu süreç içinde doğdu ve Türkçülük, bir çaresizlik olarak, aydının doğumunun daha ileri aşamalarında ortaya çıktı.

 

Türkçülük, aşağılık duygusundan kaçış olarak, çaresizin sığınağı türünden ve önce Tanzimat’ın yarattığı edebiyatta bir edebi akım içeriğinde ortaya çıktı.

 

…tarih boyunca Türk, Türk’ü aşağıladı. “Anadolu Halkı” en aşağılayıcı sözleri, tarihler boyunca, Türklüğe ve kendisine ayırdı. Ahmet Vefik Paşa, Müntehabatı Durubu Emsafinde, Türk’ün Türk’e yönelttiği bu aşağılayıcı darb-ı mesel’den bir demet yaptı. “Türk atına binince Bey oldum sanır.”

“Türk olana şehir içi zindan olur.”

“Türk pohpohu, Acem pehpehi sever.”

“Türk işi ödünçtür.”

“Türk danişmend olur, adam olmaz:

“Türk ne bilir bayramı, laklak içer ayranı:’

“Türk ve tosun çünkü doğdu anadan, öğüt aldı eşek ile danadan.’

“Türk’ün aklı sonradan gelir.”

“Türk derneği olmaz.”

“Türk’e beylik vermişler, iptida babasını öldürmüş”

 

Türkler, yüksek devlet görevlerine, çok uzun bir süre gelemiyorlar.

Türkler, kendi kurdukları devlette, kamu görevine alınmıyorlar!

 

Türklerin Tarihi’nde, bir yerde, Doğan Avcıoğlu şöyle yazıyor: “Araplaştırma, doğaldır ki, islâmlaşmayla birlikte gider. Fakat islâm olma, Arapla eşit statüye ulaşma anlamına gelmez. Arap olmayan Türk ve îranlı müslümanların bir tür köle statüsünden kurtulup Araplarla eşit duruma gelmesi, ihtilâlleri gerektirir.”

 

Yedinci yüzyıldan sonra dokuzuncu yüzyıla kadar Türkler, Arap saldırıları karşısında bağımsızlığı, Çin Sarayına yaranmak olarak anlıyorlar.

Çin Sarayı, Türklerin bağımsızlığını önemsemiyor; Çin, Türklere yardım etmek üzere asker göndermiyor. Türkler, Araplar karşısında bağımsızlıklarını koruyamıyorlar; köle oluyorlar. Arap kaynaklarına bakılacak olursa, Türklerden iyi köle oluyor.

 

Oğuzlar, baskınlarda yakaladıkları Çığıl, Tuhsi ve Karluk Türklerinden gençleri, islâm tutsak pazarlarında satarak büyük kazanç sağlar­lar.

 

Uzun yıllar köle yaşayan Türklerin yeni yurtlarında bağıms"ız devlet olmaları Selçuklular ile başladı.

 

Köksüz Türk, Anadolu'daki ilk devletine “Roma’’ adını uygun görüyor, bu devlet resmi yazışmalarını Arapça yapıyor ve yöneticilerine Keyhüsrev, Keykavus, Keykubad türünden Farsça isimler koyuyor.

 

…kapitülasyonlar, Türklere ve Osmanlı Devleti'ne özgü bir kurum değildir. Ortaçağda toprak genişlemesi peşinde koşan her devlet, kapitülasyonları bir araç olarak kullanıyor.

 

Ziya Bey (Gökalp), “Türk Sanat Müziği” olarak sunulan müziğin, çok doğru olarak, bir Arap tarafından geliştirilmiş Bizans müziği olduğunu yazıyor.

 

Hitler'in baskısından kaçan Alman profesörler Türk üniversitelerini Alman bilimsel ekollerinin ve bundan yüzyıllar önce Moğol saldırılarından kaçan İran dervişleri de Selçuklu medreselerini İran sanatının kaleleri haline getiriyorlar. Köksüzlük her zaman aynı sonucu veriyor.

 

Araplar var. Araplar, Türkler üzerinde en kıskanç, en acımasız ve en şoven ideolojik hegemonyayı kuran “ulus” oldular.

 

Teori, kavganın ürünüdür.

 

Hiçbir zaman ortodoks müslüman olamayan Osmanlı hükümdarları, hep bir asalet ve dayanak arayışı içinde göründü.

Diğerini ve en önemlisini, Arap halifelerinin fermanlarından umdular. Halifelerin fermanları, Osmanlı hüküm­darları için, tebaaları üzerinde, bir tür meşruiyet kaynağı, bir tür egemenlik hakkının başlangıcı oldu.

 

Hüseyin Cahit Yalçın / Basınımızda Arapları tutma eğilimi iyi­ce güçlüydü. Türkçe mi yazacaksınız; Arapça öğreneceksiniz. Dininizi mi bileceksiniz, Araplardan ve Arapça eserlerden öğreneceksiniz:

 

“‘Türk’ün Atı’nın ayağını bastığı yer çöle döner’ şeklinde Batı’da çok kullanılan sloganın kökünü XIII’ncü yüzyılda Türk hakkın­da yukardaki görüşleri ortaya atan Arap tarihçisinin beyanlarında aramak yanlış olma­yacaktır.” Yanlış olmayacağında, hiç kuşku yok. Çünkü Batı, tekrar oluyor, rönesansını, Arap tarihçilerini, Arap bilim adamlarını okuyarak başlattı. Bu arada Türkler ile ilgili karalamaları, Arap kaynaklarından okuyarak, yeniden doğdu.

 

İmam Gazali “İhyâ-i Ulûmi’d-Dîn adlı ünlü kitabında Türk’ü gerçekten çok olumsuz yetenek ve nitelikte göstermesini bilmiştir. İmam Gazali’ye göre Türk’ün Arap bedevisinden, ve Kürd’ten farkı yoktur; zekâ yetersizliği bakımından bunlar arasında seviye farkı görülmez

 

Türkler, bilim olarak, kutsal kitap olarak, Arap metinlerine bağlı kaldılar. Uzun yüzyıllar Türk üniversiteleri demek olan medreselerde yalnızca Arap me­tinleri okutuldu ve itibar edildi. Aydın olmak, uzun yüzyıllar, Arap metinlerini bilmek demekti; bu metinler, Türkler için hakaret dolu idi. Demek ki, Türkler için, uzun yüzyıl­lar aydın olmak, Türklere hakaret eden metinleri okumak ile özdeş oldu.

 

Koçi Bey Risalesinden / “Harem-i Hümayuna kanuna aykırı olarak Türk ve förük, çingene, yahudi, dinsiz, mezhepsiz nice kallaş ve ayyaş şehir oğlanları girer oldu. Bundan sonra bir tedbir alınmazsa, tımar ve zeamet, erbabına verilmezse bu derme çatma asker ile din ve devlete lâyık hizmet görülmez. Bir iş tamamlanmaz’

 

Türkiye’de özgün düşüncenin doğumun­da ilk adımları atanlar arasında yer alan Asım Efendi, Kâmus çevirisinde, Ye’cuc ve Mecuc konusunda Arap kaynaklarına bağlı kalıyor.

 

İbn Haldun'un Mukaddime’si, Osmanlı aydın ve yöneticileri arasında bir ideoloji etkisi yaptı.

İbn Haldun’un yenikçi, kötümser dünya görüşü, en çok Osmanlı entelijansiyasının bakış açısı oldu.

 

Cevdet Paşa, Türk tarihçiliğinde ilk büyük isimdir, Türk düşüncesini sanıldığından daha fazla etkilemiştir.

 

Türklerin Anadolu’yu zaptı, belli bir zaafı da ön plana çıkarıyor.

Bizans kanalıyla Roma kurumlarını, kurumsal bütünlüklerini bozmadan, alıyorlar. Edebiyat olarak perspektiften uzak İran sanatını, kendi sanatları sayıyorlar. Bütün bilim, eğitim kurumları, eğiticiler ve yöneticiler, Arap ideolojisinin kıskanç mengeneleri arasında sıkışıyor.

Araplardan, Arap kini ile sulamış bir Türk düşmanlığını alıyorlar.

Yine Araplardan, Arap dünyasında bir meçhul şöhret olan İbn Haldun öğretisi ile, kötümserliği ve kaderciliği, ithal ediyor­lar. Böylece Osmanlı Münevverine has, kendine güvensizlik ve toplumların kendi yazgılarını değiştiremeyeceği düşüncesi, tarihsel ve toplumsal kaynağına kavuşmuş oluyor.

 

…çare, zordur. / kolay çare olmaz.

 

Sait Halim Paşa’nın Buhranlarımız adını taşıyan kitabının, Türk gericiliğinin görüşlerini açık seçik ve önceki bir zamanda açıklayan, temel dokümanlardan birisi sayılması ge­rektiğine inanıyorum.

 

Yirminci yüzyılın başında Osmanlı Türkiyesi’nde islamcılık, güçlü taraftarları bu­lunan çare akımlardan birisidir, bir tepki akımıdır. Daha açık söylenebilir, Tanzimat’a tepki olarak gelişti. Daha doğru söylenebilir, Tanzimat’a tepki olarak gelişen akımlardan birisi oldu.

 

Türkçülük, Tanzimat’ın hem bir zor çocuğudur ve hem de Tanzimat’a tepkilerden birisi.

 

Çaresizlik: Türkçülük

Kendi yurdunda ve kendi devletlerinde uzun yüzyıllar hor görülmüş olan bir dil, bir tür intikam peşinde koşuyor: Türk Dil Tezi, bütün dilleri kendisine bağlamaya çalışıyor.

 

Türkiye’ye ve Türklerin kullanabileceği ilk matbaa onsekizinci yüzyılın başında geldi. Getiren bir Macar dön­mesi olan İbrahim Müteferrika oldu. Ünlü bir Fransız, Comte de Bonneval, Ahmet Paşa adını alarak Türk Ordusu’nun modernizasyonu işini üzerine aldı. Comte de Bonneval, Üsküdar’da Hendesehane’yi kurdu; Türkiye’nin ilk mühendislik okuludur, hangi mimar ve mühendis kendi geçmişinde ve kurucu rolünde bir yabancının bulunduğunu yadsı­yabilir? Baron de Tott, topçuluğu geliştirdi.

 

Eylem, bilinci etkiliyor.

 

Türklerin ve özellikle Anadolu’ya yerleşip Batı Türkleri olarak bilinen Türklerin hiçbir bilimsel geleneği olmadı. Bilimi hep dışardan aldılar.

 

Şu biçimde de söylenebilir: Türk ulusçuluk akımı, bir çaresizlik olarak doğan Türkçülük akımı, Türk olmayan ajanlar tarafından geliştirildi.

 

Türkçülük akımının başlamasında önemli isimlerden birisi olan Konstantin Bojens- ki, Türk adıyla Mustafa Celaleddin, Türklüğü yalnızlıktan kurtarıp Avrupa’daki uluslarla birleştirmeye çalıştı.

Arminius Vambery ise, Türklüğü yalnızlıktan kurtarma amacına bağlı kalmakla birlikte, Türklere akraba ulusları başka yerde aradı. Macar Vambery, Avrupa’ya yerleşmiş uluslardan Macarların Türklere akraba oldukları­nı şiddetle savundu; buna ek olarak, Çinliler, Moğollar, Estonyalıların, Türklerle birlikte, Turan ırkını meydana getirdiğini ileri sürdü.

Vambery, Türkiye’de, Celâleddin’den daha çok tanındı ve çok daha fazla etkili oldu. Çünkü sahte bir derviş olarak üç yıl Türkiye ve Orta Asya topraklarında gezdi, bilgi topladı, propaganda yaptı.

 

Türkçülük akımının büyük isimlerinden birisinin daha, Türk olarak dünyaya gel­memiş olduğu ortaya çıkıyor. Grand Larouse Encyclopedique, “Frasheri” maddesinde, Şemsettin, Sami’nin Arnavut olmakla kalmayıp aynı zamanda bir Arnavut milliyetçisi olduğu yazılıyor.

 

Necip Asım, Türklerin içinde bulunduğu aşağılık duygusunu çok iyi gören ve bütün çalışmalarını Türkleri aşağılık duygusundan kurtarmaya çalışan bir aktivisttir.
Türkleri aşağılık duygusundan kurtarmak için, kendi deyişiyle “Vavlı Türk” oluyor. 

Necip Asım da Türklüğün sınır bölgelerinden geliyor. Anadolu’nun Arap nüfusa en yakın kasabalarından birisi olan Kilis’te dünyaya gelmiş.

Arap kaynakları, Türklerden hep, Etrak-ı biidrâk, Anlayışsız Türkler, olarak söz edi­yor. Necip Asım, Terk yerine Türk yazımını ileri sürerek, buradaki uyaktan ve hakaret dolu deyimin kullanılmasını kolaylaştıran ses uyumundan kurtulmaya çalışıyor.

 

Ahunzade Feth Ali, yine Rusya’da doğup eğitim gördü, fakat etkinliğini İstanbul’da aradı. Hakkında net olarak bilinen, Türkiye’de alfabe üzerinde ilk reform önerisinin sahi­bi olmasıdır.

 

Türkçülük, çaresizliktir. Bu, değişmez tezdir. Türkçülük, çaresizlik olduğu için, yerel kaynaklıdır. En çaresiz olan, Anadolu Türkleridir. Ancak Türkçülük akımını, Türk olarak doğmayanlar ya da sınırda doğanlar geliştirdiler.

İtici ekono­mik güçten yoksun Türkçülük akımına, birlikçi ve bunun için de yayılmacı fonksiyonlar yüklediler.

 

-       T. More – Utopia

 

İkinci Bölüm

BAŞKALDIRAN DİNAMİĞİ

Tanzimat Programı, net ve tutarlıdır, kendisi için koyduğu amaç açısından. Tanzimat’ın kendisi için koyduğu amacı, bir benzetme ile, daha iyi anlatabilmeyi umu­yorum: Amerika Birleşik Devletleri’nden önce, Amerika Birleşik Devletleri’ni, Osmanlı İmparatorluğunun parçalanan toprakları üzerinde kurmak. Budur, amaç.

…yeni bir birlik ve yeni bir “millet” yaratmak için mutlaka bir ekonomik hareketlilik, isterseniz adına ekonomik gelişme diyebilirsiniz, gerekiyor.

Tanzimat Programı dayanağını, ekonomik sınıflarda ve bu sınıfların hareketliliğinde değil, yabancı elçiliklerde aradı.

 

Aydın, toplumsaldır ve tarihseldir. Gökten hazır ve İnsan-ı Kâmil olarak gelmi­yor.

Aydın, ayrışarak gelişiyor. Doğarken aydın, bütün akımları içinde barındırıyor. Programların başarısızlığında, sürekli hayal kırıklığı içinde yoğrularak, ayrışıyor. Ayrış­mak, aydın için gelişmek demek oluyor.

 

“Ağır bunalım”, “parlak” gelişmenin habercisidir.

 

1917 yılı içinde yeni bir edebî kuşağın, Servet-i Fünun dergisinin say­falarında iddiaları ve eserleriyle yer aldığı görülür. Türk Yurdu dergisi / şair ve ediplerin “Şairler Derneği” adlı bir dernek kurduklarını kaydet­mekte

Türk Derneği, kurucularının İstanbul’dan uzaklaşması nedeniyle kapanıyor; bir süre sonra Türk Yurdu kuruluyor.

 

Üç Ahmet: Mithat, Vefik, Cevdet

Üç Ahmet, başkaldırmayandır. Ancak çok çalışkandırlar: Ahmet Mithat’a çağdaşları, “kırk beygir gücünde yazı makinesi" adını takmışlar.

Bir ellerini uzattıkları halk, İslami ve Türk olduğu için yer yer islamcı ve yer yer Türkçü oluyorlar.

 

Yusuf Akçura

1876 yılında doğan Yusuf, henüz iki yaşında iken, tam romanlarda ol­duğu gibi, zengin babasını kaybediyor.

Zenginlikten kaybeden Yusuf, çok çalışkan bir Harbiye öğrencisi olu­yor.

İsmail Gaspirinski Yusuf’un eniştesidir. Kaybetmiş bir burjuva aileden gelen Yusuf’un Türkçülük akımına ilgi duyması kaçınılmaz

1908 Türk Devrimi’nden sonra Türkiye’ye dönüyor. Türkçü dernekleri kuruyor. Türk Derneği, Türk Yurdu ve Türk Ocağı örgütlerinin kuruluşunda hep Yusuf Akçura var.

Okullardan kovuluyor, Darülfünuna profesör atanıyor. 1909 yılında Darülfünunun 1914 yılında Mekteb-i Mülkiye’nin tarih müderrisi olu­yor.

 

Emre Kongar’ın derleyip yayımladığı Türk Toplum Bi­limcileri içinde Yusuf Akçura yok. Belki de kafası çok net olduğu için; Akçura, Kongar’ın derlemesi için incelettiği bütün “Türk” toplum bilim­cilerinden çok daha fazla bir soyutlama yeteneğine sahip.

 

Türkçülük akımına yönelttiği eleş­tiriler öldürücü değil, tam tersine geliştirici bir öz taşıyor.

 

Ahmet Mithat, çok yazdı

27 yaşındaki Ahmet Mithat Efendi sadece yazı yazabiliyordu. Tahtakale’de küçük bir ev tuttu, alt katına küçük bir matbaa kurdu. On beş kişilik aile içinde Ahmet Mithat, üst katta sürekli olarak yazdı, alt katta dizdi, bastı ve sonra tütüncü ve aktarlara bunları dağıttı.

Yaşamak için ve geniş ailesine bakabilmek için sürekli yazdı.

Ahmet Mithat, yazıyı, yığınlara bilgi verme ve yığınlarda ilgi uyandırmanın aracı sa­yıyor.

 

Türk aydın tarihinin İlk öğretmen’i, dönek ve nankördür. Ahmet Mithat, Türk aydın tarihinin ilk büyük dönek ve nankörüdür.

 

Paris’te yayımlanan, Jön Türk dergisi Fransızca Mechveret, 1897 yılında çıkan yir­mi ikinci sayısında, Ahmet Mithat’ın sağlığında yalnızca övdüğü Mithat Paşaya, ölü­münden sonra iftira ettiğini, kendi hamisine ihanet eden bir karaktere sahip olduğunu yazıyor.

 

Ahmet Mithat’ın Felatun Bey ve Rakım Efendi romanı, aydını konu alan ve yeni yetişen Batılı aydını hedef seçen bir romandır.

 

Dekadan / Türk yenilikçilerinin alnına bu sözü de Ahmet Mithat yapıştırdı. Bu yüzden de ken­di kuşağı ve kendisinden sonra gelen kuşaklar, Ahmet Mithat’ı hiçbir biçimde affetmedi.

 

İkinci Meşrutiyet, Ahmet Mithat’ın yüzüne bakmadı. Artık itibarsız bir kimseydi.

 

Robert Kolej’in birinci kısmının yerini Ahmet Vefik Paşa evvelâ 16 bin liraya, sonra ikinci kısmını da 20 bin lira mukabilinde Amerikalılara satmıştır. Demek oluyor, Türkçülük tarihinin en büyük isimlerinin başında gelen Ahmet Vefik, İstanbul’un en güzel iki mülkünü misyoner ye­tiştirmeleri için Amerikalılara satıyor.

 

Cevdet Paşa

Tarihçi olduğu için bütüne bakmak gereğini duyuyor, bu, tarihçi olmanın ilk ko­şulunu da içeriyor. Tarihçi olmak vakanüvis olmak değildir, bir bilim adamı olmaktır. Vakanüvis olayları kaydediyor, tarih biliminin mensubu tarihçi bütüne bakabiliyor.

 

1822 doğumlu Cevdet Paşanın Tezakir’ini okumak, başka bilgilerin yanında, Türkiye’ye Darülfünun düzeni gelmeden önce Türk üniversite öğrencilerinin, medrese suhtelerinin ya da softalarının, nasıl yetiştikleriyle ilgili paha biçilmez bilgiler sağlıyor.

 

Yazanların kafalarının arkasında, çok zaman yazıya dökmedikleri, bir temel renk oluyor.

Tarih-i Cevdet’i okumak, bugün okumak, Cevdet Paşanın Türk yeni­lik hareketine nasıl katı bir cephe tutmaya çalıştığını çok açık bir biçimde ortaya çıkarıyor.

 

Tanzimat ile birlikte Türkiye’de iki parti ortaya çıkıyor: Yenilikçiler ve karşı olanlar.

 

1861 yılında, Rusya’da kölelik resmen kaldırılıyor. 1865 yılında Amerika Birleşik Devletlerinde Kuzey-Güney Savaşı oluyor. 1868 yılında Japonya’da Meiji Res­torasyonu başlıyor. Bunların her üçü, kendi topraklarında, yeni bir tarihin başlangıcı olarak kabul ediliyorlar.

 

Tanzimat’ın ilk çocuklarının, Kemal ve arkadaşlarının çıkardığı dergilerin ad­ları: İbret, Hürriyet, Ulûm.

İttihat ve Terakki kuşağının, der­gilerinin adları: Şûra-yı Ümmet, Meşveret, İçti­hat.

Hepsi dinsel ve islamik kaynaklardan çıkıyor. Bu, genel eğilimi gösteriyor.

Kanun-ı Esasi, Türkiye’de ilk anayasa, 14 Aralık 1876 tarihinde ilan ediliyor. Aynı gün Kasımpaşa’da İstanbul Konferansı açılıyor.

 

Sultan Hamit, en başta Mithat’ın eliyle ve Mithat’ın omzuna basarak tahta çıktı.

Mithat, Abdülaziz’i öldürmekten dolayı idama mahkum oluyor. Sultan, yalancı bir mahkemede mahkum ettiği Mithat Paşayı, ne kadar merhametli olduğunu göstermek için, affediyor; Taife sürgüne gönderiyor. Ancak sürgünde bile rahat değil, öldürülme­sini istiyor.

 

Abdülhamit, Türkiye’nin bütün kurumlarını ve başta ordusunu, Alman nüfuzuna açtı; bu nüfuz ile yetişen ordunun bazı subaylarına bakılarak, bir zaman geldi, Berlin’de Türkiye’ye “Enverland” denildi.

 

Otuz üç senelik saltanatında, icrasını irade ettiği ölüm ferma­nı sayısı sadece onbirdi.

Hamit, Mithat Cemale göre, hayatı boyunca “üç şeyden korktu.” Bunlar, hal’edilmek, öldürülmek ve idam cezası vermek.

 

Mizancı Murat

 

Üçüncü Bölüm

KAVGA: EDEBİYAT İLE EĞİTİM

Sanat yeni insanı yaratır, estetik, son çözümlemede, yeni insan yaratmak demek oluyor.

Deha, tekilde soyutu; geçicide kalıcı olanı görebilmektir.

Edebiyatta deha, tekilde kalıcıyı yazabilmek oluyor. Kalıcı, yeni olandır. Eski olan, adı üstünde, kalmaz. Edebiyat ürününü yaşatan, geçici somut ile yumak olmuş bir bi­çimde kalıcı yeniyi görüp yansıtmasıdır.

 

Fikret, “Gençler, bütün ümmid-i vatan şimdi sizdedir” diyerek devam ettiği Yarın şiirini, o günler için Türkiye’de yepyeni duygu ve düşüncelerle sona erdiriyor.

Fikret’te gericiler için açılmış bir kavga var. Tarih-i Kadim, gericiliğe karşı bir çı­kıştır.

 

Türkiye’de Tanzimat’tan önce “edebiyat” kelimesi yok, yalnız Türkçede değil, Türkçenin kelime hâzinesi işlevini gören Arapça ve Farsçada da böyle bir kelime yok.

Batı’da ve Rusya dahil, edebiyat kelimesi Latince harf anlamına gelen littera kelimesinden geliyor, yazmakla ilgili bir yanı var. Tanzimatçılar bu yana hiç önem vermiyorlar; iyi davranış demek olan “edep” kelimesinden edebiyat’ı türetiyorlar.

 

Tanzimat’tan önce Türkiye’de edebiyat yoktur. Edebiyat, bu­nalımlı bireyin yazılı sanat türüdür.

Tanzimat edebiyatının üç özelliği

Bir: İdeolojik bir yapısı var. İki: Divanın etkisinde olmakla birlikte yer yer halka yönelme zorunluluğuyla yalın bir anlatıma özeniyor. Üç: Romantik.

Servet-i Fünun edebiyatı, bu üç özelliği açısından, Tanzimat edebiyatının tam tersidir. Mesajlı edebiyatı kesinlikle reddediyor. Yalın anlatımı, bu arada halkçılığı, nerede ise bayağılık düzeyinde görüyor. Kuşkusuz, romantizmi kabul etmiyor.

Garip Akımı ve Orhan Veli ile diğer öncüleri, Türk aydınının yüz karasıdır; aydın olmaya reddiyedir.

…yerini, sorumluluktan kaçış bakımından kendisini sürdüren, ancak, biçimciliği “halkçılık” yerine bunun tam zıttı bir entelektüalizm ile süslemeye çalışan İkinci Yeni akımına bırakarak çekildi, gitti.

 

Tez: Osmanlı bilimi, ilim, çok zayıf; bilim adamları, ulema, çok güçlüdür.

Osmanlı düzeni, yönetmenin kolaylığında, sığ bilim adamlarını, düşünülmesi zor ayrıcalıklarla donatarak, yönetimi daha da kolaylaştırıyorlar

 

İnsanlığın büyük uyanışında, bilim ve aydın, dinden kopmaya başlıyor.

Ulema, çok büyük ayrıcalıklara sahip; bunların başında idam edilmemesi geliyor.

Osmanlı Devletinde 1839 tarihine kadar vezir-i azam olan 182 kişi­nin 23’ü görev başında, 20’si görevinden ayrıldıktan sonra idam edilmişlerdir. Buna karşılık, hemen aynı sayıdaki şeyhülislâmdan idam edilen sadece üç kişidir.

 

Zayıf bir bilimsel ortamda güçlü bir ilmiye sınıfı bu gücü finanse edebilecek genişlemenin tıkanmasıyla birlikte, kendi içinden çürüyüşü hızlandırıyor.

 

Kanuni / kendisine güzel kasideler yazan Şair Bakiyi, mülazamat yasalarına aykırı olarak ve hızlı bir biçimde müderris yapıyor.

Bu tarihten itibaren mülâzamat alenen para ile elde edilmeğe başladı; voyvodalar, subaşılar on bin akçe mukabilinde mülâzamat satın alarak tahsil görmeden kadı olmağa başladılar.

Koçi Bey, bu süreç içinde, “ilim sahası cahillerle doldu” diye yazıyor.

 

Sovyetler Birliğinde Türkolog A.D. Jeltyakov, / Türkiye’de ilk tipograf makinesini İspanya’da engizisyondan kaçan David ve Samuel Nahmesı adlı iki Yahudi kardeşin kurdurduklarını belirtiyor.

 

Temel dinsel kitapların yayılması, cehaletinin tüm açıklığıyla ortaya çıkmasından ve ayrıcalıklarının dinamitlenmesinden başka bir sonuca açık görünmüyor.

 

Bilim, depoda sakla­nacak bir malzeme olarak bile, Osmanlı topraklarına uğramadı.

 

Osmanlı bilimin dışındadır.

Osmanlı, derinliği olmayan kolay bir yönetimdir.

 

Cemiyet-i İlmiyenin amacı çok açık: Telif veya çeviri kitaplarla, her türlü yayın ile ve halka açık dersler vererek, Osmanlı toprakları üzerinde bilim ve fenni yaymak.

 

Türkiye’de ilk Darülfünunun ilk müdürü, Hoca Tahsin Efendidir.

 

Beşir Fuad’ın doğum tarihi, babasının kim olduğu ve karısının kim olduğu bilinmiyor

Beşir Fuad, Türk aydın tarihinde düşüncesiyle yaşama biçimi arasında en büyük yakınlığı kurabilen ilk isim olarak ortaya çıkıyor.

Adana’da, çocukluğunda, cizvit okuluna gidiyor, papazlardan ders alıyor.

yük­sek eğitimini Harbiye’de yapıyor.

Büchner’in ve özellikle Madde ve Kuvvet kitabının etkisine giriyor.

 

Türkiye’nin ilk romancıları romantizmin, Osmanlıcası ile hayaliyunun, izleyicileri oldular.

Türkiye’nin ilk ihtilalcilerine “ro­mantik” kişiler gerek. Romantizm, bir tarihe dönmek, bir de kahramanca davranmak demek. Romantik, toplumsal gerçekleri ihmal ederek, bireysel gücü abartan, büyük özveriler karşısında aklın sınırlarını zorlayan eylemleri başaran kişidir.

 

Tevfik Fikret / Galatasaray müdürlüğünden kolaylıkla ayrılabiliyor. Tanin i kurup Taninden ayrı­lıyor. İttihat ve Terakki’nin üye komisyonundan ayrılıyor.

 

“Ahlaklı” olabilmek için mutlaka kavga etmek gerekiyor, çünkü kavga bir hareketi içeriyor. Duran bir nesnenin ahlaklı olup olmadığına karar vermek imkânsızdır

 

Kapitalist üretim biçiminde insan seven bir sermayedar akıllı davranmamış olur; sermayedar olamaz, iflas eder. Kapitalist sistemde, akıl, dürüst olmayı değil dürüst ol­mamayı gerektirir.

 

Fikret ile Akif kav­gasının başlangıcında Fikret’in uzun “Tarih-i Kadim” şiiri var. Fikret burada eskiye, eskiyi içeren Eski Çağlar Tarihi kitabına ve bu kitap içinde yer alan tüm Tanrılara başkaldırıyor.

 

Türkiye’yi kurtaracak iki silahtan birisini Avrupa’ya gönderilen gençlerin getireceği marifete; diğerini Tanrı korkusundan doğan, Türkiye’de var olduğu için Avrupa’dan ge­tirilmesine gerek yok, fazilete bağlayan Akif’in, Fikret’in, Türkiye’de fazileti yaratacak Tanrı korkusunda kuşku yaratabilecek şiirine pek kızdığı anlaşılıyor.

 

Hayal kırıklığı yazgıdır: Meşrutiyet’te Fikret Aşiyan’a göç ediyor. Cumhuriyet’te Akif, Mısır’a kaçıyor.

 

Ahlak’ın kaynağı akıl değildir. Ahlak, aklı harekete geçiren bir irade ile başlar. Ah­lak, hem bir hareket başlatıcısı ve hem de hareketin renklerinden birisini veren ilkedir. Ahlak yalnızca harekette vardır.

 

Dördüncü Bölüm

AYDIN TÜRK

Ziya

Ziya, Türk düşüncesinde Türk gericiliğine en büyük köprüdür.

Ziyadan önce Türkçede “ideoloji” kavramının bir göstergesi yoktu, Ziya, “mefkûre” kelimesini uydurdu.

Ziya, ne yazık, hiçbir ülküsü olmayan bir ülkü adamıdır.

Bir ülkü kurucusu olabilmenin gerektirdiği niteliklerden hiçbirisine sahip değil.

Emrullah Efendi Maarif Nazırı olduktan sonra Edebiyat Fakültesindeki psikoloji ve mantık dersi için kendine vekâlet edecek birini aradı. İstanbul klübünde psikoloji ve sosyolojiden bahseden Ziya hatırına geldi, birkaç İttihatçı da Diyarbakırdan yeni gelmiş olan Ziyayı ona tavsiye ettiler. Yüksek öğrenimi olmayan yalnızca birkaç yıl Baytar Lisesinde okumuş Ziya, böylece üniversiteye profesör oluyor.

 

…gericilik, tutuculukla başlıyor.

Türk gericiliğinin amacı, tutuculuktur.

 

Birinci Tez: Türk gericiliği, aydın düşmanlığıyla başlar.

İkinci Tez: Türk aydını, memur olarak doğduğu için, Türk gericiliği bürokrasi düş-manıdır.

Üçüncü Tez: Çağdaş Türk aydını ve bürokratı Tanzimat ile birlikte doğduğu için Türk gericiliği Tanzimat düşmanıdır.

Üç tezin uzantısını yazıyorum: Aydın düşmanlığı, bürokrasi düşmanlığı, Tanzimat düşmanlığı, Türk gericiliğinin turnusol kağıdıdır.

 

Ziya, hiçbir yerde Tanzimat’tan olumlu olarak söz etmiyor.

 

Türk gericiliğinin temel çizgisi halkı kullanmaktır. Türkçüler dahil, İslamcılar ve tüm Türk gericiliği hiçbir zaman özgürlükçü olmadı.

 

Türk gericiliği Mustafa Kemal’in yönetimindeki Anadolu İhtilali’ni bir İttihat ve Terakki “oyunu” olarak damgaladı.

 

Prens Sabahattin…

 

Hamit, korkuyu aydının içinde yaşatıyor; başarısı, buradan geliyor.

Bu kadar da değil. Hamit, muhalefetini cezalandırmanın yanında ödüllendirmeyi bir yöntem haline getiriyor.

Bunun, aydının içinde yaşayan korkuyu bir kansere çevirebildiğim düşünüyorum.

… 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder