Antropoloji

Antropoloji Nedir?
Antropoloji en kısa tanımıyla insan çeşitliliğinin bilimidir. İnsanların başlangıcından beri çeşitli koşullara nasıl uyarlandığını, bu uyarlanma biçimlerinin nasıl gelişip değiştiğini, çeşitli küresel olayların bu uyarlanmaları nasıl dönüştürdüğünü görmeye ve göstermeye çalışır.

Antropolojinin Yaklaşımı ve ilkeleri
Bütüncü kültür kuramı: Bir topluluğu bütün biyolojik, toplumsal ve kültürel yönleriyle bir bütün olarak anlamaya ve buradan yola çıkarak, kültürlerin farklılıkları kadar bütün kültürleri içine alacak evrensel bir kültür bilgisine ulaşmaya çalışan kuramsal yönelimdir.
Evrensellik: Antropoloji insanın evrenselliğini savunur. Bütün toplumlar ve kültürler tümüyle ve eşit biçimde insanîdir.
Uyarlanma: İnsanlar içinde bulundukları çevrenin baskısı altındadır. İklim, yağış miktarı, toprak gibi fiziksel çevre etkenleri ile yaşadıkları yere özgü bitki ve hayvan varlığı gibi yaşamsal çevre etkenleri onların yaşam biçimlerini belirler. Bu etkenlere bir de kendi yarattıkları mekânsal çevrenin etkisi eklenir. Belirli bir insan topluluğunun devamlılığı ve istikrarı, bu çevresel etkenlere uyarlanabilme yeteneğine bağlıdır.
Fiziksel çevre: iklimsel, meteorolojik, atmosferik ve yersel çevre koşulları bütünüdür.
Yaşamsal çevre: İnsanın birlikte yaşadığı bitki ve hayvan varlığıdır.
Mekânsal çevre: İnsan eliyle doğanın sunduğu olanaklar değerlendirilerek yaratılan kültürel-yapay çevredir.
Bütünleşme: Belirli bir kültürün ögelerinin birbiriyle bütünleşmesi, o kültürün ayakta kalmasında, istikrarında ve sürekliliğinde belirleyici bir rol oynar. Din, akrabalık, iktisadî yaşam, siyasal örgütlenme gibi öğelerin birbirlerini destekleyici bir bütün oluşturması, kültürlere bu açıdan yarar sağlar.
Küçük ölçekli topluluklar: Köy, aşiret, kabile ve cemaat gibi düşük nüfusuyla ve işgal ve istismar ettiği çevrenin göreli küçüklüğüyle dikkat çeker.
Büyük ölçekli toplumlar: Karmaşık iktisadî toplumsal ve kültürel ilişkilerin hâkim olduğu, nüfusu görece kalabalık olan ve işgal ve istismar ettiği çevre bakımından geniş bir alana yayılır.
Kültürel Görecilik: Antropolog, sağlıklı bir araştırma yapabilmek için, etnik merkezcilikten kaçınmalı, başkalarının inanç ve davranışlarını onların kendi gelenek ve deneyimleri içinde değerlendirmek ve yorumlamalıdır. Ötekileri gerçek anlamda anlamak ancak kültürel görecilik yaklaşımıyla mümkündür.
Karşılaştırmacılık: Antropoloji belirli olgular bakımından farklı toplum ve kültürleri karşılaştırmaya eğilimlidir. Tek bir yere bakacak ama çok geniş bir bağlantılar ağı kurmaya uğraşacaktır.
Bu çerçevede antropolojinin üç temel sorusu vardır:
1. İnsanlar, toplumlar ve kültürler neden farklıdırlar, nasıl farklılaşırlar?
2. İnsanlar, toplumlar ve kültürler neden ve nasıl benzeşirler?
3. İnsanlar, toplumlar ve kültürler neden ve nasıl değişirler?

ANTROPOLOJİNİN DALLARI
Sosyal-Kültürel Antropoloji
İnsanın, biyolojik varlığının dışında yarattığı toplumsal-kültürel alanı, bütün çeşitliliği ve benzerlikleri içinde kavramaya ve anlamaya yönelmiş olan antropoloji dalıdır.
Bu alanın temel malzemesi, belirli bir topluluğun bütün kültürel örüntüsünü gözler önüne sermeye yönelen etnografya çalışmalarıdır. (Tıbbî antropoloji, kent antropolojisi, kalkınma antropolojisi )
Etnografya: Alanda gözleme dayalı olarak bir topluluğun bütün kültürel yönlerinin kaydedilmesidir.

Biyolojik Antropoloji
İnsanın biyolojik çeşitliliğini, canlılar dünyası içindeki yerini ve evrimini, eski insan topluluklarının karşılaştıkları sağlık sorunlarını ve onların demografik özelliklerini inceleyen geniş bir alandır.
Primatoloji: İnsanların canlılar dünyasındaki en yakın akrabaları olan iri maymunların ve diğer primatların toplumsal yaşamını ve biyolojisini inceler.
Paleoantropoloji (İnsan Paleontolojisi): İnsan atalarının ve ilk insan türlerinin fosil kalıntılarını inceleyerek insan evriminin genel bir manzarasını ortaya koymaya çalışır.
Biyoarkeoloji: Eski insan topluluklarının iskelet kalıntılarına bakarak onların yaşadıkları sağlık sorularını, demografik özelliklerini, belirlenebildiği ölçüde ölüm nedenlerini, ömür beklentilerini, büyüme ve gelişme durumlarını, geçim etkinliklerine ve yaşam koşullarına bağlı fiziksel değişmelerini ele alır.
Fiziksel antropoloji: Yaşayan insan topluluklarının biyolojik çeşitliliğini, büyüme ve gelişme sorunlarını inceleyen antropoloji dalıdır.
Adlî Antropoloji: Cinayete, kazaya ya da katliama kurban gidenlerin ya da doğal felâketler sonucu hayatlarını kaybedenlerin iskelet kalıntıları üzerinden kimliklerinin ve ölüm biçimlerinin belirlenmesini, elde edilen kanıtların mahkemelerde kullanılmasını sağlayan bir alandır.
Popülasyon Genetiği: İnsan toplulukları arasındaki kalıtımsal ilişkileri, fark ve benzerlikleri inceler.

Arkeoloji
Dünyada arkeoloji yaklaşımı iki ana çizgiyi izler. Bunlardan birincisi antropolojik arkeoloji olup, maddî buluntular arasında hiçbir ayrım yapmadan insan toplumlarının ve kültürlerinin o maddî kalıntılar üzerinden özgün zamanlarındaki hallerini ve değişimini izlemeyi öngörür. Diğer çizgi daha çok eski toplumların yarattıkları yüksek kültür ürünlerine odaklanarak bir tür sanat tarihi gibi çalışır. Bu yaklaşım değerli kalıntıları aramak ve sergilemek, ayrıca siyasî tarihin yazılı belgelerini bulmak ve siyasî tarihin anlaşılmasına hizmet etmek kaygısını taşır.
Antropoloji, arkeolojinin belirli bir yaklaşımını içermektedir. Bu yaklaşıma bağlı alanlar şunlardır:
Prehistorya: Yazı öncesi çağlardaki yaşam ve geçim biçimlerini, bu kazı ve yüzey araştırmalarından elde edilen araç-gereçlere bakarak anlamaya çalışan, bu yolla insanın biyolojik evrim tarihine eşlik eden kültürel değişme tarzını göstermeye çalışan bir arkeoloji alanıdır.
Tarihsel Arkeoloji: Yazılı kayıtlar ve arkeolojik kazılarla bağlantısı içinde yakın geçmişe ait toplumların ve kültürlerin yaşam ve geçim biçimlerine, kültürel hayatlarına ışık tutmaya çalışır.
Etnoarkeoloji: Eski toplumların yaşam ve geçim biçimlerini anlamak, kullandıkları simgeleri ve aletlerin işlevlerini çözümlemek için, o toplumlara benzediği düşünülen çağdaş toplumlardan veri devşirmeyi amaçlayan, bunun yanı sıra bugün hâlâ geleneksel yaşam sürdüren toplulukların bugünkü yaşamlarını izleyerek onlara ait daha eski maddî kültür varlıklarını anlamlandırmaya çalışan yeni bir alandır.
Endüstriyel ve Kentsel Arkeoloji: Sanayi toplumlarına özgü olan ancak şimdi kullanılmayan işliklerin, fabrikaların, çalışma alanlarının, işçi konutlarının vs. incelenmesi yoluyla sanayi toplumunun değişimini ve bu toplumsal tarzın başlangıç durumunu tasvir etmeye ve kurgulamaya çalışan; bir yandan da kentsel artıklar gibi kentsel yaşamın ürünü ve belirtisi olan şeyleri inceleyerek çağdaş etnografyaya yardımcı olmaya çalışan arkeoloji alanıdır.

Dil Antropolojisi
Toplumsal dilbilim günlük yaşamdaki iletişim ortamında, farklı toplumsal katmanlarda ve kültürel eşiklerde dilin kullanım biçimlerini inceler. Dil aynı zamanda bir kültürün dünya görüşünü yansıtır. Dil antropolojisi bu bağlamda dil-kültür ilişkisini ele alır.

ANTROPOLOJİNİN TARİHİ
Genellikle Akdeniz ve Karadeniz dünyasındaki kültürel çeşitliliği tarihinde anlatan Herodotos, bu bakımdan antropolojinin babası sayılmıştır. Bu açıdan bakıldığında Marco Polo’yu ve Evliya Çelebi’yi de ilk antropologlar olarak selamlayabiliriz.
İlk antropoloji, oryantalizmle birlikte sömürgeciliğin bilimi olarak yaftalanmıştır. (Oryantalizm: Batılı gözüyle doğuya bakmaktır) -Britanya, Kuzey Amerika- Amerikan antropolojisi, özellikle Franz Boas’ın etkisiyle, kültür kavramını esas alan bir antropoloji olarak gelişti. İngiliz antropolojisi ise özellikle Radcliffe-Brown’ın etkisi altında her topluluğun karşılıklı etkileşim içinde bulunan farklı toplumsal kurumlardan oluşan bir toplumsal yapıya sahip olduğunu düşünen ve yapısal-işlevselci adı verilen bir çizgide gelişti. (Yapısal-işlevselcilik: Kıta Avrupası antropoloji geleneğinin aksine, toplumsal ve kültürel sistemi yapısal bir bütün halinde, ögelerinin birbiriyle ilişkisi bağlamında işleyen bir organizma gibi gören, bu nedenle de alan araştırmasını tek yöntem olarak öne çıkaran yaklaşımdır.)  Kıta Avrupası’nda ise farklı bir gelenek, etnoloji geleneği gelişmiştir. Kıta Avrupası’nda antropoloji denilince, daha çok fiziksel ya da biyolojik antropoloji anlaşılmıştır. O nedenle, Amerikan yaklaşımının biyolojik ve toplumsal varlığı bir arada inceleme eğilimini getiren bütüncü kurgusunun yerine, Avrupa’da bu ikisi ayrışmış ve Amerikan bakış açısının kültürel antropoloji ya da İngiliz bakış açısının sosyal antropoloji olarak adlandırdığı disiplin burada etnoloji adıyla kök salmıştır.
Etnoloji geleneği,  halkbilimin aksine, ötekinin gözlenmesi ve incelenmesi için örgütlenmiş ve bu kurgusuyla Anglo-Sakson antropolojisinin Kıta Avrupası’ndaki karşılığı olmuştur.
Amerikan ve İngiliz antropolojileri bugün postmodernist ve postyapısalcı etkilere daha açık görülmektedir.
Postmodernizm ve postyapısalcılık: Büyük anlatılara, özcülüğe, nesnelciliğe, katı nedenselliğe,  evrenselciliğe ve Aydınlanma dönemiyle birlikte merkeze oturan insanlık ideallerine karşı, yereli, göreli olanı, tikeli ve çoksesliliği savunan, küçük anlatıları, başka deyimle herkesin kendince doğru olan hikayesini esas alan ve bu yolla tek bir hakikat yerine hakikatlerin çoğulluğu ilkesini getiren yeni -modernizm sonrası- dünya tasarımıdır.
17. yüzyılda temelleri atılan bilimsel devrimin çağına sağladığı yenilikler, pek çok tabunun sarsılmasına, tartışılmasına ve düşüncenin gelişimi önünde engel olmaktan çıkmasına yol açmıştı. Bunlardan ilki Galileo Galilei’nin ve Kopernik’in gök gözlemleri sonucunda kanıtladığı evren kuramı  kilisenin tanıdığı Aristotelesçi evren kurgusunu, yani güneşin dünya çevresinde döndüğü, dünyanın evrenin merkezi olduğu görüşünü (geosantrizmi) yerle bir etmiştir. Ardından jeologlar, özellikle Charles Lyell’ın bulguları, dünyanın yaşının geleneksel bilginin kabul ettiğinden çok daha gerilere gittiğini, doğa tarihi yöntemiyle göstermiş, böylelikle Eski Ahit merkezli olan ve oradaki Yaratılış bahsinin sunduğu yaşlandırma yöntemiyle dünyanın ve insanlığın yaşını hesaplayan gelenek büyük bir darbe almıştır.
Doğa tarihi yöntemi: Doğadan elde edilen gözlemlerden yola çıkarak doğa ve onun tarihi hakkında genellemelere yasalara varma yöntemidir.
Yaşlandırma: Doğa veya insanlık tarihinde belli bir dönemde yaşamış belli bir nesnenin veya öznenin çeşitli biçimlerde elde edilen kanıtlar veya bulgular üzerinden bugüne göre yaşının tahmin edilmesidir.
16. yüzyıldan itibaren Avrupalıların, Eski Dünya dışına çıkarak öteki kıtaları fethe başlamaları tanıdık olmayan pek çok kültürün varlığını gösterdi.
Paleontoloji çeşitli katmanların arasından taşlaşmış olarak çıkan, çeşitli dönemlerde yaşamış canlı kalıntılarının incelenmesi yoluyla canlılara ait evrimleşmenin evrelerini göstermeye çalışan araştırma alanıdır.
Darwin 1859 yılında yayımladığı Türlerin Kökeni başlıklı kitabında gözlemlerine dayanarak bir biyolojik evrim kuramı ortaya koydu. Bu kurama göre evrim geçirmemiş, yani ilk başlangıcından bugüne kadar değişmeden gelmiş bir canlı yoktu.
19. yüzyılda Avrupa’da antropoloji gelişirken, onu etkileyen en önemli kavramlardan birisi ırk kavramıydı.
Avrupa düşüncesinde, varsayılan ırksal farkın kültürel farkın, yani Batının gelişmişliğine karşın diğerlerinin geri kalmışlığının nedeni olduğunu temellendirmeye çalışan ideoloji, ırkçılık, ortaya çıktı.
II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar devam eden süreçte antropoloji, bu ideoloji için kullanıldı ve bir yanlış bilinç ortaya çıktı. (ırk bilimi)

ANTROPOLOJİNİN DİĞER İNSAN VE TOPLUM BİLİMLERİ İÇİNDEKİ YERİ
Sosyal bilimler, 19. yüzyılın başlarından itibaren gelişen ve felsefenin içinden çıkarak bağımsız disiplinler ve uzmanlık alanları halinde özelleşen bilimlerdir. Bu özelleşme içinde bugünkü klasik sosyal bilimler (sosyoloji, iktisat, psikoloji, siyaset bilimi ve tarih), esas olarak modernleşmiş Batı toplumunu meydana getiren kurumların incelendiği alanlar olarak ayrışırken, antropoloji Batı’nın karşıtının yani modern olmayanın ya da o zamanların deyimiyle ilkelin incelenmesine yönelmiştir.
Immanuel  Wallerstein uzmanlaşan toplumsal bilimlerin akademik farklılaşması içinde, antropolojinin Batı’nın karşıtını (alana çıkarak) araştırmaya yöneldiğini; diğer sosyal bilimler içinse temel verileri tarihin (arşivin) sağladığını belirtir.
ekonomi = iktisat bilimi
devlet = siyaset bilimi
toplum ya da kültür = sosyal bilimler
Antropoloji diğer (Batı’nın dışında kalan) dünyaya yönelmiş bir disiplin olarak, hem tarihin hem diğer sosyal bilimlerin Batı’yı incelerken parçalara ayırdıkları olguların (işlevlerin) tümünü bir arada görmek ve incelemek durumundadır. Dolayısıyla antropologlara bırakılan alan otantik, el değmemiş, hatta vahşi yerlilerin bulunduğu bir yerdir.
İlk antropoloji tarihsel olguyu inkâr etmek eğilimdeydi; Cohn’un (1990) ifadesiyle onların alanı tarihin ve zamanın dışındaki bir yerlerdeydi.
Bütünü görmek ve bunun için teknikler geliştirmek, 20. yüzyılda gündeme giren yorumlamacı ve anlamacı sosyal bilim yöntemlerinin de temeli olmuştur. Batılı sosyal bilim paradigması, ister istemez pozitivist bir yöntemi benimsemişti.
İtalyan filozofu Vico, Yeni Bilim başlıklı eserinde, medeni toplum dünyasının tamamen insan eliyle yaratılmış olduğunu ve insanın kendi yarattığı bu dünyayı bilmek ve tanımak isteyeceğini söyleyerek, sosyal bilimler için bir hareket noktası sağlamıştı.
Alman filozofu Herder bu vurguyu geliştirdi. Herder, insanın türsel ortaklığına karşın, onun yarattığı kültürlerin kendine özgülüğünü vurguladı ve tarihin içinde ayrı ayrı ve kendi dinamiği içinde inşa olan kültürlerin farklı insanlar yarattığını temellendirdi.
Alman filozof Wilhelm Dilthey bilimleri yöntemsel bakımdan ikiye ayırmış ve tin bilimleri-fen bilimleri ayrımını metodolojik açıdan temellendirmiştir. Dilthey, neden-sonuç ilişkilerinin gözlemine dayanan genel açıklama ya da betimleme yerine, beşerî faaliyeti anlamayı esas alan bir yöntem önerir. Anlama, Dilthey’e göre toplumsal ve kültürel yaratılara sempatik (içeriden) yaklaşma ve sezgiyle kavrama gibi zor metodolojik süreçleri içerir.
Boas, tıpkı Dilthey gibi, bilme etkinliğinin kültürden kaynaklandığını, bu yüzden evrimcilerin karşılaştırma yaklaşımının geçersiz olduğunu öne sürmekteydi. (araştırmalarını katılarak gözlem tekniği ile sürdürmüş.)
Doğa tarihi yöntemi, tam anlamıyla pozitivist bir yönelimin eseridir. Bu yöntem, doğadaki en güvenilir ve geçerli bilgi kaynağının bizatihi doğanın kendisi olduğunu kabul ettikten sonra, doğadan nesnel gözlem yoluyla bilgi toplayarak bu bilgiyi sınıflandırmayı ve oradan genellemelere varmayı öngören bir yöntemdir.
Antropoloji:
Nomotetik yaklaşım: Genel bir ilkeye ya da yasaya yönelik bilgi üretimi ya da verilerin ve bulguların bu amaçla değerlendirildiği yaklaşımdır.
İdyografik yaklaşım: İnsanî gerçekliğin çeşitli yönlerini her birinin kendi özel tarihsel gelişimi ve konumu açısından değerlendirerek, her biri için benzersiz, birbirine kıyas edilemeyecek ve ortak bir ilkeye varılamayacak bir bilgi alanı açma yaklaşımıdır.

ANTROPOLOJİNİN YÖNTEMİ VE ARAŞTIRMA TEKNİKLERİ
Biyolojik antropoloji disiplini temelde doğa tarihi yöntemiyle ya da pozitivist yöntemle çalışmaktadır. Öte yandan sosyal-kültürel antropoloji, iki bilimsel eğilimin etkisi altında kalmıştır.
Bunlardan birincisi yapısalcı ve yapısal-işlevselci eğilimdir. Bu eğilim de, tıpkı doğa tarihi yönteminde olduğu gibi, bütün kültürleri, daha doğrusu insan görüngüsünü kuşatacak genel yargılara ulaşmaya çalışır.
Bronislaw Malinowski ve Radcliffe-Brown 20.yy.ın büyük antropologları idi. Claude Lévi-Strauss kültürel evrenselleri araştırmıştı. Wilhelm Dilthey’ın kültür bilimleri için önerdiği yöntemin, yani yorumlamacılığın (hermeneutikin) izinden giden antropologlar böylesi genel-geçer önermeler aramayı bırakarak, her kültürün kendi özel hikâyesini yazmaya giriştiler (alan araştırması).
Yorumlamacılık: Her türden yazılı ve sözlü metnin, tarihsel olayların, doğadaki süreçlerin ve bütün yaşam deneyimlerinin en iyi nasıl anlaşılabileceğine dair anlamacı girişim; olan ve olmuş her şeyin izleyenin gözünden, onun yorumuyla görülebilmesini amaçlayan yöntemsel arayıştır.
Bütün sosyal-kültürel antropologlar genellikle alan araştırması yaparlar ve alanda katılarak gözlem tekniğini kullanırlar.
Topluluğun gözünden dünyayı ve çevreyi anlamlandırma girişimine emik, ancak bütün çalışmanın sonucunda bu öznel konumun dışına çıkarak genel antropoloji bilgisiyle o topluluğa bakabilme becerisine ise etik yaklaşım diyoruz.
20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren dünyanın küçülmesi ve araştırılan Batı-dışı toplumların bilinçlenmesi ile beraber alan araştırmasının yanına kültür tarihi yöntemini de kattılar.
Araştırılanı objektif olarak görmek için araştırmacı, araştırma deneyimlerini de bütün açıklığıyla yazmalıydı, böylece katılanın gözlemi yöntemi de eklendi.
Bu konu da uç noktalara gidildi:
Yeni etnografya ya da hikâyeci etnografya: Araştırmacının alan araştırması yaparken gözlemi kendisine yöneltmesi ve alanda gözlenenlerin bakış açısından kendi hikâyesini ve deneyimini yansıtma girişimidir.
Soru kâğıdı: Önceden hazırlanmış ve genellikle seçenekli cevapları da verilen soru listesidir.
Antropologlar, derinlemesine görüşmeyi ve topluluğun uzun süreli gözlemini yeğlerler. Soru kâğıdı yoluyla yapılan yoklamalar ancak, esas araştırma tekniklerinin yanında, yan amaçlar için ya da hane halklarının maddî durumunu anlamak için yapılır.
Kültür-aşırı çalışma: Araştırmacının kendi kültürü dışına çıkarak başka kültürleri çalışmasıdır.
Antropologlar, geleneksel olarak, kendi kültürlerinin dışına çıkarak çalışmak üzere eğitilirler.

KÜLTÜR KAVRAMI
Kültür, en genel tanımıyla, insanın doğa dışında yarattığı ve ona eklediği maddî ve manevî her şeydir.
En sıcak çöllerden en soğuk kutup bölgelerine, en kurak bozkırlardan en nemli tropikal alanlara kadar bütün coğrafî ve ekolojik eşikler insan tarafından iskân edilmiştir.
Ekolojik eşik: Canlıların yaşadıkları ortam ve onların bu ortama yaptıkları uyarlanmaların bütünüdür.
Antropolog A. L. Kroeber ve C. Kluckhohn, 1952 yılında yayımladıkları Kültür: Kavramların ve Tanımların Eleştirisi başlıklı derlemede kavramın 164 farklı kültür tanımına yer vermişlerdi.
Tek başına av, insanın doğal olanaklarını aşan bir etkinlik olduğundan bir takımı gerektirir.
Dil, simgeler ve soyutlamalar, bu ilksel topluluk içinde topluluğun yeni üyelerine aktarılır ve kültür böylelikle inşa edilir, giderek kararlılık ve süreklilik kazanır.
İlksel topluluk: İnsan toplumlarının ve toplumsal özelliklerin ilk halini temsil eden topluluktur.
Bu toplumsallık kültürün içinde kararlılık kazanan belirli değerler, normlar ve kurallarla yürür. Evlilik ve akrabalık kuralları, toplumsal cinsiyet rolleri, şiddeti kullanma biçimleri, hak ve adalet duygusu, geçim biçimine ilişkin ilkeler, serveti biriktirme ve tüketme tarzları, topluluğun dışlama ve içerme mekanizmaları böylelikle ortaya çıkar.
Kavramın çoğunlukla başvurulan ve geniş kabul görmüş tanımını 1871 yılında Amerikalı antropolog Edward Tylor yapmıştı. Tylor’a göre kültür ya da uygarlık; bir toplumun üyesi olarak, insanoğlunun öğrendiği (edindiği) bilgi, sanat, gelenek-görenek ve benzeri yetenek, beceri ve alışkanlıkları içine alan karmaşık bir bütündür.
Bu tanımlama denemesinde üç vurgu öne çıkmaktadır. Birincisi bir toplumun üyesi olarak tanımlanan insanın toplumsallığına yapılan vurgudur. İkincisi öğrenme edimine yapılan vurgudur. Üçüncüsü ise kültürün karmaşık bir bütün olarak nitelendirilmesidir.
Yalçın İzbul’un (1983) yaptığı tanıma göre: Kültür, belirli bir topluluğun, sosyal etkileşim yoluyla sürdürdüğü ve bireylere kazandırdığı maddî-manevî yaşam tarzı ve dünya görüşü bileşimi, onların bir bütünleşmesi olup, varlık nedeni ve sonucu ise çevreye uyarlanma, giderek çevreyi kendi kuramsal amaçları doğrultusunda değiştirme dinamiğidir.

KÜLTÜRÜN ÖZELLİKLERİ
1)  Kültür hem evrenseldir hem de özeldir
Bu nedenle her insan kültürlüdür ama her insanın mensup olduğu toplulukların kültürü birbirinden farklı olabilir. Bu noktada, antropolojinin sorduğu temel sorulardan ikisine gönderme yaparak “kültürler hem birbirlerine benziyorlar hem de birbirlerinden farklılar” önermesini kurabiliriz.
Kültürler zaman zaman yakın oldukları kültürlerden farklılaşıp başkasıyla ilişkiye geçebiliyor, yani sarmaşıyor; kimi zaman da alan veya uyarlanma stratejisi değiştirerek yakın oldukları ya da daha önce etkilendikleri kültürlerden ayrışıyorlar.
Eğer değişme esas ise, özcülük hem mantık hem de bilim dışı demektir.
Özcülük: Varlıkların tarihsel değişmesi ve onların mekânsal farklılaşmalarını dikkate almadan onların özünü araştırmaya yönelen bakış açısıdır.
2)  Kültür kapsayıcıdır
İnsan yaratımı olan hiçbir şey kültürün dışında değildir.
3)  Kültür toplumsaldır
Kültür toplumsal olarak kazanılır, yaşanır ve aktarılır.
4)  Kültür bir soyutlamadır
Kültürü hayatın içinde somut olarak işaret edemeyiz. Onu belirli davranışlar, tutumlar, değer yargıları aracılığıyla hisseder ve anlarız. Kültürü araştırmak belirli davranış ve tutumların arkasında yatan ana metni görebilmekle mümkündür.
5)  Kültür tarihsel ve süreklilik içinde bir olgudur, dinamiktir, değişmeye tâbidir
Kuşaktan kuşağa aktarılarak süreklilik kazanan, uyarlanma sürecinin ve pek çok toplumsal etkileşimin etkisi altında değişerek varlığını sürdüren bir bütündür.
Kültür devrimi: Bir halkın yaşam tarzını, gelenek görenek ve inanç biçimlerini kökten değiştirmeye yönelik siyasal müdahaledir. = olanaklı bir toplumsal dönüşüm biçimi değildir.
Örneğin 1917 Ekim Devrimi ile mülkiyeti ortadan kaldıran ve dinsel kurumları yasaklayan Sovyet rejimi, bu yasaklamayla dini ortadan kaldırabilmiş değildir. 1985’te Sovyetler Birliği’nde uygulanmaya başlayan Perestroyka (yeniden yapılanma) ile birlikte Rus Ortodoks kilisesi eski gücüne yeniden kavuşmuştur.
6)  Kültür öğrenilir
Her birey, başta ailesi olmak üzere içine doğduğu kültürün mekanizmaları aracılığıyla, doğduktan sonra çeşitli bağlamlarda kurduğu toplumsal ilişkiler yoluyla, toplumsal etkileşim içinde bu kültürü öğrenir.
7)  Kültür ihtiyaçları giderici ve doyum sağlamaya yönelik bir yapıdır
İnsanların, diğer canlıların aksine içinde yaşadıkları çevreye uyarlanmalarında kullandıkları temel araç kültürdür. Çevreye uyarlanmanın birinci koşulu, temel biyolojik ihtiyaçlarımızın giderilmesi gereğidir.
8)  Kültür bir bütündür ve bütünleştiricidir
Kültür çatışmaya değil, bütünleştirmeye yöneliktir.
Kuzey Amerikalı Kwakiutl Kızılderililerinin uyguladığı potlaç geleneğidir. Yılda bir kez yapılan potlaç töreninde Kızılderililer çağırdıkları konuklara bütün bir yıla yayılan emeklerinin karşılığı olan serveti sunarlar, hediyeler verirler, onları yedirir içirirler.
9)  Kültür bir simgeler sistemidir
Simgeler aynı zamanda davranış göstergeleridir. Simgeyi çözersek arkasından gelecek davranışı da bilebiliriz. Ezan sesinin mümin bir Müslümanın biraz sonra namaz kılması gerektiğini bildirmesi gibi.
Sosyal bilimci Kastoriadis simgelerin ikonografik anlamına dikkat çekmiştir. Her simge aynı zamanda bir ikondur; biz bu ikonları kavrar ve onları gördüğümüzde onlarla ilişkilendirdiğimiz toplumsal/kültürel değer ve tutumlarımıza başvururuz.
Leslie White kültürü “maddî öğelerin, davranışların, düşünce ve duyguların, simgelerden oluşan ve simgelere dayanan bir örgütlenmesi” olarak tanımlar. Clifford Geertz kültürü “örgütlenmiş bir simgesel sistemler toplamı” olarak değerlendirir. Geertz’e göre kültür, yapısalcı Lévi-Strauss’un düşündüğü gibi insanların kafasında yer alan bir model değildir, aksine kültür kamusal simge ve eylemlerde somutlaşmaktadır.
10)   Kültürün hem maddî hem de manevî yönü vardır, bu iki yön arasında bir ikilik yoktur.
Kültürün maddî varlıklar halinde gördüğümüz ürünleri yanında değerler, tutumlar, davranışlar ve alışkanlıklar biçiminde, görülemeyen ama uyulan ve izlenebilen öğeleri vardır. Ancak bu iki yön arasında karşılıklı bir etkileşim vardır.
11)  Kültür doğal ve toplumsal dünya ile aramızdaki çevirmendir 
Kültür doğal ve toplumsal dünyayı algılamamıza ve anlamlandırmamıza yarayan çerçeveleri sunar.
Antropolog Ruth Benedict, “gözümüzdeki merceklerin farkına varmaksızın dünyaya bakıyoruz” diyor.
Bir Yörük çocuğu muhtemelen zehirli mantarla zehirli olmayanı ayırt edebilecektir; ama bu bizim için imkânsızdır, zira bizim kültürel kodlarımızda bu doğal durumu anlamlı hale çevirecek bir veri, bir bilgi yoktur. Dolayısıyla gördüklerimizi, duyduklarımızı ve yaşadıklarımızı önce kendi kültürümüzün diline çevirir ve onları o yolla anlamaya çalışırız.
12)           Kültür doğaya el koyar
Kültür yoluyla doğayı insanîleştiririz, onun üzerinde kurallar koyar, onu sınıflandırır ve dönüştürürüz. Avlanma yasağı gibi.
13)  Kültür aynı zamanda bir idealler sistemidir
Kültür taşıdığı kurallar, normlar ve değerler aracılığıyla bize ne yapmamız, nasıl davranmamız gerektiğini söyler. Bazı antropologlar ideal kültür-gerçek kültür ayrımı yaparlar ve gerçek kültürü gözlemlemek için alan araştırmasına çıkarlar.  Olması gereken- gerçekte yaşanılan
14)          Kültür bir uyarlanma tarzıdır
Kültür, insan türünün biyolojik olanaklarını değil, kendi zihninin ve el becerisinin ürünü olan yaratıları kullanarak çevreye uyarlanmasıdır.
15)          Kültür hem uyarlayıcı hem de uyum bozucudur
Kısa insan hayatı bakımından elverişli ve verimli görünen bir uyarlanma tarzı, uzun vadede tersine çalışabilir ve insan hayatının sürekliliğine zarar verebilir.
Ör. Belirli hayvan türlerinin yoğun avlanması da belirli dönemler için bu avla geçinen topluluklar bakımından kendi çevrelerine kültürel bir uyarlanmadır. Ancak yoğun avlanmanın avlanan hayvan türünün neslinin tükenmesine yol açması bu uyarlanmayı insan hayatının sürekliliği bakımından sorunlu hale getirebilir.

KÜLTÜREL SÜREÇLER
Kültürleme  (Enculturation)
Bir kültürün içine doğan bireyin annesinden başlayarak halkalar halinde genişleyen kurumlar ve öğeler üzerinden içine doğduğu o kültürü öğrenmesi süreci, kültürleme süreci olarak adlandırılır.
Toplumsallaşma, sosyalizasyon ya da en geniş anlamıyla eğitim olarak adlandırılan bu süreç bitimsizdir.
Kültürleşme  (Acculturation)
Birbirinden farklı iki kültürün çeşitli şekillerde temas etmesiyle alışveriş içine girmeleri, bu alışveriş sonucunda birbirinden alıp verdikleri öğelerin giderek birbirine karışması ve kökenlerinin bilinemez hale gelmesiyle ortaya çıkan bir süreçtir.
Tarihte gördüğümüz en büyük kültürleşme hareketlerinden birisi İÖ. 4. yüzyılın sonlarında başlayan Helenizm hareketidir. Büyük İskender’in doğu seferleri ile başlayan bu süreçte Helen kültürü bir yandan İran, Mezopotamya ve Hint kültürlerinden etkilenerek değişime uğrarken doğu kültürleri de belirli ölçülerde Helen kültürünün etkisi altına girmiştir.
Kültürel Yayılma  (Diffusion)
Bugün bizim benimsediğimiz giyinme tarzı, Batı toplumlarında gelişerek çevreye, diğer kültürlere, o arada bize ulaşan bir kültür öğesi olarak tipik bir kültürel yayılma örneğidir.
Kültürlenme  (Culturation)
Kentlerde gördüğümüz gecekondular, ne kırsal bölgelerdeki mesken tipine ne de kentlerin bildik mesken tipine benzemektedir. Dolayısıyla köyden kente gelenler, bir kültürlenme biçiminde, buradaki yeni barınma ihtiyaçlarına yönelik yeni bir konut formu meydana getirmişlerdir.
Kültür Şoku  (Culture Shock)
Kendi kültür dünyasından çıkarak tanımadığı, dilini bilmediği, değerlerinden ve kurallarından haberli olmadığı bir kültürün içine giren bireyin yaşadığı sıkıntı durumudur.
Kültürel Gecikme  (Cultural Lag)
William F. Ogburn tarafından önerilen bu kavramla, kültürel değişme etkisi altında kalan kurumların bu değişmeye gösterdikleri tepkinin hızındaki farklar anlatılır.
Kültürel Özümseme  (Assimilation)
Bir kültürün bir başka kültürü, çeşitli nedenlerle etki altına alması ve giderek kendine benzetmesi, bu sürecin sonucunda da kendi içinde eritmesi olarak tanımlanabilir. Kültürel kaçışın yoğunlaşması, kaçılan kültürün bir ölü kültür haline gelmesine neden olur.
Kültürel Bütünleşme  (Integration)
Belirli bir coğrafyadaki egemen kültürün diğer kültürleri ya da yerel çeşitliliği baskı altına almasına karşın, özellikle günümüzde yaygınlaşan çokkültürcülük politikalarıyla bu kültürlerle uzlaşma arayışına girmesi sonucunda, diğer kültürlerin kendilerini korumakla birlikte, büyük kültürle uyumlu hale gelmeyi ve onun şemsiyesi altında birer alt-kültür olarak tanımlanmayı benimsemeleri sürecidir.
Çokkültürcülük: Bir ülkede kültürel çeşitliliğin iyi ve arzu edilir olduğu fikri ve bu çeşitliliğin kültürel ve siyasal temsile yansımasıdır.
Zorla Kültürleme  (Trans-Culturation)
Egemen kültürün, doğuracağı tepkileri dikkate almaksızın, diğer kültürleri zorla kendine benzetmeye ve bu yolla yok olmalarını sağlamaya itmesidir.
Kültürel Değişme ve Gelenek
Yukarıda anlatılan bütün süreçler kültürün değişmesine yol açar. Bizim gelenek diye adlandırdığımız pek çok şey, aslında kültürel değişme sürecinin belli bir anında ortaya çıkmış daha eski bir referanstan başka bir şey değildir. Bu referans kültüre ilk girdiğinde bir yenilikti. Sonradan benimsenip yaygınlaşarak gelenek halini alır ve değişmeye-dönüşmeye adaydır (Eric Hobsbawm, Geleneğin İcadı).

TEMEL ANTROPOLOJİ KURAMLARI

EVRİMCİ VE TARİHSELCİ KURAMLAR
19. Yüzyıl Evrimciliği
Bütün evrimci görüşler, insanlığın ve onun kültürünün ilkel (ya da vahşi) olandan uygar olana doğru giden tek hatlı bir evrim sürecinden geçtiği konusunda hemfikirdiler.
Tek hatlı evrim: İnsanlığın gelişimini ilkelden gelişmişe doğru izlenen tek bir hat üzerinde görmek ve açıklamak eğiliminde olan evrimci görüştür.
Evrimci okulun ilk ve en önemli temsilcilerinden birisi Edward Tylor’dur.
Tylor, antropoloji yazınında bu bilimin konusunun kültür olduğunu söyleyen ilk bilim insanıdır.
Kültürel evrimi aklın ilerleyişi olarak görmekteydi. Hegel ve Comte’un etkisi altında.
Lewis Henry Morgan yazdığı Eski Toplum başlıklı kitapla insanın kültürel evrimini teknolojiyi esas alan üç ana evreye ayırmıştır.
İlk evresi yabanıllık evresidir. Bu evrede insanlık avcı-toplayıcılık etkinliğiyle yaşamaktadır. Çömlekçiliğin keşfine kadar sürmektedir.
İkinci evre barbarlık evresidir. Yerleşik hayata geçiş, hayvan evcilleştirmesi ve demirin ergitilmesi bu evrede gerçekleşmiştir. Yazının keşfiyle uygarlık evresine geçilir. Bu evre de eski ve modern olmak üzere iki aşamaya ayrılır.
Evrimci antropologların en önemli sorunu veri azlığı idi.
Evrimci yaklaşım ilk önce Biyoloji ve jeoloji bilim alanlarında ortaya çıkmıştır?

Difüzyonizm  (yayılmacılık)
Difüzyonizm, kültürün gelişim ve değişiminde en önemli etkenin başka kültürlerden gelen
maddî ve manevî ögelerin o kültüre girmesiyle gerçekleştiğini öne sürer.
Difüzyonizm, müzeciliğin en gelişkin olduğu ülke olması nedeniyle ilk olarak Almanya’da gelişti. Kültür-çevre kuramı olarak da adlandırılmıştır.
Difüzyonizmi Kuzey Amerika’ya taşıyan kişi, Franz Boas’dır. Kültürel değişimin tarihsel ve psikolojik süreçlerini kurgulamak için bu ögelerin dağılımına bakmak gerektiğini öne sürmekteydi.

Tarihsel Özgücülük (Amerikan Tarih Okulu)
Yaklaşımı kuran kişi Amerikalı antropolog Franz Boastır. Boas, farklı yaşam tarzlarının ve düşünce biçimlerinin fiziksel çevreden etkilendiğini göstermek amacıyla 1883-1884 yıllarında Baffin Adaları Eskimoları arasında ilk alan araştırmasını gerçekleştirdi. Buradaki gözlemleri sırasında birbirine çok benzeyen iklim koşularında geniş bir kültürel çeşitlilikle karşılaştı.
Her kültürün kendine özgü ve ayrı bir tarihi olduğu görüşü tarihsel özgücü yaklaşımın esasıdır. Böylelikle antropoloji içinde nomotetik bilim anlayışı yerine idyografik bilim anlayışına yaklaşan ilk kişi olmuştur.
Boas, kültürel gelenekleri ve yaşam tarzlarını açıklamak için; çevresel koşullar, psikolojik etkenler ve tarihsel bağıntıları incelemenin gerekli olduğunu savunuyordu. Özellikle, kültürü anlamak ancak o toplumun tarihinin incelenmesiyle mümkündü.  Kültürel göreciliğin kurucularından olduğu görülür.

İŞLEVSELCİ VE YAPISALCI KURAMLAR
İngiliz İşlevciliği
İşlevciler, antropoloji içinde uzun süreli alan araştırmasını ilk uygulayan gruptur.  İngiliz İşlevciliğinin kurucusu ve başta gelen kuramcısı Bronislaw Malinowski’dir.
Malinowski’ye göre bütün insanların, yeme, içme, barınma, giyinme, türün devamını sağlamak gibi bazı ortak temel ihtiyaçları vardır.  Bu ihtiyaçların karşılanması ikincil ihtiyaçları ortaya çıkarır.
Kültürel işlevlerin hem temel hem de bunlardan türeyen ikincil ihtiyaçları karşıladığını söyler ve öncelikle bu ihtiyaçları gidermeye yönelik olmayan bir kültürün var olamayacağını vurgular.
Fakat bu yaklaşım, kültürel farklılıkların kaynağının ne olduğunu açıklamak konusunda herhangi bir açılım getirmemektedir.

Yapısal-İşlevselcilik
Bu yaklaşımın kurucusu İngiliz antropolog Alfred R. Radcliffe-Brown , toplumu birbirini destekleyen öge ve kurumların karşılıklı ilişkilerinin toplamı olarak gören Fransız sosyolog E. Durkheim’dan etkilenmiştir. Brown’ın ağırlık verdiği odak, Malinowski’nin aksine, psikolojik ve biyolojik değil, sosyolojiktir. Durkheimcı sosyoloji kuramında toplumsal yapıyı kuran en önemli unsur ortak bilinç durumudur. Ortak bilinç bireyi aşar ve bireysel eylem ve inançlar bu geniş çerçevenin tezahürlerinden oluşur.
Farklı toplumlar farklı düşünce kalıplarına ya da kolektif temsillere sahiptir. İşte sosyal bilimin temel inceleme konusu da budur. Brown da, bu görüşlerden etkilenerek toplumu bir organizmaya benzetmiştir.
Malinowski bireyin temel ihtiyaçları üzerinde dururken, Radcliffe-Brown toplumsal yapının işler biçimde sürdürülmesine dikkati çeker.
Bu kuramlar, antropolojinin bütüncü yönünün gelişmesinde önemli bir katkı yapmıştır. Bununla birlikte her iki kuramsal yaklaşım da tarihsel gerçekliği dışarıda bırakmalarıyla eleştirilmiştir.

Yapısalcılık
Yapısalcı düşünce, dilbilimci Saussaure’den etkilenen Claude LéviStrauss tarafından geliştirilmiştir.
Dil, insan aklını düzenleyen mekanizmaların dışa vurumudur ve kültür dediğimiz şey, aslında bu mekanizmaların dışsal yansımasından başka bir şey değildir. Dolayısıyla insanların zihinsel algıları, insanla nesnel dünya arasındaki yegâne ilişki biçimidir.
Louis Dumont Hindistan’daki kast sistemini toplumdaki üç yapısal ilkeyle; ayrılma, hiyerarşi, etkileşim ilkeleriyle açıklamaktaydı.
Kültürdeki çevresel uyarlanma boyutunu dikkate almamasıyla eleştirilmektedir.

PSİKOLOJİ VE BİYOLOJİ YÖNELİMLİ KURAMLAR
Kültür-Kişilik Kuramı
Kuramın öncüsü ve Boas’ın öğrencisi olan Ruth F. Benedict, hem kültürlerde ve hem de bireyin ruh hallerinde karşılık bulan ortak tema ve başa çıkma yollarının var olduğunu öne sürmüştü.
Kültürün iç tutarlılığı, ancak bireyin sorunlarla başa çıkma kapasitesini yükselttiği ölçüde sürdürülebilen bir konuydu. Kültür Örüntüleri (1934) başlıklı kitabında Benedict bireylerin ruhsal yapılarını belirleyen iki tip kültür ayırt etmiştir. Birincisi uzlaşmacı, psikolojik ve duygusal aşırılıklardan kaçınan Apollon tipi kültür, ikincisi ise coşkulu ve romantik, şiddete ve tehlikeye eğilimli Dionisyak tip kültürdür.
Benedict, bu araştırma görevi sonucunda kaleme aldığı Krizantem ve Kılıç başlıklı kitapla bu Japon ruh durumuyla Japon kültürü arasında bir ilişki kurdu.
Benedict ve izleyicileri, insanları ve kültürlerini uyarlanabilen olgular olarak değil, neredeyse sadece kültürel bir uzay içinde varolan, onları çevreleyen fiziksel dünyadan, diğer kültürlerden ve tarihsel olaylardan soyutlanmış ögeler olarak görmekle eleştirilmişlerdir.
Sosyobiyoloji Kuramı
Toplumsal olgu ve olayların biyolojik ve genetik nedenlere dayalı olduğunu savunan kuram.
Yaklaşım, tarih ve kültür araştırmaları gibi toplumsal bakış açılarıyla ele alınması gereken insanî çeşitliliğe ilişkin durumları, biyolojik olgulara bağlanan bir nedenselliğe indirgemesiyle eleştirilmektedir.
Vardığı en uç nokta, pek çok karakterin kültürel süreçler yoluyla sonradan kazanılmış durumlar olmayıp genlerde saklı olduğunu iddia eden genetik indirgemecilikte görülür.

ÇATIŞMACI VE UYARLANMACI KURAMLAR
Yeni Evrimcilik
İkinci Dünya Savaşı’nın sonrasında kültürel temaslar daha da yaygınlaşmıştır. Sanayileşmeyle tanışmamış toplumların küresel iktisadî sistemle bütünleşme süreçlerinin hızlanması, yeni ulusların ortaya çıkışı bu sürece damgasını vurmuştur.
Sanayileşme ve teknolojik gelişmenin etkisi altındaki toplumlara eğilen bu antropoloji yaklaşımı gelişmiştir.
Büyük kültür tarihçisi Gordon Childe ile birlikte çalışmış olan Amerikalı antropolog Leslie White bu yaklaşımın ilk temsilcisidir. Kültürel ilerleme görüşünü veri olarak almak yerine, bunun nedenlerini açıklama çabasını öne çıkarmıştır. İlerlemiş sayılan toplumlarla ilkel sayılan toplumlar arasındaki gelişme farkını açıklarken, kullandıkları enerji miktarını esas almıştır.
Ona göre kültür, insanların yeni enerji kaynaklarından yararlanmayı öğrenmeleri süreci içinde ilerlemektedir: Kas gücünden başlayıp hayvan gücüne oradan rüzgâr, su gücüne ve en sonunda fosil yakıtlara varan bir kaynak kullanımının ilerlettiği bir kültürel hayat kurgusudur
Bu yaklaşım, bazı kültürlerin neden diğer bazılarından daha hızlı ilerleme kaydettiği konusundaki yetersizliğinden dolayı eleştirilmiştir.
Kültürel Ekoloji Yaklaşımı
Başlıca temsilcisi Julian Steward olan bu okul, belirli bir kültür ya da kültür bölgesinde oluşan değişimler dizisine vurgu yaparak çevrenin kültürel evrim ve oluşumlar üzerindeki etkisini vurgular.
19. yüzyıl evrimciliğinden farklılaşarak çok hatlı bir evrim modelini savunur.
Bu yaklaşım, sosyo-kültürel sistemler ile çevreleri arasındaki ilişkiye ağırlık veren ilk yaklaşımdır.
Temel meselesi, kültürün belirli çevresel koşullara uyarlanmak bakımından nasıl işlediğini incelemektir.
Yeni İşlevcilik
Akımın temsilcisi, bu derlemedeki (Afrika Siyasal Sistemleri) en önemli makalelerden birine imza atan Güney Afrika doğumlu Britanyalı antropolog Max Gluckman’dır.
Reformist bir yaklaşımı benimseyen Gluckman, işlevcilikte Malinowski’yi esas almakla birlikte, onu toplumsal örgütlenme içinde çatışmanın rolünü göz ardı etmekle eleştirir.
Çatışma toplumsal sistemi besler ve güçlendirir. Ancak bu açıklama, toplumsal değişmenin nasıl gerçekleştiğini açıklamakta yetersiz kalmaktadır.
Marksçı Antropoloji
Esas olarak Fransız antropolojisi içinden kök alan Marksçı antropoloji Stanley Diamond, Claude Meillasoux ve Maurice Gaudelier gibi antropologlar tarafından kuramsallaştırılmıştır.
Marx değişmeyi meydana getiren koşulları incelerken toplumsal ilişkilerin uyumundan çok çatışmaları merkeze almıştı. Marksçı antropologlar dikkatlerini kültürün içindeki üretim ve dağıtım araçlarının nasıl şekillendiğine ve nasıl değişim geçirdiğine vermişlerdir.
Marksçı antropoloji Marx’ın ve izleyicilerinin iktisadî indirgemeciliğini antropolojiye taşıyarak, her farklı üretim-dağıtım ilişkisine göre farklı üretim tarzları icat etmekle ve kültürün toplumsal sistem içindeki göreli özerkliğini göz ardı etmekle eleştirilmektedir.
Kültürel Maddecilik
Antropolojide, kültürel özelliklerin, kodların, norm ve değerlerin, başta çevresel etkenler olmak üzere, insan toplumlarının maddî koşullarına bağlı olarak biçimlendiğini savunur.
Günümüzdeki en önemli temsilcisi Marvin Harris’tir.

ÖZGÜCÜ KURAMLAR
Etnobilim ya da Bilişsel Antropoloji Yaklaşımı
Yapısalcılık Kuzey Amerika’da yeni bir biçim kazanarak bilişsel antropolojiye dönüşmüştür. Temel yöntemi, etnografik verileri dikkatle incelemek suretiyle incelenen kültürlerin yapısal ilkelerini ortaya çıkarmaktır.  Yaklaşımın temel yönelimi, insanların dünyayı nasıl kavradığını anlama çabasıdır.
Simgeci/Yorumcu Antropoloji Yaklaşımı
Kültürü, o kültürün mensuplarınca ortak olarak paylaşılan simge ve anlamlardan ibaret bir sistem olarak gören simgeci antropolojinin önde gelen savunucusu Clifford Geertz’dir.
Feminist Antropoloji
Kuram, eşitsizliğin kültürel tezahürlerinin toplumsal cinsiyet rollerinin kültürel inşasında araştırılması biçiminde gelişti ve feminist antropoloji, bütün kültürlerde mevcut etnikmerkezcilik eğilimi gibi yine çok yaygın bir erilmerkezciliğin varlığını keşfetti.
Margaret Mead bu yönelimin ilk örneği sayılabilir.
Erilmerkezcilik: Toplumun ve toplumsal zihniyetin örgütlenmesinde erkeği ve onun toplumsal rollerini merkeze alarak davranma ve tutum geliştirme eğilimidir.


İNSANIN CANLILAR DÜNYASINDAKİ YERİ
Primat: Yaşayan ve soyu tükenmiş olan maymunları, kuyruksuz büyük maymunları ve insanı kapsayan, memelilerin birtakımıdır.
18. yüzyılda yaşamış olan ünlü doğa bilimci Carl von Linné’nin canlıları sınıflamış.
Biyolojik sınıflama sistemi olarak bilinen taksonomi, bilinen canlıların bir listesini vermekten çok, paylaştıkları özellikleri dikkate alarak onların birbirleriyle ilişkilerini belirlemeye dayanmaktadır.
Plasenta: Gebelik süresince fetusun anne karnında yaşadığı, anneden alınan gıdaları fetusa aktarma özelliğine sahip içi sıvı dolu kesedir.
Ortak atadan kalıtılan, birden fazla tür tarafından paylaşılan ve yapısal açıdan benzerlik gösteren organlara kökendeş (homolog) organlar denilmektedir.
Kökenleri farklı olan, dolayısıyla evrimsel açıdan birbirleriyle ilişkili olmayan, ancak benzer işlevleri üstlenen organlara ise işlevsel ya da görevdeş (anolog) organlar denilmektedir.
Prosimiyen: En erken primatlara benzeyen, küçük beyni, çıkıntılı burnu ve iri gözleriyle ilkel özelliklere sahip olan primat grubudur.
Sınıf
        İnsanın Yeri
Alem
          Hayvanlar
Şube
          Kordalılar
Alt şube
          Omurgalılar
Sınıf
          Memeliler
Alt sınıf
          Plesantalı memeliler
Takım
          Primatlar
Alt takım
          Antropoidler
Üst aile
         Hominoidler
Cins
         Homo
Tür
         Sapiens














İnsan türünün canlılar sınıflamasında ki yeri.
Besinlerini sindiren, hareket etmesi, duyu ve sinir sitemine sahip olmasıyla insan, canlılar dünyasında mantarlar, tek hücreliler, virüsler, bitkiler âlemlerinin değil hayvanlar âleminin bir üyesidir. Hayvanlar âleminde süngerler, denizyıldızları, kurtlar, salyangozlar ya da kafadan bacaklılar gibi hayvanlarla değil vücudu boydan boya geçerek farklı kollara dallanan sinir sitemine sahip olması nedeniyle insan, kordalı hayvanlarla aynı şubede yer almaktadır. İnsanın da içinde yer aldığı grupta omurga adını verdiğimiz kemik bir yapıyla merkezi sinir sisteminin çevrelenmesi nedeniyle diğer omurgalılarla aynı alt şubede yer almaktayız. Omurgalılar arasında bazıları kuşlar, sürüngenler, kurbağagiller gibi yumurtlarken; sıcakkanlı, yavrularını plasenta içerisinde büyüten, onları süt vererek besleyen insan memelidir. Ancak, memeliler de kendi yaşadıkları uyarlanmaların bir sonucu olarak farklı anatomik özelliklere sahiptir. Bu nedenle memeliler etçiller, kemiriciler, tek toynaklılar, çift toynaklılar gibi birçok takıma ayrılmaktadır. İnsan bu takımlar içerisinde iri beyinleri, üç boyutlu görme yetisine sahip olma, ellerinde beş parmağın mevcut olduğu, pençe ya da toynağa sahip olmayan, primat adı verilen takımla benzer özelliklere sahiptirler.
Korda: Vücudun orta hattından uzanan merkezi sinir sistemidir.

Primatların Özellikleri
Primat takımında yer alan türler, ağaç yaşamına uyarlanmayı yansıtan temel anatomik özelliklere sahiptir.
Üye kemikleri: Kol ve bacaklar ile bunları oluşturan kemiklerdir.
Primatlarda kafatasının ön kısmında yerleşmiş olan gözlerin görüş alanlarının birbirleriyle çakışmasıyla üç boyutlu görüş (stereoskopik) yetisi gelişmiştir. (ayrıca renkli görme yetisi vardır)
Memelilerde her bir çene yarımında yer alan 3 kesici, 1 köpekdişi, 4 küçük azı ve 3 büyük azıdan oluşan toplam 44 diş sayısı, primat takımında 36 ve 32’ye düşmüştür.
Karma beslenme: Hem bitkisel hem de hayvansal kaynaklı besinlerin tüketilebildiği beslenme modelidir. Omnivor veya hepçil de denilmektedir.
Yeryüzündeki en iri beyne sahip olan canlılardır.


Prosimiyenler
Afrika’nın doğu kıyılarına komşu olan Madagaskar Adası (lemur) ile Hindistan, Sri Lanka, Güneydoğu Asya, Afrika’da (lorisler ve tarsiyerler) yaşamaktadırlar. Prosimiyenlerin gözleri kafatasının yan kısımlarına yerleşmiş olup, daha kısa hamilelik dönemine ve büyüme sürecine sahiptirler.
Çoğunlukla gece ve ağaç yaşamına uyarlanmış olan bu canlılarda, boyut fare lemuru gibi prosimiyenlerde 13 cm’den, indri olarak da bilinen lemurlarda 60 cm’ye kadar geniş bir dağılım göstermektedir. Meyve, yaprak, ağaç filizleri, böcek, tırtıl yiyerek yaşamlarını sürdürmektedirler. İyi tırmanma ve kavrama yetisine sahiptirler, İri gözleri vardır, kafatası 180 derece dönebilir.
Antropoidler
Antropoidler insansı maymunlar olarak da bilinmektedir. İri boyuta sahiptirler, beyin hacimleri daha fazla olup, koklama duyuları zayıflamış, görme duyuları ise daha fazla gelişmiştir.  Maymunların önemli bir kısmında parazit ayıklama olarak da bilinen postun tımarlanması alışkanlığı vardır.
Yeni Dünya maymunları olarak da bilinen Platiriniler Orta ve Güney Amerika’da yaşayan maymunları içermektedir. Katariniler ise Asya ve Afrika kıtasında yaşayan maymunlarla kuyruksuz büyük maymunları ve ayrıca yeryüzünün her tarafına yayılmış olan insanı içermektedir.
Yeni Dünya Maymunları
Yeni Dünya maymunları boyut açısından 350 gr ağırlığındaki küçük boyutlu tamarinlerden 9 kg ağırlığındaki howler maymunlarına kadar geniş bir dağılım göstermektedirler.
Üç boyutlu ve renkli görürler.
Eski Dünya Maymunları
Eski Dünya maymunları, Yeni Dünya maymunlarından daha fazla davranışsal ve biçimsel çeşitliliğe sahip olan primatlardır.  Oturduklarında dik duruş pozisyonuna sahip olan bu primatlarda, arka taraflarında oturma yastıkçığı olarak da bilinen nasırlaşmış bir bölge mevcuttur.
Katarini: Burunlarında dışa dönük kanatların mevcut olmadığı, burunlarının uç kısımları nemli olmayan dar burunlu maymunlardır.
Bunlar insanı, kuyruksuz büyük maymunları ve hilobatları içeren Hominoidea ile maymun olarak bildiğimiz Cercopithecidea olmak üzere iki üst aileye sahiptir.
Braşiyasyon: Eski dünya maymunları ile kuyruksuz büyük maymunların bazılarında gözlenen, kollar aracılığıyla ağaç dallarında salınarak uygulanan hareket sistemidir.   (32 dişe sahiptirler)
Hominoidler
Taksonomik sınıflamada insan, kuyruksuz büyük maymunlar ve hilobatlar Hominoidea adındaki üst aile içerisinde yer almaktadır. Bunlardan orangutanlar Asya’da Borneo ve Sumatra adalarında; şempanzeler Batı ve Orta Afrika ile Doğu Afrika’nın Turkana gölü yakınlarındaki ormanlık alanlarında; goriller ise Orta Afrika’nın doğu ve batı bölgelerinde yaşamaktadırlar. Asya’nın güneydoğusunda, özellikle Malezya’daki ormanlık alanlarda yaşayan jibonlar ve siyamanglar kuyruksuz büyük maymunlar arasında yer almakla birlikte, bunlar Hylobatidae ailesini (hilobatlar) oluşturmaktadırlar.
Kuyruksuz büyük maymunlar primatlar arasında en büyük ve ağır olanlarıdır. Orangutanlar 140 kg, goriller ise 200 kg ağırlığına ulaşabilmektedir. Ortalama beyin kapasiteleri şempanzede 390 cm 3, orangutanda 425 cm 3 ve gorilde 525 cm 3 ’tür.
Hassas tutuş: Bir maddenin iki parmakla özenli bir şekilde tutulmasını ifade eder.
İnsan gibi uzun ömürlü olmalarına karşın doğal yaşamlarında 40 yaşını aşmış kuyruksuz büyük maymuna pek rastlanmaz.
Sosyal gruplar halinde yaşayan kuyruksuz büyük maymunlar arasında şempanzeler dişil gruplar oluşturmaktadır.
Kuyruksuz büyük maymunlarda sadece biz insanlara ait oan birçok davranış biçimi vardır.
Şempanzelerde 25 farklı sesten oluşan çığlık sistemi mevcuttur.
Kuyruksuz büyük maymunlar arasında yalnızca şempanzelerde avlanma gözlemlenmiştir.
İnsan
İnsanın beyni diğer hominoidlerden daha iri (ortalama 1400cm3 ) ve karmaşıktır. Yüzü daha kısadır ve bütünüyle beyin kutusunun altında yerleşmiştir.
Beyin kutusu: Kafatasında beynin yer aldığı bölümdür.
İnsan çocukluk dönemi en uzun olan tek hominoiddir.

İNSANIN BİYOLOJİK ÇEŞİTLİLİĞİ
Irk mı? Biyolojik Çeşitlilik mi?
İnsan, diğer adıyla Homo sapiens hominoidea üst ailesi içerisinde yer alan bir türdür.
Populasyon: Aynı bölgede yaşayan ve kendi aralarında çiftleşebilen bireylerin oluşturduğu topluluktur.
MÖ. 1350 yıllarında Mısırlılar insanları görünür özelliklerini kullanarak, Kırmızılar (Mısırlılar), Sarılar (Doğulular, Asyalılar), Siyahlar (Afrikalılar) ve Beyazlar (Kuzeyliler) olmak üzere dört gruba ayırmışlardır.
İnsanın deri rengi gibi görünür özelliklerine dayalı sınırlamalar MÖ. 2. yüzyılda Çin’de, hatta Eski Yunan’da da bulunmaktadır.

İnsanın Evrimi
Biyolojik uyarlanma: Canlıların hayatlarını ve türlerinin devamını sağlamak için yaşadıkları çevreye biyolojik ve davranışsal olarak uyum sağlamaları sürecidir.
Canlılığın kökeni ve gelişimini açıklayan evrim, bilimsel bir kuramdır
Evrim düşüncesi ile ilgili bilgilerin kökeni Antik çağa kadar uzanmaktadır.
Anaksimandros’a göre yerler önceleri sularla kaplı idi ve ilk meydana gelen canlılar suda yaşayan balık benzeri canlılardı. Anaksimandros, balıkları insana kadar pek çok hayvan türünün kaynağı olarak görmekte ve evrim düşüncesinin de temelini atmaktadır.
Aristoteles, değişimi maddenin varoluş biçimi olarak görmektedir.
Transformizm: Canlıların yapılarının sabit değil, değişebilir olduğu görüşüdür.
Carl von Linné (1707-1778), taksonomi olarak da bilinen sınıflamayla, bilinen bütün canlıları anlamlı gruplar halinde organize etmiştir.
Taksonomi: Canlıların sınıflandırılmasıdır.
Cins: Benzer uyarlanmalara sahip, benzer türlerden oluşan taksonomik bir birimdir.
Tür: Doğal koşullar altında çiftleştiklerinde üreme kapasitesine sahip yavrular doğurabilen canlı grubudur.
Canlıların değişmez niteliklere sahip oldukları görüşünü zedeleyen ilk kuram Jean-Baptiste Lamarck (1744-1829) tarafından ileri sürülmüştür. Lamarck’a göre canlı yaşamı boyunca çevreye uyum sağlayarak belli özellikler kazanır, daha sonra bu değişiklikleri kendi çocuklarına aktarır. Kazanılan karakterlerin kalıtımını açıklayan Lamarkizmde uzun süre kullanılmayan organlar güdükleşir ve fonksiyonunu yitirir, körelir.
Darwin evrimin doğal seçilim yoluyla nasıl gerçekleştiğini kuram haline dönüştürmüştür. Onun evrim düşüncesine en önemli katkısı jeoloji, ekonomi, anatomi gibi farklı birçok alandan bilgileri bir araya getirip sentezleyerek yeni bir kuram ortaya koymuş olmasıdır.
Çiftçiler ve hayvan yetiştiricileri en fazla et, süt ve yumurta veren hayvanlarla, en iri ve en fazla tohumu veren bitkileri seçerek, yapay seçilim olarak da bilinen bu yöntemi tarımın keşfinden bu yana uygulamaktadır.
Doğal seçilim: Yaşadıkları çevreye en iyi uyarlanan canlıların hayatta kalması, uyarlanamayanların ise ölmesi ya da elenmesiyle devam eden süreçtir.
Biyolog August Weismann (1834-1914) bütün kalıtsal bilginin germ plasma adı verilen üreme hücrelerinde yer aldığını belirleyerek, üreme hücrelerini etkileyebilen çevresel özelliklerin vücut hücrelerini etkilemediklerini saptamıştır. Bu ise modern genetiğin temelini oluşturmuştur.
Gregory Mendel (1822-1884), bir kuşaktan diğerine kalıtımın nasıl gerçekleştiğini ortaya koyarken, türün ya da türü oluşturan populasyonların genetik yapısındaki çeşitlilik, rekombinasyon ile açıklanmıştır. Rekombinasyon, rastgele üremeyle bir türün gen havuzu içerisindeki genlerin bir araya gelerek, sonsuz bir çeşitlilik oluşturabilmeleridir.

PRİMATLARIN EVRİMİ
Primat: Yaşayan ve soyu tükenmiş olan maymunların, kuyruksuz büyük maymunların ve insanı kapsayan, memelilerin bir takımıdır.
Paleosen dönemde (65-53 milyon yıl öncesi), memelilerin sayısı hızla artmaya başlamıştır. İlk primat benzeri memeliler de bu evrede ortaya çıkmışlardır.
Eosen dönemde (53-37 milyon yıl öncesi), primat benzeri memelilerden ağaca tırmanmaya yarayan kavrayıcı el ve ayakları, kısalmış burun çıkıntıları ve iri beyinleri olan ilk gerçek primatlar (erken prosimiyenler) evrimleşmişlerdir.
Oligosen dönemde (37-25 milyon yıl öncesi), gerçek maymunlar olarak da adlandırılan antropoidler ortaya çıkmıştır.
Miyosen dönem (25-5 milyon yıl öncesi) memelileri, çoğu günümüzde de yaşayan modern görünümlü türlerden oluşmaktadır.
Hominoid: Primatlar takımı içerisinde bir üst ailedir. Orangutan, goril, şempanze gibi büyük maymunlar ve insan bu ailenin üyeleridir.
Hominid: İnsan ailesini temsil etmektedir. Yaşayan ve nesli tükenmiş insan ve insansıları içermektedir. Hominin de denilmektedir.

İLK İNSANLAR
Evrimsel anlamda insan sayılmak ya da Homo cinsine dâhil edilmek için, başta alet üretimi ve kullanımı olmak üzere, dik yürüme, iri bir beyin, konuşabilme yetisi gibi özelliklerin bütününe sahip olmak gerekmektedir.

Homo habilis ve Homo rudolfensis
Homo habilis: “becerikli, yetenekli insan.” Homo habilis fosillerinin önemli bir kısmı Doğu Afrika’dan ele geçmiştir. İri beyinli ve iri dişli olanlar Homo
rudolfensis olarak adlandırılır. Bunların Oldowan kültürü ya da yontuk çakıl kültürü olarak adlandırılan alet teknolojisini geliştirdikleri saptanmıştır.

Homo ergaster ve Homo erectuslar
Homo erectuslar, fosil kalıntılarına Afrika dışındaki kıtalarda da rastladığımız ilk türdür. Güçlü beden yapıları Homo erectusların uzun mesafeli hareket etmeye uygun iskelet ve kas sistemine sahip olduklarını göstermektedir.
En yaygın alet tipini aşölyen adı verilen aletler oluşturmaktadır.
Aşölyen (Acheulean): El baltalarını içeren taş alet topluluğudur. Fransa’daki buluntu yeri Saint Acheul’a atfen adlandırılmıştır.
Eldeki veriler Homo erectusların ateşi üretmeseler bile en azından bir milyon yıldan bu yana ateşi kontrol altına alarak onu ısınma, beslenme ve korunma amacıyla kullandıklarını göstermektedir.
Homo erectus ve çağdaşlarının, hemcinslerinin kemik iliği, beyin ve etlerini yediklerini gösteren bulgular mevcuttur.

Neandertal İnsanı (Homo neanderthalensis)
Neandertaller günümüzden önce 200 bin yıl ilâ yaklaşık 30 bin yılları arasında yaşamışlardır. Beyni, günümüz insanınınkinden daha büyüktür.
Neandertaller neredeyse kendileriyle özdeşleşmiş Musterien kültürü olarak da bilinen yonga aletlerle tanınırlar
Neandertaller, balık ve midye gibi denizel ve tatlı su hayvanlarını diyetlerine dâhil eden ilk türdür.
Neandertaller ölülerini de gömmüşlerdir.
Genetik araştırmalardan elde edilen bulgulardan hareketle, günümüz insanlarının tamamının 200 ilâ 100 bin yıl önce Afrika’da yaşamış ortak bir ataya sahip oldukları düşünülmekte ve Neandertallerin günümüz insanına doğru ilerleyen evrim çizgisinden daha önce ayrılan bir tür olduğu anlaşılmaktadır.

Homo Sapiens
Günümüzde yaşayan insanların tamamının kökeninin Afrika kıtası olduğu düşünülmektedir.
Mitokondriyal DNA’nın her bir milyon yılda %2 ilâ 4 arasında mutasyona uğradığı ön kabulünden hareket eden bu çalışmalar günümüz insanlarının 140 bin ilâ 290 bin yıl öncesinde Afrikalı bir ortak atadan türediğini göstermektedir.
Homo sapienslerin konaklayabilmek amacıyla duvarlar ördükleri, yaşam alanlarının üzerlerini hayvan kemikleri, çalılar, deri gibi malzemelerle kapattıkları, dolayısıyla ilk konutları ürettiklerini görmekteyiz.


Sanayi Öncesi Yaşam Tarzları
İnsanlık, yaklaşık olarak 2-2,5 milyon yıl boyunca, avcı-toplayıcı bir geçim ve yaşam tarzı sürdü. Avcı-toplayıcı yaşam tarzı, herhangi bir üretim etkinliğine değil, doğada verili olarak bulunan bitki ve hayvan varlığının istismarına dayanıyor ve buna uygun bir insan örgütlenmesi gerektiriyordu.
Tarımsal hayat Neolitik devirde gerçekleşti. V. Gordon Childe bu büyük değişime Neolitik Devrim adını verdi. Neolitik Devrim’le birlikte avcı-toplayıcı hayat hızla tasfiye oldu ve dünyanın çok büyük bölümünde tarım ve onunla birlikte gelişen hayvancı geçim ve yaşam tarzı egemen hale geldi.
Neolitiğin Tarım Devrimi’nin ardından insanlığın yaşadığı ikinci büyük devrim, Sanayi Devrimi’dir.

Tarih ve Tanımlama
Günümüzden kabaca 10,000 yıl öncesine kadar bütün insanlar avcı-toplayıcı idiler. Bu geçim tarzının temeli, doğada hazır bulunan ya da kendi kendine yetişen besin kaynaklarının tüketilmesine dayanmaktaydı.
16. yüzyılda başlayan ve giderek etkisini artıran kolonileştirme hareketi avcı-toplayıcılığı büyük ölçüde ortadan kaldırdı ve avcı-toplayıcı etkinlik besin üreticiliğine uygun olmayan çevrelerde sürdürülebilir hale geldi.
Bugün avcı-toplayıcı yaşam ve geçim tarzını özgün biçimde temsil edebilen yegâne topluluk Güney Afrika (Botswana)’daki Kalahari Çölü’nde yaşayan !Kung San’lardır.

Avcı-toplayıcılar ekolojik koşullara üst düzeyde bağımlıdırlar. Burada hayatî kavram biyolojik taşıma kapasitesi kavramıdır. Biyolojik taşıma kapasitesi kavramı, belirli bir yaşam alanında (ekolojik eşikte), o çevrenin ekolojik koşullarının sunduğu olanaklarla, herhangi bir güçlük çekmeden yaşayabilecek en yüksek miktardaki canlı sayısını ifade eder, ayrıca bu yaşam alanının canlılara sağlayabileceği en yüksek yaşama olanağını da gösterir.
Kültürel besin listesi: Bir kültürün yenebilir saydığı beslenme ürünlerinin tamamıdır.
Avcı-toplayıcılarda biyolojik taşıma kapasitesi diğer geçim biçimleriyle karşılaştırıldığında en düşük olanıdır.
!Kung San’lar üzerinde yapılan araştırmalar, bu topluluğa mensup bir avcının yaklaşık olarak 2,5 km2’lik bir av ve toplama alanına ihtiyaç duyduğunu göstermiştir.
Bu veriye göre Paleolitik dönemlerin en yüksek insan nüfusu ancak 5 milyondur.
Ömür beklentisi: Belirli bir dönem ve toplumda bireylerin ortalama olarak kaç yıl yaşayabileceğini gösteren yaştır.
Avcı-toplayıcıların temel örgütlenme biçimine takım adı verilir. Bu topluluklar genellikle nüfusu 25 ile 100 arasında değişen küçük takımlar halinde yaşamayı tercih ederler.

Ekonomi
Sessiz ticaret, ticaret ortaklığı ve kula döngüsü avcı-toplayıcılardan görülen başlıca ekonomik mübadele sistemleridir.
Sessiz ticaret: Pigme’ler, ormandan avladıkları ve topladıkları, kendi ihtiyaçları dışında kalıp değiştirmek istedikleri maddeleri bir Bantu köyünün sınırına getirip toplu halde bırakarak giderler. Bantu’lar da değiştirmek istedikleri tarım ürünlerini Pigme’lerin bıraktığı maddelerin yanına bırakırlar.
Ticaret ortaklığı; topluluklar karşılıklı olarak ellerindeki ürün fazlasını, yanında bazı armağanlarla birlikte kardeşlerine götürür ve karşılığında diğer topluluğun ürün fazlasını ve armağanlarını alarak dönerler.
Malinowski’nin Argonaut’lar adını verdiği balıkçı topluluklar kanolarıyla denize açılarak ticaret kardeşleriyle, süs eşyası olarak kullanılan kolye ve bilezik değişimi yaparlar. Bu seferlere Kula adı verilir. Kanolu balıkçılar adalar arasında saat yönünde sefer yaptıklarında kolye, aksi yönde sefer yaptıklarında ise bilezik değiş-tokuş ederler.
Avcı-toplayıcılar kurdukları ilişkiler ve ihtiyaçlarının minimalizmi yüzünden genellikle barışçıdırlar.
Avcı-toplayıcılardaki liderlik ya da reislik, bir imtiyaz değil aksine bir yükümlülüktür. Bu yüzden bu topluluklar eşitlikçi sayılırlar.
Bu eşitlikçi yapıda herhangi bir tabakalaşma bulmak da mümkün değildir.
Doğanın tahakkümünü ve kontrolünü amaçlamayan, onunla karşılıklı yarar ve saygı ilişkisi kuran bir inanç ve değer sistemiyle yaşayan bu topluluklar, doğayla bugünkü Batı anlayışından çok farklı bir ilişki biçimi geliştirmişlerdi.
Farklı uyarlanma ve özelleşme süreçleri, doğal olarak farklı yaşam biçimlerini yaratmış, farklı kültürel özelliklerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Avcı-toplayıcı yaşam tarzları, sanayi devriminin getirdiği tek tip yaşam biçiminin baskısıyla yok olma sürecine girdiler.

Avcı-toplayıcılar genellikle sağlıklı topluluklardır. Hareketlilikleri, küçük nüfusları ve avcılığa bağlı olarak yüksek protein tüketimleri, onları salgın hastalıklar karşısında dirençli hale getirmiştir.

Dünya yaklaşık olarak 10 bin yıl önce Holosen devir adını verdiğimiz dönemde büyük bir küresel ısınma yaşayarak Son Buzul Çağı’ndan çıktı.
İklimbilimciler bu büyük değişmeye büyük iklim geçişi demektedir.
Değişen iklim, Ortadoğu’da, yerleşik hayata ve tarımcılığa geçişle simgelenen Neolitik dönemin hazırlayıcısı olan Epipaleolitik dönemin yaşam koşullarını da ortaya çıkarmıştır. Ortadoğu’daki Epipaleolitik kültürler yerleşik köy hayatına geçişin ilk adımıdır.
Bu göreli bolluk dönemi ilk yerleşik hayat biçiminin ortaya çıkmasına neden oldu.
İlk tarım bölgeleri tarıma alınan temel bitki türleri bakımından farklılıklar gösterir. Ortadoğu’da tahıl merkezli, Uzakdoğu’da pirinç merkezli, Afrika’da darı ve patates merkezli ve Amerika’da mısır merkezli bir tarımsal gelişme yaşandı.
Tarıma bağlı olarak önce yoğun bir köyleşme meydana geldi.
Neolitik dönemde besin kaynağı olarak evcilleştirilen ilk hayvan türleri domuz, koyun ve keçidir. Onları sığır türleri izlemiştir.
Biyolojik taşıma kapasitesinin doygunluğu ile birlikte çiftçiler, yerli toplayıcıları sürmüş ve tarım teknikleri ve tarımcı yaşam tarzı bu harekete bağlı olarak çepere doğru her kuşakta 10-20 km. yayılmıştır.
Neolitik Devrim’i izleyen 9 bin yıl içinde, dünya nüfusu yaklaşık olarak yüz kat arttı ve 17. yüzyılın ortalarına gelindiğinde ortalama olarak 500 milyon kişiye ulaştı.
Ortalama ömür avcı-toplayıcılıkta 25 yıl kadarken, tarımla birlikte ancak 30’a çıkabilmiştir.
Neolitik dönemden çıkıp Kalkolitik döneme ve Tunç Çağı’na girildiğinde, özellikle Mezopotamya’da kuru tarım yerine sulamalı tarıma geçilmesiyle birlikte, tarımdan artı-ürün yaratımı başlamıştı. Bu artı-ürün yaratımı, kısa sürede öyle boyutlara vardı ki, Gordon Childe’ın ikinci büyük devrim olarak tanımladığı Kentleşme Devrimi ortaya çıktı.
Tunç Çağı: İÖ. 3500 ilâ 1200 yılları arasında, yoğun maden işlemeciği, kent hayatı, yazı gibi büyük kültürel ve iktisadî gelişmelerin yaşandığı, ilk devletlerin ortaya çıktığı uygarlık çağıdır.
Geçimlik tarım yapan toplulukların klanlar veya kabileler halinde, kimi yerlerde de bu kabilelerin bütünleşmesiyle, belirli bir pazarın merkezinde yer aldığı beylikler biçiminde örgütlendiğini görmekteyiz.
Kabile, tarımcılar için temel bir örgütlenme tarzıdır. Kabile toplumları büyük ölçüde eşitlikçi toplumlardır. Bu nedenle kabilenin başındaki kişinin imtiyazları ve büyük yetkileri yoktur.
Özellikle çok sayıda hayvanın sevk ve idaresinin gerektiği durumlarda kabile örgütlenmesi, iktisadî ve siyasî ihtiyaçları karşılamaktan uzaklaşır. Bu durumda aşiret ve beylik tipinde örgütlenmelerin doğduğu görülür.
Aşiret modelinde egemen akrabalık ilişkisi dallanan soy sistemidir.

Kent, Devlet ve Endüstri

V. Gordon Childe, tarım devriminden sonraki ikinci büyük devrimin kent devrimi olduğunu belirtir. Diğer birçok antropolog ise kent devrimi kavramına pek sıcak bakmayıp asıl önemli atılımı endüstri devrimiyle gerçekleştiğini belirtir.

TARIM DIŞI TABAKALAŞMANIN DOĞUŞU
Tarihte ilk kentler, İÖ. 4. binin sonunda (Tunç Çağı’nda) Mezopotamya’da ortaya çıktı. İlk kentler, çevrelerinde yer alan tarımcı yerleşmelerin oluşturduğu bir ağın merkezi olarak oluştular. Bu art alanın yarattığı artık değerden beslenen kentler, kendisine bağlı bu kırsal ağın ihtiyaçlarını karşılayacak kurumları oluşturarak bu artık değere çeşitli biçimlerde el koyma mekanizmalarını da geliştirdi.
Zamanla kentler çevresiyle girdiği eşitsiz ilişkiyi, yazılı kültürü, dolayısıyla daha incelmiş bir yaşam tarzını, yani yüksek kültürü temsil eder hale geldi.
Zaman içinde bu tavır, gelenek ve alışkanlıklar bütün toplumun ulaşması gereken değerler ve idealler haline geldi. Böylelikle medeniyet kavramıyla kent arasında sıkı bir ilişki kurulmuş oldu.
Batı dillerinde bu kavram civilization terimiyle karşılanmaktadır. Sözcüğün kökündeki civil mastarı Latince civis’ten gelmekteydi ve civis, doğrudan doğruya kenti ima etmekteydi. Kavramın bizim de kullandığımız Arapça eşi, yani medeniyet de, medine, yani kent kavramından türetilmişti.
Redfield’ın büyük gelenek ve küçük gelenek kavramları da köy ve kent hayatının yaşam tarzına gönderme yapar. Bu kavramlar yerlerini zamanla sözlü kültür ve yazılı kültür kavramlarına bıraktı. Bu iki gelenek arasında sürekli bir alış-veriş ve buna bağlı olarak sürekli bir kültürleşme vardır.
Büyük gelenek, yöneticilerin temsil ettiği resmî ve ortodoks dünya görüşünü yansıtır  (Ortodoks dünya görüşü: toplumun yönetici seçkinlerinin benimsediği dünya görüşü).
Halkbilimciler genellikle sözlü kültür alanıyla uğraşırlar.

Devlet
Kentlerle birlikte pek çok kurum ve yenilik gelişti. Bunların başında örgütlü din, askerlik kurumu ve yazı gelir. Bu kurumlar ve yenilikler karşımıza ilk devleti çıkarır. Kent ilk devletin ön koşuluydu. Zenginliğin korunması ve sürekliliğinin sağlanması da düzen ihtiyacını besleyen bir başka etkendi. Böylece koruyucular, yani artı-üründen beslenmek koşuluyla o ürünün güvenliğini sağlayan profesyonel askerler ortaya çıktılar.
Devletin üç işlevi tanımlanmıştır:
1. Üretim araçlarının ve üreticilerin korunması ve gelişmesi için gerekli koşulların sağlanması,
2. Üretim ilişkilerinin korunması ve gelişmesinin sağlanması,
3. Devlet aygıtının güçlü tutulması ve devletin toplumun sürekli bir biçimde üstünde yer almasının sağlanması.
Bu işlevleri yerine getirmek için devletin dört temel kurumdan oluştuğu söylenebilir:
1. Belirli bir toprak üzerinde hükümranlık ve bu toprakta yaşayan insanlar üzerinde varsayımsal ve ideolojik hâkimiyet
2. Hukuk
3. Güvenlik ve zor aygıtları (ordu, polis, milis vs.)
4. Maliye (üretimden artığı çekme mekanizmaları).
Devlet örgütlenmesinin il biçimlerinde, devleti oluşturan kurumlar/birimler arasında bir toplumsal hareketlilik bulunmamaktaydı.
Yazılı hukuka ilişkin ilk belge ise Eski Babil kralı Hammurabi’ye ait kodekstir. İÖ. 18. yüzyıla ait bu kodekste evrensel ceza hukuku ilkelerinin ilk izlerini buluruz.
İlk devleti izleyen süreçte devletin iki ana evresinden söz edebiliriz. Bunlar kapitalizm öncesi (prekapitalist) devlet biçimleri adı altında toparlanan tarım devletleridir.
İlk devlet, bir kent devleti olarak ortaya çıkmıştır.
Tarım devletleri, ilk devlet biçiminin özelliklerini sergileyen kent-devletlerinden birinin giderek güçlenmesine bağlı olarak diğerlerini egemenliği altına almasıyla ve topraksal (teritorial) devletin doğmasıyla ortaya çıkar.
Topraksal devletle birlikte, toprak üzerindeki büyük mülkiyetin de doğduğu görülür. Bu devletlerin yöneticileri yeni ele geçirilen toprakları bu seferlere katılan savaş beylerine verirlerdi. Böylelikle toprağa bağlı servet birikimi, zenginlik ve statüden kaynaklanan yeni bir tabakalaşma, toprak soyluluğu (aristokrasi) ortaya çıkmış oldu.
İmparatorluk kavramı, kendi doğal coğrafî alanları dışındaki topraklara yayılma gücü olan ve oraları elinde tutabilen siyasal ve askerî gücü tanımlar.
İÖ. 4. yüzyılın sonlarında yaşamış olan Büyük İskender, tarihin gördüğü ilk dev imparatorluğu kurmuş ve o zamanın dünya kavrayışının iki parçası olan doğu ile batıyı birleştirmişti.
Tarım devletleri, özellikle imparatorluklar, tebalarını istendik bir yurttaş haline getirmek gibi bir sorun sahibi değildirler.

Endüstri Toplumu
Tarım Çağı, 18. yüzyılda ivme kazanan bilimsel devrimin izinde ortaya çıkan Endüstri Devrimi ile sona erdi. Endüstri toplumunda üretim mekânı köy ve tarla olmaktan çıkararak, kent ve fabrikaya dönüşmüştür.
Endüstri devrimiyle birlikte toprak soyluluğu tasfiye olmuştur.
Endüstri toplumunda bürokrasi de değişmiştir. Eski ayrıcalıklı bürokrasi yerini sosyolog Max Weber’in akılcı bürokrasi dediği yeni bir biçime terk etti.
Endüstri devriminden sonraki en yaygın devlet örgütlenmesi ulus-devlettir. Ulus-devletler, kendilerini ortak bir kültürü bulunan ulus öznesiyle tanımlamış ve meşruluğunun temelini bu ulusa dayandırmıştır.
Çok milletli, çok dinli büyük tarım imparatorluklarının çözülme sürecine girmesiyle, milliyetçiliklerin yükselişi eş zamanlıdır.
Milliyetçiliğin toplumsal hareketliliğin ve iletişimdeki gelişmenin bir sonucu (örneğin Karl Deutch) olduğu veya kapitalist dünya ekonomisinin iç ve dış taleplerinin bir sonucu olduğu (örneğin Benedict Anderson) yolunda iki tür açıklama karşımıza çıkmaktadır. Bunlara ek olarak, tipik örneğini Ernest Gellner’de bulduğumuz ve kültürün antropolojik anlamını odağa alan yaklaşım da kabul görmektedir. Gellner, milliyetçiliğin temeline endüstrileşme olgusunu koymaktadır.
Etnik grup esas olarak, bir halk olma (bizlik) duygusunun belli bir birey grubunca paylaşılması sonucunda oluşur. Etniklik konusundaki ilkselci (primordialist) görüşe göre, etniklik ile akrabalık arasında sıkı ilişki vardır.
Modern toplumlarda ve belirli bir milliyetçiliğin baskısı altında kalan yalnız kalabalıklar içinde yabancılaşmayı yaşayan kişiler, aidiyet ve dayanışma ihtiyacını daha yoğun biçimde duyarak böylesi bir etnik bilince sarılabilirler. Bu durum etnikmerkezciliği ve toplumsal çatışmaları doğurabilir.
Irkçılık, Avrupalıların Amerika, Afrika, Avustralya ve Uzak Asya’yı sömürgeleştirmesine koşut olarak gelişmiştir.
Teknoloji önce buhar gücüne dayanıyordu. Buhar gücünü elde etmek için kömür temel bir enerji kaynağıydı.
Ardından bir enerji kaynağı olarak petrol ve onun kullanıldığı yanmalı motorlar devreye girdi.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra uzay, havacılık ve iletişim sektörleri ile nükleer enerji kaynakları gelişti ve öncülüğü ele geçirdi.
Endüstri Devrimi’nin başlangıcında, 1800’lerde dünya nüfusu 910 milyon kadardı. 1830 ile 1930 yılları arasında Avrupa’dan sadece Kuzey Amerika’ya göç eden insan sayısı 60 milyonu bulmuştu.
Erken endüstrileşen ülkelerde kentler, gecekonduların doğmasına engel olacak biçimde işçi yurtları şeklinde gelişen düzenli yeni mahallelerin kurulmasıyla gelişirken, dünya ekonomik sistemine eklemlenen ülkelerdeki kentler, çarpık büyüdüler. Çarpık büyümenin en önemli göstergesi plansız kentleşme ve gecekondulaşmadır.
Batı Avrupa ve Kuzey Amerika toplumları Endüstri Devrimi’ni yaparak yeni bir çağa atladıkları halde, dünyanın geri kalanı bu dönüşümü gerçekleştiremeyerek tarım toplumu olarak kaldı. Bu durum eşitsiz iktisadî ve siyasal ilişkiler yarattı. Bu hiyerarşinin bir tarafında zengin Batı yer alırken, diğer tarafında yoksul Üçüncü Dünya şekillendi. Üçüncü Dünya, II. Dünya Savaşı’ndan önce büyük ölçüde Batı’nın sömürgeleri olan ve savaş sonrasında bağımsızlıklarını kazanıp ulus-devletler haline gelen Asya ve Afrika ülkelerini anlatan bir kavram olarak şekillenmiştir. Bunun dışında Savaş sonrasında Sosyalist blokta yer alan ve içinde Doğu Avrupa ülkeleriyle Sovyetler Birliği’nin, Çin, Kore ve Küba’nın bulunduğu bir İkinci Dünya (Sosyalist Blok) mevcuttu.
Dünyadaki temel siyasal ve iktisadî çelişki zengin Batı ile Üçüncü Dünya arasındaki çelişki olarak tanımlanmıştır.
Sosyolog Immanuel Wallerstein bu çelişkiyi tek bir Dünya Kapitalist Sistemi içinde birbirine eşitsiz biçimde eklemlenmiş merkez ve çevre ülkeler formülüyle izah etmeye girişti. İktisatcı Andre Gunder Frank, ortaya attığı Bağımlılık Kuramı ile, kapitalist Batı ülkelerine iktisaden bağımlı Üçüncü Dünya ülkelerinin, bu bağımlılık ilişkisi yüzünden yeterli ve sürdürülebilir bir kalkınma düzeyi tutturamadıklarını ileri sürdü.

Küreselleşme
Sosyalist Blok’un çöküşünden sonra dünya kapitalist ekonomisi, sermayenin dünyanın bütün kesimlerine yayılmasını sağlayacak biçimde yeniden örgütlendi. Bu sürece sermayenin küreselleşmesi diyoruz.
Küreselleşmeyle birlikte;
1. Sermaye hareketlilik kazandı
2. Teknoloji hareketlendi
3. İnsan hareketliliği de arttı. Yoksul ülkelerden zengin ülkelere göç arttı.

Kültür alanında da büyük bir değişim ortaya çıktı;
1. Belirli bir kültürün sınırından söz etmek olanaksız hale geldi.
2. Güvensiz yeni ekonomik koşullar yeni bir kaos hali yarattı.

Endüstri devriminin ilk dönemlerinde üretim önemliydi küreselleşme döneminde ise tüketim önem kazandı.
Bu hızlı değişme ortamında bir kültür ihtiyacı ortaya çıktı ve içinde sinemanın, müziğin, sporun, medyanın ve çeşitli tüketim eğilimlerinin üretiminin yer aldığı bir kültür endüstrisi doğdu. Kültür endüstrisinin yarattığı ve kitlelerin tüketimine açık kültüre popüler kültür diyoruz.
Popüler kültür, tüketim toplumundan ayrı düşünülemez. Popüler kültürün yarattığı en önemli kurumlardan birisi modadır.
Modanın yanısıra eğilimler (trend’ler) de ortaya çıktı. Bu eğilimler genellikle medya tarafından tanıtılıp yayılıyor ve geniş kitlelere mal olan bu tanıtımlar geçici tüketim eğilimlerinin belirli dönemlerde geçerli kılıyor.
Bu gelişmeler etrafında beslenmenin de doğal biçiminden koptuğu ve sentetik ürünlere dayanmaya başladığı görülür.
Dünyada insanlar arası temasın yoğunlaşması ve yoğun endüstrileşme ve tüketim nedeniyle ekolojik dengelerin bozulması, AİDS gibi, SARS gibi, kuş gribi gibi yeni salgınların insanlara musallat olmasına yol açtı.

Çokkültürlülük ve Çokkültürcülük
Endüstrileşmiş Batı ülkelerinde etnik azınlık ve göçmen dernekleşmeleri artık, yöresel bağlar, etnik aidiyet ya da iş temelinde meydana gelmektedir. Bu yeni toplumsal örüntü çokkültürlülük olarak adlandırılmaktadır.
Endüstri toplumunun ilk dönemine özgü türdeş ulus kurgusu, yerini çeşitli kültürlere mensup insanların endüstriyel toplum etrafında örgütlendiği yeni bir toplum kurgusuna bıraktı. Bu yeni siyasete ise çokkültürcülük denmektedir.
Çokkültürcülüğe bağlı olarak sosyoloji ile antropolojinin kesişme noktasında kültürel çalışmalar adını alan yeni bir çalışma sahası doğdu.

Uygulamalı Antropoloji
Bugün insanlar ve toplumlar, dünya ekonomik sisteminden ve küreselleşmeden kaynaklanan yeni durumlara uyum ve uyarlanma sorunları yaşamaktadır. Zira artık sağlıklı ve bütünlüğü koruyarak uyarlanmayı sağlayacak geniş zamanlar yoktur. Gelişmeler çok hızlı ve çok etkilidir.
Kalkınma ile insan varlığı arasında bir çatışma doğmaktadır. Uygulamalı antropoloji bu uyumsuzluğun giderilmesine yönelik sistemli çabaları kapsar. Kalkınma projelerinin pek çoğu, oluşturacağı toplumsal ve çevresel etkiyi de ölçme gereği duymaktadır. Artık bu araştırma sürecine yoğun biçimde antropologlar da katılmakta ve bu sayede uygulamalı antropolojiye ilişkin geniş bir birikim oluşmaktadır.

Endüstriyel Antropoloji
Ergonomi de denilen endüstriyel antropoloji, fiziksel antropoloji ile antropometrinin en yeni uygulama alanıdır.
Antropometri: İnsan bedeninin ve iskeletinin boyut, biçim ve bileşim yönünden ölçülmesidir. İnsanların kullanımına sunulan makinelerin, araçların, mobilya ve giysilerin tasarlanmasında antropometriden faydalanılarak belli standartlar oluşturulmuştur.


Akrabalık ve Toplumsal Cinsiyet
Toplumlar, farklı tarihleri içinde farklı evlilik biçimleri geliştirmişlerdir. Akrabalık da soy ve evlilik yoluyla kültürel olarak kabul edilmiş toplumsal ilişkiler ağı olarak tanımlanabilir.
Cinsiyet biyolojik olduğu halde insan toplumları cinsiyetlere kültürel anlamlar yüklemiş, onlardan beklenen toplumsal, kültürel ve iktisadî roller kültür içinde belirlenmiştir. O nedenle antropoloji, cinsiyete bakarken onda biyolojik değil toplumsal bir yan görür.
Hayvanların büyük bir bölümünde rastlantısal cinsellik ve üreme davranışı egemendir. Ancak insan toplumları, kadınla erkek arasındaki ilişkileri rastlantısal cinsellik ve besin değişiminin ötesinde bir kurallar, normlar ve değerler sistemine bağlamıştır.

Evlilik ve Uyarlanma
Doğduğu andan itibaren bir insan en az 3-4 yıl boyunca bakıma muhtaçtır. Anne gözetiminde geçen bu süre zarfında çocuğa bakmakla yükümlü olan anne de bakıma muhtaç duruma düşer. Çocuğun ve bakıcısının geçimini güvence altına almanın en yaygın, kültürel olarak tanınmış ve güvenli yolu da evliliktir.
Evliliğin ikinci önemli işlevi cinsel rekabet sorununu gidermesidir. Diğer türlerin aksine insan erkeğinin ve dişisinin cinsel faaliyete sürekli açık olması, topluluk içinde yıkıcı ve topluluğu çözücü bir rekabete yol açabilir.
Evliliğin üçüncü işlevi iktisadîdir. Avcı-toplayıcılarda, zamanının büyük bölümünü çocuk bakımına ayırmak zorunda olan kadın genellikle toplayıcılığa ve küçük hayvanların yakalanmasına, erkek ise, bu yükümlülüğü olmadığı için, daha fazla hareketlilik ve daha uzun zaman topluluktan ayrılmayı gerektiren avcılığa, yani geçim etkinliğine yönelmiştir.
Evlilikte vücut bulan bu bağımlılık ilişkisi bir tür uyarlanma zorunluluğudur.
Küçük-ölçekli toplumlarda evlilik aynı zamanda bir toplumsal statü sağlar.
Kadınla erkeğin evlilik bağı, bu iki bireyin ötesinde daha geniş bir akrabalık ve arkadaşlık çevresi yaratır.
Himayecilik ya da kayırmacılık (kliyentalizm) adı verilen ilişkiler de bu bağlamda kazanılır. Bizim toplumumuzda dayısını bulmak, dayısı olmak gibi deyimler bu ilişkiyi imâ eder (dayıcılık = nepotizm).
Çeyiz, drahoma, nişanlılık armağanları, başlık parası bu mübadele ilişkisinin iktisadî araçlarıdır. Ayrıca berder ve karşılıklı yeğen evlilikleri gibi takasa dayalı evlilik biçimleri de bu mübadeleyi sağlar. Evliliğin bir mübadele ilişkisi olduğu tezi Lévi-Strauss’a aittir. Lévi-Strauss küçük ölçekli toplumlar üzerinde yaptığı araştırmalarda, evliliğin gruplar arasında bir kadın takası olduğunu bulgulamıştır.
Doğrudan takasta A ile B grubu karşılıklı olarak birbirinden kız alıp verir.
Karşılıklılık kuşakları aşan bir süre içinde, kuşaklar arasında söz konusuysa, bu da gecikmeli doğrudan takas adını alır.

İçevlilik (endogami) kişinin kendi grubu içinden, dışevlilik (egzogami) ise dışarıdan evlenmesidir. İçevlilik, grup içinden evlilik olduğu için grubu dışarıya kapalı tutar ve mülk, servet, kaynak ve soy dağılımını önler.
Toplumlar karmaşıklaştıkça ve genişledikçe akrabalık çevriminin ötesine geçen evlilik eğilimleri artar.
Kültürler kişilerin kimlerle evlenip evlenmeyeceğini belirlediği gibi, kişinin kaç eşle evlenebileceğini de saptarlar.
Tekeşlilik (monogami): Bu sistemde ikinci bir eşle evlenmek ancak eşin ölümü veya boşanma halinde mümkündür.
Çokeşlilik (poligami): Çokkarılılık (polijini) ve çokkocalılık (poliandri) olmak üzere çokeşliliğin iki türü vardır.
Çokkarılılık (polijini) pek çok toplumda görülen bir uygulamadır.
Ancak bu sistemin yarattığı sorunlar vardır. Sorunların başında kadın kıskançlığı gelir. Aynı evde birden çok kadınla eş hayatı yaşamaya çalışan erkek bu kıskançlık ve çatışma ortamının baskısı altında kalacak, kadınlar arasında da bir tahakküm ilişkisi başlayacaktır. Türkiye’de genellikle ilk evlenilen kadın evin hâkimidir. Sonra gelenler onun tâbisi olurlar hatta hizmetine girerler.
Ekonomik gelişme ve buna bağlı olarak değişen kültürel alışkanlıklar çokkarılı evlilik sistemini güçleştirmektedir.
Çokkocalılık çok ender görülen bir durumdur. Genellikle Hint alt kıtasında yer alan Hindistan, Nepal, Tibet ve Sri Lanka gibi ülkelerde yaşayan topluluklarda görülür. Bu uygulama, topluluk içindeki kadınların sayısının azlığına bağlanmaktadır. Çokkocalılığın bir başka nedeni olarak, erkeklerin askerî ve ticarî hareketlilik nedeniyle sık ve uzun süre topluluktan ayrılmaları gösterilmektedir.

Yerleşme ve Evlilik
Evlilik biçimleri, eşlerin yerleştiği yere göre de farklılık gösterir. Modern toplumlarda en yaygın biçimde görülen durum evlenen çiftin yeni bir ev açmasıdır. Buna yeniyerli (neolokal) evlenme adı verilir.
Erkek-egemen (ataerkil) toplumlarda kadının kocanın ailesinin yanına yerleşmesi olağandır. Buna babayerli (patrilokal) yerleşme adı verilir.
Anasoylu toplumların büyük bölümünde yerleşim anayerlidir (matrilokal). Anayanlı toplumlarda görülen yaygın bir başka yerleşme tarzı dayıyerli yerleşimdir. Bu durumda evlenen çift karının dayısının yanına ya da yakınındaki bir yere taşınır. Ambilokal denilen bir başka uygulamada evliler, erkeğin ya da kadının ebeveyninin yanında yerleşme konusunda özgürce seçim yapar. Çiftyerlilikte (bilokal) ise erkeğin ve kadının ebeveynini yanında sırayla ikamet edilir. Erkeğin prestijli ve zengin bir ailenin kızıyla evlenmesi durumunda çiftin kadının ailesinin yanında oturması rastlanan bir durumdur. Buna iç güveyliği denir.

Evlilik Süreçleri
Evliliğe uzanan süreçte kültürden kültüre değişebilen pek çok aşama, tören, armağan müdabelesi ya da bedel devreye girer. Bu aşamalardan en önemlisi ve ilki eş seçimidir.
Eş seçme seçeneklerinin kültür tarafından belirli mecralarla sınırlandığı evliliklere tercihli evlilik denilir. Toprağın veya malların bölünmesini ve evin dağılmasını önlemek, rekabet karşısında güçlü olmak ve aileye yeni iş gücü kazandırmak ve bu yapılırken de dışarıdan değil, olabildiğince içeriden ve yakından eş seçmek, tercihli evlilik modelinin temel ilkesidir. İçevlilik, eş seçme tercihlerini oldukça sınırlar. İçevlilik uygulamalarında en sık karşılaşılan biçimler, paralel ve çapraz kuzen evlilikleridir. Amca ve teyze çocukları gibi aynı cinsten kardeşlerin çocukları arasındaki evlilik paralel kuzen evliliği, hala ve dayı çocukları gibi ayrı cinsten kardeşlerin çocukları arasındaki evliliğe ise çapraz kuzen evliliği adı verilir.
Bir başka tercihli evlilik türü, evlenecek iki erkeğin birbirlerinin kız kardeşleriyle evlenmesi biçiminde işleyen berdel veya berderdir. Buna dizi kardeşler evliliği de denir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaygın olan bu evlenme türüne Hakkâri yöresinde kepir, Büyük Menderes havzasında ve Gaziantep yöresinde ise değişik yapma denilir. Bu tür ilişkiye giren ailelere berder aile denilir.
Kızlardan birinin ölmesi durumunda, evlilik yoluyla aileler arasında kurulmuş olan ortaklığın devamı için, dul kalan erkek yine başlık parası ödemeksizin ergen çağdaki baldızıyla evlenir ya da eğer başka biriyle evlenecekse ödemek zorunda kalacağı başlığı ölen karısının ailesinden isteme hakkına sahiptir.
Dışevlilik, bazı toplumlarda eş arayan erkeklerin bir tür maceracı gibi hareket etmesine neden olur. Bu tür durumlarda yakın köylerdeki eş adaylarının çoğu yakın akraba olduğu için evlilik mümkün değildir. Seçeneklerin sınırlı oluşuyla baş edebilmenin bir başka yolu da eşi kaçırmaktır. Ancak bu riskli bir yoldur. Düşmanlık hâsıl olabilir.

Yeniden Evlenme Örüntüleri
Küçük ölçekli toplumlarda özellikle dullar için bu seçim kurumsallaşmıştır. Bu kurumlardan biri levirattır. Levirat uygulamasında erkek eş öldüğünde, karısı kocasının erkek kardeşlerinden biriyle evlenir, böylelikle ilk evlilikten olan çocuklar için baba soyunu sürdürmek mümkün olacaktır. Bir başkası sororat uygulamasıdır. Sororatta leviratın tersi, yani karısı ölen erkeğin, onun kız kardeşlerinden biriyle (baldızla) evlenmesi söz konusudur.
Pek çok Afrika toplumunda hayalet evliliğine rastlanır. Özellikle Nuer’lerde ölen bir adamın kardeşi, kardeşi adına dul yengesiyle evlenir, bu evlilikten doğan çocuklar ise ölü kocanın sayılır.
Türkiye’de de görülen bir başka yeniden evlenme örüntüsü taygeldi evliliğidir. Taygeldi, çocuklu dul bir erkekle çocuklu dul bir kadının kendilerinin ve çocuklarının evlenmesi biçiminde ortaya çıkan geniş bir ittifak ilişkisi biçiminde tezahür eder.
Hindistan’daki İÖ. 4. ve 3. yüzyıllarda yaygın olan ve 19. yüzyıla kadar sürdürülen sati uygulamasında, kocası ölen kadın kendisini yakar ve böylelikle onun yarı tanrıça mertebesine ulaştığına inanılır. Benzer bir uygulama, Fiji’de de görülür.

Evlilikte İktisadî Mübadele Biçimleri
Evlilikte iktisadî değerin mübadele edildiği çeşitli uygulamalar vardır. Bunların başında başlık uygulaması gelir. Türkiye’de daha çok para ödeme biçiminde uygulanan başlık, Afrika’daki Nuer toplumunda sığır vermek suretiyle yerine getirilir. Başlık ve benzeri kurumlar, pek çok toplumda kız veren ailenin iş gücü kaybının telafisine yönelik bir uygulama olarak tanımlanmaktadır.
Bir başka uygulama çeyiz veya drahoma biçiminde tecelli eder. Çeyiz, kadının aile grubundaki miras payını önceden almasıdır.

Evlilik Prosedürü ve Tören
İlk aşama evlilik için aile veya grupların birbirine söz alıp söz vermesidir. Bir tür söz olan beşik kertmesinde çocuklar küçükken bu sözleşme küçük işaretler ve küçük törenlerle vurgulanır. Aileler ve çocuklar arasındaki ilişki zaman içinde bozulursa, söz de bozulmuş sayılır. Nişanlılık süreci de bir tür söz alıp-söz verme mekanizmasıdır.
Kimi toplumlarda düğünler birkaç gün, hatta haftalarca sürebilir. Şef, kabile reisi, grubun yaşlıları gibi geleneksel bir otoritenin yönettiği ve evliliğe onay verdiği düğün törenleri olduğu gibi, bir din adamının yönettiği ve evliliğe onay verdiği düğün törenleri de çoğunluktadır.

Aile ve Hane
Aile biriminin en önemli işlevi üremenin temini ve türün devamıdır. Ancak, aile aynı zamanda bir dayanışma ve ekonomi birimidir. Endüstri öncesi toplumlarında üretim, dağıtım ve mülkiyet ilişkileri çoğunlukla aile içinde gerçekleşir. Aile aynı zamanda çocuğun içinde yaşadığı toplumsal çevreye uyarlanması için gereken kültür kodlarının (normlar ve kuralların) öğrenildiği yerdir.
Geniş aileler, en azından iki farklı kuşağa mensup iki ya da daha fazla ailenin bir arada yaşadığı modellerdir.

AKRABALIK VE SOY
Akrabalık insan toplulukları için iki temel işlevi yerine getirir. Birincisi, statü ve mülkiyetin bir kuşaktan diğerine aktarılması, yani mirasın düzenlenmesidir.
Akrabalığın ikinci temel işlevi, toplumsal grupları oluşturması, insanlar arasında dayanışmanın sağlanması ve grubun sürekliliğinin sağlamasıdır.
İki akrabalık türü söz konusudur: Bunlardan biri kandaşlıktır. Kandaşlık biyolojik temelli bir soy akrabalığıdır; hısımlık ise evlilik yoluyla edinilmiş akrabalıktır.
Modern Batı toplumlarında, biyolojik baba, toplumsal ve yasal olarak tanınan baba ile annenin kocası arasında bir ayırım yapılmaktadır. Bu üç statü aynı kişide toplanabilir.
Yeğenlik (yani kardeş çocukları kategorisi) ve kuzenlik de (yani amca, hala, teyze, dayı çocukları kategorisi) temel akrabalık sistemi unsurlarıdır.

Akraba Adlandırma Sistemleri
1. Hawai Sistemi: En az sayıda terimi kapsayan en yalın akrabalık sistemidir. Aynı kuşakta yer alan ve aynı cinsiyetten olan bütün akrabalar aynı adla anılırlar. Bütün kadın kuzenler kız kardeş, bütün erkek kuzenler ise erkek kardeş olarak anılır.
2. Eskimo Sistemi: Bu sistemde bütün kuzenler aynı akrabalık kategorisi içinde yer alır. Anne, baba, kız ya da erkek kardeş terimleri yalnızca çekirdek aileye mensup kişiler için geçerlidir.
3. Sudan Sistemi: En fazla ayrım içeren sistemdir. Burada bütün kuzenlere farklı bir ad verilmektedir.
4. Omaha Sistemi: Bu sistemde aynı kuşaktan birkaç akraba için aynı terim kullanılır: örneğin baba ile amca, anne ile teyze aynı adla anılır.
5. Crow Sistemi: Babanın anasoyundaki akrabaları cinsiyetlerine göre aynı adla anılırken ana yanındaki akrabalar arasında kuşak farkları gözetilir.
6. Iroquis Sistemi: Bu sistem, çapraz kuzen evliliğini teşvik eden toplumsal düzenlemelerde görülür. Bu sistemde kişinin babası ile amcası aynı adla, anası ile teyzesi aynı adla anılmaktadır. Ancak çapraz kuzenlerin ele alınış biçimi farklıdır.

Akrabalık Temelli Gruplar ve Soy
Akrabalık grupları, yardımlaşma, saldırma ya da savunma, törensel birlikler oluşturma, siyasal bir grup, lobi grubu ya da idareci bir klik olma türünden işlevler ve amaçlar yüklenebilir. Akrabalık temelli gruplar büyük ölçüde soy esasına göre örgütlenir.

Soy
Soy kavramı, kişiyi atalarına bağlayan, toplumsal ve kültürel olarak tanınmış bağları ifade eder. Soy ilişkileri, birçok toplumda kişinin toplum içinde üstlendiği rolleri, kamusal alandaki etkisini ve katılım biçimini belirler.
Tek hatlı soy, en kısıtlayıcı olandır. Burada sadece erkeğin ya da sadece kadının soy çizgisi izlenir. Erkek soy çizgisine babayanlı, kadın soy çizgisine ise anayanlı soy adı verilir. Bazı kültürlerde soy her iki yandan da izlenir: bunlara çift hatlı soy denmektedir.

CİNSİYET VE TOPLUMSAL CİNSİYET
Erkek ve kadın cinsiyetleri biyolojik bir oluşumdur. Cinsiyet, ona yüklenen toplumsal ve kültürel anlamlar ve beklentilerle, bu biyolojik temelin çok ötesine taşınır.
1920’lerde Margaret Mead’ın öncü çalışmalarıyla başlayan araştırmalar, toplumların ve kültürlerin cinsiyet farklarını kültürel olarak nasıl inşa ettiklerini ve bu inşaların biyolojiden nasıl bağımsız bir biçimde geliştiğini ele aldılar. 1970’lerde yoğunlaşan çalışmalar kültürel farklar da olsa inşa edilen toplumsal cinsiyetin aynı zamanda kadın-erkek eşitsizliğinin de temeli olduğunu ortaya koydu. Bu nedenle bu çalışmaların yoğunlaştığı alana başlangıçta feminist antropoloji adı verildi.

Cinsellik ve Cinsellik Karşısındaki Kültürel Tutumlar
Cinsellik esas olarak biyolojik bir güdü olmakla birlikte, insanların denetlediği ve koşulladığı bir dürtüdür.
Cinsel ilişkilerde belli ölçülerde kişisel tercihler rol oynamakla birlikte, toplumsal ve kültürel kaygılar ağırlık taşır.
Eskimo’larda erkek için eşinin cinselliği, diğer erkeklerle anlamlı ve kalıcı toplumsal bağlar kurabilmesi için bir araçtır.
Pek çok toplum cinselliği evlilik düzeyindeki serbestlikle sınırlamıştır.
Cinsel kısıtlamalara ilişkin pek çok kültürel tutum, kadınların karşı cinsle temasını kısıtlamaya yöneliktir.

Din ve Kutsal
Hayat, toplumsal ortamlarda ortaya çıkabilecek çatışma ve savaşlardan ya da ekonomik yıkımlardan kaynaklanan karmaşa ve anarşinin ya da doğadan gelecek pek çok afetin açık etkisi altındadır. Bu yıkımlar insanın kendisini güçsüz hissetmesine, güvenlik ve esenliği yeniden sağlamak için sığınacak doğaüstü bir güç aramasına yol açar. Yıkımlar ve ölüm karşısındaki en önemli direniş aracı budur. Dinin temelinde inanç yatmaktadır. Düzenlenmiş, kurallara bağlanmış inançlar (iman) ile doğaüstü ile bağ kurma yolları (ayin ve ibadet) dinin iki önemli ayağıdır.
Antropologlar dinsel inançların doğru veya yanlış oluşuyla, tanrının varlığıyla ya da yokluğuyla veya hangi ibadet biçiminin dinen doğru ibadet biçimi olup olmadığıyla ilgilenmezler; onları ilgilendiren, belirli bir inanç biçiminin ortaya çıkış ve varoluş nedenlerini inceleme; onların diğer dinsel inançlarla, toplumsal alanla, tarihsel koşullarla ve ekolojik etkenlerle ilişkisini anlamaya çalışmak ve inançların nasıl değişime uğradığını ve farklılaştığını gözlemlemektir.
Kutsallık kavramı, dini aşar. Din, kutsallık alanının önemli bir bölümünü işgal etse de insanların din dışı birtakım simgelere, yerlere kutsallık atfetmesi mümkündür.

Dinin Boyutları
Din, doğrudan doğruya doğaüstüne işaret eder. Dünya, dinler tarafından doğaüstündeki sonsuz mutluluk alanına ulaşmak için bir sınav yeri olarak kurgulanır.
İnsanlar, doğaüstü olarak kurgulanan kutsalın bir parçası olmak için, bu dünyadaki yapıp etmelerini (amellerini) olabildiğince dinin emirlerine uydurmaya çalışırlar ve bu yolla öldükten sonra kutsalın parçası olmayı hak etmeye çalışırlar.
Kutsal, çeşitli eylemlerle dünyada temsil edilir. Ayinler, dini ritüeller bu temsilin örnekleridir. Ayinsel davranışlarda hedef; bireylerin belirli simgeleri, hareketleri ya da kaçınma biçimlerini kullanarak kutsalla ilişkiye girmesidir. Ayinlerin en önemli özelliği onların tekrarlanır olmasıdır. Tekrarlanma, inancı pekiştirir ve insanların dünyevi kaygılar içinde dinden uzaklaşmasını önler.

Din ve Uyarlanma
Toplumların yaşadıkları çevreye uyum sağlama biçimleri ve bu biçimlerin yerleştirdiği dünya görüşü, son tahlilde, onların inanç sistemlerini de etkilemektedir.
Avustralya Aborijinlerinin dini, hayvanların üremesini odağa almaktadır. Üreme, bereketin kaynağıdır ve bu yüzden üreme kavramı bu inancın merkezinde yer alır.
Bunun gibi pek çok eski pagan dini, bereket odaklıdır.
Anthony Wallace kültürlerin yaşam ve geçim biçimleriyle uyarlanma tarzları bakımından dört temel din kategorisinin varlığından söz eder: Bunlardan ilki şamanistik inançlar sistemidir. fiaman uygulamaları göçebe-çoban ya da avcı-toplayıcı toplumlarla ilintilidir.
İkincisi komünal inanç sistemleridir. Komünal inanç sistemleri, şamanistik uygulamaların kurumsal hale dönüşmesiyle ortaya çıkarlar.
Üçüncüsü Olymposçu inanç sistemleridir. Burada komünal inanç sistemlerinin gerektirdiği birlikte ibadet ritüellerini yöneten profesyonel bir ruhban sınıfı devreye girer. Bu ruhban sınıfı hiyerarşik ve bürokratik biçimde örgütlenmiştir.
Dördüncüsü tektanrıcı sistemlerdir. Burada bütün doğaüstü varlık alanı mutlak kudret sahibi tek bir tanrının denetiminde ve birliğinde görülür.

Dinsel Uzmanlar ve Kutsal Kişiler
Bu çerçevede iki tür din kişisi ayırt etmek mümkündür. Birincisi ayinleri ve çeşitli dinsel uygulamaları gerçekleştiren, bunları yönetme yetkisi bulunan, dinin diline ve programına vâkıf uzmanlardır.
Kimi zaman da böyle bir tescil olmadan, birtakım hikmetli sözleri ve davranışları nedeniyle toplum tarafından bu mertebeye eriştirilmiş kişiler ortaya çıkar. Bunlar karizmatik kişiliklerdir ve dinsel otoritelerini, herhangi bir yerden icazet almadan bu karizma aracılığıyla kendileri elde ederler.
Şamanlar, avcı-toplayıcı ve göçebe-çoban toplumlara özgü bir uzman tipidir. Ayırt edici özelliği, trans (esrime) yoluyla doğaüstüyle ilişki kurdukları yolundaki iddiaları ve bunun toplumca kabul edilmesidir. Şamanın toplumdaki statüsü büyük ölçüde kişisel olarak elde edilmiş bir statüdür. Dolayısıyla şaman için karizmatik din kişisine örnektir, diyebiliriz.
İyi örgütlenmiş tarım toplumlarında karşımıza tam zamanlı din uzmanları çıkar.
Peygamberler, Tanrı tarafından seçilerek Tanrı sözünü insanlara aktaran tebliğciler olarak tanımlanırlar.
Max Weber, iki tip peygamberden söz eder. Bunlardan ilki model peygamberlerdir. Model peygamberler, kurtuluşa giden yolu kendi kişiliğinde gösteren kişilerdir ve bunun en tipik örneği Buda’dır. İkinci tip, bir dini tebliğ eden misyoner peygamberlerdir. Onlar Tanrı’nın cismi değil sadece aracılarıdırlar.

Temel İnanç Sistemleri
Animizm, Animatizm ve Animalizm
Animizm insanlarda ve diğer canlılarda var olduğu düşünülen ruhların fiziksel çevrede bulunan her türlü nesnede de bulunduğuna inanılmasıdır. Animizm kuramını antropolog Tylor geliştirmiştir. Tylor, animizmi bütün dinlerin temeli kabul eder.
Animatizm ise bunun bir adım öncesidir ve insanların bütün doğayı canlı olarak algılaması biçiminde tanımlanabilir. Bu, doğaüstü güçlerin varlığına dair inanç için ilk basamaktır. R. R. Marrett’in dinlerin evrimi kuramında, ilk insanların açıklayamadığı ya da şaşkınlığa düştüğü olay ve nesneler karşısında doğaüstü güçlerin varlığına ve her nesnenin canlı olduğuna inanması olarak tanımlanır.
Animalizm, insanların hayvanlarla kurduğu özel mistik bir ilişkinin adıdır. Özellikle avcı kültürlerde avcıyla avı arasında büyüsel ve mistik bir ilişki kurulur.

Şamanizm
Şamanizm, animistik temelde ortaya çıkmış karmaşık dinsel, büyüsel ve tıbbi uygulamalar bütünüdür. Şamanizmin merkezinde şaman adı verilen mistik bir kişi yer alır. Şaman hem geleceği bilen hem sağaltıcı (hekim) hem de büyücüdür. Doğaüstü ile ilişki kurma yeteneği ve yetkisi vardır. Bu yolla gaipten (öte dünyadan) haber alabilir, insanların taleplerini oraya iletebilir.
Bazı antropologlar şamanizmin belirtilerini Paleolitik dönem avcılarının inanç sistemlerinde bulurlar. Bilinen bütün göçebe-çoban topluluklarda şaman uygulamalarına rastlanır. Şamanlık büyük ölçüde atalardan alınan bir gelenek ve güçtür.
Kendisini gündelik hayatın dışında tutan şaman, toplumsal hafızayı da temsil eder ve bu nedenle sözlü kültürün ve toplumun mitolojisinin taşıyıcısıdır.
Esrime sırasında kendinden geçen şamanın doğaüstüyle (gök katlarıyla) yer katları arasında ruhsal bir yolculuğa çıktığına inanılır. Esrime genellikle belirli bir ritim yoluyla sağlanır. Kullanılan en yaygın araç, şaman davuludur.
Şamanizmi diğer inanç sistemlerinden ayıran en önemli yön, onun kurumsal ve örgütlü bir yapısının olmamasıdır. Şamanizm bireysel mistik bir etkinliktir. Tamamen kişisel yeteneğe ve büyüsel uygulamalara dayanır.

Teizm
Doğaüstü alana mensup bir ya da birden çok yüce ve ölümsüz tanrının varlığına dayanan, bütün ölümlü varlıkların onların varlığıyla ilişkili olduğunu ve onların hükmü altında bulunduğunu savunan inanç sistemlerine teizm adı verilmektedir. İki tür teizm vardır. Birincisi, çok tanrılı sistem olan panteizmdir. Eski Yunan, Roma ve Arap dünyasında eskiden yaygın biçimde var olan bu inanç biçimi bugün oldukça zayıflamıştır. Diğeri tek tanrılı sistem olan monoteizmdir. Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam tek tanrılı dinlerin başlıca örnekleridir.  

Doğu Mistisizmi ve Yeniden Doğuş İnancı
Doğu mistisizmi; yaşarken azla yetinme, çile çekme, başka canlılara zarar vermeme gibi erdemleri gözetmeyi, bu erdemlerle yaşanan bütünlüklü bir hayatın ödülünün ise yeniden insan olarak hayata gelmek olduğunu öne süren çeşitli inanç sistemlerinden oluşur. Ortak paydaları reenkarnasyon inancıdır.
Bu mistik dinlerin başında Budizm yer almaktadır. Budizm’de hedef, insanın nirvana’ya (acıdan mutlak kurtuluşa) ulaşmasıdır. Bu yolculukta insan dört gerçekle yüzleşmelidir. Önce insan hayatın temelde düşkırıklığı ve acıdan ibaret olduğunu kavrayacaktır. Ardından acının temelinde insanların haz, iktidar ve sürekli var olma hırsının yattığını öğrenecektir. Üçüncü aşamada acıdan kurtulmak için arzudan uzaklaşmak gerektiğini görecek ve dördüncü aşamada bu uzaklaşmanın ancak doğrulukla mümkün olduğunu anlayacaktır.
Hinduizm’de tanrılar birliği (panteon) söz konusudur. Hinduizm, bir tür boyun eğme (tevekkül) ve kabullenme (darma) vaaz eder. Herkes içine doğduğu toplumsal tabakadan (kasttan) kaynaklanan statüyü kabul edip bunun gereklerini yerine getirmelidir. Kişinin iyi ve kötü davranışlarının toplamı (karma) onun nasıl bir bedende yeniden canlanacağını belirler.
Konfüçyusçuluk ve Taoculuk, Doğu mistisizminin en önemli öğretileri arasında yer alır. Bunlar inanç ve ibadetten ziyade ahlak öğretilerine dayanır.
Konfüçyusçulukta erdem, yüce gönüllülük ve sevgi gibi temel temalar vardır. Kişi içine döndüğü, dolayısıyla dünyevi zevk ve hazlardan uzaklaştığı ölçüde doğasının bu temel özelliklerini bulabilecektir. Taoculukta ise mistik ve metafizik yönler daha büyük ağırlık taşır. Burada insanın kendisini yetiştirmesi alır. Bu yetişme sırasında insan kendisini bilecek, böylelikle evreni de bilebilecek ve onunla bütünleşecektir.
Weber’e göre, Konfüçyusçuluk, entelektüellerin ve üst sınıfların öğretisi iken Taoculuk Çin köylüsünün dinidir.
Dinlerin kitabi biçimde tebliğ edilmiş, sınırları belirlenmiş yorumuna ortodoksi, bu yorumun dışına çıkarak kişisel deneyimlere yer açan ve ahlaki ve mistik arayışlara girişen uygulamalara da heterodoksi adı verilir.

Bağdaştırmacılık (Senkretizm)
Dinler ve inançlar arasında yaşanan kültürlenmeye bağdaştırmacılık denir. Aynı inanç öğesi iki ayrı din tarafından paylaşılabilir. Batılı Hristiyanların çam ağacı süslemesi, Kuzey Avrupa’nın pagan dinlerinden kalma ağaç kültünün bir kalıntısı olarak Hristiyanlık içinde yaşamaktadır.

TABULAR, KÜLTLER VE DİNSEL SİMGELER
Tabular
İnanç sistemlerinin adlarının anılmasını yasakladığı canlı ve cansız varlıklardır. Örneğin domuz yeme yasağı kirlilik tabusu örneğidir. Birinci derecede akraba sayılan kişilerle cinsel ilişki yasağı, yani ensest tabusu, hemen hemen bütün kültürlerde vardır.

Kültler
Kültler, kutsal olarak tanımlanmış varlıklar etrafında oluşmuş inanç ve tapınma biçimleridir.
Kültler; arınma, bereket ve doğurganlık gibi temaların odağında yer alır. Bu çerçevede örneğin Anadolu’da taş, ağaç, su gibi kültlere rastlarız. Zaman zaman rastladığımız çaput bağlanmış ağaçlar, ağaç kültünün örnekleridir.

Dinsel Simgeler
Dinsel simgeler, soyut dinsel öğelerin somut biçimde algılanmasına hizmet eden nesne, davranış ve tutumlardan oluşur.
Kişiler doğdukları andan itibaren bu simgeler ve onların gerektirdiği davranışlar konusunda koşullandırılırlar.
Kilisede pazar ayininin ardından Hristiyanlar Hz. İsa’nın etini ve kanını simgeleyen ekmek ve şaraptan tadarlar. İslam’da domuz tabusu, Hinduizmde inek tabusu vardır.

Totemler
Kabile toplumlarında her kabilenin belirli bir hayvan türüyle özdeşleşmesi söz konusudur. Özdeşleşilen bu hayvan, o kabilenin totemi olur. Hayvanlarla kurulan bu ilişki çeşitli amblem ve anıtlarla simgesel olarak temsil edilir.

Sanat Simgeciliği
Dünya algı ve kavrayışının büyük ölçüde dine dayandığı toplumlarda, sanatsal ifade biçimlerinin dinselliği yaygındır.

MİTOLOJİ VE MİTOSLAR
Mitos
Mitoslar, dinsel nitelikli efsanelerdir. Mitos, sadece kutsal bir masal değildir. Her mitos, mitosun içinde yer aldığı daha genel bir inanç sisteminin kabullerini, insan hayatı ve deneyimleri örneğinde öyküleştirir.
Mitoslar içerisinde toplumların tarihlerinin kaydı yer alabilir. Bu nitelikteki mitoslar o toplumun kimlik inşasının önemli bir parçasıdır (Homeros’un destanları eski Yunan ulusunun kimliğini vermektedir).
                
Mitoloji
Mitosların oluşturduğu tutarlı bütünlük, pek çok öykünün birbirini tamamlayıcı biçimde örgütlenmesi mitolojiyi oluşturur. Mitolojiler, aynı zamanda birer dünya görüşüdür.
Yaratılış mitolojileri yanında, çeşitli kültlere ilişkin mitolojiler ve kıyamet ya da yok oluş (eskatalogya) mitolojileri de vardır.


Dil ve İletişim
İletişim, karşılıklı olarak ilişkiye girmiş olan tarafların davranışlarını ya da fikirlerini yönlendirmek veya onlardan bilgi ya da tepki almak amacı taşıyan bilgi iletme sistemidir.
İletişim seslerle kurulabildiği gibi çeşitli vücut davranışları yoluyla da sağlanabilir.
Asgari bir iletişimin varlığı, asgari bir toplumsallığın varlığına işaret etmektedir.
Basit iletişimin yerini karmaşık iletişimin aldığı yerde biz kültürü buluruz.
İnsanlara bir şey anlatmak ve aktarmak isteniyorsa, yani iletişim kurmak gereği duyuluyorsa, hangi araç kullanılırsa kullanılsın orada bir dilin varlığını görebiliriz.

Konuşma Dili
Dil soyutlama yaratacak bir dizi kuraldır.
Dil seslerle somutluk kazanır, dili somutlaştıran, konuşma eylemidir.
Canlılara ve cansız nesnelere isim veririz. Yaptığımız eylemleri fiillerle ifade ederiz, doğa dışında var ettiğimiz olgulara verilen isimlere kavram diyoruz.
Nesnelere verilen isimler ve soyut şeylere ilişkin kavramlar bütün dillerde farklıdır.
Konuşma dilinin yapısı iki ana unsurdan, sesler ve gramerden oluşur. Anlamlı en küçük ses birimine fonem adı verilir. Bir fonem tek bir sesten oluşabileceği gibi, birbiriyle ilintili birkaç sesten de oluşabilir.
Seslerin yan yana gelmesiyle sözcükler ortaya çıkar. Seslerin anlamlı bir bütün oluşturabilmesi belli kurallar dâhilinde düzenlenmeleriyle mümkündür. Sözcüklerin düzenlenme kuralları gramerin konusudur.
Gramerin iki boyutu bulunmaktadır: Biçim ve düzen. Biçimleri inceleyen biçim bilim (morfoloji) basit seslerin anlamlı birimler oluşturacak biçimde nasıl örgütlendiğine eğilir, düzen boyutuna bakan sözdizimi (sentaks) ise sözcüklerin cümle dediğimiz anlamlı bütünleri oluşturmak üzere nasıl bir araya getirildiğini inceler.

Dilin Kökeni ve Gelişimi
Bugün dünyada konuşulan dillerin toplam sayısının 3 ilâ 5 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir.
Genel olarak kabul edilen görüş, konuşma dilinin Üst Paleolitik’te yaşayan insanlar tarafından geliştirildiği yönündedir.
Üst Paleolitik dönemin buzul çağı koşullarında iki dil öbeğinin atasal ilk örneklerinin ortaya çıktığı öne sürülüyor: Bunlardan birincisi Proto-Ural dili kuramıdır. Bu gurubun ilk dil örneklerinin 12 ilâ 7 bin önce ortaya çıktığı düşünülmektedir. Ural-Altay dil ailesi içindeki diller arasında görülen yakınlıklar, ortak sözcükler araştırmacıların bu yöndeki iddialarını güçlendirmektedir.
İkinci kök dil kuramı, bir Akdeniz Üst Paleolitik bölgesi varsaymaktadır. Buna göre Akdeniz bölgesinde Üst Paleolitik çağda yaşayan insan grupları Bask-Kafkas dillerinin kökeninde yatan bir ata dili konuşuyorlardı. Dilbilimci Bouda, Bask diliyle Kafkas dilleri arasında 135 etimolojik benzerlik saptamıştır. Böylelikle bu iki kök dilin birliğine dayanan ve yaklaşık olarak günümüzden 25 ilâ 20 bin yıl önceki Üst Paleolitik evrede oluşmuş bir Akdeniz dil katmanının ortaya çıktığı öne sürülmektedir.
Arkeolog Colin Renfrew’un kuramına göre kök Hint-Avrupa dilinin anayurdu Anadolu’dur ve bu dil değişerek ve çeşitlenerek Anadolu’nun tarımcı toplumlarının göçüyle birlikte çok geniş bir alanda konuşulan yaygın bir dil öbeğinin kaynağı haline gelmiştir.
Her kültür, kullandığı dili biçimlendirir ve sözcükler buna bağlı olarak anlam değişmelerine uğrayabilirler.
Lehçe, coğrafî ya da toplumsal olarak ayrı bir konuşma topluluğunu gerektiren dilsel bir farklılaşmayı ifade eder.
Herkes, kültürleme süreci içinde edindiklerine kişilik özelliklerini ve özel eğilimlerini katarak, kendine özgü bir konuşma üslubu geliştirir. Buna kişisel ağız (idiolect) adı verilmektedir.

Dil Aileleri
Köke doğru gittikçe tek bir ata dile ulaşılan dil akrabalıkları dil ailelerini oluşturur.
1) Altay Dilleri: Moğolca, Tunguzca ve bütün Türk dilleri bu gruba girer.
2) Ural Dilleri: Samoyet ve Fin-Ugor dil gruplarından oluşan bir ailedir. Doğu Avrupa dilleri bu guruptadır.
3) Çin-Tibet Dilleri: Tibet’te ve Himalayalarda, Myanmar’da, Çin’de konuşulan dillerden oluşur.
4) Güneydoğu Asya Dilleri: Mon-Kmer dili, Kampuç dili, Vietnam dili bu gruba aittir.
5) Malezya-Polinezya Dilleri: Pasifik bölgesinde konuşulan pek çok dilden oluşur.
6) Papua Dilleri: Yeni Gine ile çevresindeki birkaç adada konuşulan toplam 132 dili barındırır.
7) Avustralya Dilleri: Avustralya kıtasında Aborijinlerin konuştuğu 96 dilden oluşan bir gruptur.
8) Andaman Dilleri: Hint Okyanusu’nun doğu ucunda bulunan Andaman adasında izole Pigme topluluklarının konuştuğu ve diğer başka gruplarla akrabalığı olmayan dilleri kapsar.
9) Dravidi Dilleri: Pakistan sınırları içinde kalan Belucistan’daki Brahui dili bu ailenin kuzeydeki tek örneğidir. Güneyde ise, yarımadanın ucuna doğru konuşulan Tamil, Kui-Gondi ve Telegu dilleri Dravidi dillerini temsil etmektedir.
10) Kafkas Dilleri: Güney ve Kuzey Kafkasya’da konuşulan dilleri kapsar.
11) İber ve Bask dilleri: İspanya’nın kuzeybatısında ve Fransa’nın güneybatısında konuşulan Baskça bu grubun bugün konuşulan tek örneğidir.
12) Hint-Avrupa Dilleri: En yaygın dil grubudur.
13) Hami-Sami Dilleri: Bugün Ortadoğu’nun ve Afrika’nın geniş bir bölgesinde yaygın olarak konuşulan dillerden oluşmaktadır.
14) Hoin-San Dilleri: Daha çok Güney Afrika’nın avcı-toplayıcılarının konuştuğu dillerden oluşur.
15) İnuit(Eskimo)-Aleut Dilleri: Alaska’da, Aleut adalarında, Kuzey Kanada’da ve Grönland adasında İnuit (Eskimo) toplulukları tarafından konuşulan dillerden oluşur.
16) Amerika Dilleri: Kuzey, Orta ve Güney Amerika dilleri olmak üzere üç ana gruba ayrılan bu diller Amerika’nın yerli dilleridir.

Lingua Franca
Çok sayıda farklı dilin konuşulduğu karmaşık coğrafyalarda bütün toplulukların anlaşmalarını temin edecek ortak bir dilden yararlandıkları görülür. Buna lingua franca denilmektedir. Belli bir dilin baskın, etkili konumda bulunması halidir. İngiliz dili günümüzün lingua francasıdır.

Pidgin Dil
Özellikle sömürgeciliğin etkisiyle belirli bir dil alanına giren yabancı bir dilin, basitleştirilmiş bir gramer ve söz varlığıyla o dil alanında kullanılan biçimine pidgin dil denilmektedir (halk arasındaki İngilizce/tarzanca buna örnektir).

Kreol Dil
Bir pidgin dilin yerli bir dil haline gelmiş biçimine kreol dil adı verilir (Amerikan İngilizcesi, İngilizcenin kreolüdür).

Planlı Dil Değişiklikleri
1) Ölü Dillerin Canlandırılması: İsrail, sınırlı bir çevrenin bildiği İbrancayı resmi dil ilan ederek yeniden canlandırmıştır. Benzer bir durum Pakistan’da yaşanmıştır: çok sayıda farkı dilin konuşulduğu Pakistan’da dil birliği sağlayabilmek için Urduca yeniden canlandırılmıştır.
2) Dilde Sadeleşme Hareketleri ve Ulusal bir Dil Yaratılması: Siyasi güdeme ve ideale bağlı olarak dile yapılan müdahaleler bu kapsamda değerlendirilebilir. Türkçenin Tanzimat sonrasında yaşadığı revizyon ve müdahaleler bu başlığın örnekleridir.

Küreselleşme, iletişim olanaklarını artırır, İngilizcenin lehine olmak üzere diller arası etkileşimi had safhaya taşır. Neticede genel anlamda kültürel ortaklıklar artar; özelde, kültürel kutuplaşma derinleşir. Bütün olup biterken İngilizce dünya dili haline gelir.

İşaretler ve Simgeler
İnsan iletişimi tamamen simgelere dayalıdır. Simge, anlamı kültüre bağlı, yani göreli ve keyfî olarak belirlenmiş, öğrenilebilen her türlü işarete verilen addır.
Aynı simge farklı kültürlerde farklı anlamlara gelebilir.

Beden dili evrensel işaretler taşıyabileceği gibi son derecede yerel işaretlere de aracı olabilir.
Her kültür samimiyet bildiren davranışları belirlemiş, kişilerin yaş, cinsiyet, statü farklarına göre mesafelerini ayarlamıştır. Buna mekânın kültürel kullanımı (proxemics) ya da etkileşim geometrisi denilmektedir.
İnsanlara genellikle giydikleri giysiye göre davranılır. Resmî üniformalı biri karşısında temkinli ve mesafeli bir tutum takınırız. Aynı kişi bermuda şortla karşımızda duruyorsa, davranışlarımız da değişir.

Yazı Dili
Konuşma dilinin yazılı işaretlere dökülmüş ve bu yolla standartlaştırılmış haline yazı dili denilir. Yazı dillerindeki işaret sistemine alfabe adı verilir. Sesleri temsil eden işaretlerden kurulu alfabelere fonetik alfabeler denir.
Kimi alfabeler resimlere dayanır. Bunlara piktografik alfabe denir (Mısır hiyeroglifi buna örnektir).
Kimileri de belirli kavramları temsil eden işaretlerle yazılır. Bunlara da idyografik alfabe adı verilir (Çin alfabesi buna örnektir).

Yazı, yani kayıt altına alma bir egemenlik ve mülkiyet belirtisidir. O nedenle mühürler ilk işaretler sayılır.
Pek çok yazı dili, konuşma dilinin fonemlerinin dışında bir yazı sistemi ve üslubu olarak gelişmiştir. Biz bu sisteme ve üsluba imlâ diyoruz.

İşitme engelliler için geliştirilen işaret dili, Mors alfabesi işaret dilinin örnekleridir.

Dil ve Kültür
Bir dili anlamadan o kültürü, o kültürü anlamadan da dili anlamak mümkün değildir.
Türklerde atın yürüyüş biçimlerine ilişkin onlarca farklı sözcük buluruz. Ne var ki önce atlar sonra da buna bağı olarak atla ilgili sözcükler, kültür ortamımızdan uzaklaştırılmıştır.

Kitap Bitti
Antropoloji
Editör: Yard. Doç. Dr. Handan Üstündağ Aydın

Anadolu Üniversitesi Yayını No: 1761

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder