Antropoloji Nedir?
Antropoloji
en kısa tanımıyla insan çeşitliliğinin bilimidir. İnsanların başlangıcından
beri çeşitli koşullara nasıl uyarlandığını, bu uyarlanma biçimlerinin nasıl
gelişip değiştiğini, çeşitli küresel olayların bu uyarlanmaları nasıl dönüştürdüğünü
görmeye ve göstermeye çalışır.
Antropolojinin Yaklaşımı
ve ilkeleri
Bütüncü kültür kuramı: Bir topluluğu bütün
biyolojik, toplumsal ve kültürel yönleriyle bir bütün olarak anlamaya ve
buradan yola çıkarak, kültürlerin farklılıkları kadar bütün kültürleri içine
alacak evrensel bir kültür bilgisine ulaşmaya çalışan kuramsal yönelimdir.
Evrensellik: Antropoloji insanın
evrenselliğini savunur. Bütün toplumlar ve kültürler tümüyle ve eşit biçimde
insanîdir.
Uyarlanma: İnsanlar içinde
bulundukları çevrenin baskısı altındadır. İklim, yağış miktarı, toprak gibi
fiziksel çevre etkenleri ile yaşadıkları yere özgü bitki ve hayvan varlığı gibi
yaşamsal çevre etkenleri onların yaşam biçimlerini belirler. Bu etkenlere bir
de kendi yarattıkları mekânsal çevrenin etkisi eklenir. Belirli bir insan
topluluğunun devamlılığı ve istikrarı, bu çevresel etkenlere uyarlanabilme
yeteneğine bağlıdır.
Fiziksel çevre: iklimsel, meteorolojik, atmosferik ve yersel çevre koşulları
bütünüdür.
Yaşamsal çevre: İnsanın birlikte yaşadığı bitki ve hayvan varlığıdır.
Mekânsal çevre: İnsan eliyle doğanın
sunduğu olanaklar değerlendirilerek yaratılan kültürel-yapay çevredir.
Bütünleşme: Belirli bir kültürün
ögelerinin birbiriyle bütünleşmesi, o kültürün ayakta kalmasında, istikrarında
ve sürekliliğinde belirleyici bir rol oynar. Din, akrabalık, iktisadî yaşam,
siyasal örgütlenme gibi öğelerin birbirlerini destekleyici bir bütün oluşturması,
kültürlere bu açıdan yarar sağlar.
Küçük ölçekli topluluklar: Köy, aşiret, kabile ve
cemaat gibi düşük nüfusuyla ve işgal ve istismar ettiği çevrenin göreli
küçüklüğüyle dikkat çeker.
Büyük ölçekli toplumlar: Karmaşık iktisadî
toplumsal ve kültürel ilişkilerin hâkim olduğu, nüfusu görece kalabalık olan ve
işgal ve istismar ettiği çevre bakımından geniş bir alana yayılır.
Kültürel Görecilik: Antropolog, sağlıklı
bir araştırma yapabilmek için, etnik merkezcilikten kaçınmalı, başkalarının
inanç ve davranışlarını onların kendi gelenek ve deneyimleri içinde
değerlendirmek ve yorumlamalıdır. Ötekileri gerçek anlamda anlamak ancak
kültürel görecilik yaklaşımıyla mümkündür.
Karşılaştırmacılık: Antropoloji belirli
olgular bakımından farklı toplum ve kültürleri karşılaştırmaya eğilimlidir. Tek
bir yere bakacak ama çok geniş bir bağlantılar ağı kurmaya uğraşacaktır.
Bu çerçevede antropolojinin üç temel
sorusu vardır:
1. İnsanlar, toplumlar ve
kültürler neden farklıdırlar, nasıl farklılaşırlar?
2. İnsanlar, toplumlar ve
kültürler neden ve nasıl benzeşirler?
3. İnsanlar, toplumlar ve
kültürler neden ve nasıl değişirler?
ANTROPOLOJİNİN DALLARI
Sosyal-Kültürel
Antropoloji
İnsanın,
biyolojik varlığının dışında yarattığı toplumsal-kültürel alanı, bütün
çeşitliliği ve benzerlikleri içinde kavramaya ve anlamaya yönelmiş olan
antropoloji dalıdır.
Bu
alanın temel malzemesi, belirli bir topluluğun bütün kültürel örüntüsünü gözler
önüne sermeye yönelen etnografya çalışmalarıdır. (Tıbbî antropoloji, kent
antropolojisi, kalkınma antropolojisi )
Etnografya: Alanda gözleme dayalı
olarak bir topluluğun bütün kültürel yönlerinin kaydedilmesidir.
Biyolojik Antropoloji
İnsanın
biyolojik çeşitliliğini, canlılar dünyası içindeki yerini ve evrimini, eski
insan topluluklarının karşılaştıkları sağlık sorunlarını ve onların demografik
özelliklerini inceleyen geniş bir alandır.
Primatoloji: İnsanların canlılar
dünyasındaki en yakın akrabaları olan iri maymunların ve diğer primatların
toplumsal yaşamını ve biyolojisini inceler.
Paleoantropoloji (İnsan Paleontolojisi): İnsan atalarının ve ilk
insan türlerinin fosil kalıntılarını inceleyerek insan evriminin genel bir
manzarasını ortaya koymaya çalışır.
Biyoarkeoloji: Eski insan
topluluklarının iskelet kalıntılarına bakarak onların yaşadıkları sağlık
sorularını, demografik özelliklerini, belirlenebildiği ölçüde ölüm nedenlerini,
ömür beklentilerini, büyüme ve gelişme durumlarını, geçim etkinliklerine ve
yaşam koşullarına bağlı fiziksel değişmelerini ele alır.
Fiziksel antropoloji: Yaşayan insan
topluluklarının biyolojik çeşitliliğini, büyüme ve gelişme sorunlarını
inceleyen antropoloji dalıdır.
Adlî Antropoloji: Cinayete, kazaya ya da
katliama kurban gidenlerin ya da doğal felâketler sonucu hayatlarını
kaybedenlerin iskelet kalıntıları üzerinden kimliklerinin ve ölüm biçimlerinin
belirlenmesini, elde edilen kanıtların mahkemelerde kullanılmasını sağlayan bir
alandır.
Popülasyon Genetiği: İnsan toplulukları arasındaki
kalıtımsal ilişkileri, fark ve benzerlikleri inceler.
Arkeoloji
Dünyada
arkeoloji yaklaşımı iki ana çizgiyi izler. Bunlardan birincisi antropolojik arkeoloji olup,
maddî buluntular arasında hiçbir ayrım yapmadan insan toplumlarının ve
kültürlerinin o maddî kalıntılar üzerinden özgün zamanlarındaki hallerini ve değişimini
izlemeyi öngörür. Diğer çizgi daha çok eski toplumların yarattıkları yüksek kültür ürünlerine
odaklanarak bir tür sanat tarihi gibi çalışır. Bu yaklaşım değerli kalıntıları
aramak ve sergilemek, ayrıca siyasî tarihin yazılı belgelerini bulmak ve siyasî
tarihin anlaşılmasına hizmet etmek kaygısını taşır.
Antropoloji, arkeolojinin belirli bir
yaklaşımını içermektedir. Bu yaklaşıma bağlı alanlar şunlardır:
Prehistorya: Yazı öncesi çağlardaki yaşam ve geçim
biçimlerini, bu kazı ve yüzey araştırmalarından elde edilen araç-gereçlere
bakarak anlamaya çalışan, bu yolla insanın biyolojik evrim tarihine eşlik eden
kültürel değişme tarzını göstermeye çalışan bir arkeoloji alanıdır.
Tarihsel Arkeoloji: Yazılı kayıtlar ve
arkeolojik kazılarla bağlantısı içinde yakın geçmişe ait toplumların ve
kültürlerin yaşam ve geçim biçimlerine, kültürel hayatlarına ışık tutmaya çalışır.
Etnoarkeoloji: Eski toplumların yaşam ve geçim biçimlerini anlamak,
kullandıkları simgeleri ve aletlerin işlevlerini çözümlemek için, o toplumlara
benzediği düşünülen çağdaş toplumlardan veri devşirmeyi amaçlayan, bunun yanı sıra
bugün hâlâ geleneksel yaşam sürdüren toplulukların bugünkü yaşamlarını
izleyerek onlara ait daha eski maddî kültür varlıklarını anlamlandırmaya çalışan
yeni bir alandır.
Endüstriyel ve Kentsel Arkeoloji: Sanayi toplumlarına özgü olan ancak şimdi
kullanılmayan işliklerin, fabrikaların, çalışma alanlarının, işçi konutlarının
vs. incelenmesi yoluyla sanayi toplumunun değişimini ve bu toplumsal tarzın başlangıç
durumunu tasvir etmeye ve kurgulamaya çalışan; bir yandan da kentsel artıklar
gibi kentsel yaşamın ürünü ve belirtisi olan şeyleri inceleyerek çağdaş
etnografyaya yardımcı olmaya çalışan arkeoloji alanıdır.
Dil Antropolojisi
Toplumsal
dilbilim günlük yaşamdaki iletişim ortamında, farklı toplumsal katmanlarda ve
kültürel eşiklerde dilin kullanım biçimlerini inceler. Dil aynı zamanda bir kültürün
dünya görüşünü yansıtır. Dil antropolojisi bu bağlamda dil-kültür ilişkisini
ele alır.
ANTROPOLOJİNİN TARİHİ
Genellikle
Akdeniz ve Karadeniz dünyasındaki kültürel çeşitliliği tarihinde anlatan Herodotos,
bu bakımdan antropolojinin babası sayılmıştır. Bu açıdan bakıldığında Marco
Polo’yu ve Evliya Çelebi’yi de ilk antropologlar olarak selamlayabiliriz.
İlk
antropoloji, oryantalizmle birlikte sömürgeciliğin bilimi olarak yaftalanmıştır.
(Oryantalizm: Batılı
gözüyle doğuya bakmaktır) -Britanya, Kuzey Amerika- Amerikan antropolojisi, özellikle Franz Boas’ın etkisiyle, kültür kavramını esas alan bir antropoloji
olarak gelişti. İngiliz antropolojisi
ise özellikle Radcliffe-Brown’ın
etkisi altında her topluluğun karşılıklı etkileşim içinde bulunan farklı toplumsal
kurumlardan oluşan bir toplumsal yapıya sahip olduğunu düşünen ve yapısal-işlevselci adı verilen bir
çizgide gelişti. (Yapısal-işlevselcilik: Kıta Avrupası antropoloji
geleneğinin aksine, toplumsal ve kültürel sistemi yapısal bir bütün halinde, ögelerinin
birbiriyle ilişkisi bağlamında işleyen bir organizma gibi gören, bu nedenle de
alan araştırmasını tek yöntem olarak öne çıkaran yaklaşımdır.) Kıta Avrupası’nda ise farklı bir gelenek, etnoloji
geleneği gelişmiştir. Kıta Avrupası’nda antropoloji denilince, daha çok
fiziksel ya da biyolojik antropoloji anlaşılmıştır. O nedenle, Amerikan yaklaşımının
biyolojik ve toplumsal varlığı bir arada inceleme eğilimini getiren bütüncü
kurgusunun yerine, Avrupa’da bu ikisi ayrışmış ve Amerikan bakış açısının kültürel
antropoloji ya da İngiliz bakış açısının sosyal antropoloji olarak adlandırdığı
disiplin burada etnoloji adıyla kök salmıştır.
Etnoloji geleneği, halkbilimin aksine, ötekinin gözlenmesi ve
incelenmesi için örgütlenmiş ve bu kurgusuyla Anglo-Sakson antropolojisinin Kıta
Avrupası’ndaki karşılığı olmuştur.
Amerikan
ve İngiliz antropolojileri bugün postmodernist ve postyapısalcı etkilere daha
açık görülmektedir.
Postmodernizm
ve postyapısalcılık: Büyük
anlatılara, özcülüğe, nesnelciliğe, katı nedenselliğe, evrenselciliğe ve Aydınlanma dönemiyle
birlikte merkeze oturan insanlık ideallerine karşı, yereli, göreli olanı,
tikeli ve çoksesliliği savunan, küçük anlatıları, başka deyimle herkesin
kendince doğru olan hikayesini esas alan ve bu yolla tek bir hakikat yerine
hakikatlerin çoğulluğu ilkesini getiren yeni -modernizm sonrası- dünya
tasarımıdır.
17.
yüzyılda temelleri atılan bilimsel devrimin çağına sağladığı yenilikler, pek
çok tabunun sarsılmasına, tartışılmasına ve düşüncenin gelişimi önünde engel olmaktan
çıkmasına yol açmıştı. Bunlardan ilki Galileo Galilei’nin ve Kopernik’in gök
gözlemleri sonucunda kanıtladığı evren kuramı kilisenin tanıdığı Aristotelesçi evren kurgusunu, yani güneşin dünya çevresinde döndüğü,
dünyanın evrenin merkezi olduğu görüşünü (geosantrizmi) yerle bir etmiştir. Ardından jeologlar, özellikle
Charles Lyell’ın bulguları, dünyanın yaşının geleneksel bilginin kabul ettiğinden
çok daha gerilere gittiğini, doğa tarihi
yöntemiyle göstermiş, böylelikle Eski Ahit merkezli olan ve oradaki Yaratılış
bahsinin sunduğu yaşlandırma
yöntemiyle dünyanın ve insanlığın yaşını hesaplayan gelenek büyük bir darbe almıştır.
Doğa tarihi yöntemi: Doğadan elde edilen
gözlemlerden yola çıkarak doğa ve onun tarihi hakkında genellemelere yasalara
varma yöntemidir.
Yaşlandırma: Doğa veya insanlık
tarihinde belli bir dönemde yaşamış belli bir nesnenin veya öznenin çeşitli
biçimlerde elde edilen kanıtlar veya bulgular üzerinden bugüne göre yaşının
tahmin edilmesidir.
16.
yüzyıldan itibaren Avrupalıların, Eski Dünya dışına çıkarak öteki kıtaları
fethe başlamaları tanıdık olmayan pek çok kültürün varlığını gösterdi.
Paleontoloji çeşitli
katmanların arasından taşlaşmış olarak çıkan, çeşitli dönemlerde yaşamış canlı
kalıntılarının incelenmesi yoluyla canlılara ait evrimleşmenin evrelerini
göstermeye çalışan araştırma alanıdır.
Darwin
1859 yılında yayımladığı Türlerin Kökeni başlıklı
kitabında gözlemlerine dayanarak bir biyolojik evrim kuramı ortaya koydu. Bu
kurama göre evrim geçirmemiş, yani ilk başlangıcından bugüne kadar değişmeden
gelmiş bir canlı yoktu.
19.
yüzyılda Avrupa’da antropoloji gelişirken, onu etkileyen en önemli kavramlardan
birisi ırk kavramıydı.
Avrupa
düşüncesinde, varsayılan ırksal farkın kültürel farkın, yani Batının gelişmişliğine
karşın diğerlerinin geri kalmışlığının nedeni olduğunu temellendirmeye çalışan
ideoloji, ırkçılık, ortaya çıktı.
II.
Dünya Savaşı’nın sonuna kadar devam eden süreçte antropoloji, bu ideoloji için
kullanıldı ve bir yanlış
bilinç ortaya çıktı. (ırk
bilimi)
ANTROPOLOJİNİN DİĞER İNSAN
VE TOPLUM BİLİMLERİ İÇİNDEKİ YERİ
Sosyal
bilimler, 19. yüzyılın başlarından itibaren gelişen ve felsefenin içinden çıkarak
bağımsız disiplinler ve uzmanlık alanları halinde özelleşen bilimlerdir. Bu
özelleşme içinde bugünkü klasik sosyal bilimler (sosyoloji, iktisat, psikoloji,
siyaset bilimi ve tarih), esas olarak modernleşmiş Batı toplumunu meydana
getiren kurumların incelendiği alanlar olarak ayrışırken, antropoloji
Batı’nın karşıtının yani modern olmayanın ya da o zamanların deyimiyle ilkelin
incelenmesine yönelmiştir.
Immanuel Wallerstein uzmanlaşan toplumsal bilimlerin akademik
farklılaşması içinde, antropolojinin Batı’nın karşıtını (alana çıkarak) araştırmaya
yöneldiğini; diğer sosyal bilimler içinse temel verileri tarihin (arşivin) sağladığını
belirtir.
ekonomi = iktisat bilimi
devlet = siyaset bilimi
toplum ya da kültür = sosyal bilimler
Antropoloji
diğer (Batı’nın dışında kalan) dünyaya yönelmiş bir disiplin olarak, hem
tarihin hem diğer sosyal bilimlerin Batı’yı incelerken parçalara ayırdıkları
olguların (işlevlerin) tümünü bir arada görmek ve incelemek durumundadır. Dolayısıyla
antropologlara bırakılan alan otantik, el değmemiş, hatta vahşi yerlilerin
bulunduğu bir yerdir.
İlk
antropoloji tarihsel olguyu inkâr etmek eğilimdeydi; Cohn’un (1990) ifadesiyle
onların alanı tarihin ve zamanın dışındaki bir yerlerdeydi.
Bütünü
görmek ve bunun için teknikler geliştirmek, 20. yüzyılda gündeme giren yorumlamacı
ve anlamacı sosyal bilim yöntemlerinin de temeli olmuştur. Batılı sosyal bilim
paradigması, ister istemez pozitivist bir yöntemi benimsemişti.
İtalyan
filozofu Vico, Yeni Bilim başlıklı eserinde,
medeni toplum dünyasının tamamen insan eliyle yaratılmış olduğunu ve insanın
kendi yarattığı bu dünyayı bilmek ve tanımak isteyeceğini söyleyerek, sosyal
bilimler için bir hareket noktası sağlamıştı.
Alman
filozofu Herder bu vurguyu geliştirdi.
Herder, insanın türsel ortaklığına karşın, onun yarattığı kültürlerin kendine
özgülüğünü vurguladı ve tarihin içinde ayrı ayrı ve kendi dinamiği içinde inşa
olan kültürlerin farklı insanlar yarattığını temellendirdi.
Alman
filozof Wilhelm Dilthey bilimleri
yöntemsel bakımdan ikiye ayırmış ve tin bilimleri-fen bilimleri ayrımını
metodolojik açıdan temellendirmiştir. Dilthey, neden-sonuç ilişkilerinin gözlemine
dayanan genel açıklama ya da betimleme yerine, beşerî faaliyeti anlamayı esas
alan bir yöntem önerir. Anlama, Dilthey’e göre toplumsal ve kültürel yaratılara
sempatik (içeriden) yaklaşma ve sezgiyle kavrama gibi zor metodolojik
süreçleri içerir.
Boas, tıpkı Dilthey gibi,
bilme etkinliğinin kültürden kaynaklandığını, bu yüzden evrimcilerin karşılaştırma
yaklaşımının geçersiz olduğunu öne sürmekteydi. (araştırmalarını katılarak gözlem tekniği ile sürdürmüş.)
Doğa tarihi yöntemi, tam anlamıyla
pozitivist bir yönelimin eseridir. Bu yöntem, doğadaki en güvenilir ve geçerli
bilgi kaynağının bizatihi doğanın kendisi olduğunu kabul ettikten sonra, doğadan
nesnel gözlem yoluyla bilgi toplayarak bu bilgiyi sınıflandırmayı ve oradan
genellemelere varmayı öngören bir yöntemdir.
Antropoloji:
Nomotetik
yaklaşım: Genel
bir ilkeye ya da yasaya yönelik bilgi üretimi ya da verilerin ve bulguların bu
amaçla değerlendirildiği yaklaşımdır.
İdyografik
yaklaşım: İnsanî
gerçekliğin çeşitli yönlerini her birinin kendi özel tarihsel gelişimi ve konumu
açısından değerlendirerek, her biri için benzersiz, birbirine kıyas
edilemeyecek ve ortak bir ilkeye varılamayacak bir bilgi alanı açma yaklaşımıdır.
ANTROPOLOJİNİN YÖNTEMİ
VE ARAŞTIRMA TEKNİKLERİ
Biyolojik
antropoloji disiplini temelde doğa tarihi yöntemiyle ya da pozitivist yöntemle
çalışmaktadır. Öte yandan sosyal-kültürel antropoloji, iki bilimsel eğilimin
etkisi altında kalmıştır.
Bunlardan
birincisi yapısalcı ve yapısal-işlevselci eğilimdir. Bu eğilim de, tıpkı doğa
tarihi yönteminde olduğu gibi, bütün kültürleri, daha doğrusu insan görüngüsünü
kuşatacak genel yargılara ulaşmaya çalışır.
Bronislaw
Malinowski
ve Radcliffe-Brown 20.yy.ın büyük antropologları idi. Claude
Lévi-Strauss kültürel evrenselleri araştırmıştı. Wilhelm Dilthey’ın kültür bilimleri
için önerdiği yöntemin, yani yorumlamacılığın (hermeneutikin) izinden giden
antropologlar böylesi genel-geçer önermeler aramayı bırakarak, her kültürün
kendi özel hikâyesini yazmaya giriştiler (alan araştırması).
Yorumlamacılık: Her türden yazılı ve sözlü metnin, tarihsel olayların, doğadaki
süreçlerin ve bütün yaşam deneyimlerinin en iyi nasıl anlaşılabileceğine dair
anlamacı girişim; olan ve olmuş her şeyin izleyenin gözünden, onun yorumuyla
görülebilmesini amaçlayan yöntemsel arayıştır.
Bütün
sosyal-kültürel antropologlar genellikle alan araştırması yaparlar ve alanda katılarak gözlem tekniğini kullanırlar.
Topluluğun
gözünden dünyayı ve çevreyi anlamlandırma girişimine emik,
ancak bütün çalışmanın sonucunda bu öznel konumun dışına çıkarak genel
antropoloji bilgisiyle o topluluğa bakabilme becerisine ise etik yaklaşım diyoruz.
20.
yüzyılın ikinci yarısından itibaren dünyanın küçülmesi ve araştırılan Batı-dışı
toplumların bilinçlenmesi ile beraber alan araştırmasının yanına kültür tarihi yöntemini de
kattılar.
Araştırılanı
objektif olarak görmek için araştırmacı, araştırma deneyimlerini de bütün açıklığıyla
yazmalıydı, böylece katılanın
gözlemi yöntemi de eklendi.
Bu
konu da uç noktalara gidildi:
Yeni etnografya ya da hikâyeci etnografya: Araştırmacının alan araştırması
yaparken gözlemi kendisine yöneltmesi ve alanda gözlenenlerin bakış açısından
kendi hikâyesini ve deneyimini yansıtma girişimidir.
Soru kâğıdı: Önceden hazırlanmış ve
genellikle seçenekli cevapları da verilen soru listesidir.
Antropologlar,
derinlemesine görüşmeyi ve topluluğun
uzun süreli gözlemini yeğlerler. Soru kâğıdı yoluyla yapılan
yoklamalar ancak, esas araştırma tekniklerinin yanında, yan amaçlar için ya da
hane halklarının maddî durumunu anlamak için yapılır.
Kültür-aşırı çalışma: Araştırmacının kendi
kültürü dışına çıkarak başka kültürleri çalışmasıdır.
Antropologlar,
geleneksel olarak, kendi kültürlerinin dışına çıkarak çalışmak üzere eğitilirler.
KÜLTÜR KAVRAMI
Kültür,
en genel tanımıyla, insanın doğa dışında yarattığı ve ona eklediği maddî ve
manevî her şeydir.
En
sıcak çöllerden en soğuk kutup bölgelerine, en kurak bozkırlardan en nemli
tropikal alanlara kadar bütün coğrafî ve ekolojik
eşikler insan tarafından iskân edilmiştir.
Ekolojik eşik: Canlıların yaşadıkları
ortam ve onların bu ortama yaptıkları uyarlanmaların bütünüdür.
Antropolog
A. L. Kroeber ve C.
Kluckhohn, 1952 yılında yayımladıkları Kültür: Kavramların ve Tanımların Eleştirisi başlıklı
derlemede kavramın 164 farklı kültür tanımına yer vermişlerdi.
Tek
başına av, insanın doğal olanaklarını aşan bir etkinlik olduğundan bir takımı
gerektirir.
Dil,
simgeler ve soyutlamalar, bu ilksel
topluluk içinde topluluğun yeni üyelerine aktarılır ve kültür böylelikle inşa
edilir, giderek kararlılık ve süreklilik kazanır.
İlksel topluluk: İnsan toplumlarının ve
toplumsal özelliklerin ilk halini temsil eden topluluktur.
Bu
toplumsallık kültürün içinde kararlılık kazanan belirli değerler, normlar ve
kurallarla yürür. Evlilik ve akrabalık kuralları, toplumsal cinsiyet rolleri, şiddeti
kullanma biçimleri, hak ve adalet duygusu, geçim biçimine ilişkin ilkeler,
serveti biriktirme ve tüketme tarzları, topluluğun dışlama ve içerme
mekanizmaları böylelikle ortaya çıkar.
Kavramın
çoğunlukla başvurulan ve geniş kabul görmüş tanımını 1871 yılında Amerikalı
antropolog Edward Tylor yapmıştı. Tylor’a göre
kültür ya da uygarlık; bir toplumun üyesi
olarak, insanoğlunun öğrendiği (edindiği) bilgi, sanat, gelenek-görenek ve
benzeri yetenek, beceri ve alışkanlıkları içine alan karmaşık bir bütündür.
Bu
tanımlama denemesinde üç vurgu öne çıkmaktadır. Birincisi bir toplumun üyesi
olarak tanımlanan insanın toplumsallığına yapılan vurgudur. İkincisi öğrenme edimine yapılan vurgudur. Üçüncüsü ise kültürün karmaşık bir bütün olarak nitelendirilmesidir.
Yalçın İzbul’un (1983) yaptığı tanıma
göre: Kültür, belirli bir topluluğun, sosyal etkileşim yoluyla sürdürdüğü ve
bireylere kazandırdığı maddî-manevî yaşam tarzı ve dünya görüşü bileşimi, onların
bir bütünleşmesi olup, varlık nedeni ve sonucu ise çevreye uyarlanma, giderek
çevreyi kendi kuramsal amaçları doğrultusunda değiştirme dinamiğidir.
KÜLTÜRÜN ÖZELLİKLERİ
1) Kültür hem evrenseldir
hem de özeldir
Bu
nedenle her insan kültürlüdür ama her insanın mensup olduğu toplulukların
kültürü birbirinden farklı olabilir. Bu noktada, antropolojinin sorduğu temel
sorulardan ikisine gönderme yaparak “kültürler hem birbirlerine benziyorlar hem
de birbirlerinden farklılar” önermesini kurabiliriz.
Kültürler
zaman zaman yakın oldukları kültürlerden farklılaşıp başkasıyla ilişkiye
geçebiliyor, yani sarmaşıyor;
kimi zaman da alan veya uyarlanma stratejisi değiştirerek yakın oldukları ya da
daha önce etkilendikleri kültürlerden ayrışıyorlar.
Eğer
değişme esas ise, özcülük hem mantık
hem de bilim dışı demektir.
Özcülük: Varlıkların tarihsel değişmesi ve onların
mekânsal farklılaşmalarını dikkate almadan onların özünü araştırmaya yönelen
bakış açısıdır.
2) Kültür kapsayıcıdır
İnsan yaratımı olan
hiçbir şey kültürün dışında değildir.
3) Kültür toplumsaldır
Kültür toplumsal olarak
kazanılır, yaşanır ve aktarılır.
4) Kültür bir soyutlamadır
Kültürü hayatın içinde
somut olarak işaret edemeyiz. Onu belirli davranışlar, tutumlar, değer yargıları
aracılığıyla hisseder ve anlarız. Kültürü araştırmak belirli davranış ve
tutumların arkasında yatan ana metni görebilmekle mümkündür.
5) Kültür tarihsel ve
süreklilik içinde bir olgudur, dinamiktir, değişmeye tâbidir
Kuşaktan kuşağa aktarılarak
süreklilik kazanan, uyarlanma sürecinin ve pek çok toplumsal etkileşimin etkisi
altında değişerek varlığını sürdüren bir bütündür.
Kültür devrimi: Bir halkın yaşam tarzını,
gelenek görenek ve inanç biçimlerini kökten değiştirmeye yönelik siyasal
müdahaledir. = olanaklı bir toplumsal dönüşüm biçimi değildir.
Örneğin
1917 Ekim Devrimi ile mülkiyeti ortadan kaldıran ve dinsel kurumları yasaklayan
Sovyet rejimi, bu yasaklamayla dini ortadan kaldırabilmiş değildir. 1985’te
Sovyetler Birliği’nde uygulanmaya başlayan Perestroyka (yeniden yapılanma) ile
birlikte Rus Ortodoks kilisesi eski gücüne yeniden kavuşmuştur.
6) Kültür öğrenilir
Her birey, başta ailesi
olmak üzere içine doğduğu kültürün mekanizmaları aracılığıyla, doğduktan sonra
çeşitli bağlamlarda kurduğu toplumsal ilişkiler yoluyla, toplumsal etkileşim
içinde bu kültürü öğrenir.
7) Kültür ihtiyaçları
giderici ve doyum sağlamaya yönelik bir yapıdır
İnsanların,
diğer canlıların aksine içinde yaşadıkları çevreye uyarlanmalarında kullandıkları
temel araç kültürdür. Çevreye uyarlanmanın birinci koşulu, temel biyolojik
ihtiyaçlarımızın giderilmesi gereğidir.
8) Kültür bir bütündür ve
bütünleştiricidir
Kültür çatışmaya değil,
bütünleştirmeye yöneliktir.
Kuzey
Amerikalı Kwakiutl Kızılderililerinin uyguladığı potlaç geleneğidir. Yılda bir
kez yapılan potlaç
töreninde Kızılderililer çağırdıkları konuklara bütün bir yıla yayılan
emeklerinin karşılığı olan serveti sunarlar, hediyeler verirler, onları yedirir
içirirler.
9) Kültür bir simgeler
sistemidir
Simgeler
aynı zamanda davranış göstergeleridir. Simgeyi çözersek arkasından gelecek
davranışı da bilebiliriz. Ezan sesinin mümin bir Müslümanın biraz sonra namaz kılması
gerektiğini bildirmesi gibi.
Sosyal
bilimci Kastoriadis simgelerin
ikonografik anlamına dikkat çekmiştir. Her simge aynı zamanda bir ikondur; biz
bu ikonları kavrar ve onları gördüğümüzde onlarla ilişkilendirdiğimiz toplumsal/kültürel
değer ve tutumlarımıza başvururuz.
Leslie White kültürü
“maddî öğelerin, davranışların, düşünce ve duyguların, simgelerden oluşan ve
simgelere dayanan bir örgütlenmesi” olarak tanımlar. Clifford
Geertz kültürü “örgütlenmiş bir simgesel sistemler toplamı” olarak değerlendirir.
Geertz’e göre kültür, yapısalcı Lévi-Strauss’un
düşündüğü gibi insanların kafasında yer alan bir model değildir, aksine kültür
kamusal simge ve eylemlerde somutlaşmaktadır.
10) Kültürün
hem maddî hem de manevî yönü vardır, bu iki yön arasında bir ikilik yoktur.
Kültürün
maddî varlıklar halinde gördüğümüz ürünleri yanında değerler, tutumlar, davranışlar
ve alışkanlıklar biçiminde, görülemeyen ama uyulan ve izlenebilen öğeleri vardır.
Ancak bu iki yön arasında karşılıklı bir etkileşim vardır.
11)
Kültür doğal ve toplumsal dünya ile aramızdaki çevirmendir
Kültür
doğal ve toplumsal dünyayı algılamamıza ve anlamlandırmamıza yarayan
çerçeveleri sunar.
Antropolog
Ruth Benedict, “gözümüzdeki merceklerin farkına
varmaksızın dünyaya bakıyoruz” diyor.
Bir
Yörük çocuğu muhtemelen zehirli mantarla zehirli olmayanı ayırt edebilecektir;
ama bu bizim için imkânsızdır, zira bizim kültürel kodlarımızda bu doğal durumu
anlamlı hale çevirecek bir veri, bir bilgi yoktur. Dolayısıyla gördüklerimizi,
duyduklarımızı ve yaşadıklarımızı önce kendi kültürümüzün diline çevirir ve
onları o yolla anlamaya çalışırız.
12)
Kültür doğaya el
koyar
Kültür
yoluyla doğayı insanîleştiririz, onun üzerinde kurallar koyar, onu sınıflandırır
ve dönüştürürüz. Avlanma yasağı gibi.
13)
Kültür aynı zamanda bir idealler sistemidir
Kültür
taşıdığı kurallar, normlar ve değerler aracılığıyla bize ne yapmamız, nasıl
davranmamız gerektiğini söyler. Bazı antropologlar ideal kültür-gerçek
kültür ayrımı yaparlar ve gerçek kültürü gözlemlemek için alan araştırmasına
çıkarlar. Olması gereken- gerçekte
yaşanılan
14)
Kültür bir uyarlanma tarzıdır
Kültür,
insan türünün biyolojik olanaklarını değil, kendi zihninin ve el becerisinin
ürünü olan yaratıları kullanarak çevreye uyarlanmasıdır.
15)
Kültür hem uyarlayıcı hem de uyum bozucudur
Kısa
insan hayatı bakımından elverişli ve verimli görünen bir uyarlanma tarzı, uzun
vadede tersine çalışabilir ve insan hayatının sürekliliğine zarar verebilir.
Ör.
Belirli hayvan türlerinin yoğun avlanması da belirli dönemler için bu avla
geçinen topluluklar bakımından kendi çevrelerine kültürel bir uyarlanmadır.
Ancak yoğun avlanmanın avlanan hayvan türünün neslinin tükenmesine yol açması
bu uyarlanmayı insan hayatının sürekliliği bakımından sorunlu hale getirebilir.
KÜLTÜREL SÜREÇLER
Kültürleme (Enculturation)
Bir
kültürün içine doğan bireyin annesinden başlayarak halkalar halinde genişleyen
kurumlar ve öğeler üzerinden içine doğduğu o kültürü öğrenmesi süreci,
kültürleme süreci olarak adlandırılır.
Toplumsallaşma,
sosyalizasyon ya da en geniş anlamıyla eğitim olarak adlandırılan bu süreç
bitimsizdir.
Kültürleşme (Acculturation)
Birbirinden
farklı iki kültürün çeşitli şekillerde temas etmesiyle alışveriş içine
girmeleri, bu alışveriş sonucunda birbirinden alıp verdikleri öğelerin giderek
birbirine karışması ve kökenlerinin bilinemez hale gelmesiyle ortaya çıkan bir
süreçtir.
Tarihte
gördüğümüz en büyük kültürleşme hareketlerinden birisi İÖ. 4. yüzyılın sonlarında
başlayan Helenizm hareketidir. Büyük İskender’in
doğu seferleri ile başlayan bu süreçte Helen kültürü bir yandan İran,
Mezopotamya ve Hint kültürlerinden etkilenerek değişime uğrarken doğu
kültürleri de belirli ölçülerde Helen kültürünün etkisi altına girmiştir.
Kültürel Yayılma (Diffusion)
Bugün
bizim benimsediğimiz giyinme tarzı, Batı toplumlarında gelişerek çevreye, diğer
kültürlere, o arada bize ulaşan bir kültür öğesi olarak tipik bir kültürel yayılma
örneğidir.
Kültürlenme (Culturation)
Kentlerde
gördüğümüz gecekondular, ne kırsal bölgelerdeki mesken tipine ne de kentlerin
bildik mesken tipine benzemektedir. Dolayısıyla köyden kente gelenler, bir
kültürlenme biçiminde, buradaki yeni barınma ihtiyaçlarına yönelik yeni bir
konut formu meydana getirmişlerdir.
Kültür Şoku (Culture Shock)
Kendi
kültür dünyasından çıkarak tanımadığı, dilini bilmediği, değerlerinden ve
kurallarından haberli olmadığı bir kültürün içine giren bireyin yaşadığı sıkıntı
durumudur.
Kültürel Gecikme (Cultural Lag)
William F. Ogburn tarafından önerilen bu kavramla, kültürel değişme etkisi altında
kalan kurumların bu değişmeye gösterdikleri tepkinin hızındaki farklar anlatılır.
Kültürel Özümseme (Assimilation)
Bir
kültürün bir başka kültürü, çeşitli nedenlerle etki altına alması ve giderek
kendine benzetmesi, bu sürecin sonucunda da kendi içinde eritmesi olarak tanımlanabilir.
Kültürel kaçışın yoğunlaşması, kaçılan kültürün bir ölü kültür haline gelmesine
neden olur.
Kültürel Bütünleşme (Integration)
Belirli
bir coğrafyadaki egemen kültürün diğer kültürleri ya da yerel çeşitliliği baskı
altına almasına karşın, özellikle günümüzde yaygınlaşan çokkültürcülük politikalarıyla
bu kültürlerle uzlaşma arayışına girmesi sonucunda, diğer kültürlerin kendilerini
korumakla birlikte, büyük kültürle uyumlu hale gelmeyi ve onun şemsiyesi altında
birer alt-kültür olarak tanımlanmayı benimsemeleri sürecidir.
Çokkültürcülük: Bir ülkede kültürel çeşitliliğin iyi ve arzu edilir olduğu
fikri ve bu çeşitliliğin kültürel ve siyasal temsile yansımasıdır.
Zorla Kültürleme (Trans-Culturation)
Egemen
kültürün, doğuracağı tepkileri dikkate almaksızın, diğer kültürleri zorla
kendine benzetmeye ve bu yolla yok olmalarını sağlamaya itmesidir.
Kültürel Değişme ve
Gelenek
Yukarıda
anlatılan bütün süreçler kültürün değişmesine yol açar. Bizim gelenek diye
adlandırdığımız pek çok şey, aslında kültürel değişme sürecinin belli bir anında
ortaya çıkmış daha eski bir referanstan başka bir şey değildir. Bu referans
kültüre ilk girdiğinde bir yenilikti. Sonradan benimsenip yaygınlaşarak gelenek
halini alır ve değişmeye-dönüşmeye adaydır (Eric
Hobsbawm, Geleneğin İcadı).
TEMEL ANTROPOLOJİ KURAMLARI
EVRİMCİ VE TARİHSELCİ KURAMLAR
19. Yüzyıl Evrimciliği
Bütün
evrimci görüşler, insanlığın ve onun kültürünün ilkel (ya da vahşi) olandan
uygar olana doğru giden tek hatlı bir evrim sürecinden geçtiği konusunda
hemfikirdiler.
Tek hatlı evrim: İnsanlığın gelişimini ilkelden gelişmişe doğru izlenen tek
bir hat üzerinde görmek ve açıklamak eğiliminde olan evrimci görüştür.
Evrimci
okulun ilk ve en önemli temsilcilerinden birisi Edward Tylor’dur.
Tylor, antropoloji yazınında bu bilimin konusunun kültür olduğunu
söyleyen ilk bilim insanıdır.
Kültürel evrimi aklın
ilerleyişi
olarak görmekteydi. Hegel ve Comte’un etkisi altında.
Lewis Henry
Morgan yazdığı
Eski Toplum başlıklı kitapla insanın
kültürel evrimini teknolojiyi esas alan üç ana evreye ayırmıştır.
İlk
evresi yabanıllık evresidir. Bu
evrede insanlık avcı-toplayıcılık etkinliğiyle yaşamaktadır. Çömlekçiliğin keşfine
kadar sürmektedir.
İkinci
evre barbarlık evresidir. Yerleşik
hayata geçiş, hayvan evcilleştirmesi ve demirin ergitilmesi bu evrede gerçekleşmiştir.
Yazının keşfiyle uygarlık evresine
geçilir. Bu evre de eski ve modern olmak üzere iki aşamaya ayrılır.
Evrimci
antropologların en önemli sorunu veri azlığı
idi.
Evrimci
yaklaşım ilk önce Biyoloji ve jeoloji
bilim alanlarında ortaya çıkmıştır?
Difüzyonizm (yayılmacılık)
Difüzyonizm,
kültürün gelişim ve değişiminde en önemli etkenin başka kültürlerden gelen
maddî
ve manevî ögelerin o kültüre girmesiyle gerçekleştiğini öne sürer.
Difüzyonizm,
müzeciliğin en gelişkin olduğu ülke olması nedeniyle ilk olarak Almanya’da gelişti.
Kültür-çevre kuramı olarak da
adlandırılmıştır.
Difüzyonizmi
Kuzey Amerika’ya taşıyan kişi, Franz
Boas’dır. Kültürel değişimin tarihsel ve psikolojik süreçlerini kurgulamak
için bu ögelerin dağılımına bakmak gerektiğini öne sürmekteydi.
Tarihsel Özgücülük
(Amerikan Tarih Okulu)
Yaklaşımı
kuran kişi Amerikalı antropolog Franz Boas’tır. Boas, farklı yaşam tarzlarının ve
düşünce biçimlerinin fiziksel çevreden etkilendiğini göstermek amacıyla
1883-1884 yıllarında Baffin Adaları Eskimoları arasında ilk alan araştırmasını
gerçekleştirdi. Buradaki gözlemleri sırasında birbirine çok benzeyen iklim koşularında
geniş bir kültürel çeşitlilikle karşılaştı.
Her kültürün kendine
özgü ve ayrı bir tarihi olduğu görüşü tarihsel özgücü yaklaşımın esasıdır. Böylelikle antropoloji
içinde nomotetik bilim anlayışı yerine idyografik bilim anlayışına yaklaşan ilk
kişi olmuştur.
Boas,
kültürel gelenekleri ve yaşam tarzlarını açıklamak için; çevresel koşullar,
psikolojik etkenler ve tarihsel bağıntıları incelemenin gerekli
olduğunu savunuyordu. Özellikle, kültürü anlamak ancak o toplumun tarihinin
incelenmesiyle mümkündü. Kültürel göreciliğin kurucularından
olduğu görülür.
İŞLEVSELCİ VE YAPISALCI KURAMLAR
İngiliz İşlevciliği
İşlevciler,
antropoloji içinde uzun süreli alan araştırmasını ilk uygulayan gruptur. İngiliz İşlevciliğinin kurucusu ve başta
gelen kuramcısı Bronislaw
Malinowski’dir.
Malinowski’ye
göre bütün insanların, yeme, içme, barınma, giyinme, türün devamını sağlamak
gibi bazı ortak temel ihtiyaçları
vardır. Bu ihtiyaçların karşılanması ikincil ihtiyaçları ortaya çıkarır.
Kültürel
işlevlerin hem temel hem de bunlardan türeyen ikincil ihtiyaçları karşıladığını
söyler ve öncelikle bu ihtiyaçları gidermeye yönelik olmayan bir kültürün var
olamayacağını vurgular.
Fakat
bu yaklaşım, kültürel farklılıkların kaynağının ne olduğunu açıklamak konusunda
herhangi bir açılım getirmemektedir.
Yapısal-İşlevselcilik
Bu
yaklaşımın kurucusu İngiliz antropolog Alfred R. Radcliffe-Brown ,
toplumu birbirini destekleyen öge ve kurumların karşılıklı ilişkilerinin toplamı
olarak gören Fransız sosyolog E. Durkheim’dan etkilenmiştir. Brown’ın ağırlık
verdiği odak, Malinowski’nin aksine, psikolojik ve biyolojik değil,
sosyolojiktir. Durkheimcı sosyoloji kuramında toplumsal yapıyı kuran en önemli
unsur ortak bilinç durumudur. Ortak
bilinç bireyi aşar ve bireysel eylem ve inançlar bu geniş çerçevenin
tezahürlerinden oluşur.
Farklı
toplumlar farklı düşünce kalıplarına ya da kolektif temsillere sahiptir. İşte sosyal bilimin temel inceleme konusu da
budur. Brown da, bu görüşlerden etkilenerek toplumu bir organizmaya
benzetmiştir.
Malinowski bireyin temel
ihtiyaçları üzerinde dururken, Radcliffe-Brown toplumsal yapının işler
biçimde sürdürülmesine dikkati çeker.
Bu
kuramlar, antropolojinin bütüncü yönünün gelişmesinde önemli bir katkı
yapmıştır. Bununla birlikte her iki kuramsal yaklaşım da tarihsel gerçekliği
dışarıda bırakmalarıyla eleştirilmiştir.
Yapısalcılık
Yapısalcı
düşünce, dilbilimci Saussaure’den
etkilenen Claude
LéviStrauss tarafından geliştirilmiştir.
Dil, insan aklını
düzenleyen mekanizmaların dışa vurumudur ve kültür dediğimiz şey, aslında bu
mekanizmaların dışsal yansımasından başka bir şey değildir. Dolayısıyla insanların
zihinsel algıları, insanla nesnel dünya arasındaki yegâne ilişki biçimidir.
Louis
Dumont
Hindistan’daki kast sistemini toplumdaki üç yapısal ilkeyle; ayrılma,
hiyerarşi, etkileşim ilkeleriyle açıklamaktaydı.
Kültürdeki
çevresel uyarlanma boyutunu dikkate almamasıyla eleştirilmektedir.
PSİKOLOJİ VE BİYOLOJİ YÖNELİMLİ KURAMLAR
Kültür-Kişilik Kuramı
Kuramın
öncüsü ve Boas’ın öğrencisi olan Ruth F. Benedict, hem kültürlerde ve hem de
bireyin ruh hallerinde karşılık bulan ortak tema ve başa çıkma yollarının var
olduğunu öne sürmüştü.
Kültürün
iç tutarlılığı, ancak bireyin sorunlarla başa çıkma kapasitesini yükselttiği
ölçüde sürdürülebilen bir konuydu. Kültür
Örüntüleri (1934) başlıklı kitabında Benedict
bireylerin ruhsal yapılarını belirleyen iki
tip kültür ayırt etmiştir. Birincisi uzlaşmacı,
psikolojik ve duygusal aşırılıklardan kaçınan Apollon tipi kültür, ikincisi ise coşkulu ve romantik, şiddete ve tehlikeye eğilimli Dionisyak tip kültürdür.
Benedict,
bu araştırma görevi sonucunda kaleme aldığı Krizantem ve Kılıç başlıklı kitapla bu Japon ruh durumuyla Japon
kültürü arasında bir ilişki kurdu.
Benedict
ve izleyicileri, insanları ve kültürlerini uyarlanabilen olgular olarak değil,
neredeyse sadece kültürel bir uzay içinde varolan, onları çevreleyen fiziksel
dünyadan, diğer kültürlerden ve tarihsel olaylardan soyutlanmış ögeler olarak
görmekle eleştirilmişlerdir.
Sosyobiyoloji Kuramı
Toplumsal
olgu ve olayların biyolojik ve genetik nedenlere dayalı olduğunu savunan kuram.
Yaklaşım,
tarih ve kültür araştırmaları gibi toplumsal bakış açılarıyla ele alınması
gereken insanî çeşitliliğe ilişkin durumları, biyolojik olgulara bağlanan bir
nedenselliğe indirgemesiyle eleştirilmektedir.
Vardığı
en uç nokta, pek çok karakterin kültürel süreçler yoluyla sonradan kazanılmış
durumlar olmayıp genlerde saklı olduğunu iddia eden genetik indirgemecilikte görülür.
ÇATIŞMACI VE UYARLANMACI KURAMLAR
Yeni Evrimcilik
İkinci
Dünya Savaşı’nın sonrasında kültürel temaslar daha da yaygınlaşmıştır. Sanayileşmeyle
tanışmamış toplumların küresel iktisadî sistemle bütünleşme süreçlerinin hızlanması,
yeni ulusların ortaya çıkışı bu sürece damgasını vurmuştur.
Sanayileşme
ve teknolojik gelişmenin etkisi altındaki toplumlara eğilen bu antropoloji
yaklaşımı gelişmiştir.
Büyük
kültür tarihçisi Gordon Childe ile birlikte çalışmış olan Amerikalı antropolog Leslie White bu yaklaşımın ilk temsilcisidir. Kültürel ilerleme
görüşünü veri olarak almak yerine, bunun nedenlerini açıklama çabasını öne çıkarmıştır.
İlerlemiş sayılan toplumlarla ilkel sayılan toplumlar arasındaki gelişme farkını
açıklarken, kullandıkları enerji miktarını esas almıştır.
Ona göre kültür, insanların yeni enerji
kaynaklarından yararlanmayı öğrenmeleri süreci içinde ilerlemektedir: Kas
gücünden başlayıp hayvan gücüne oradan rüzgâr, su gücüne ve en sonunda fosil
yakıtlara varan bir kaynak kullanımının ilerlettiği bir kültürel hayat
kurgusudur
Bu
yaklaşım, bazı kültürlerin neden diğer bazılarından daha hızlı ilerleme
kaydettiği konusundaki yetersizliğinden dolayı eleştirilmiştir.
Kültürel Ekoloji Yaklaşımı
Başlıca
temsilcisi Julian
Steward olan bu okul, belirli bir
kültür ya da kültür bölgesinde oluşan değişimler dizisine vurgu yaparak
çevrenin kültürel evrim ve oluşumlar üzerindeki etkisini vurgular.
19.
yüzyıl evrimciliğinden farklılaşarak çok hatlı bir evrim modelini savunur.
Bu
yaklaşım, sosyo-kültürel sistemler ile
çevreleri arasındaki ilişkiye ağırlık veren ilk yaklaşımdır.
Temel meselesi, kültürün belirli
çevresel koşullara uyarlanmak bakımından nasıl işlediğini incelemektir.
Yeni İşlevcilik
Akımın
temsilcisi, bu derlemedeki (Afrika Siyasal
Sistemleri) en önemli makalelerden birine imza atan Güney Afrika doğumlu
Britanyalı antropolog Max Gluckman’dır.
Reformist
bir yaklaşımı benimseyen Gluckman, işlevcilikte Malinowski’yi esas almakla
birlikte, onu toplumsal örgütlenme içinde çatışmanın rolünü göz ardı etmekle
eleştirir.
Çatışma
toplumsal sistemi besler ve güçlendirir. Ancak bu açıklama, toplumsal değişmenin nasıl
gerçekleştiğini açıklamakta yetersiz kalmaktadır.
Marksçı Antropoloji
Esas
olarak Fransız antropolojisi içinden kök alan Marksçı antropoloji Stanley Diamond,
Claude Meillasoux ve Maurice Gaudelier gibi antropologlar tarafından
kuramsallaştırılmıştır.
Marx değişmeyi meydana
getiren koşulları incelerken toplumsal ilişkilerin uyumundan çok çatışmaları
merkeze almıştı. Marksçı antropologlar dikkatlerini kültürün içindeki üretim ve
dağıtım araçlarının nasıl şekillendiğine ve nasıl değişim geçirdiğine vermişlerdir.
Marksçı
antropoloji Marx’ın ve izleyicilerinin iktisadî indirgemeciliğini antropolojiye
taşıyarak, her farklı üretim-dağıtım ilişkisine göre farklı üretim tarzları
icat etmekle ve kültürün toplumsal sistem içindeki göreli özerkliğini göz ardı
etmekle eleştirilmektedir.
Kültürel Maddecilik
Antropolojide,
kültürel özelliklerin, kodların, norm ve değerlerin, başta çevresel etkenler
olmak üzere, insan toplumlarının maddî koşullarına bağlı olarak biçimlendiğini
savunur.
Günümüzdeki
en önemli temsilcisi Marvin Harris’tir.
ÖZGÜCÜ KURAMLAR
Etnobilim ya da Bilişsel
Antropoloji Yaklaşımı
Yapısalcılık
Kuzey Amerika’da yeni bir biçim kazanarak bilişsel antropolojiye dönüşmüştür.
Temel yöntemi, etnografik verileri dikkatle incelemek suretiyle incelenen
kültürlerin yapısal ilkelerini ortaya çıkarmaktır. Yaklaşımın temel yönelimi, insanların dünyayı nasıl kavradığını
anlama çabasıdır.
Simgeci/Yorumcu
Antropoloji Yaklaşımı
Kültürü,
o kültürün mensuplarınca ortak olarak paylaşılan simge ve anlamlardan ibaret
bir sistem olarak gören simgeci antropolojinin önde gelen savunucusu Clifford Geertz’dir.
Feminist Antropoloji
Kuram,
eşitsizliğin kültürel tezahürlerinin toplumsal cinsiyet rollerinin kültürel inşasında
araştırılması biçiminde gelişti ve feminist antropoloji, bütün kültürlerde
mevcut etnikmerkezcilik eğilimi gibi yine çok yaygın bir erilmerkezciliğin varlığını keşfetti.
Margaret Mead bu yönelimin ilk örneği
sayılabilir.
Erilmerkezcilik: Toplumun ve toplumsal
zihniyetin örgütlenmesinde erkeği ve onun toplumsal rollerini merkeze alarak
davranma ve tutum geliştirme eğilimidir.
İNSANIN CANLILAR DÜNYASINDAKİ YERİ
Primat: Yaşayan ve soyu tükenmiş
olan maymunları, kuyruksuz büyük maymunları ve insanı kapsayan, memelilerin
birtakımıdır.
18.
yüzyılda yaşamış olan ünlü doğa bilimci Carl von Linné’nin canlıları sınıflamış.
Biyolojik
sınıflama sistemi
olarak bilinen taksonomi, bilinen canlıların bir
listesini vermekten çok, paylaştıkları özellikleri dikkate alarak onların
birbirleriyle ilişkilerini belirlemeye dayanmaktadır.
Plasenta: Gebelik süresince fetusun anne karnında
yaşadığı, anneden alınan gıdaları fetusa aktarma özelliğine sahip içi sıvı dolu
kesedir.
Ortak
atadan kalıtılan, birden fazla tür tarafından paylaşılan ve yapısal açıdan
benzerlik gösteren organlara kökendeş (homolog) organlar denilmektedir.
Kökenleri
farklı olan, dolayısıyla evrimsel açıdan birbirleriyle ilişkili olmayan, ancak
benzer işlevleri üstlenen organlara ise işlevsel ya da görevdeş (anolog) organlar
denilmektedir.
Prosimiyen: En erken primatlara
benzeyen, küçük beyni, çıkıntılı burnu ve iri gözleriyle ilkel özelliklere
sahip olan primat grubudur.
Sınıf
|
İnsanın Yeri
|
Alem
|
Hayvanlar
|
Şube
|
Kordalılar
|
Alt şube
|
Omurgalılar
|
Sınıf
|
Memeliler
|
Alt sınıf
|
Plesantalı memeliler
|
Takım
|
Primatlar
|
Alt takım
|
Antropoidler
|
Üst
aile
|
Hominoidler
|
Cins
|
Homo
|
Tür
|
Sapiens
|
İnsan
türünün canlılar sınıflamasında ki yeri.
Besinlerini
sindiren, hareket etmesi, duyu ve sinir
sitemine sahip olmasıyla insan, canlılar dünyasında mantarlar, tek hücreliler,
virüsler, bitkiler âlemlerinin değil hayvanlar âleminin bir üyesidir. Hayvanlar
âleminde süngerler, denizyıldızları, kurtlar, salyangozlar ya da kafadan bacaklılar
gibi hayvanlarla değil vücudu boydan boya geçerek farklı kollara dallanan sinir sitemine sahip olması nedeniyle insan,
kordalı
hayvanlarla aynı şubede yer almaktadır. İnsanın da içinde yer aldığı
grupta omurga adını verdiğimiz kemik bir yapıyla merkezi sinir sisteminin
çevrelenmesi nedeniyle diğer omurgalılarla aynı alt şubede yer
almaktayız. Omurgalılar arasında bazıları kuşlar, sürüngenler, kurbağagiller
gibi yumurtlarken; sıcakkanlı, yavrularını
plasenta içerisinde büyüten, onları süt vererek besleyen insan memelidir.
Ancak, memeliler de kendi yaşadıkları uyarlanmaların bir sonucu olarak farklı
anatomik özelliklere sahiptir. Bu nedenle memeliler etçiller, kemiriciler, tek
toynaklılar, çift toynaklılar gibi birçok takıma ayrılmaktadır. İnsan bu takımlar
içerisinde iri beyinleri, üç boyutlu
görme yetisine sahip olma, ellerinde beş parmağın mevcut olduğu, pençe ya da toynağa sahip olmayan, primat
adı verilen takımla benzer özelliklere sahiptirler.
Korda: Vücudun orta hattından
uzanan merkezi sinir sistemidir.
Primatların Özellikleri
Primat
takımında yer alan türler, ağaç yaşamına uyarlanmayı yansıtan temel anatomik
özelliklere sahiptir.
Üye
kemikleri:
Kol ve bacaklar ile bunları oluşturan kemiklerdir.
Primatlarda
kafatasının ön kısmında yerleşmiş olan gözlerin görüş alanlarının birbirleriyle
çakışmasıyla üç boyutlu görüş (stereoskopik) yetisi gelişmiştir. (ayrıca
renkli görme yetisi vardır)
Memelilerde
her bir çene yarımında yer alan 3 kesici, 1 köpekdişi, 4 küçük azı ve 3 büyük
azıdan oluşan toplam 44 diş sayısı, primat takımında 36 ve 32’ye düşmüştür.
Karma
beslenme: Hem
bitkisel hem de hayvansal kaynaklı besinlerin tüketilebildiği beslenme modelidir.
Omnivor veya hepçil de denilmektedir.
Yeryüzündeki
en iri beyne sahip olan canlılardır.
Prosimiyenler
Afrika’nın
doğu kıyılarına komşu olan Madagaskar Adası (lemur) ile Hindistan, Sri
Lanka, Güneydoğu Asya, Afrika’da (lorisler ve tarsiyerler) yaşamaktadırlar.
Prosimiyenlerin gözleri kafatasının yan kısımlarına yerleşmiş olup, daha kısa
hamilelik dönemine ve büyüme sürecine sahiptirler.
Çoğunlukla
gece ve ağaç yaşamına uyarlanmış olan bu canlılarda, boyut fare lemuru gibi
prosimiyenlerde 13 cm’den, indri olarak da bilinen lemurlarda 60 cm’ye kadar
geniş bir dağılım göstermektedir. Meyve, yaprak, ağaç filizleri, böcek, tırtıl
yiyerek yaşamlarını sürdürmektedirler. İyi tırmanma ve kavrama yetisine
sahiptirler, İri gözleri vardır, kafatası 180 derece dönebilir.
Antropoidler
Antropoidler
insansı maymunlar olarak da bilinmektedir. İri boyuta sahiptirler, beyin
hacimleri daha fazla olup, koklama duyuları zayıflamış, görme duyuları ise daha
fazla gelişmiştir. Maymunların önemli
bir kısmında parazit ayıklama olarak da bilinen postun tımarlanması alışkanlığı
vardır.
Yeni Dünya
maymunları
olarak da bilinen Platiriniler
Orta ve Güney Amerika’da yaşayan maymunları içermektedir. Katariniler
ise Asya ve Afrika kıtasında yaşayan maymunlarla kuyruksuz büyük maymunları ve
ayrıca yeryüzünün her tarafına yayılmış olan insanı içermektedir.
Yeni Dünya Maymunları
Yeni
Dünya maymunları boyut açısından 350 gr ağırlığındaki küçük boyutlu
tamarinlerden 9 kg ağırlığındaki howler maymunlarına kadar geniş bir dağılım
göstermektedirler.
Üç
boyutlu ve renkli görürler.
Eski Dünya Maymunları
Eski
Dünya maymunları, Yeni Dünya maymunlarından daha fazla davranışsal ve biçimsel
çeşitliliğe sahip olan primatlardır.
Oturduklarında dik duruş pozisyonuna sahip olan bu primatlarda, arka
taraflarında oturma yastıkçığı olarak da bilinen nasırlaşmış bir bölge
mevcuttur.
Katarini: Burunlarında dışa dönük
kanatların mevcut olmadığı, burunlarının uç kısımları nemli olmayan dar burunlu
maymunlardır.
Bunlar
insanı, kuyruksuz büyük maymunları ve hilobatları içeren Hominoidea ile maymun
olarak bildiğimiz Cercopithecidea olmak üzere iki üst aileye sahiptir.
Braşiyasyon: Eski dünya maymunları
ile kuyruksuz büyük maymunların bazılarında gözlenen, kollar aracılığıyla ağaç
dallarında salınarak uygulanan hareket sistemidir. (32 dişe sahiptirler)
Hominoidler
Taksonomik
sınıflamada insan, kuyruksuz büyük maymunlar ve hilobatlar Hominoidea adındaki
üst aile içerisinde yer almaktadır. Bunlardan orangutanlar Asya’da
Borneo ve Sumatra adalarında; şempanzeler Batı ve Orta Afrika ile
Doğu Afrika’nın Turkana gölü yakınlarındaki ormanlık alanlarında; goriller
ise Orta Afrika’nın doğu ve batı bölgelerinde yaşamaktadırlar. Asya’nın
güneydoğusunda, özellikle Malezya’daki ormanlık alanlarda yaşayan jibonlar
ve siyamanglar kuyruksuz büyük maymunlar arasında yer almakla birlikte,
bunlar Hylobatidae ailesini (hilobatlar) oluşturmaktadırlar.
Kuyruksuz
büyük maymunlar primatlar arasında en büyük ve ağır olanlarıdır. Orangutanlar
140 kg, goriller ise 200 kg ağırlığına ulaşabilmektedir. Ortalama beyin
kapasiteleri şempanzede 390 cm 3, orangutanda 425 cm 3 ve gorilde 525 cm 3
’tür.
Hassas
tutuş: Bir
maddenin iki parmakla özenli bir şekilde tutulmasını ifade eder.
İnsan
gibi uzun ömürlü olmalarına karşın doğal yaşamlarında 40 yaşını aşmış kuyruksuz
büyük maymuna pek rastlanmaz.
Sosyal
gruplar halinde yaşayan kuyruksuz büyük maymunlar arasında şempanzeler dişil
gruplar oluşturmaktadır.
Kuyruksuz
büyük maymunlarda sadece biz insanlara ait oan birçok davranış biçimi vardır.
Şempanzelerde
25 farklı sesten oluşan çığlık sistemi mevcuttur.
Kuyruksuz
büyük maymunlar arasında yalnızca şempanzelerde avlanma gözlemlenmiştir.
İnsan
İnsanın
beyni diğer hominoidlerden daha iri (ortalama 1400cm3 ) ve karmaşıktır. Yüzü
daha kısadır ve bütünüyle beyin kutusunun altında yerleşmiştir.
Beyin kutusu: Kafatasında beynin yer
aldığı bölümdür.
İnsan
çocukluk dönemi en uzun olan tek hominoiddir.
İNSANIN BİYOLOJİK ÇEŞİTLİLİĞİ
Irk mı? Biyolojik Çeşitlilik
mi?
İnsan,
diğer adıyla Homo
sapiens hominoidea üst ailesi
içerisinde yer alan bir türdür.
Populasyon: Aynı bölgede yaşayan ve
kendi aralarında çiftleşebilen bireylerin oluşturduğu topluluktur.
MÖ.
1350 yıllarında Mısırlılar insanları görünür özelliklerini kullanarak, Kırmızılar
(Mısırlılar), Sarılar (Doğulular, Asyalılar), Siyahlar (Afrikalılar) ve
Beyazlar (Kuzeyliler) olmak üzere dört gruba ayırmışlardır.
İnsanın
deri rengi gibi görünür özelliklerine dayalı sınırlamalar MÖ. 2. yüzyılda
Çin’de, hatta Eski Yunan’da da bulunmaktadır.
İnsanın Evrimi
Biyolojik uyarlanma: Canlıların hayatlarını ve türlerinin
devamını sağlamak için yaşadıkları çevreye biyolojik ve davranışsal olarak uyum
sağlamaları sürecidir.
Canlılığın
kökeni ve gelişimini açıklayan evrim, bilimsel bir kuramdır
Evrim
düşüncesi ile ilgili bilgilerin kökeni Antik çağa kadar uzanmaktadır.
Anaksimandros’a
göre yerler önceleri sularla kaplı idi ve ilk meydana gelen canlılar suda yaşayan
balık benzeri canlılardı. Anaksimandros, balıkları insana kadar pek çok hayvan
türünün kaynağı olarak görmekte ve evrim düşüncesinin de temelini atmaktadır.
Aristoteles,
değişimi maddenin varoluş biçimi olarak görmektedir.
Transformizm: Canlıların yapılarının sabit değil, değişebilir
olduğu görüşüdür.
Carl von Linné
(1707-1778), taksonomi olarak da bilinen sınıflamayla, bilinen bütün canlıları
anlamlı gruplar halinde organize etmiştir.
Taksonomi: Canlıların sınıflandırılmasıdır.
Cins: Benzer uyarlanmalara sahip, benzer türlerden oluşan
taksonomik bir birimdir.
Tür: Doğal koşullar altında çiftleştiklerinde üreme
kapasitesine sahip yavrular doğurabilen canlı grubudur.
Canlıların
değişmez niteliklere sahip oldukları görüşünü zedeleyen ilk kuram Jean-Baptiste Lamarck (1744-1829) tarafından
ileri sürülmüştür. Lamarck’a göre canlı yaşamı boyunca çevreye uyum sağlayarak
belli özellikler kazanır, daha sonra bu değişiklikleri kendi çocuklarına aktarır.
Kazanılan karakterlerin kalıtımını açıklayan Lamarkizmde uzun süre kullanılmayan
organlar güdükleşir ve fonksiyonunu yitirir, körelir.
Darwin evrimin doğal
seçilim yoluyla nasıl gerçekleştiğini kuram haline dönüştürmüştür. Onun evrim
düşüncesine en önemli katkısı jeoloji, ekonomi, anatomi gibi farklı birçok
alandan bilgileri bir araya getirip sentezleyerek yeni bir kuram ortaya koymuş
olmasıdır.
Çiftçiler
ve hayvan yetiştiricileri en fazla et, süt ve yumurta veren hayvanlarla, en iri
ve en fazla tohumu veren bitkileri seçerek, yapay
seçilim olarak da bilinen bu yöntemi tarımın keşfinden bu yana
uygulamaktadır.
Doğal seçilim: Yaşadıkları çevreye en iyi uyarlanan canlıların
hayatta kalması, uyarlanamayanların ise ölmesi ya da elenmesiyle devam eden
süreçtir.
Biyolog
August Weismann (1834-1914) bütün
kalıtsal bilginin germ plasma adı verilen üreme hücrelerinde yer aldığını
belirleyerek, üreme hücrelerini etkileyebilen çevresel özelliklerin vücut
hücrelerini etkilemediklerini saptamıştır. Bu ise modern genetiğin temelini oluşturmuştur.
Gregory Mendel
(1822-1884), bir kuşaktan diğerine kalıtımın nasıl gerçekleştiğini
ortaya koyarken, türün ya da türü oluşturan populasyonların genetik yapısındaki
çeşitlilik, rekombinasyon ile açıklanmıştır. Rekombinasyon, rastgele üremeyle
bir türün gen havuzu içerisindeki genlerin bir araya gelerek, sonsuz bir çeşitlilik
oluşturabilmeleridir.
PRİMATLARIN EVRİMİ
Primat: Yaşayan ve soyu tükenmiş olan maymunların, kuyruksuz
büyük maymunların ve insanı kapsayan, memelilerin bir takımıdır.
Paleosen dönemde (65-53 milyon yıl öncesi), memelilerin
sayısı hızla artmaya başlamıştır. İlk primat benzeri memeliler
de bu evrede ortaya çıkmışlardır.
Eosen dönemde (53-37 milyon yıl öncesi), primat
benzeri memelilerden ağaca tırmanmaya yarayan kavrayıcı el ve ayakları, kısalmış
burun çıkıntıları ve iri beyinleri olan ilk gerçek primatlar (erken
prosimiyenler) evrimleşmişlerdir.
Oligosen dönemde (37-25 milyon yıl öncesi), gerçek maymunlar
olarak da adlandırılan antropoidler ortaya çıkmıştır.
Miyosen dönem (25-5 milyon yıl öncesi) memelileri, çoğu
günümüzde de yaşayan modern görünümlü türlerden oluşmaktadır.
Hominoid: Primatlar takımı içerisinde bir üst
ailedir. Orangutan, goril, şempanze gibi büyük maymunlar ve insan bu ailenin
üyeleridir.
Hominid: İnsan ailesini temsil etmektedir. Yaşayan ve
nesli tükenmiş insan ve insansıları içermektedir. Hominin
de denilmektedir.
İLK İNSANLAR
Evrimsel
anlamda insan sayılmak ya da Homo cinsine dâhil edilmek için, başta alet üretimi
ve kullanımı olmak üzere, dik yürüme, iri bir beyin, konuşabilme yetisi gibi özelliklerin
bütününe sahip olmak gerekmektedir.
Homo habilis ve Homo rudolfensis
Homo habilis: “becerikli, yetenekli insan.” Homo
habilis fosillerinin önemli bir kısmı Doğu Afrika’dan ele geçmiştir. İri
beyinli ve iri dişli olanlar Homo
rudolfensis olarak adlandırılır. Bunların
Oldowan kültürü ya da yontuk çakıl kültürü olarak adlandırılan alet teknolojisini
geliştirdikleri saptanmıştır.
Homo ergaster ve Homo erectuslar
Homo
erectuslar, fosil kalıntılarına Afrika dışındaki kıtalarda
da rastladığımız ilk türdür. Güçlü beden yapıları Homo erectusların uzun
mesafeli hareket etmeye uygun iskelet ve kas sistemine sahip olduklarını
göstermektedir.
En
yaygın alet tipini aşölyen adı verilen aletler oluşturmaktadır.
Aşölyen (Acheulean): El baltalarını içeren taş alet topluluğudur.
Fransa’daki buluntu yeri Saint Acheul’a atfen adlandırılmıştır.
Eldeki
veriler Homo erectusların ateşi üretmeseler bile en azından bir milyon yıldan
bu yana ateşi kontrol altına alarak onu ısınma, beslenme ve korunma amacıyla
kullandıklarını göstermektedir.
Homo
erectus ve çağdaşlarının, hemcinslerinin kemik iliği, beyin ve etlerini yediklerini
gösteren bulgular mevcuttur.
Neandertal İnsanı (Homo neanderthalensis)
Neandertaller
günümüzden önce 200 bin yıl ilâ yaklaşık 30 bin yılları arasında yaşamışlardır.
Beyni,
günümüz insanınınkinden daha büyüktür.
Neandertaller
neredeyse kendileriyle özdeşleşmiş Musterien kültürü
olarak da bilinen yonga aletlerle tanınırlar
Neandertaller,
balık ve midye gibi denizel ve tatlı su hayvanlarını diyetlerine dâhil eden ilk
türdür.
Neandertaller
ölülerini de gömmüşlerdir.
Genetik
araştırmalardan elde edilen bulgulardan hareketle, günümüz insanlarının tamamının
200 ilâ 100 bin yıl önce Afrika’da yaşamış ortak bir ataya sahip oldukları düşünülmekte
ve Neandertallerin günümüz insanına doğru ilerleyen evrim çizgisinden daha önce
ayrılan bir tür olduğu anlaşılmaktadır.
Homo Sapiens
Günümüzde
yaşayan insanların tamamının kökeninin Afrika kıtası olduğu düşünülmektedir.
Mitokondriyal
DNA’nın her bir milyon yılda %2 ilâ 4 arasında mutasyona uğradığı ön kabulünden
hareket eden bu çalışmalar günümüz insanlarının 140 bin ilâ 290 bin yıl
öncesinde Afrikalı bir ortak atadan türediğini göstermektedir.
Homo
sapienslerin konaklayabilmek amacıyla duvarlar ördükleri, yaşam alanlarının
üzerlerini hayvan kemikleri, çalılar, deri gibi malzemelerle kapattıkları,
dolayısıyla ilk konutları ürettiklerini görmekteyiz.
Sanayi Öncesi Yaşam Tarzları
İnsanlık,
yaklaşık olarak 2-2,5 milyon yıl boyunca, avcı-toplayıcı bir geçim ve yaşam tarzı
sürdü. Avcı-toplayıcı yaşam tarzı, herhangi bir üretim
etkinliğine değil, doğada verili olarak bulunan bitki ve hayvan varlığının
istismarına dayanıyor ve buna uygun bir insan örgütlenmesi gerektiriyordu.
Tarımsal
hayat Neolitik devirde gerçekleşti. V.
Gordon Childe bu büyük değişime Neolitik
Devrim adını verdi. Neolitik Devrim’le birlikte avcı-toplayıcı hayat hızla
tasfiye oldu ve dünyanın çok büyük bölümünde tarım ve onunla birlikte gelişen
hayvancı geçim ve yaşam tarzı egemen hale geldi.
Neolitiğin
Tarım Devrimi’nin ardından insanlığın yaşadığı ikinci
büyük devrim, Sanayi Devrimi’dir.
Tarih ve Tanımlama
Günümüzden
kabaca 10,000 yıl öncesine kadar bütün insanlar avcı-toplayıcı idiler. Bu
geçim tarzının temeli, doğada hazır bulunan ya da kendi kendine yetişen besin
kaynaklarının tüketilmesine dayanmaktaydı.
16.
yüzyılda başlayan ve giderek etkisini artıran kolonileştirme hareketi avcı-toplayıcılığı
büyük ölçüde ortadan kaldırdı ve avcı-toplayıcı etkinlik besin üreticiliğine
uygun olmayan çevrelerde sürdürülebilir hale geldi.
Bugün
avcı-toplayıcı yaşam ve geçim tarzını özgün biçimde temsil edebilen yegâne
topluluk Güney Afrika (Botswana)’daki Kalahari Çölü’nde yaşayan !Kung San’lardır.
Avcı-toplayıcılar
ekolojik koşullara üst düzeyde bağımlıdırlar. Burada hayatî kavram biyolojik taşıma kapasitesi kavramıdır. Biyolojik taşıma
kapasitesi kavramı, belirli bir yaşam alanında (ekolojik eşikte), o çevrenin
ekolojik koşullarının sunduğu olanaklarla, herhangi bir güçlük çekmeden yaşayabilecek
en yüksek miktardaki canlı sayısını ifade eder, ayrıca bu yaşam alanının canlılara
sağlayabileceği en yüksek yaşama olanağını da gösterir.
Kültürel besin listesi: Bir kültürün
yenebilir saydığı beslenme ürünlerinin tamamıdır.
Avcı-toplayıcılarda
biyolojik taşıma kapasitesi diğer geçim biçimleriyle karşılaştırıldığında en düşük
olanıdır.
!Kung
San’lar üzerinde yapılan araştırmalar, bu topluluğa mensup bir avcının yaklaşık
olarak 2,5 km2’lik bir av ve toplama alanına ihtiyaç duyduğunu
göstermiştir.
Bu
veriye göre Paleolitik dönemlerin en yüksek insan nüfusu ancak 5 milyondur.
Ömür beklentisi: Belirli bir dönem ve toplumda bireylerin
ortalama olarak kaç yıl yaşayabileceğini gösteren yaştır.
Avcı-toplayıcıların
temel örgütlenme biçimine takım adı verilir. Bu
topluluklar genellikle nüfusu 25 ile 100 arasında değişen küçük takımlar
halinde yaşamayı tercih ederler.
Ekonomi
Sessiz
ticaret, ticaret ortaklığı ve kula döngüsü avcı-toplayıcılardan görülen başlıca
ekonomik mübadele sistemleridir.
Sessiz ticaret: Pigme’ler, ormandan avladıkları ve
topladıkları, kendi ihtiyaçları dışında kalıp değiştirmek istedikleri maddeleri
bir Bantu köyünün sınırına getirip toplu halde bırakarak giderler. Bantu’lar da
değiştirmek istedikleri tarım ürünlerini Pigme’lerin bıraktığı maddelerin yanına
bırakırlar.
Ticaret ortaklığı; topluluklar karşılıklı olarak
ellerindeki ürün fazlasını, yanında bazı armağanlarla birlikte kardeşlerine
götürür ve karşılığında diğer topluluğun ürün fazlasını ve armağanlarını alarak
dönerler.
Malinowski’nin
Argonaut’lar adını verdiği balıkçı topluluklar kanolarıyla denize açılarak
ticaret kardeşleriyle, süs eşyası olarak kullanılan kolye ve bilezik değişimi
yaparlar. Bu seferlere Kula adı verilir. Kanolu
balıkçılar adalar arasında saat yönünde sefer yaptıklarında kolye, aksi yönde
sefer yaptıklarında ise bilezik değiş-tokuş ederler.
Avcı-toplayıcılar
kurdukları ilişkiler ve ihtiyaçlarının minimalizmi yüzünden genellikle barışçıdırlar.
Avcı-toplayıcılardaki
liderlik ya da reislik, bir imtiyaz değil aksine bir yükümlülüktür. Bu yüzden
bu topluluklar eşitlikçi sayılırlar.
Bu
eşitlikçi yapıda herhangi bir tabakalaşma bulmak da mümkün değildir.
Doğanın
tahakkümünü ve kontrolünü amaçlamayan, onunla karşılıklı yarar ve saygı ilişkisi
kuran bir inanç ve değer sistemiyle yaşayan bu topluluklar, doğayla bugünkü Batı
anlayışından çok farklı bir ilişki biçimi geliştirmişlerdi.
Farklı
uyarlanma ve özelleşme süreçleri, doğal olarak farklı yaşam biçimlerini yaratmış,
farklı kültürel özelliklerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Avcı-toplayıcı
yaşam tarzları, sanayi devriminin getirdiği tek tip yaşam biçiminin baskısıyla
yok olma sürecine girdiler.
Avcı-toplayıcılar
genellikle sağlıklı topluluklardır. Hareketlilikleri, küçük nüfusları ve avcılığa
bağlı olarak yüksek protein tüketimleri, onları salgın hastalıklar karşısında
dirençli hale getirmiştir.
Dünya
yaklaşık olarak 10 bin yıl önce Holosen devir adını
verdiğimiz dönemde büyük bir küresel ısınma yaşayarak Son Buzul Çağı’ndan çıktı.
İklimbilimciler
bu büyük değişmeye büyük iklim geçişi demektedir.
Değişen
iklim, Ortadoğu’da, yerleşik hayata ve tarımcılığa geçişle simgelenen Neolitik
dönemin hazırlayıcısı olan Epipaleolitik dönemin yaşam koşullarını da ortaya çıkarmıştır.
Ortadoğu’daki
Epipaleolitik kültürler yerleşik köy hayatına geçişin ilk adımıdır.
Bu
göreli bolluk dönemi ilk yerleşik hayat biçiminin ortaya çıkmasına neden oldu.
İlk
tarım bölgeleri tarıma alınan temel bitki türleri bakımından farklılıklar gösterir.
Ortadoğu’da
tahıl merkezli, Uzakdoğu’da pirinç merkezli, Afrika’da darı ve patates merkezli
ve Amerika’da mısır merkezli bir tarımsal gelişme yaşandı.
Tarıma
bağlı olarak önce yoğun bir köyleşme meydana geldi.
Neolitik
dönemde besin kaynağı olarak evcilleştirilen ilk hayvan türleri domuz, koyun ve
keçidir. Onları sığır türleri izlemiştir.
Biyolojik
taşıma kapasitesinin doygunluğu ile birlikte çiftçiler, yerli toplayıcıları sürmüş
ve tarım teknikleri ve tarımcı yaşam tarzı bu harekete bağlı olarak çepere doğru
her kuşakta 10-20 km. yayılmıştır.
Neolitik
Devrim’i izleyen 9 bin yıl içinde, dünya nüfusu yaklaşık olarak yüz kat arttı
ve 17. yüzyılın ortalarına gelindiğinde ortalama olarak 500 milyon kişiye ulaştı.
Ortalama
ömür avcı-toplayıcılıkta 25 yıl kadarken, tarımla birlikte ancak 30’a çıkabilmiştir.
Neolitik
dönemden çıkıp Kalkolitik döneme ve Tunç Çağı’na
girildiğinde, özellikle Mezopotamya’da kuru tarım yerine sulamalı tarıma geçilmesiyle
birlikte, tarımdan artı-ürün yaratımı başlamıştı. Bu artı-ürün yaratımı, kısa
sürede öyle boyutlara vardı ki, Gordon
Childe’ın ikinci büyük devrim olarak tanımladığı Kentleşme
Devrimi ortaya çıktı.
Tunç Çağı: İÖ. 3500 ilâ 1200 yılları arasında, yoğun
maden işlemeciği, kent hayatı, yazı gibi büyük kültürel ve iktisadî gelişmelerin
yaşandığı, ilk devletlerin ortaya çıktığı uygarlık çağıdır.
Geçimlik
tarım yapan toplulukların klanlar veya kabileler halinde, kimi yerlerde de bu
kabilelerin bütünleşmesiyle, belirli bir pazarın merkezinde yer aldığı beylikler
biçiminde örgütlendiğini görmekteyiz.
Kabile,
tarımcılar için temel bir örgütlenme tarzıdır. Kabile toplumları büyük ölçüde eşitlikçi
toplumlardır. Bu nedenle kabilenin başındaki kişinin imtiyazları ve büyük yetkileri
yoktur.
Özellikle
çok sayıda hayvanın sevk ve idaresinin gerektiği durumlarda kabile
örgütlenmesi, iktisadî ve siyasî ihtiyaçları karşılamaktan uzaklaşır. Bu durumda
aşiret ve beylik tipinde örgütlenmelerin doğduğu görülür.
Aşiret
modelinde egemen akrabalık ilişkisi dallanan soy sistemidir.
Kent, Devlet ve Endüstri
V.
Gordon Childe, tarım devriminden sonraki ikinci büyük
devrimin kent devrimi olduğunu belirtir. Diğer
birçok antropolog ise kent devrimi kavramına pek sıcak bakmayıp asıl önemli
atılımı endüstri devrimiyle gerçekleştiğini
belirtir.
TARIM
DIŞI TABAKALAŞMANIN DOĞUŞU
Tarihte ilk kentler, İÖ. 4. binin sonunda (Tunç
Çağı’nda) Mezopotamya’da ortaya çıktı. İlk kentler, çevrelerinde yer alan tarımcı
yerleşmelerin oluşturduğu bir ağın merkezi olarak oluştular. Bu art alanın
yarattığı artık değerden beslenen kentler, kendisine bağlı bu kırsal ağın
ihtiyaçlarını karşılayacak kurumları oluşturarak bu artık değere çeşitli
biçimlerde el koyma mekanizmalarını da geliştirdi.
Zamanla kentler çevresiyle girdiği eşitsiz ilişkiyi,
yazılı kültürü, dolayısıyla daha incelmiş bir yaşam tarzını, yani yüksek
kültürü temsil eder hale geldi.
Zaman içinde bu tavır, gelenek ve alışkanlıklar
bütün toplumun ulaşması gereken değerler ve idealler haline geldi. Böylelikle
medeniyet kavramıyla kent arasında sıkı bir ilişki kurulmuş oldu.
Batı dillerinde bu kavram civilization terimiyle
karşılanmaktadır. Sözcüğün kökündeki civil mastarı Latince civis’ten
gelmekteydi ve civis, doğrudan doğruya kenti ima etmekteydi. Kavramın bizim de
kullandığımız Arapça eşi, yani medeniyet de, medine, yani kent kavramından
türetilmişti.
Redfield’ın
büyük gelenek ve küçük
gelenek kavramları da köy ve kent hayatının yaşam tarzına gönderme
yapar. Bu kavramlar yerlerini zamanla sözlü kültür
ve yazılı kültür kavramlarına bıraktı. Bu iki
gelenek arasında sürekli bir alış-veriş ve buna bağlı olarak sürekli bir
kültürleşme vardır.
Büyük gelenek, yöneticilerin temsil ettiği resmî
ve ortodoks dünya görüşünü yansıtır (Ortodoks dünya görüşü: toplumun yönetici seçkinlerinin
benimsediği dünya görüşü).
Halkbilimciler genellikle sözlü kültür alanıyla
uğraşırlar.
Devlet
Kentlerle birlikte pek çok kurum ve yenilik gelişti.
Bunların başında örgütlü din, askerlik kurumu ve yazı gelir. Bu kurumlar ve
yenilikler karşımıza ilk devleti çıkarır. Kent ilk devletin ön
koşuluydu. Zenginliğin korunması ve sürekliliğinin sağlanması da düzen ihtiyacını
besleyen bir başka etkendi. Böylece koruyucular, yani artı-üründen
beslenmek koşuluyla o ürünün güvenliğini sağlayan profesyonel askerler ortaya çıktılar.
Devletin üç işlevi tanımlanmıştır:
1. Üretim araçlarının ve üreticilerin korunması
ve gelişmesi için gerekli koşulların sağlanması,
2. Üretim ilişkilerinin korunması ve gelişmesinin
sağlanması,
3. Devlet aygıtının güçlü tutulması ve devletin
toplumun sürekli bir biçimde üstünde yer almasının sağlanması.
Bu işlevleri yerine getirmek için devletin dört
temel kurumdan oluştuğu söylenebilir:
1. Belirli bir toprak üzerinde hükümranlık ve bu
toprakta yaşayan insanlar üzerinde varsayımsal ve ideolojik hâkimiyet
2. Hukuk
3. Güvenlik ve zor aygıtları (ordu, polis, milis
vs.)
4. Maliye (üretimden artığı çekme mekanizmaları).
Devlet örgütlenmesinin il biçimlerinde, devleti
oluşturan kurumlar/birimler arasında bir toplumsal hareketlilik
bulunmamaktaydı.
Yazılı hukuka ilişkin ilk belge ise Eski Babil
kralı Hammurabi’ye ait kodekstir. İÖ. 18. yüzyıla ait bu kodekste evrensel ceza
hukuku ilkelerinin ilk izlerini buluruz.
İlk devleti izleyen süreçte devletin iki ana
evresinden söz edebiliriz. Bunlar kapitalizm öncesi (prekapitalist) devlet
biçimleri adı altında toparlanan tarım devletleridir.
İlk devlet, bir kent devleti olarak ortaya çıkmıştır.
Tarım
devletleri, ilk devlet biçiminin özelliklerini sergileyen
kent-devletlerinden birinin giderek güçlenmesine bağlı olarak diğerlerini egemenliği
altına almasıyla ve topraksal (teritorial) devletin doğmasıyla ortaya çıkar.
Topraksal devletle birlikte, toprak üzerindeki
büyük mülkiyetin de doğduğu görülür. Bu devletlerin yöneticileri yeni ele
geçirilen toprakları bu seferlere katılan savaş beylerine verirlerdi. Böylelikle
toprağa bağlı servet birikimi, zenginlik ve statüden kaynaklanan yeni bir
tabakalaşma, toprak soyluluğu (aristokrasi) ortaya çıkmış oldu.
İmparatorluk
kavramı, kendi doğal coğrafî alanları dışındaki topraklara yayılma gücü olan ve
oraları elinde tutabilen siyasal ve askerî gücü tanımlar.
İÖ. 4. yüzyılın sonlarında yaşamış olan Büyük İskender,
tarihin gördüğü ilk dev imparatorluğu kurmuş ve o zamanın dünya kavrayışının
iki parçası olan doğu ile batıyı birleştirmişti.
Tarım devletleri, özellikle imparatorluklar, tebalarını
istendik bir yurttaş haline getirmek gibi bir sorun sahibi değildirler.
Endüstri
Toplumu
Tarım Çağı, 18. yüzyılda ivme kazanan bilimsel
devrimin izinde ortaya çıkan Endüstri Devrimi ile sona erdi. Endüstri
toplumunda üretim mekânı köy ve tarla olmaktan çıkararak, kent ve fabrikaya
dönüşmüştür.
Endüstri devrimiyle birlikte toprak soyluluğu tasfiye
olmuştur.
Endüstri toplumunda bürokrasi de değişmiştir. Eski ayrıcalıklı bürokrasi yerini
sosyolog Max Weber’in akılcı bürokrasi dediği yeni bir biçime terk etti.
Endüstri devriminden sonraki en yaygın devlet
örgütlenmesi ulus-devlettir. Ulus-devletler,
kendilerini ortak bir kültürü bulunan ulus öznesiyle tanımlamış ve meşruluğunun
temelini bu ulusa dayandırmıştır.
Çok milletli, çok dinli büyük tarım imparatorluklarının
çözülme sürecine girmesiyle, milliyetçiliklerin
yükselişi eş zamanlıdır.
Milliyetçiliğin toplumsal hareketliliğin ve
iletişimdeki gelişmenin bir sonucu (örneğin Karl Deutch) olduğu veya kapitalist dünya ekonomisinin iç ve dış
taleplerinin bir sonucu olduğu (örneğin Benedict
Anderson) yolunda iki tür açıklama karşımıza çıkmaktadır. Bunlara ek
olarak, tipik örneğini Ernest Gellner’de
bulduğumuz ve kültürün antropolojik anlamını odağa alan yaklaşım da kabul
görmektedir. Gellner, milliyetçiliğin temeline endüstrileşme olgusunu koymaktadır.
Etnik
grup esas olarak, bir halk olma
(bizlik) duygusunun belli bir birey grubunca paylaşılması sonucunda oluşur.
Etniklik konusundaki ilkselci (primordialist) görüşe göre, etniklik ile akrabalık
arasında sıkı ilişki vardır.
Modern toplumlarda ve belirli bir milliyetçiliğin
baskısı altında kalan yalnız kalabalıklar içinde yabancılaşmayı yaşayan kişiler,
aidiyet ve dayanışma ihtiyacını daha yoğun biçimde duyarak böylesi bir etnik
bilince sarılabilirler. Bu durum etnikmerkezciliği ve toplumsal çatışmaları doğurabilir.
Irkçılık, Avrupalıların Amerika, Afrika,
Avustralya ve Uzak Asya’yı sömürgeleştirmesine koşut olarak gelişmiştir.
Teknoloji önce buhar gücüne dayanıyordu. Buhar
gücünü elde etmek için kömür temel bir enerji kaynağıydı.
Ardından bir enerji kaynağı olarak petrol ve
onun kullanıldığı yanmalı motorlar devreye girdi.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra uzay, havacılık ve
iletişim sektörleri ile nükleer enerji kaynakları gelişti ve öncülüğü ele
geçirdi.
Endüstri Devrimi’nin başlangıcında, 1800’lerde
dünya nüfusu 910 milyon kadardı. 1830 ile 1930 yılları
arasında Avrupa’dan sadece Kuzey Amerika’ya göç eden insan sayısı 60 milyonu
bulmuştu.
Erken endüstrileşen ülkelerde kentler,
gecekonduların doğmasına engel olacak biçimde işçi yurtları şeklinde gelişen
düzenli yeni mahallelerin kurulmasıyla gelişirken, dünya ekonomik sistemine
eklemlenen ülkelerdeki kentler, çarpık büyüdüler. Çarpık büyümenin en önemli
göstergesi plansız kentleşme ve gecekondulaşmadır.
Batı Avrupa ve Kuzey Amerika toplumları Endüstri
Devrimi’ni yaparak yeni bir çağa atladıkları halde, dünyanın geri kalanı bu dönüşümü
gerçekleştiremeyerek tarım toplumu olarak kaldı. Bu durum eşitsiz iktisadî ve siyasal ilişkiler
yarattı. Bu hiyerarşinin bir tarafında zengin Batı yer alırken, diğer tarafında
yoksul Üçüncü Dünya şekillendi. Üçüncü Dünya, II. Dünya Savaşı’ndan önce büyük
ölçüde Batı’nın sömürgeleri olan ve savaş sonrasında bağımsızlıklarını kazanıp
ulus-devletler haline gelen Asya ve Afrika ülkelerini anlatan bir kavram olarak
şekillenmiştir. Bunun dışında Savaş sonrasında Sosyalist blokta yer alan ve
içinde Doğu Avrupa ülkeleriyle Sovyetler Birliği’nin, Çin, Kore ve Küba’nın
bulunduğu bir İkinci Dünya (Sosyalist Blok) mevcuttu.
Dünyadaki temel siyasal ve iktisadî çelişki zengin
Batı ile Üçüncü Dünya arasındaki çelişki olarak tanımlanmıştır.
Sosyolog Immanuel Wallerstein bu çelişkiyi tek
bir Dünya Kapitalist Sistemi içinde birbirine eşitsiz biçimde eklemlenmiş
merkez ve çevre ülkeler formülüyle izah etmeye girişti. İktisatcı Andre Gunder
Frank, ortaya attığı Bağımlılık Kuramı ile, kapitalist Batı ülkelerine
iktisaden bağımlı Üçüncü Dünya ülkelerinin, bu bağımlılık ilişkisi yüzünden
yeterli ve sürdürülebilir bir kalkınma düzeyi tutturamadıklarını ileri sürdü.
Küreselleşme
Sosyalist Blok’un çöküşünden sonra dünya
kapitalist ekonomisi, sermayenin dünyanın bütün kesimlerine yayılmasını sağlayacak
biçimde yeniden örgütlendi. Bu sürece sermayenin küreselleşmesi diyoruz.
Küreselleşmeyle birlikte;
1. Sermaye hareketlilik kazandı
2. Teknoloji hareketlendi
3. İnsan hareketliliği de arttı. Yoksul
ülkelerden zengin ülkelere göç arttı.
Kültür alanında da büyük bir değişim ortaya çıktı;
1. Belirli bir kültürün sınırından söz etmek
olanaksız hale geldi.
2. Güvensiz yeni ekonomik koşullar yeni bir kaos
hali yarattı.
Endüstri devriminin ilk dönemlerinde üretim
önemliydi küreselleşme döneminde ise tüketim önem kazandı.
Bu hızlı değişme ortamında bir kültür ihtiyacı
ortaya çıktı ve içinde sinemanın, müziğin, sporun, medyanın ve çeşitli tüketim eğilimlerinin
üretiminin yer aldığı bir kültür endüstrisi doğdu. Kültür endüstrisinin yarattığı
ve kitlelerin tüketimine açık kültüre popüler kültür diyoruz.
Popüler kültür, tüketim toplumundan ayrı düşünülemez.
Popüler kültürün yarattığı en önemli kurumlardan birisi modadır.
Modanın yanısıra eğilimler (trend’ler) de ortaya
çıktı. Bu eğilimler genellikle medya tarafından tanıtılıp yayılıyor ve geniş
kitlelere mal olan bu tanıtımlar geçici tüketim eğilimlerinin belirli
dönemlerde geçerli kılıyor.
Bu gelişmeler etrafında beslenmenin de doğal
biçiminden koptuğu ve sentetik ürünlere dayanmaya başladığı görülür.
Dünyada insanlar arası temasın yoğunlaşması ve
yoğun endüstrileşme ve tüketim nedeniyle ekolojik dengelerin bozulması, AİDS
gibi, SARS gibi, kuş gribi gibi yeni salgınların insanlara musallat olmasına
yol açtı.
Çokkültürlülük
ve Çokkültürcülük
Endüstrileşmiş Batı ülkelerinde etnik azınlık ve
göçmen dernekleşmeleri artık, yöresel bağlar, etnik aidiyet ya da iş temelinde
meydana gelmektedir. Bu yeni toplumsal örüntü çokkültürlülük
olarak adlandırılmaktadır.
Endüstri toplumunun ilk dönemine özgü türdeş
ulus kurgusu, yerini çeşitli kültürlere mensup insanların endüstriyel toplum
etrafında örgütlendiği yeni bir toplum kurgusuna bıraktı. Bu yeni siyasete ise çokkültürcülük denmektedir.
Çokkültürcülüğe bağlı olarak sosyoloji ile
antropolojinin kesişme noktasında kültürel çalışmalar
adını alan yeni bir çalışma sahası doğdu.
Uygulamalı
Antropoloji
Bugün insanlar ve toplumlar, dünya ekonomik
sisteminden ve küreselleşmeden kaynaklanan yeni durumlara uyum ve uyarlanma
sorunları yaşamaktadır. Zira artık sağlıklı ve bütünlüğü koruyarak uyarlanmayı
sağlayacak geniş zamanlar yoktur. Gelişmeler çok hızlı ve çok etkilidir.
Kalkınma ile insan varlığı arasında bir çatışma
doğmaktadır. Uygulamalı antropoloji bu uyumsuzluğun giderilmesine yönelik
sistemli çabaları kapsar. Kalkınma projelerinin pek çoğu, oluşturacağı
toplumsal ve çevresel etkiyi de ölçme gereği duymaktadır. Artık bu araştırma
sürecine yoğun biçimde antropologlar da katılmakta ve bu sayede uygulamalı
antropolojiye ilişkin geniş bir birikim oluşmaktadır.
Endüstriyel
Antropoloji
Ergonomi de denilen endüstriyel antropoloji,
fiziksel antropoloji ile antropometrinin en yeni uygulama alanıdır.
Antropometri:
İnsan bedeninin ve iskeletinin boyut, biçim ve bileşim yönünden ölçülmesidir. İnsanların
kullanımına sunulan makinelerin, araçların, mobilya ve giysilerin tasarlanmasında
antropometriden faydalanılarak belli standartlar oluşturulmuştur.
Akrabalık ve Toplumsal Cinsiyet
Toplumlar, farklı tarihleri içinde farklı
evlilik biçimleri geliştirmişlerdir. Akrabalık da soy ve evlilik yoluyla
kültürel olarak kabul edilmiş toplumsal ilişkiler ağı olarak tanımlanabilir.
Cinsiyet biyolojik olduğu halde insan toplumları
cinsiyetlere kültürel anlamlar yüklemiş, onlardan beklenen toplumsal, kültürel
ve iktisadî roller kültür içinde belirlenmiştir. O nedenle antropoloji,
cinsiyete bakarken onda biyolojik değil toplumsal bir yan görür.
Hayvanların büyük bir bölümünde rastlantısal
cinsellik ve üreme davranışı egemendir. Ancak insan toplumları, kadınla erkek
arasındaki ilişkileri rastlantısal cinsellik ve besin değişiminin ötesinde bir
kurallar, normlar ve değerler sistemine bağlamıştır.
Evlilik
ve Uyarlanma
Doğduğu andan itibaren bir insan en az 3-4 yıl
boyunca bakıma muhtaçtır. Anne gözetiminde geçen bu süre zarfında çocuğa
bakmakla yükümlü olan anne de bakıma muhtaç duruma düşer. Çocuğun ve bakıcısının
geçimini güvence altına almanın en yaygın, kültürel olarak tanınmış ve güvenli
yolu da evliliktir.
Evliliğin ikinci önemli işlevi cinsel rekabet
sorununu gidermesidir. Diğer türlerin aksine insan erkeğinin ve dişisinin
cinsel faaliyete sürekli açık olması, topluluk içinde yıkıcı ve topluluğu
çözücü bir rekabete yol açabilir.
Evliliğin üçüncü işlevi iktisadîdir. Avcı-toplayıcılarda,
zamanının büyük bölümünü çocuk bakımına ayırmak zorunda olan kadın genellikle
toplayıcılığa ve küçük hayvanların yakalanmasına, erkek ise, bu yükümlülüğü
olmadığı için, daha fazla hareketlilik ve daha uzun zaman topluluktan ayrılmayı
gerektiren avcılığa, yani geçim etkinliğine yönelmiştir.
Evlilikte vücut bulan bu bağımlılık ilişkisi bir
tür uyarlanma zorunluluğudur.
Küçük-ölçekli toplumlarda evlilik aynı zamanda
bir toplumsal statü sağlar.
Kadınla erkeğin evlilik bağı, bu iki bireyin
ötesinde daha geniş bir akrabalık ve arkadaşlık çevresi yaratır.
Himayecilik ya da kayırmacılık (kliyentalizm) adı
verilen ilişkiler de bu bağlamda kazanılır. Bizim toplumumuzda dayısını bulmak,
dayısı olmak gibi deyimler bu ilişkiyi imâ eder (dayıcılık = nepotizm).
Çeyiz, drahoma, nişanlılık armağanları, başlık
parası bu mübadele ilişkisinin iktisadî araçlarıdır. Ayrıca berder ve karşılıklı
yeğen evlilikleri gibi takasa dayalı evlilik biçimleri de bu mübadeleyi sağlar.
Evliliğin bir mübadele ilişkisi olduğu tezi Lévi-Strauss’a aittir. Lévi-Strauss
küçük ölçekli toplumlar üzerinde yaptığı araştırmalarda, evliliğin gruplar arasında
bir kadın takası olduğunu bulgulamıştır.
Doğrudan takasta A ile B grubu karşılıklı olarak
birbirinden kız alıp verir.
Karşılıklılık kuşakları aşan bir süre içinde, kuşaklar
arasında söz konusuysa, bu da gecikmeli doğrudan takas adını alır.
İçevlilik
(endogami) kişinin kendi grubu içinden, dışevlilik
(egzogami) ise dışarıdan evlenmesidir. İçevlilik, grup içinden evlilik olduğu
için grubu dışarıya kapalı tutar ve mülk, servet, kaynak ve soy dağılımını
önler.
Toplumlar karmaşıklaştıkça ve genişledikçe
akrabalık çevriminin ötesine geçen evlilik eğilimleri artar.
Kültürler kişilerin kimlerle evlenip evlenmeyeceğini
belirlediği gibi, kişinin kaç eşle evlenebileceğini de saptarlar.
Tekeşlilik
(monogami): Bu sistemde ikinci bir eşle evlenmek ancak eşin ölümü veya boşanma halinde
mümkündür.
Çokeşlilik
(poligami): Çokkarılılık (polijini) ve çokkocalılık (poliandri) olmak üzere çokeşliliğin iki
türü vardır.
Çokkarılılık (polijini) pek çok toplumda görülen
bir uygulamadır.
Ancak bu sistemin yarattığı sorunlar vardır.
Sorunların başında kadın kıskançlığı gelir. Aynı evde birden çok kadınla eş
hayatı yaşamaya çalışan erkek bu kıskançlık ve çatışma ortamının baskısı altında
kalacak, kadınlar arasında da bir tahakküm ilişkisi başlayacaktır. Türkiye’de genellikle
ilk evlenilen kadın evin hâkimidir. Sonra gelenler onun tâbisi olurlar hatta hizmetine
girerler.
Ekonomik gelişme ve buna bağlı olarak değişen
kültürel alışkanlıklar çokkarılı evlilik sistemini güçleştirmektedir.
Çokkocalılık çok ender görülen bir durumdur.
Genellikle Hint alt kıtasında yer alan Hindistan, Nepal, Tibet ve Sri Lanka
gibi ülkelerde yaşayan topluluklarda görülür. Bu uygulama, topluluk içindeki
kadınların sayısının azlığına bağlanmaktadır. Çokkocalılığın bir başka nedeni
olarak, erkeklerin askerî ve ticarî hareketlilik nedeniyle sık ve uzun süre
topluluktan ayrılmaları gösterilmektedir.
Yerleşme
ve Evlilik
Evlilik biçimleri, eşlerin yerleştiği yere göre
de farklılık gösterir. Modern toplumlarda en yaygın biçimde
görülen durum evlenen çiftin yeni bir ev açmasıdır. Buna yeniyerli (neolokal) evlenme adı verilir.
Erkek-egemen (ataerkil)
toplumlarda kadının kocanın ailesinin yanına yerleşmesi olağandır. Buna babayerli (patrilokal) yerleşme adı verilir.
Anasoylu toplumların büyük bölümünde yerleşim anayerlidir (matrilokal). Anayanlı toplumlarda görülen
yaygın bir başka yerleşme tarzı dayıyerli yerleşimdir.
Bu durumda evlenen çift karının dayısının yanına ya da yakınındaki bir yere taşınır.
Ambilokal denilen bir başka uygulamada evliler,
erkeğin ya da kadının ebeveyninin yanında yerleşme konusunda özgürce seçim
yapar. Çiftyerlilikte (bilokal) ise erkeğin ve
kadının ebeveynini yanında sırayla ikamet edilir. Erkeğin
prestijli ve zengin bir ailenin kızıyla evlenmesi durumunda çiftin kadının ailesinin
yanında oturması rastlanan bir durumdur. Buna iç güveyliği
denir.
Evlilik
Süreçleri
Evliliğe uzanan süreçte kültürden kültüre değişebilen
pek çok aşama, tören, armağan müdabelesi ya da bedel devreye girer. Bu aşamalardan
en önemlisi ve ilki eş seçimidir.
Eş seçme seçeneklerinin kültür tarafından
belirli mecralarla sınırlandığı evliliklere tercihli
evlilik denilir. Toprağın veya malların bölünmesini ve evin dağılmasını
önlemek, rekabet karşısında güçlü olmak ve aileye yeni iş gücü kazandırmak ve
bu yapılırken de dışarıdan değil, olabildiğince içeriden ve yakından eş seçmek,
tercihli evlilik modelinin temel ilkesidir. İçevlilik, eş seçme tercihlerini
oldukça sınırlar. İçevlilik uygulamalarında en sık karşılaşılan biçimler,
paralel ve çapraz kuzen evlilikleridir. Amca ve teyze çocukları gibi aynı
cinsten kardeşlerin çocukları arasındaki evlilik paralel kuzen evliliği, hala
ve dayı çocukları gibi ayrı cinsten kardeşlerin çocukları arasındaki evliliğe
ise çapraz kuzen evliliği adı verilir.
Bir başka tercihli evlilik türü, evlenecek iki
erkeğin birbirlerinin kız kardeşleriyle evlenmesi biçiminde işleyen berdel veya
berderdir. Buna dizi kardeşler evliliği de denir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da
yaygın olan bu evlenme türüne Hakkâri yöresinde kepir, Büyük Menderes havzasında
ve Gaziantep yöresinde ise değişik yapma denilir. Bu tür ilişkiye giren
ailelere berder aile denilir.
Kızlardan birinin ölmesi durumunda, evlilik
yoluyla aileler arasında kurulmuş olan ortaklığın devamı için, dul kalan erkek yine
başlık parası ödemeksizin ergen çağdaki baldızıyla evlenir ya da eğer başka
biriyle evlenecekse ödemek zorunda kalacağı başlığı ölen karısının ailesinden
isteme hakkına sahiptir.
Dışevlilik, bazı toplumlarda eş arayan
erkeklerin bir tür maceracı gibi hareket etmesine neden olur. Bu
tür durumlarda yakın köylerdeki eş adaylarının çoğu yakın akraba olduğu için evlilik
mümkün değildir. Seçeneklerin sınırlı oluşuyla baş edebilmenin
bir başka yolu da eşi kaçırmaktır. Ancak bu riskli bir yoldur. Düşmanlık hâsıl
olabilir.
Yeniden
Evlenme Örüntüleri
Küçük ölçekli toplumlarda özellikle dullar için
bu seçim kurumsallaşmıştır. Bu kurumlardan biri levirattır. Levirat uygulamasında erkek eş öldüğünde, karısı kocasının
erkek kardeşlerinden biriyle evlenir, böylelikle ilk evlilikten olan çocuklar
için baba soyunu sürdürmek mümkün olacaktır. Bir başkası sororat uygulamasıdır. Sororatta leviratın tersi, yani
karısı ölen erkeğin, onun kız kardeşlerinden biriyle (baldızla) evlenmesi söz
konusudur.
Pek çok Afrika toplumunda hayalet evliliğine rastlanır. Özellikle Nuer’lerde
ölen bir adamın kardeşi, kardeşi adına dul yengesiyle evlenir, bu evlilikten doğan
çocuklar ise ölü kocanın sayılır.
Türkiye’de de görülen bir başka yeniden evlenme
örüntüsü taygeldi evliliğidir. Taygeldi, çocuklu
dul bir erkekle çocuklu dul bir kadının kendilerinin ve çocuklarının evlenmesi
biçiminde ortaya çıkan geniş bir ittifak ilişkisi biçiminde tezahür eder.
Hindistan’daki İÖ. 4. ve 3. yüzyıllarda yaygın
olan ve 19. yüzyıla kadar sürdürülen sati uygulamasında, kocası ölen kadın
kendisini yakar ve böylelikle onun yarı tanrıça mertebesine ulaştığına inanılır.
Benzer bir uygulama, Fiji’de de görülür.
Evlilikte
İktisadî Mübadele Biçimleri
Evlilikte iktisadî değerin mübadele edildiği çeşitli
uygulamalar vardır. Bunların başında başlık uygulaması gelir. Türkiye’de daha
çok para ödeme biçiminde uygulanan başlık, Afrika’daki Nuer toplumunda sığır
vermek suretiyle yerine getirilir. Başlık ve benzeri kurumlar, pek çok toplumda
kız veren ailenin iş gücü kaybının telafisine yönelik bir uygulama olarak tanımlanmaktadır.
Bir başka uygulama çeyiz veya drahoma biçiminde
tecelli eder. Çeyiz, kadının aile grubundaki miras payını önceden almasıdır.
Evlilik
Prosedürü ve Tören
İlk aşama evlilik için aile veya grupların
birbirine söz alıp söz vermesidir. Bir tür söz olan beşik kertmesinde çocuklar
küçükken bu sözleşme küçük işaretler ve küçük törenlerle vurgulanır. Aileler
ve çocuklar arasındaki ilişki zaman içinde bozulursa, söz de bozulmuş sayılır.
Nişanlılık
süreci de bir tür söz alıp-söz verme mekanizmasıdır.
Kimi toplumlarda düğünler birkaç gün, hatta
haftalarca sürebilir. Şef, kabile reisi, grubun yaşlıları gibi geleneksel bir
otoritenin yönettiği ve evliliğe onay verdiği düğün törenleri olduğu gibi, bir
din adamının yönettiği ve evliliğe onay verdiği düğün törenleri de çoğunluktadır.
Aile
ve Hane
Aile biriminin en önemli işlevi üremenin temini
ve türün devamıdır. Ancak, aile aynı zamanda bir dayanışma ve ekonomi
birimidir. Endüstri öncesi toplumlarında üretim, dağıtım ve
mülkiyet ilişkileri çoğunlukla aile içinde gerçekleşir. Aile aynı zamanda çocuğun
içinde yaşadığı toplumsal çevreye uyarlanması için gereken kültür kodlarının
(normlar ve kuralların) öğrenildiği yerdir.
Geniş aileler, en azından iki farklı kuşağa
mensup iki ya da daha fazla ailenin bir arada yaşadığı modellerdir.
AKRABALIK
VE SOY
Akrabalık insan toplulukları için iki temel işlevi
yerine getirir. Birincisi, statü ve mülkiyetin bir kuşaktan diğerine aktarılması,
yani mirasın düzenlenmesidir.
Akrabalığın ikinci temel işlevi, toplumsal
grupları oluşturması, insanlar arasında dayanışmanın sağlanması ve grubun
sürekliliğinin sağlamasıdır.
İki akrabalık türü söz konusudur: Bunlardan biri
kandaşlıktır. Kandaşlık biyolojik temelli bir soy akrabalığıdır; hısımlık ise
evlilik yoluyla edinilmiş akrabalıktır.
Modern Batı toplumlarında, biyolojik baba,
toplumsal ve yasal olarak tanınan baba ile annenin kocası arasında bir ayırım
yapılmaktadır. Bu üç statü aynı kişide toplanabilir.
Yeğenlik (yani kardeş çocukları kategorisi) ve
kuzenlik de (yani amca, hala, teyze, dayı çocukları kategorisi) temel akrabalık
sistemi unsurlarıdır.
Akraba
Adlandırma Sistemleri
1.
Hawai Sistemi: En az sayıda terimi kapsayan en yalın akrabalık
sistemidir. Aynı kuşakta yer alan ve aynı cinsiyetten olan bütün akrabalar aynı
adla anılırlar. Bütün kadın kuzenler kız kardeş, bütün erkek kuzenler ise erkek
kardeş olarak anılır.
2.
Eskimo Sistemi: Bu sistemde bütün kuzenler aynı akrabalık
kategorisi içinde yer alır. Anne, baba, kız ya da erkek kardeş
terimleri yalnızca çekirdek aileye mensup kişiler için geçerlidir.
3.
Sudan Sistemi: En fazla ayrım içeren sistemdir. Burada bütün
kuzenlere farklı bir ad verilmektedir.
4.
Omaha Sistemi: Bu sistemde aynı kuşaktan
birkaç akraba için aynı terim kullanılır: örneğin baba ile amca, anne ile teyze
aynı adla anılır.
5.
Crow Sistemi: Babanın anasoyundaki
akrabaları cinsiyetlerine göre aynı adla anılırken ana yanındaki akrabalar arasında
kuşak farkları gözetilir.
6.
Iroquis Sistemi: Bu sistem, çapraz
kuzen evliliğini teşvik eden toplumsal düzenlemelerde görülür. Bu
sistemde kişinin babası ile amcası aynı adla, anası ile teyzesi aynı adla anılmaktadır.
Ancak
çapraz kuzenlerin ele alınış biçimi farklıdır.
Akrabalık
Temelli Gruplar ve Soy
Akrabalık grupları, yardımlaşma, saldırma ya da
savunma, törensel birlikler oluşturma, siyasal bir grup, lobi grubu ya da
idareci bir klik olma türünden işlevler ve amaçlar yüklenebilir. Akrabalık
temelli gruplar büyük ölçüde soy esasına göre örgütlenir.
Soy
Soy kavramı, kişiyi atalarına bağlayan,
toplumsal ve kültürel olarak tanınmış bağları ifade eder. Soy ilişkileri,
birçok toplumda kişinin toplum içinde üstlendiği rolleri, kamusal alandaki
etkisini ve katılım biçimini belirler.
Tek hatlı soy, en kısıtlayıcı olandır. Burada
sadece erkeğin ya da sadece kadının soy çizgisi izlenir. Erkek soy çizgisine
babayanlı, kadın soy çizgisine ise anayanlı soy adı verilir. Bazı kültürlerde
soy her iki yandan da izlenir: bunlara çift hatlı soy denmektedir.
CİNSİYET
VE TOPLUMSAL CİNSİYET
Erkek ve kadın cinsiyetleri biyolojik bir oluşumdur.
Cinsiyet,
ona yüklenen toplumsal ve kültürel anlamlar ve beklentilerle, bu biyolojik
temelin çok ötesine taşınır.
1920’lerde Margaret Mead’ın öncü çalışmalarıyla
başlayan araştırmalar, toplumların ve kültürlerin cinsiyet farklarını kültürel
olarak nasıl inşa ettiklerini ve bu inşaların biyolojiden nasıl bağımsız bir
biçimde geliştiğini ele aldılar. 1970’lerde yoğunlaşan çalışmalar kültürel
farklar da olsa inşa edilen toplumsal cinsiyetin aynı zamanda kadın-erkek eşitsizliğinin
de temeli olduğunu ortaya koydu. Bu nedenle bu çalışmaların yoğunlaştığı alana
başlangıçta feminist antropoloji adı verildi.
Cinsellik
ve Cinsellik Karşısındaki Kültürel Tutumlar
Cinsellik esas olarak biyolojik bir güdü olmakla
birlikte, insanların denetlediği ve koşulladığı bir dürtüdür.
Cinsel ilişkilerde belli ölçülerde kişisel
tercihler rol oynamakla birlikte, toplumsal ve kültürel kaygılar ağırlık taşır.
Eskimo’larda erkek için eşinin cinselliği, diğer
erkeklerle anlamlı ve kalıcı toplumsal bağlar kurabilmesi için bir araçtır.
Pek çok toplum cinselliği evlilik düzeyindeki
serbestlikle sınırlamıştır.
Cinsel kısıtlamalara ilişkin pek çok kültürel
tutum, kadınların karşı cinsle temasını kısıtlamaya yöneliktir.
Din ve Kutsal
Hayat,
toplumsal ortamlarda ortaya çıkabilecek çatışma ve savaşlardan ya da ekonomik yıkımlardan
kaynaklanan karmaşa ve anarşinin ya da doğadan gelecek pek çok afetin açık
etkisi altındadır. Bu yıkımlar insanın kendisini güçsüz hissetmesine, güvenlik
ve esenliği yeniden sağlamak için sığınacak doğaüstü bir güç aramasına yol
açar. Yıkımlar ve ölüm karşısındaki en önemli direniş aracı budur. Dinin
temelinde inanç yatmaktadır. Düzenlenmiş, kurallara bağlanmış inançlar (iman)
ile doğaüstü ile bağ kurma yolları (ayin ve ibadet) dinin iki önemli ayağıdır.
Antropologlar
dinsel inançların doğru veya yanlış oluşuyla, tanrının varlığıyla ya da yokluğuyla
veya hangi ibadet biçiminin dinen doğru ibadet biçimi olup olmadığıyla
ilgilenmezler; onları ilgilendiren, belirli bir inanç biçiminin ortaya çıkış ve
varoluş nedenlerini inceleme; onların diğer dinsel inançlarla, toplumsal
alanla, tarihsel koşullarla ve ekolojik etkenlerle ilişkisini anlamaya çalışmak
ve inançların nasıl değişime uğradığını ve farklılaştığını gözlemlemektir.
Kutsallık
kavramı, dini aşar. Din, kutsallık alanının önemli bir bölümünü işgal etse de
insanların din dışı birtakım simgelere, yerlere kutsallık atfetmesi mümkündür.
Dinin
Boyutları
Din,
doğrudan doğruya doğaüstüne işaret eder. Dünya, dinler tarafından doğaüstündeki
sonsuz mutluluk alanına ulaşmak için bir sınav yeri olarak kurgulanır.
İnsanlar,
doğaüstü olarak kurgulanan kutsalın bir parçası olmak için, bu dünyadaki yapıp
etmelerini (amellerini) olabildiğince dinin emirlerine uydurmaya çalışırlar ve
bu yolla öldükten sonra kutsalın parçası olmayı hak etmeye çalışırlar.
Kutsal,
çeşitli eylemlerle dünyada temsil edilir. Ayinler, dini ritüeller bu temsilin
örnekleridir. Ayinsel davranışlarda hedef; bireylerin belirli simgeleri,
hareketleri ya da kaçınma biçimlerini kullanarak kutsalla ilişkiye girmesidir. Ayinlerin
en önemli özelliği onların tekrarlanır olmasıdır. Tekrarlanma, inancı pekiştirir
ve insanların dünyevi kaygılar içinde dinden uzaklaşmasını önler.
Din
ve Uyarlanma
Toplumların
yaşadıkları çevreye uyum sağlama biçimleri ve bu biçimlerin yerleştirdiği dünya
görüşü, son tahlilde, onların inanç sistemlerini de etkilemektedir.
Avustralya
Aborijinlerinin dini, hayvanların üremesini odağa almaktadır. Üreme, bereketin
kaynağıdır ve bu yüzden üreme kavramı bu inancın merkezinde yer alır.
Bunun
gibi pek çok eski pagan dini, bereket odaklıdır.
Anthony Wallace kültürlerin yaşam ve
geçim biçimleriyle uyarlanma tarzları bakımından dört temel din kategorisinin
varlığından söz eder: Bunlardan ilki şamanistik
inançlar sistemidir. fiaman uygulamaları göçebe-çoban ya da avcı-toplayıcı toplumlarla
ilintilidir.
İkincisi
komünal inanç sistemleridir. Komünal inanç
sistemleri, şamanistik uygulamaların kurumsal hale dönüşmesiyle ortaya çıkarlar.
Üçüncüsü
Olymposçu inanç sistemleridir. Burada komünal
inanç sistemlerinin gerektirdiği birlikte ibadet ritüellerini yöneten
profesyonel bir ruhban sınıfı devreye girer. Bu ruhban sınıfı hiyerarşik
ve bürokratik biçimde örgütlenmiştir.
Dördüncüsü
tektanrıcı sistemlerdir. Burada bütün doğaüstü varlık
alanı mutlak kudret sahibi tek bir tanrının denetiminde ve birliğinde görülür.
Dinsel Uzmanlar ve
Kutsal Kişiler
Bu
çerçevede iki tür din kişisi ayırt etmek mümkündür. Birincisi ayinleri ve çeşitli
dinsel uygulamaları gerçekleştiren, bunları yönetme yetkisi bulunan, dinin
diline ve programına vâkıf uzmanlardır.
Kimi
zaman da böyle bir tescil olmadan, birtakım hikmetli sözleri ve davranışları
nedeniyle toplum tarafından bu mertebeye eriştirilmiş kişiler ortaya çıkar.
Bunlar karizmatik kişiliklerdir ve dinsel otoritelerini, herhangi bir yerden
icazet almadan bu karizma aracılığıyla kendileri elde ederler.
Şamanlar,
avcı-toplayıcı ve göçebe-çoban toplumlara özgü bir uzman tipidir. Ayırt edici
özelliği, trans (esrime) yoluyla doğaüstüyle ilişki kurdukları yolundaki
iddiaları ve bunun toplumca kabul edilmesidir. Şamanın toplumdaki statüsü büyük
ölçüde kişisel olarak elde edilmiş bir statüdür. Dolayısıyla şaman için
karizmatik din kişisine örnektir, diyebiliriz.
İyi
örgütlenmiş tarım toplumlarında karşımıza tam zamanlı din uzmanları çıkar.
Peygamberler,
Tanrı tarafından seçilerek Tanrı sözünü insanlara aktaran tebliğciler olarak
tanımlanırlar.
Max
Weber, iki tip peygamberden söz
eder. Bunlardan ilki model peygamberlerdir. Model peygamberler, kurtuluşa giden
yolu kendi kişiliğinde gösteren kişilerdir ve bunun en tipik örneği Buda’dır. İkinci
tip, bir dini tebliğ eden misyoner peygamberlerdir. Onlar Tanrı’nın cismi değil
sadece aracılarıdırlar.
Temel
İnanç Sistemleri
Animizm,
Animatizm ve Animalizm
Animizm
insanlarda ve diğer canlılarda var olduğu düşünülen ruhların fiziksel çevrede
bulunan her türlü nesnede de bulunduğuna inanılmasıdır. Animizm kuramını
antropolog Tylor geliştirmiştir.
Tylor, animizmi bütün dinlerin temeli kabul eder.
Animatizm
ise bunun bir adım öncesidir ve insanların bütün doğayı canlı olarak algılaması
biçiminde tanımlanabilir. Bu, doğaüstü güçlerin varlığına dair inanç için ilk
basamaktır. R. R. Marrett’in
dinlerin evrimi kuramında, ilk insanların açıklayamadığı ya da şaşkınlığa düştüğü
olay ve nesneler karşısında doğaüstü güçlerin varlığına ve her nesnenin canlı
olduğuna inanması olarak tanımlanır.
Animalizm,
insanların hayvanlarla kurduğu özel mistik bir ilişkinin adıdır. Özellikle avcı
kültürlerde avcıyla avı arasında büyüsel ve mistik bir ilişki kurulur.
Şamanizm
Şamanizm,
animistik temelde ortaya çıkmış karmaşık dinsel, büyüsel ve tıbbi uygulamalar
bütünüdür. Şamanizmin merkezinde şaman adı verilen mistik bir kişi yer alır. Şaman
hem geleceği bilen hem sağaltıcı (hekim) hem de büyücüdür. Doğaüstü ile ilişki
kurma yeteneği ve yetkisi vardır. Bu yolla gaipten (öte dünyadan) haber
alabilir, insanların taleplerini oraya iletebilir.
Bazı
antropologlar şamanizmin belirtilerini Paleolitik dönem avcılarının inanç
sistemlerinde bulurlar. Bilinen
bütün göçebe-çoban topluluklarda şaman uygulamalarına rastlanır. Şamanlık büyük ölçüde
atalardan alınan bir gelenek ve güçtür.
Kendisini
gündelik hayatın dışında tutan şaman, toplumsal hafızayı da temsil eder ve bu
nedenle sözlü kültürün ve toplumun mitolojisinin taşıyıcısıdır.
Esrime
sırasında kendinden geçen şamanın doğaüstüyle (gök katlarıyla) yer katları arasında
ruhsal bir yolculuğa çıktığına inanılır. Esrime genellikle belirli bir ritim
yoluyla sağlanır. Kullanılan en yaygın araç, şaman davuludur.
Şamanizmi
diğer inanç sistemlerinden ayıran en önemli yön, onun kurumsal ve örgütlü bir
yapısının olmamasıdır. Şamanizm bireysel mistik bir etkinliktir. Tamamen kişisel
yeteneğe ve büyüsel uygulamalara dayanır.
Teizm
Doğaüstü
alana mensup bir ya da birden çok yüce ve ölümsüz tanrının varlığına dayanan,
bütün ölümlü varlıkların onların varlığıyla ilişkili olduğunu ve onların hükmü
altında bulunduğunu savunan inanç sistemlerine teizm adı verilmektedir. İki tür
teizm vardır. Birincisi, çok tanrılı sistem olan panteizmdir.
Eski Yunan, Roma ve Arap dünyasında eskiden yaygın biçimde var olan bu inanç
biçimi bugün oldukça zayıflamıştır. Diğeri tek tanrılı sistem olan monoteizmdir. Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam tek
tanrılı dinlerin başlıca örnekleridir.
Doğu Mistisizmi ve
Yeniden Doğuş İnancı
Doğu
mistisizmi; yaşarken azla yetinme, çile çekme, başka canlılara zarar vermeme
gibi erdemleri gözetmeyi, bu erdemlerle yaşanan bütünlüklü bir hayatın ödülünün
ise yeniden insan olarak hayata gelmek olduğunu öne süren çeşitli inanç sistemlerinden
oluşur. Ortak paydaları reenkarnasyon inancıdır.
Bu
mistik dinlerin başında Budizm yer almaktadır. Budizm’de
hedef, insanın nirvana’ya (acıdan mutlak kurtuluşa) ulaşmasıdır. Bu yolculukta
insan dört gerçekle yüzleşmelidir. Önce insan hayatın temelde düşkırıklığı ve
acıdan ibaret olduğunu kavrayacaktır. Ardından acının temelinde insanların haz,
iktidar ve sürekli var olma hırsının yattığını öğrenecektir. Üçüncü aşamada acıdan
kurtulmak için arzudan uzaklaşmak gerektiğini görecek ve dördüncü aşamada bu
uzaklaşmanın ancak doğrulukla mümkün olduğunu anlayacaktır.
Hinduizm’de
tanrılar birliği (panteon) söz konusudur. Hinduizm, bir tür boyun eğme
(tevekkül) ve kabullenme (darma) vaaz eder. Herkes içine doğduğu toplumsal
tabakadan (kasttan) kaynaklanan statüyü kabul edip bunun gereklerini yerine
getirmelidir. Kişinin
iyi ve kötü davranışlarının toplamı (karma) onun nasıl bir bedende yeniden canlanacağını
belirler.
Konfüçyusçuluk
ve Taoculuk, Doğu mistisizminin en önemli öğretileri arasında yer alır. Bunlar
inanç ve ibadetten ziyade ahlak öğretilerine dayanır.
Konfüçyusçulukta
erdem, yüce gönüllülük ve sevgi gibi temel temalar vardır. Kişi içine döndüğü,
dolayısıyla dünyevi zevk ve hazlardan uzaklaştığı ölçüde doğasının bu temel
özelliklerini bulabilecektir. Taoculukta ise
mistik ve metafizik yönler daha büyük ağırlık taşır. Burada insanın kendisini
yetiştirmesi alır. Bu yetişme sırasında insan kendisini bilecek, böylelikle
evreni de bilebilecek ve onunla bütünleşecektir.
Weber’e
göre, Konfüçyusçuluk, entelektüellerin ve üst sınıfların öğretisi iken Taoculuk
Çin köylüsünün dinidir.
Dinlerin
kitabi biçimde tebliğ edilmiş, sınırları belirlenmiş yorumuna ortodoksi, bu yorumun dışına çıkarak kişisel
deneyimlere yer açan ve ahlaki ve mistik arayışlara girişen uygulamalara da heterodoksi adı verilir.
Bağdaştırmacılık
(Senkretizm)
Dinler
ve inançlar arasında yaşanan kültürlenmeye bağdaştırmacılık denir. Aynı inanç öğesi
iki ayrı din tarafından paylaşılabilir. Batılı Hristiyanların çam ağacı süslemesi, Kuzey
Avrupa’nın pagan dinlerinden kalma ağaç kültünün bir kalıntısı olarak
Hristiyanlık içinde yaşamaktadır.
TABULAR,
KÜLTLER VE DİNSEL SİMGELER
Tabular
İnanç
sistemlerinin adlarının anılmasını yasakladığı canlı ve cansız varlıklardır. Örneğin
domuz yeme yasağı kirlilik tabusu örneğidir. Birinci derecede akraba sayılan kişilerle
cinsel ilişki yasağı, yani ensest tabusu, hemen hemen bütün kültürlerde vardır.
Kültler
Kültler,
kutsal olarak tanımlanmış varlıklar etrafında oluşmuş inanç ve tapınma biçimleridir.
Kültler;
arınma, bereket ve doğurganlık gibi temaların odağında yer alır. Bu çerçevede
örneğin Anadolu’da taş, ağaç, su gibi kültlere rastlarız. Zaman zaman rastladığımız
çaput bağlanmış ağaçlar, ağaç kültünün örnekleridir.
Dinsel Simgeler
Dinsel
simgeler, soyut dinsel öğelerin somut biçimde algılanmasına hizmet eden nesne,
davranış ve tutumlardan oluşur.
Kişiler
doğdukları andan itibaren bu simgeler ve onların gerektirdiği davranışlar
konusunda koşullandırılırlar.
Kilisede
pazar ayininin ardından Hristiyanlar Hz. İsa’nın etini ve kanını simgeleyen
ekmek ve şaraptan tadarlar. İslam’da domuz tabusu, Hinduizmde inek tabusu vardır.
Totemler
Kabile
toplumlarında her kabilenin belirli bir hayvan türüyle özdeşleşmesi söz
konusudur. Özdeşleşilen bu hayvan, o kabilenin totemi olur. Hayvanlarla kurulan
bu ilişki çeşitli amblem ve anıtlarla simgesel olarak temsil edilir.
Sanat Simgeciliği
Dünya
algı ve kavrayışının büyük ölçüde dine dayandığı toplumlarda, sanatsal ifade
biçimlerinin dinselliği yaygındır.
MİTOLOJİ
VE MİTOSLAR
Mitos
Mitoslar,
dinsel nitelikli efsanelerdir. Mitos, sadece kutsal bir masal değildir. Her mitos, mitosun
içinde yer aldığı daha genel bir inanç sisteminin kabullerini, insan hayatı ve
deneyimleri örneğinde öyküleştirir.
Mitoslar
içerisinde toplumların tarihlerinin kaydı yer alabilir. Bu nitelikteki mitoslar
o toplumun kimlik inşasının önemli bir parçasıdır (Homeros’un destanları eski
Yunan ulusunun kimliğini vermektedir).
Mitoloji
Mitosların
oluşturduğu tutarlı bütünlük, pek çok öykünün birbirini tamamlayıcı biçimde
örgütlenmesi mitolojiyi oluşturur. Mitolojiler, aynı zamanda birer dünya görüşüdür.
Yaratılış
mitolojileri yanında, çeşitli kültlere ilişkin mitolojiler ve kıyamet ya da yok
oluş (eskatalogya) mitolojileri de vardır.
Dil ve İletişim
İletişim, karşılıklı
olarak ilişkiye girmiş olan tarafların davranışlarını ya da fikirlerini
yönlendirmek veya onlardan bilgi ya da tepki almak amacı taşıyan bilgi iletme sistemidir.
İletişim seslerle kurulabildiği gibi çeşitli
vücut davranışları yoluyla da sağlanabilir.
Asgari bir iletişimin
varlığı, asgari bir toplumsallığın varlığına
işaret etmektedir.
Basit iletişimin yerini karmaşık iletişimin
aldığı yerde biz kültürü buluruz.
İnsanlara bir şey anlatmak ve aktarmak
isteniyorsa, yani iletişim kurmak gereği duyuluyorsa, hangi araç kullanılırsa
kullanılsın orada bir dilin varlığını görebiliriz.
Konuşma
Dili
Dil soyutlama yaratacak bir dizi kuraldır.
Dil seslerle somutluk kazanır, dili somutlaştıran,
konuşma eylemidir.
Canlılara ve cansız nesnelere isim veririz. Yaptığımız
eylemleri fiillerle ifade ederiz, doğa dışında var ettiğimiz olgulara verilen
isimlere kavram diyoruz.
Nesnelere verilen isimler ve soyut şeylere ilişkin
kavramlar bütün dillerde farklıdır.
Konuşma dilinin yapısı iki ana unsurdan, sesler
ve gramerden oluşur. Anlamlı en küçük ses birimine fonem adı verilir. Bir fonem tek bir sesten oluşabileceği
gibi, birbiriyle ilintili birkaç sesten de oluşabilir.
Seslerin yan yana gelmesiyle sözcükler ortaya çıkar.
Seslerin anlamlı bir bütün oluşturabilmesi belli kurallar dâhilinde
düzenlenmeleriyle mümkündür. Sözcüklerin düzenlenme kuralları gramerin
konusudur.
Gramerin iki boyutu
bulunmaktadır: Biçim ve düzen. Biçimleri inceleyen biçim
bilim (morfoloji) basit seslerin anlamlı
birimler oluşturacak biçimde nasıl örgütlendiğine eğilir, düzen boyutuna bakan sözdizimi (sentaks) ise
sözcüklerin cümle dediğimiz anlamlı bütünleri oluşturmak üzere nasıl bir araya
getirildiğini inceler.
Dilin
Kökeni ve Gelişimi
Bugün dünyada konuşulan dillerin toplam sayısının
3 ilâ 5 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir.
Genel olarak kabul edilen görüş, konuşma dilinin
Üst Paleolitik’te yaşayan insanlar tarafından geliştirildiği yönündedir.
Üst Paleolitik dönemin buzul çağı koşullarında iki
dil öbeğinin atasal ilk örneklerinin ortaya çıktığı öne sürülüyor: Bunlardan
birincisi Proto-Ural dili kuramıdır. Bu gurubun
ilk dil örneklerinin 12 ilâ 7 bin önce ortaya çıktığı düşünülmektedir.
Ural-Altay dil ailesi içindeki diller arasında görülen yakınlıklar, ortak sözcükler
araştırmacıların bu yöndeki iddialarını güçlendirmektedir.
İkinci kök dil kuramı, bir Akdeniz Üst
Paleolitik bölgesi varsaymaktadır. Buna göre Akdeniz bölgesinde Üst Paleolitik
çağda yaşayan insan grupları Bask-Kafkas dillerinin kökeninde yatan bir ata
dili konuşuyorlardı. Dilbilimci Bouda, Bask diliyle Kafkas dilleri arasında 135 etimolojik benzerlik
saptamıştır. Böylelikle bu iki kök dilin birliğine dayanan ve
yaklaşık olarak günümüzden 25 ilâ 20 bin yıl önceki Üst Paleolitik evrede oluşmuş
bir Akdeniz dil katmanının ortaya çıktığı öne
sürülmektedir.
Arkeolog Colin Renfrew’un kuramına göre kök Hint-Avrupa dilinin anayurdu
Anadolu’dur ve bu dil değişerek ve çeşitlenerek Anadolu’nun tarımcı toplumlarının
göçüyle birlikte çok geniş bir alanda konuşulan yaygın bir dil öbeğinin kaynağı
haline gelmiştir.
Her kültür, kullandığı dili biçimlendirir ve
sözcükler buna bağlı olarak anlam değişmelerine uğrayabilirler.
Lehçe, coğrafî ya da
toplumsal olarak ayrı bir konuşma topluluğunu gerektiren dilsel bir farklılaşmayı
ifade eder.
Herkes, kültürleme süreci içinde edindiklerine kişilik
özelliklerini ve özel eğilimlerini katarak, kendine özgü bir konuşma üslubu geliştirir.
Buna kişisel ağız (idiolect) adı verilmektedir.
Dil
Aileleri
Köke doğru gittikçe tek bir ata dile ulaşılan
dil akrabalıkları dil ailelerini oluşturur.
1) Altay
Dilleri: Moğolca, Tunguzca ve bütün Türk dilleri bu gruba girer.
2) Ural Dilleri: Samoyet ve Fin-Ugor dil gruplarından
oluşan bir ailedir. Doğu Avrupa dilleri bu guruptadır.
3) Çin-Tibet
Dilleri: Tibet’te ve Himalayalarda, Myanmar’da, Çin’de konuşulan dillerden
oluşur.
4) Güneydoğu Asya Dilleri: Mon-Kmer dili, Kampuç
dili, Vietnam dili bu gruba aittir.
5) Malezya-Polinezya Dilleri: Pasifik bölgesinde
konuşulan pek çok dilden oluşur.
6) Papua Dilleri: Yeni Gine ile
çevresindeki birkaç adada konuşulan toplam 132 dili barındırır.
7) Avustralya Dilleri: Avustralya kıtasında
Aborijinlerin konuştuğu 96 dilden oluşan bir gruptur.
8) Andaman Dilleri: Hint Okyanusu’nun doğu
ucunda bulunan Andaman adasında izole Pigme topluluklarının konuştuğu ve diğer
başka gruplarla akrabalığı olmayan dilleri kapsar.
9) Dravidi Dilleri: Pakistan
sınırları içinde kalan Belucistan’daki Brahui dili bu ailenin kuzeydeki tek
örneğidir. Güneyde ise, yarımadanın ucuna doğru konuşulan Tamil, Kui-Gondi ve
Telegu dilleri Dravidi dillerini temsil etmektedir.
10) Kafkas Dilleri: Güney ve Kuzey Kafkasya’da
konuşulan dilleri kapsar.
11) İber ve Bask dilleri: İspanya’nın kuzeybatısında
ve Fransa’nın güneybatısında konuşulan Baskça bu grubun bugün konuşulan tek
örneğidir.
12) Hint-Avrupa
Dilleri: En yaygın dil grubudur.
13) Hami-Sami
Dilleri: Bugün Ortadoğu’nun ve Afrika’nın geniş bir
bölgesinde yaygın olarak konuşulan dillerden oluşmaktadır.
14) Hoin-San Dilleri: Daha çok Güney Afrika’nın
avcı-toplayıcılarının konuştuğu dillerden oluşur.
15) İnuit(Eskimo)-Aleut Dilleri: Alaska’da,
Aleut adalarında, Kuzey Kanada’da ve Grönland adasında İnuit (Eskimo)
toplulukları tarafından konuşulan dillerden oluşur.
16) Amerika Dilleri: Kuzey, Orta ve Güney
Amerika dilleri olmak üzere üç ana gruba ayrılan bu diller Amerika’nın yerli
dilleridir.
Lingua
Franca
Çok sayıda farklı dilin konuşulduğu karmaşık coğrafyalarda
bütün toplulukların anlaşmalarını temin edecek ortak bir dilden yararlandıkları
görülür. Buna lingua franca denilmektedir. Belli
bir dilin baskın, etkili konumda bulunması halidir. İngiliz dili günümüzün
lingua francasıdır.
Pidgin
Dil
Özellikle sömürgeciliğin etkisiyle belirli bir
dil alanına giren yabancı bir dilin, basitleştirilmiş bir gramer ve söz varlığıyla
o dil alanında kullanılan biçimine pidgin dil denilmektedir (halk arasındaki
İngilizce/tarzanca buna örnektir).
Kreol
Dil
Bir pidgin dilin yerli bir dil haline gelmiş
biçimine kreol dil adı verilir (Amerikan İngilizcesi, İngilizcenin kreolüdür).
Planlı
Dil Değişiklikleri
1) Ölü Dillerin Canlandırılması: İsrail, sınırlı
bir çevrenin bildiği İbrancayı resmi dil ilan ederek yeniden canlandırmıştır.
Benzer bir durum Pakistan’da yaşanmıştır: çok sayıda farkı dilin konuşulduğu
Pakistan’da dil birliği sağlayabilmek için Urduca yeniden canlandırılmıştır.
2) Dilde Sadeleşme Hareketleri ve Ulusal bir Dil
Yaratılması: Siyasi güdeme ve ideale bağlı olarak dile yapılan müdahaleler bu
kapsamda değerlendirilebilir. Türkçenin Tanzimat sonrasında yaşadığı revizyon
ve müdahaleler bu başlığın örnekleridir.
Küreselleşme, iletişim olanaklarını artırır,
İngilizcenin lehine olmak üzere diller arası etkileşimi had safhaya taşır.
Neticede genel anlamda kültürel ortaklıklar artar; özelde, kültürel kutuplaşma
derinleşir. Bütün olup biterken İngilizce dünya dili haline gelir.
İşaretler
ve Simgeler
İnsan iletişimi tamamen simgelere dayalıdır.
Simge, anlamı kültüre bağlı, yani göreli ve keyfî olarak belirlenmiş, öğrenilebilen
her türlü işarete verilen addır.
Aynı simge farklı kültürlerde farklı anlamlara
gelebilir.
Beden dili evrensel işaretler
taşıyabileceği gibi son derecede yerel işaretlere de aracı olabilir.
Her kültür samimiyet bildiren davranışları
belirlemiş, kişilerin yaş, cinsiyet, statü farklarına göre
mesafelerini ayarlamıştır. Buna mekânın kültürel kullanımı (proxemics) ya da etkileşim geometrisi denilmektedir.
İnsanlara genellikle giydikleri giysiye göre
davranılır. Resmî üniformalı biri karşısında temkinli ve mesafeli bir tutum takınırız.
Aynı kişi bermuda şortla karşımızda duruyorsa, davranışlarımız da değişir.
Yazı
Dili
Konuşma dilinin yazılı işaretlere dökülmüş ve bu
yolla standartlaştırılmış haline yazı dili denilir. Yazı
dillerindeki işaret sistemine alfabe adı verilir. Sesleri temsil eden işaretlerden
kurulu alfabelere fonetik alfabeler denir.
Kimi alfabeler resimlere dayanır. Bunlara piktografik alfabe
denir (Mısır hiyeroglifi buna örnektir).
Kimileri de belirli kavramları temsil eden işaretlerle
yazılır. Bunlara da idyografik alfabe adı verilir (Çin alfabesi buna örnektir).
Yazı, yani kayıt altına alma bir egemenlik ve
mülkiyet belirtisidir. O nedenle mühürler ilk işaretler sayılır.
Pek çok yazı dili, konuşma dilinin fonemlerinin
dışında bir yazı sistemi ve üslubu olarak gelişmiştir. Biz bu sisteme ve üsluba
imlâ diyoruz.
İşitme engelliler için geliştirilen işaret dili,
Mors alfabesi işaret dilinin örnekleridir.
Dil
ve Kültür
Bir dili anlamadan o kültürü, o kültürü
anlamadan da dili anlamak mümkün değildir.
Türklerde atın yürüyüş biçimlerine ilişkin
onlarca farklı sözcük buluruz. Ne var ki önce atlar sonra da buna bağı olarak
atla ilgili sözcükler, kültür ortamımızdan uzaklaştırılmıştır.
Kitap Bitti
Antropoloji
Editör:
Yard. Doç. Dr. Handan Üstündağ Aydın
Anadolu
Üniversitesi Yayını No: 1761
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder