Jeanine Chamond - Duyu Yönleri - Notlar
Deneyimlenen Mekânın
Fenomenolojisi ve Psikopatolojisi
Les Directions De Sens, Phénoménologie Et Psychopathologie
De L'espace Vécu, Le Cercle herméneutique, Argenteuil, 2004
Önsöz
Philippe Cabestan
15 Nisan 1881'de Thurgau kantonunda (İsviçre) doğan Ludwig
Binswanger, İsviçreli bir psikiyatrist ailesinden geliyordu.
Amcası Otto Binswanger, Jena'da Nietzsche'yi tedavi etti.
Binswanger tıp alanında doktora tezini yöneten C. Jung ile
tanıştı.
1907'de C. Jung'a Freud'la tanışmak için Viyana'ya eşlik
etti.
Anlamın yönü kavramı, bazı zorluklara yol açsa da, şüphesiz
Binswanger'ın varoluş anlayışında belirleyici bir yer tutar.
Binswanger için bir tarafta anlamlar, diğer tarafta uzamsal
yönler olmadığını, anlam yönleri hem uzamsal hem de dilsel olan tek ve aynı
varoluş hareketi olduğunu anlamalıyız.
Binswanger'a göre, anlam yönleri, ontolojik yapının bir
parçasıdır.
Freud için rüya, bastırılmış bilinçdışı arzuların sembolik
ifadesidir. Yorumlama, bu gizli anlamları çözümlemeye yöneliktir. Anlam,
geçmişte bastırılmış olanın bugünde yeniden ifşa edilmesidir.
Binswanger ise rüyayı bir "tezahür" olarak görür:
anlam, bilinçdışının değil, varoluşun ontolojik yapılarının şiirsel, mitik ya
da imgesel düzlemde açığa çıkmasıdır. Bu nedenle rüya, yalnızca geçmişin değil,
varoluşsal olanakların bir ifadesidir.
Binswanger’ın “anlamın yönü”
(Sinnrichtung) kavramı, anlamı yalnızca dilsel bir içerik değil, varoluşsal bir
yönelim olarak ele alır.
Anlam, bir bilinç tarafından verilmez; anlam, dünyada zaten
yönelmiş olarak vardır.
Binswanger’ın “anlamın yönü” kavramı, yalnızca bir teorik
araç değil, aynı zamanda felsefe ile psikiyatrinin kesişiminde bir ontolojik
hermeneutik önerisidir.
Binswanger ve anlamın yönleri
Jeanine Chamond
Yükselmeyen düşer.
Binswanger’a göre insan, varlığının en yüksek olasılıklarına
yön vermekle yükümlüdür. Bu yükümlülük bir sınav, bir drama, hatta bir
trajedidir.
Bu, varoluşun kendine yönelmiş bir yükseliş hareketidir.
Daseinsanalyse: Psikiyatrik Hermeneutik
“Anlamın yönü” kavramı, anlamı statik bir yapı değil,
dinamik bir yönelim olarak ele alır.
Binswanger:
• Heidegger’den varoluşun ontolojik yapısını,
• Husserl’den fenomenolojik mekânsallığı ve noetik-noematik
ayrımı,
• Freud’dan ise bastırılmışın yorumlanmasını alır – ama hepsini
dönüştürerek yeni bir psikiyatrik hermeneutik kurar.
“Anlamın yönü” kavramı, ilk kez Karl Löwith’in Heidegger
yönetiminde yazdığı tezde şekilleniyor. Löwith, “yukarı/aşağı” gibi zıtlık
çiftlerinin önce fiziksel dünyayı, sonra içsel insan dünyasını nitelediğini
gösteriyor.
Düşüş Deneyimi:
Ontolojik Bir Yaralanma
• 1930 tarihli
“Rüya ve Varoluş” metninde Binswanger, hayal kırıklığı ve dipsiz korku
deneyimini bir düşüş imgesiyle anlatır.
Yalnızca dünyanın ortasında duran
bir kişi düşebilir. Bu, eşik antropolojisinin tam merkezidir: düşmek için bir
yer gerekir.
(Bachelard) Şiirsel imge, varoluşun doğrudan ontolojisidir.
Bilgi devrelerinden geçmeyen, nedensellikten kaçan bir logos olayıdır.
Anlamın Kökensel Yeri: Anlamın acıklı doğuşu, bilincin
amaçlılığının altında yatan, tematik olmayan, yüklem öncesi ve kavram öncesi
olanda kök salmıştır.
İnsan kendini nesnel yapılandırmalarla temalaştırdığında,
bir nesneye dönüşme ve varoluş koşulunu kaybetme eğilimi gösterir.
Temanın Totaliterleşmesi
Dünyanın bir temaya dönüşmesi, varlığın tarihselliğinin
yenilgisine yol açar. Özerkleşmiş tema, sanrısal bir kurguyla gerçekleşebilir.
Hezeyanda (sanrıda), tema benzersiz, taşlaşmış, kapalı ve
değişmez bir anlam olarak kendini dayatır. Bu durumda deneyim temaya tabi olur,
tersi değil.
Heidegger'e göre varoluşsal mekân, nesnel
(matematiksel/soyut) mekândan önce gelir. Mekân, varoluşun günlük
eylemlerindeki mekânsallığı tarafından üretilir.
Mekân, varoluşun ilişki kurduğu, kendini adadığı ve mümkün
olanın okunu kendine doğru çektiği bir alandır. Varolan her zaman dünyaya
gömülüdür.
Mekânı yaratan, varoluştur. İçinde-olmayı oluşturan temas ve
karşılaşma eğilimi ile şeylere olan yakınlık durumu mekânı belirler.
Dikey boyut (yürümeye ve ayakta durmaya borçlu olduğumuz),
çabanın ve iradenin önemli yönüdür ve aynı zamanda havaya taşınma ile
derinliklere düşmenin anlam yönlerini içerir.
Çocuğun dikeyliği, omurga,
yükseklik, baş, ışık, maneviyat, ihtişam ve güç sembolleri (kılıçlar, asalar)
arasında bir akrabalık vardır. Din, felsefe, mitoloji ve sanat gibi insan
zihninin hemen her alanı gizlice veya açıkça yükseliş şemalarıyla doludur.
Öz-Gerçekleşme: Bir insanın ulaşabileceği en yüce şeydir.
Ibsen, bunu varoluşunun ideali haline getirmiştir.
Sağlıklı bir varlık, yataylık ve dikeylik arasındaki dinamik
etkileşimle, yani genişlikte yürümek ile yüksekliğe tırmanmak arasındaki
dengeyle karakterize edilir.
(kibir), dikeyliğin aşırı değerlendirilmesinden kaynaklanır.
Yükselme arzusu, deneyim kapsamının izin verdiği olanakları aşar ve idealin
mevcut deneyim temelinden çok yüksek belirlenmesiyle yapısal bir dengesizlik
yaratır.
Tehlike: Kibirli kişi çok yükseğe tırmanır, yolunu kaybeder
ve ölümcül bir düşüşle karşı karşıya kalır.
Engellenmiş Varoluş: Aşırı yükseklikte, varoluş engellenmiş
kalır ve kişi deneyim zemininde dayanak noktasını kaybeder.
Şizofren, varoluş sorunsalında saplanır ve deneyimin sonucu
onun için nesnellikte kırılır. Boşlukta yürüyen bir yaya gibi, takılıp kalır.
Manik/manyak, şizofrenin aksine, varoluş sorunsalının
üzerinden kaçınarak ve inkâr ederek geçer; sonsuzluğa baş döndürücü bir sıçrama
yapar.
Manyak gevezelik, günlük dilde "boş ağız" olarak
tanımlanır; bu, sıçrayan varoluş biçiminin (yansıtıcı veya yürüyüşlü varoluşa
karşıt) dildeki tezahürüdür.
Günlük yaşamda, rüyalarda, mutlu ortamlarda, sevgi ve
sanatın sunduğu zarafet ve varoluş coşkusu hallerinde yukarı doğru kaldırılma
hissi yaşanır.
Nevrotikler; nüfuz, küresel görüş ve ihtiyat eksikliği veya
varoluş olasılıklarının hiyerarşisini sezememe nedeniyle yanlış
yönlendirilmiştir.
Ibsen'in İnşaatçı Solness karakterinin hikayesi, sahte bir
yükselişin paradigmasıdır. Solness'in toplumsal yükselişi, karısının evindeki
yangın ve çocuklarının ölümü üzerine kurulmuştur; sevginin kuruduğu bir
varoluşu gizler.
Solness, hayatına giren Hilde (imkansızın cazibesi ve
troller) tarafından "bulutların üzerinde bir kale inşası" vaadiyle
düşüşe itilir.
…tırmanabileceğinden daha yükseğe inşa ederse, ancak
düşebilir.
Başarı, aşırılığı (Hubris) ihtiyatla (Phronesis)
birleştirmeyi bilmekle ve böylece antropolojik oranı korumakla mümkündür.
Binswanger, insan varoluşunun mimarisini yön, ölçü ve şekil
kavramlarıyla açıklamaya çalışır. Anlamın yönleri, en ayrıntılı kasıtlı
ifadelere kadar dünyanın antropolojik yapılarını düzenler.
Yönünü kaybetmek, ölçüyü aşmak, ölçüsüz bir düzende saplanıp
kalmak veya "güçlü ve net biçimi" boşuna aramak, insan için var olmama biçimleridir.
Melankolik: Kendinin arkasında olmak (Derinliğe gömülme).
Manik: Kendinden öte olmak (Aşırı yükseliş).
…
Samimiyet boyutu ve şiirsel alanın anlam yönleri. Bachelard'ın yaklaşımı
Florance Nicolas
Mekanın Poetikası / Bu eser, Bachelard'ın yönteminde,
psikanalizden fenomenolojiye doğru kesin bir kaymayı işaret eder.
Bachelard, psikanalizden tamamen vazgeçmese de, imgelerin
anlaşılmasında fenomenolojiye öncelik verir.
Topoanaliz ve İşbirliği: Bachelard, "mahrem hayatımızın
mekanlarının sistematik psikolojik çalışması" olarak tanımladığı
topoanalizin "betimleyici psikoloji, derinlik psikolojisi, psikanaliz ve
fenomenoloji (...) işbirliği üzerine inşa edilmesi gerektiği"ni savunur.
"İmgeyi fenomenolojik olarak anlamalıyız," der
Bachelard, "ona psikanalitik bir etkinlik kazandırmak için."
Bir imgenin bütünlüğünden yararlanmak için, onu
"fenomenolojik olarak anlamak," yani, "ona katı bir sembolizm
yükleyerek onu acımasızca yorumlamaktan ziyade, ona özgü dinamizme doğrudan
katılmak" gerekir.
Topophilia (Mekân Sevgisi):
Bachelard, araştırmalarının "topophilia" adını hak ettiğini
söyleyerek "Sadece 'mutlu mekan'ın, 'sevilen' ve 'övülen' mekanın
imgelerini kullanıyorum" diye bizi uyarır.
Metin, şiirsel uzayı Öklid/geometrik uzayın katı, düşmanca
ve mutsuz doğasına karşı konumlandırır ve onu "daha ilksel veya daha
kökensel" olarak niteler.
Geometrik Uzayın Düşmanlığı: Geometrik uzay, "basit
geometrik karşıtlığın saldırganlıkla renklenmesinin" kaçınılmaz olduğu,
"kaçınılmaz olarak mutsuz bir uzaydır." Bu uzay, dünyayla bağlarını
koparan Kartezyen özne tarafından inşa edilmiştir.
Yaşamın Kaynağı: Bachelard'ın gözünde, geometrik uzayın
varsaydığı düşmanlık ikincildir: "Özünde, tüm yaşam refahtır. Varlık
refahla başlar." Şiirsel mekân bu ilksel refah düzeyinde ortaya çıkar.
Şiirsel uzayın en belirleyici özelliği, Bachelard'ın
"mahremiyet boyutu" adını verdiği, alışılmış geometrik ölçülerin
ötesine geçen tek bir boyutta açılmasıdır.
Mahremiyet Boyutu: Bu boyut, "iç" ile
"dış" arasındaki karşıtlığın ötesinde uzanır. "Şiirsel uzam,
Öklid uzamı gibi üç boyutlu bir uzam değildir; tek bir boyuttan, 'iç' ile 'dış'
arasındaki karşıtlığın ötesinde uzanan yakınlık boyutundan
açılan bir uzamdır."
Yoğunlaşma ve Genişleme (Hassasiyet/Yakınlık): Yakınlık,
"tüm potansiyel zenginliğini bozulmadan koruyabilen kişiyi canlandıran bu
'gerilime'" adını verir (yoğunlaşma). Bu gerilim, "zıt yönlerde
esneyip genişledikçe" (genişleme) muazzam hale gelir.
Oda Örneği: Mahrem bir odanın huzuru, odayı içimizde
merkezileştirir: "oda o zaman içimizdedir, böylece 'biz görelim daha
fazlası. O yapmaz sınır daha fazlası, çünkü biz onun dinlenmesinin en derin
noktasındayız, bize bahşettiği dinlenmenin içindeyiz.'"
Ontolojik Rezonans: Şiirsel mekân, psikolojinin ötesinde
"rezonans" kavramıyla ilişkilidir: "Çarpışmadan sonra yankıları,
geçmişimizin anılarını deneyimleyebiliriz": görüntü "yüzeyleri
hareket ettirmeden önce derinliklere dokundu." Bu rezonans
**"ontolojik"**tir ve varoluşun "derinleşmesine" çağırır.
Şiirsel muazzamlık, büyük gösterilerin tefekküründen değil,
küçük şeylerin içsel derinliğinden doğar.
Bachelard, "Büyük, küçükten doğar," der,
"karşıtların diyalektiğinin mantıksal yasasıyla değil, boyutların tüm
zorunluluklarından kurtulma sayesinde, hayal gücünün etkinliğinin karakteristik
özelliği olan bir kurtuluş sayesinde."
Şiirsel alanda gerçekleşen bu büyüme, zihnin basit bir
işlemi değil, bir "doğa değişikliği"dir. "Mekanı değil, doğayı
değiştiririz." Şair, bir nesneye "nesnel olarak sahip olduğundan daha
fazla alan" verir.
Şiirsel çekim merkezi "hem gökte hem de yerdedir,"
ve bu, "aynı anda" gerçekleşen, "dönüştürücü, dönüşümlü olarak
karasal ve havai bir hayal"dir.
İyi dengelenmiş bir ev, "indiği bodrum katı ile çıktığı
çatı katının çift kutupluluğuyla belirlenir." Bodrum "arkasındaki tüm
topraklar" iken, çatı katı sayesinde ev "tüm gökyüzü bir teras
olarak" kabul edilir.
"Hayali düşüş" ve "Xerxes kompleksi"
(aşırı gurur) gibi tek taraflı eğilimler patolojik dengesizlik yaratırken,
yükseklik dinamik hayal gücünün pozitif yönüdür: "Aşağıda hiçbir hayali
çiçek açmaz... tırmanış gerçek anlamdır imgelerin üretiminin, dinamik hayal
gücünün olumlu eylemidir."
Şiirsel mekân, zamanı ardışık anlardan oluşan doğrusal bir
dizi olarak gören sıradan anlayışın ötesine geçer ve geçmiş, şimdi ve geleceği
bir araya getirir.
Şiirsel dünyaya "insan işleriyle acele edenlerin
girmediği" konusunda uyarı gelir, çünkü "tüm küçük şeylerin yavaşlık
gerektirdiği" ve muazzamlığın yalnızca durmayı kabul edene göründüğü
belirtilir.
Yavaşlık, zamanın dakiklikten
kurtulmasını sağlar: "Geçmiş, şimdi ve gelecek orada yoğunlaşır. Ve
böylece, tabut kadim olanın hatırasıdır."
Geçmiş, gerçekleşmiş olaylar toplamı değil, "dinamik
bir şekilde ele alınmayı ve ardından şimdiki zamanda yeni bir geleceğin
kapılarını açmayı talep eden" olasılıklardır. Eski anılar, "canlı bir
varoluş olasılığına" kavuşur.
Şiirsel alanın tüm erdemleri, ancak şiirsel dil aracılığıyla
ifade edilirse ortaya çıkabilir; zira sıradan dil (geometri) her şeyi sabitler.
Bachelard, "Çağdaş felsefenin dilsel dokusunun
geometrik kanserleşmesini" kınayarak, "Fiilleri yeniden harekete
geçirebilecek tek şey imgelerdir" der.
Şairin Görevi: Yalnızca şair, fiilin unutulmuş gücünü
yeniden keşfeder ve "açılmak, büyümek fiilinin öznesi" olarak uzamı
ortaya çıkarabilir.
Bachelard, Baudelaire'in "engin" kelimesine
odaklanır: "Bu sözcük bize, bizi kaygılandıran hayali hapishanelerden
uzakta, ufukta duran havayla nefes almayı öğretir." Bu kelime,
"sakinlik ve birlik veren, bir alan açan, sınırsız bir alan açan engin bir
sözcüktür."
…
Derinlik, yükseklik ve yalnızlık, düşme, uçma ve izolasyon
Mireille Coulomb
Kendimizi kaybetmeden yükselebilir, uçuruma düşmeden
derinliklere dalabilir miyiz?
Antik ve modern felsefe (Platon, Descartes, Kant), hakikate
erişimi bir yükseliş veya derinliklere dalış olarak tanımlar. Binswanger, bu
metaforların altında yatan, düşünür ile "deli" arasındaki gizli dramı
ortaya çıkarır.
"Dünyayı aşan düşünür ile kendini dünyadan sürgün eden
'deli' arasındaki yakınlık" filozoflar için örtük kalan bir dramdır.
Descartes, bedenden şüphe etme anında "delilik argümanının
engeline takılır" ve "'Ama ne? Onlar deli ve ben de onların
örneklerini izlesem daha az savurgan olmazdım'" diyerek bu sorudan
kaçınır.
Kant, Swedenborg örneği üzerinden, "Leibniz ile
Swedenborg'u, derin veya parlak düşünce ile deliliği nasıl ayırt
edeceğiz?" sorusuyla yüzleşir.
Binswanger, manik kişinin "ağız dolusu" sözleri
ile filozofun "kültürel ve dilsel iyiliğini büyük bir sözle
zenginleştiren, büyük bir sözle kazıyan kişi" arasındaki ayrımın
"varoluşsal karşıtlıkların en büyüğü" olduğunu ileri sürer.
Binswanger, yükseliş ve düşüş imgelerini Dasein'ın
(Burada-Varoluş) bedeninin ve varoluşunun temel yapıları olarak analiz eder.
Yükseliş veya düşüş, "varoluşun sistolü ve
diyastolüdür, Dasein'ın yapısal nabzıdır," ancak yükseliş
"yapılandırıcı ve zenginleştirici" iken düşüş "kayıp, acı ve
kökten sökmedir."
Patolojik yükseliş ve düşüş biçimleri, temelde "zemin
eksikliğinden" muzdariptir.
Binswanger, patolojide "kapsam ile yükseklik arasındaki
oranın" değiştiğini belirtir. Manyak "herhangi bir temelin
yokluğunda" uçar; küstah ise "deneyim ufkunun darlığı" ile
yükselir.
Asıl zorluk, gündelik çevre dünyasını sorgulayan düşünür
için "zemini tam olarak neyin oluşturduğunu ve yükseklik olasılığını neyin
tesis ettiğini belirlemek"tir.
Metin, psikozun ontolojik kökenini vurgular ve kopuk
bağlantıların yeniden örülmesi için iki yoldan bahseder: "küçük hiçlikler
aracılığıyla kopuk bağlantıları kademeli olarak yeniden kurmayı amaçlayan
antropolojik yol" ve "ölümlüler gibi yaşamayı kabul ettiğimizde her
şeyi tamamen farklı görmemizi sağlayan bir tür metafizik dönüşüme çağıran"
ikinci yol.
Binswanger'ın "yükseklik" ve "derinlik"
varoluşsal yönlerinin anlamını, Herakleitos'un ortak dünya (koïnos kosmos)
kavramı ve aşk temel formu üzerinden nasıl temellendirir. Otantik düşünce,
bireysel tecrit (idios kosmos) yerine evrensel olana geri dönmekle tanımlanır.
Binswanger'a göre, düşünce yoluyla yükselişi tanımlayan
fronesis (sağduyu/tedbir), Herakleitos'un logos'u aracılığıyla evrensel gerçeğe
erişir. Bu, psikotik tecridin (idios kosmos) antitezi olarak konumlandırılır.
…düşünürün ulaşmaya çalıştığı evrensel gerçektir ve 'bu
evrenselin ne olarak adlandırıldığı önemli değildir logos, kozmos, sophia veya
bunların hepsinin bir birleşimidir'.
Ortak Düşüncenin Gerekçesi: Yüksekliğin derinliğini haklı
çıkaran tek gerekçe, "psikotik kişinin kendini özel dünyasında izole
ettiği düşüncenin ortak karakteridir."
Otantik Özne: Bilge kişi, kalabalığın (tekdüze doxa) üzerine
çıkar ve "evrensele, ortak anlayışın temelini oluşturan gerçeğe ulaştığı
için kendini kaybetmez."
Kalabalık veya kitle, paradoksal bir şekilde, "insanın
yalnızlığının bir göstergesidir."
Binswanger, Heidegger'in "endişe" kavramına karşı
çıkarak, Temel Formlar eserinde "aşk"ı her türlü yüceliği
temellendiren bir topluluk olarak açıklar. Aşk, mutlak güvenin yuvasıdır.
Aşk, "Dasein'ı yalnızca
diğer insanlarla değil, onu aşan ve her birinin açılabileceği Hakikat ile de
gerçek anlamda birleştiren şeye duyulan güven dolu bir kararlılık olarak
tezahür eden 'Sen' olarak var olma sevgisinden bahsetmeye başlar."
Gerçek yüksekliği kuran anlam yönü değildir; o alanın,
"kişinin her zaman geri dönebileceği sevgi dolu bir destek veya bir
yuva" anlamına gelmesi önemlidir: "mutlak güvendir modus herhangi bir
mekân veya zaman koşulunu aşan bir yuvanın temeli."
Sapkınlık ve mani, "yuva kaybının, sevgi eksikliğinin
iki biçimidir," ve "Dasein'ın 'evin ve sevgi ile dostluğun
sonsuzluğunun dışına' sürgünüyle karakterize edilir."
Bir sanatçı veya filozofun yalnızlığı izolasyon değildir,
çünkü bu yalnızlık "evrensel hakikatin elde edilmesi ve açığa çıkarılması
yoluyla herkes için geçerli olması gereken şeye geri dönmeyi ima ettiği ve
talep ettiği için izolasyon değildir."
Bir sanatçı, aynı zamanda bir peygamberdir; "en yüce
görevinin, bakışlarını bir kez daha bu yükseklikten kendine doğru indirip
oradan başkalarıyla konuşmak" olduğunu kabul eder.
Hastaların Herakleitos'u veya Hegel'i anlamak zorunda
kalmayacağını belirten Binswanger, yine de şunu ekler: "ancak, eğer
doktor, onlarda ruhun nefesinin varlığını ortaya çıkarması gereken o küçük
maneviyat alevini ortaya çıkarmayı başaramazsa, hiç kimse iyileşemez,
varlığının derinliklerinde gerçek anlamda iyileşemez."
Anlam Öncesi Anlam Yönergeleri Hakkındaki Notlar
Federico Leoni
Binswanger'ın "anlamın yönü"
kavramı, varoluşun kuvvet çizgilerini tanımlayan radikal bir antropolojik
arayışın merkezindedir. Düşüş deneyimi, bu yönelimselliğin ne kadar temel
olduğunu gösterir.
"Acımasız bir hayal kırıklığı bizi 'bulutlardan düşürdüğünde',
aslında düşeriz; ancak bu ne salt fiziksel bir düşüş, ne de... bunun taklidi
veya devamı niteliğinde olan buna benzer bir şey; daha doğrusu, bu acımasız
hayal kırıklığının ve dehşetin özünün, dış dünya ile başkalarının dünyası
arasındaki uyumdan başka bir şey olmadığı söylenebilir; o zamana kadar
dayanağımız olan bu uyum."
Kavram, "varoluşun arketipal tasvirlerinin bir tür
alfabesine, açılış ve ebediyete gerçek fenomenolojik olarak stilize edilmiş ve
ansiklopedik olarak restore edilmiş ikonları" ortaya çıkarmayı amaçlar.
Anlam yönünün temel olgusu, "bir burası ile bir orası
arasındaki belirli bir ilişkiden, bir duraklamadan ve dolayısıyla burada olan
ile orada olan, yakın olan ile uzak olan arasındaki bir dokudan başka bir şey
değildir."
Husserl için "tüm
mevcudiyet alanının bir perspektif yapısı olması gerekiyor" ve bu yapı,
"her zaman ve yalnızca öznenin buradan, benim olduğum bu özneden...
nesnenin orası verilir." Bu, "öznel-aşkınsal" bir yönelimdir.
Aristoteles'in iştah
(oreksis) analizi, hareketin nihai nedeninin "pratik iyilik," yani
arzunun nesnesi (orekteton), olduğunu gösterir. Bu, nesnenin özneden önce
yönelimsel olduğunu ortaya koyar: "Özne iştahında... nesneye hitap
edebiliyorsa... bunun tek nedeni nesnenin ona zaten ve her zaman hitap etmiş
olmasıdır."
Sonuç, "yönelimsel olan özne değil, nesnedir."
Düşünülmesi gereken, bu iki figürün doğruluğundan çok,
"anlamın iki yönünün, özneden nesneye ve tam tersi şekilde kesiştiği
kararsız uzamdır."
Kesişme noktası, "her iki simetrik teleolojinin her
birinin, kendi başına ve kendi başına, anlam veya anlam deneyimi olarak
gösterebileceği ve düşünebileceği şeyden daha eski ve daha kalıcı bir
şeydir." Burada "anlamın yönü değil, saf anlam, yönü olmayan
anlam" kalır.
Psikotik delilik, "basit bir istisna... değildir. Tam
tersine, temel bir olasılık koşulunu, aşılmaz bir arkeolojik boyutu yeniden
harekete geçirir: kasıtsız bir kasıt veya anlam anını."
…
Kişinin kendi bedeninin mekânsallıkla ilişkili algısı
Franca Madioni
Metin, mekân
algısının, kinestetik deneyim ve bedenin hareketi aracılığıyla nasıl
kurulduğunu felçli bir vaka üzerinden açıklamaya çalışıyor.
…
Dokunma yönleri
Jean-Marc Chavarot
Dokunma: yaşamın temeli ve anlamın yönlerinin kökeni
Aristoteles'e göre dokunma, "duyuların ilkidir...
Dokunmanın dışında hiçbir hayat yoktur." Bu, duyarlılığın hem geçişli (bir
şeye dokunmak) hem de geçişsiz (bir şey hissetmek) olduğu anlamına gelir.
Var olmak, "her zaman zaten bir dokunuş dokunuşu olan
dokunuşu gerektirir." Yaşam bir şeye dokunduğu anda, "yaşam da
kendine dokunur."
Karşılıklılık: Duyarlılık,
"bir şeye dokunmak, hareketsiz ve her zaman hayata dokunmaktır."
Dokunma, özneyle a priori hassas olanla ilişkilidir; "Hiçbir zaman a
priori sadece hassas olanlara dokunulmaz."
Dokunma, Ben-Sen ilişkisinde "doğrudan diyalojiktir,
çünkü karşılıklılığın ta kendisidir." Duyarlılık, "ipseite ile
ötekiliğin ayrılmaz bağında" ortaya çıkar.
Anlamın Yönü: Bu ifade,
"tüm anlamlara içkin olan bu daha temel ve dolaysız 'yön' anlamına
çağırır: tüm anlamın ve tüm anlamlandırmanın içerdiği bir tür yön
matrisi." Bu hareket, izlenimdeki yaşamın kendisidir.
Duygular (korku, öfke, sevinç), "duygunun kendisinde,
tek bir izlenimde, tek bir anlamda bir araya gelerek tüm duyuları tek bir
hareketle bir araya getirir." Beden ve duygu birleşiktir: Korku,
"ayakların altındaki zeminin kaymasıdır" değil, en başından itibaren
bu kaymanın kendisidir.
Dokunma, "yaşamın
kendisini meşgul eder." Temas, her zaman önemli ölçüde sorgulayıcıdır,
çünkü kişi kendini risk altına sokar. "Güvensizlik
olmadan his olmaz."
Başkalarıyla temas,
öngörülemez olayına bağlıdır ve her zaman "temelde tereddütlüdür veya
tereddüt zeminindedir."
Korkaklık,
"karşılaşmanın güvensizliğidir." Bu, "ilişkinin doğasında var
olan güvensizliği maskeler... çoğu zaman da alışverişin kendisi pahasına."
Duyarlılığın bu temel
tereddüdü ortadan kalktığında, hareket şiddetli veya totaliter hale gelir
(saldırganlık) ya da felç ve kaçış (engelleme/inhibisyon) ortaya çıkar.
Utangaçlık, ise "her türlü alışverişin değişken doğasına karşı
duyarlılıktır."
Dış/iç veya dışsallık/içsellik ayrımı yanlıştır.
"Varoluş, kendi haline bırakıldığında, başlangıçtan itibaren hem ihtiyatlı
hem de ihtiyatsızdır."
Varoluş, "ne içerisi var ne de dışarısı, ne de giriş
içinde ekstra versiyonlar, ama aynı hareket, aynı sürüm varoluşun duyusal
olarak, dolayısıyla askıya alınmış olarak nabız ve inhibisyon." Başkalık
olmadan benlik olmaz.
Engelleme kaygıdır, aynı
zamanda cefa. "Acı, varoluşun hareketinin engellenmesidir." Bu,
"temasın yıkımı (yıkım) ve aynı şekilde temasın engellenmesidir
…
Kendini aşağı görme veya kendini aşma korkusu
Georges Charbonneau
Binswanger'ın Daseinsanalyse'inden esinlenerek,
psikopatolojiyi yaşanan mekân (espaces vécus) ve "anlamın yönleri"
(Sinnrichtung) aracılığıyla inceliyor.
Temel Antropolojik Konumlar (Anlamın Yönleri)
Kendinin Üstünde Olma / Paranoya
Kendinden Aşağıda Olma / Fobik
Kişi / Depresif Paranoya
Kendinin Arkasında Olma / Melankolik
Depresyon
Kendinden Önce Var Olma / Mani
Kendinin Ötesinde Olma / Histerik
Kişi
…
Müstehcenliğin aşırılığı
Jean-Marie Legrand
Metin, nesnenin
Latince kökeni olan Ob'a odaklanarak başlar. Ob, bir atıştan geriye kalan,
engelleyen şey anlamına gelir
"Çok-orada",
varlığın nesne/dünya karşısında sersemlemiş, taşlaşmış ve anlam verme yeteneği
engellenmiş olduğu durumu tanımlar.
…
Kaygının Farkındalığı
Bruno Verrecchia
Kierkegaard'dan
Heidegger'e uzanan felsefi çizgide Kaygı (Anguish), Hiçlik (Néant) ve
Tekinsizlik (Unheimlichkeit) kavramlarının fenomenolojik analizini, Freud'un
$\text{Uncanny}$ yorumuyla karşılaştırarak inceliyor.
…
Mimarlıkta Üst ve Alt: Sembolden Anlam Yönlerine
Laurence Kimmel
Mimari Form ve Varoluşsal Dinamik
Metin, "dip" kavramının hem fiziksel hem de
zihinsel bir durum olduğunu belirtir. Mimari formlara anlam vermek, bu
formların yüksek ve alçak arasındaki dinamik geçişle nasıl bir ilişki
kurduğuyla ilgilidir.
Benliğin yükselme gücünü koşullandıran bu alandır ve antropolojik
bir oran tanımlar.
Destek yüzeyi ile ulaşılmasına izin verdiği yükseklik
arasındaki ilişkilerin kaybı, savurganlık veya varsayım gibi patolojik
durumlara yol açar.
Mekânsal yapılar, biçimsel koordinatlar değil, gerçek anlar,
mekânsal yapılar, davranış kalıpları, yani önemli ikamet yönleridir.
Mimari form, fiziksel bedenin ve zihinsel yapıların bir
kopyası olarak ele alınır (örneğin, psikanalizde evin sembolizmi). Bu, kolayca
teorileştirilebilen bir yaklaşımdır (Piramit, Bachelard'ın dikeylik/yoğunluk
analizi).
Gerçeklikle temas kaybı ve yukarı doğru olan yönün tek
taraflılığı, dünyayı soyut bir geometrik desene dönüştürür. Bu, Kandinsky'nin
sanatında olduğu gibi, içsel ve dışsal olan arasında tam bir ayrılıktan
kaynaklanan, ayrım, kesme, paylaşma eğiliminde olan şizomorfik temsil rejimine
ait bir dünya görüşüdür.
Ayasofya'nın mimarisi,
kubbenin giderek daha yükseğe, giderek daha yakına açılması ile duvarların
kusursuz bir şekilde düz bir şekilde yükselerek, yarım kubbenin yollarını ve
kıvrımlarını çürütmesi arasındaki mekânsal uyumsuzluktan dolayı baş dönmesi
yaratır.
Baş Dönmesi: Yakın ve uzak olanın tersine çevrilmesi ve
kirlenmesidir. Uzayın tamamına av oluruz. Artık orada hiçbir şey yoktur.
Kurtuluş: Baş dönmesi, bir ritmde çözülür. Bu, varoluşun,
deneyimle, uçurumla meşgul olur ve bu baş dönmesiyle hiçlikten yeniden yüzeye
çıkarak kurulduğu andır.
Mimarlık, dayanıklılığı, kütlesi, koruyucu yönüyle hem
mutlak sınır taşı kaybı hem de mutlak temeldir.
Alışkanlık, her zaman açık olan yerleşme eylemine son
verdiği için sanatın ölümüdür. Formların dinamikleri ve gerilimleri
kaybolduğunda, nesnenin egemenliğiyle bağlantılıdır. Şiirsel (fenomenolojik)
mekân,
…
G. Flaubert'in Madame Bovary adlı eserinde yüksek, alçak ve varsayım
Yazar Emma Bovary'nin
trajik kaderini küstah ideal / hubris ve orantısızlık kavramları üzerinden
inceliyor.
Emma Bovary'nin trajedisini, ideal ile gerçeklik arasındaki
aşılamaz bir uçuruma dayanır.
…idealin yüksekliği ile gerçekleşme olasılıklarının darlığı
arasındaki antropolojik bir orantısızlık…
Emma, romantizmi, "Ruhu yüceltmek yerine zihinsel alanı
daraltan, zekâyı açıp eleştirel düşünceyi oluşturmak yerine dünyayı
basitleştiren indirgeyici ve aptalca biçimi" ile özümser.
Emma, borçlarını ödeyemeyeceğini anladığında, "Aşk
yaralarının toplumsal yıkımla birleşip tüm varoluşunun başarısızlığı olarak
kendini dayattığı bir baş dönmesi yaşar."
"Flaubert, Louise Colet'e şöyle yazmıştı: 'İdeal, ancak
her şey dahil edildiğinde verimli olur. Bu bir dışlama değil, bir sevgi
emeğidir.'"
Emma'nın trajedisi, Binswanger'in antropolojik orantılılığı
ve Flaubert'in sentez arayışı üzerinden, "insan değerlerini yeryüzüne
sadık bir praksis alanına geri getirme ihtiyacını okuruz."
…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder