24 Şubat 2011 Perşembe

Pascal Brückner - Hınç Ayları

Bugün trajedi artık talihsizlik yüzünden insanların üstüne çullanmıyor; onların beceriksizliklerinden doğuyor. İnsanlar gaf yaparak bir dizi devasa yanlış adım sonucu kendilerini felaketin içinde buluyorlar. Bizlerin dramları yalnızca acıklı değil, fazladan gülünç olma engelinin ceremesini çekiyor. Artık kader gibi bir özrümüz bile yok. (s. 222)

Çeviren: Mustafa Balel
Ayrıntı, 2006

18 Şubat 2011 Cuma

Ahmet Sipahioğlu – Tepelitaklak

Ben, Hocam
Evet Hocam, göz önünde olan, hep hakkında konuşulan hep sensin ve en önemlisi de seni anlatanın bizzat ben olmam. Sen olmadan asla var olamayan ben!
Şimdiye kadar başoyuncu hep sen oldun. Bu belki de akademik kariyer sürecinde demokrasiye asla yer olmamasından kaynaklanıyor olabilir. Üniversitelerin aslında dünyanın en antidemokratik kurumları olduğu iddia edilebilir rahatlıkla. (s. 11/12)
Benzeşimlerden kurtuluş yoktur. Biz hepimiz trajik biçimde benzeşimlere, simge ve metaforlara bağımlıyız. (s. 12)
Adım Tayyar benim (s. 13)
Adımı oldum olası hiç sevmemişimdir.
“Zebil” hiç böyle soyadı olur mu? (s. 14)
Ben henüz iki yaşındayken savaş çıkmış. Babam 1974 Kıbrıs Çıkarması’na katılmış. Savaştan ancak yarısı geri dönebildi. Bacaklarını, kocaman, kırk beş numara ayaklarını Kıbrıs’ta bir yerlerde bırakmıştı. (s. 15)
Giritlinin yaşadığı yerde ot bitmez! Annem bu özdeyişin canlı kanıtıdır. İki yıl önce kaybettik onu. (s. 16)
Yadsıma-Proje-Aksiyon ve Değer. Varoluşun temel yasası! (s. 17)

Gökyüzü, Evler ve Pencere
Ortalarda bir yerlerde, puslar içerisinde zorlukla seçilen ve üst üste binmiş granit kayalar mı, yoksa yeni başlanmış birtakım beton villa inşaatları mı oldukları asla anlaşılamayan birtakım oluşumlar vardı. (s. 18)
Suyun şırıltısına belediye aracından yükselen müzik eşlik etmekteydi. (s. 20)
Klima motoru kutusunun üzeri kuş pislikleriyle kaplanmıştı. (s. 21)
Tüpün nargilesi fokurduyor, şeffaf ince bir hortum. Üzerinde kolsuz faniladan başka çamaşır olmayan, şişman adamın yüzüne takılı maskeyle birleşiyordu. (s. 22)

İskele
Tüm yaşamlarını deniz kenarında, kıyı kasabalarında geçirenler konusunda çok fazla şey bilinmez. (s. 23)
Aslında deniz kenarında yaşamak kimseye iyi gelmez. Rutubet ve bol oksijen ölümü hızlandırır. (s. 24)
Eski insanların deniz kenarlarına asla yerleşmemiş olmalarının nedeni budur. (s. 25)
Denizi hiç sevmem, ürkütür. (s. 26)
Rambo, rıhtım boyunca koştu ve en uca varınca bacaklarını birleştirip bir yay gibi gerildi, zıpladı ve mükemmel bir balıklama atlayış yaptı.
Sonra koltuk altlarından tutarak kıyıya çıkardılar çocuğu. Boynu omuzlarının içine göçmüştü. Daha sonra da hep böyle başı omuzlarının içinde, dilsiz ve kambur yaşadı. Hala da yaşıyor. İşte o kazadan sonra bir daha denize sokmadım ayağımı. (s. 27)
(Urla) denize küsmüş, artık hiçbir şeyle uğraşmayan bir halkı vardı buranın. (s. 28)
Bütün bunları niye anlattım, bilmiyorum, içimden geldi. Kendimden söz etmek için herhalde. (s. 29)

Bacaksız Adam
Sonunda karaya varmıştık
Allah, Allah sesleriyle sahile ilerledik. (s. 36)
Rumlar, adadaki Türklerden daha iyi Türkçe konuşur ona göre! (s. 37)
Yukarıdan bir yerden havan mermisinin ıslığını duydum. Doğruca üzerime gelmekte olan mermiyi, başımı kaldırıp havada gözlerimle takip ettiğimi söylersem kimse inanmaz belki, ama aynen öyle oldu.
Havaya fırladığımı hatırlıyorum, iki kolumu yana açmış uçuyordum. Bacaklarım benden ayrılmış, biraz önümde, sağa sola savruluyorlardı. (s. 39)
İki bacağımı da kaybedecektim hem de kasıklarımdan. (s. 40)
Benim için savaş bitmişti. (s. 48)

Kuşların Destansı Yolculuğu
Hoplayıp zıplayan bir sürü ufak top gördüğünde çok şaşırdı. (s. 49)
Sonunda fokurdayan esrarengiz topların yanına vardılar. Bunlar yalnızca kuştu. Çirkin, yusyuvarlak kuşlar.
Kuşların insandan kaçmadığını gören bir tanesi en yakınındaki kuşa sıkı bir tekme savurdu. Havaya fırlayan kuş, dağılan beyaz tüyleriyle birlikte sırt üstü yere çakıldı. Bu oyun diğer çocukların ilgisini çekmişti. Hep birden koşarak kuş sürüsünün içine daldılar. Ellerindeki keskileri rasgele kuşlara savuruyor, kanatları açık, yerde karınüstü sürünen kuşlara tekme atıyorlardı. (s. 50)
Ötekilerden farklı bir kuş, çıkan sıcak çöl rüzgarını fırsat bilerek uçuş antrenmanına başladı. (s. 51)
Önce tek bir kuş oldu, zikzaklar daireler çizerek havada dolaşıp duruyordu. Sonra beş ve sonra dokuza çıktı sayıları, milyonlarca kuştan oluşan tek bir kuş. (s. 52)
Sırtına takılı tüfeği eline aldı kuşlara doğrultup ateş etti. Diğer türbanlı adamlar da ona katıldı. Neyse ki lider kuş olan bitenden etkilenmemişti. Hiçbir şey olmamış gibi uçuşunu sürdürüyor, diğer binlerce kuşa yol gösteriyordu. (s. 54)
Kartallar havada süzülerek aralarına karıştı. Çok geçmeden sivri gagalar ve güçlü pençeler, aralarına dört, beş, belki de dokuz adet kuşu çekip aldı. (s. 55)
Altlarında uçsuz bucaksız bir plaj göz alabildiğince uzanıyordu. Kuşlar burayı gözlerine kestirmişti.
Kuşlar, denizlerin atası sayılan yaşlı Akdeniz’in üzerinde uçuyordu. Kuzeye gidiyorlardı. (s. 56)
Sürekli olarak Kuzey Kıbrıs’a uçan yolcular özel olurdu. Bunların arasında iş görüşmesine sekreteriyle gitmekte olan patronlar, ilaç firmalarınca düzenlenen sempozyumlara bildiri sunan doktorlar, haftada ya da on beş günde bir Girne ve Lefkoşa’da bulunan vakıf üniversitelerinde dışarıdan derse giren profesörler, ne zaman okula devam ettikleri belli olmayan öğrenciler, kumar tutkusunun uçak korkusuna üstün geldiği ev hanımları, çete üyeleri, işten el çektirilmiş yüksek bürokratlar, Kıbrıs gazileri ve Moldovyalı sarışın kadınlar çoğunluğu oluştururdu. (s. 59)
Pilot kabininin ön camında güçlü bir patlama oldu ve bunu birbiri peşi sıra gelen diğer patlamalar izledi. Camlar kısa bir süre içinde kıpkırmızı oldu. Komutanım bence bir kuş sürüsünün içinden geçiyoruz. O zaman yükselelim arkadaşlar. (s. 60/61)
Kuş sürüsü bir hayli kayıp vermişti. (s. 62)

Gece Işıkları
Karataş… Belki de İzmir’in en eski semtiymiş. Museviler 1493’te İspanya’dan sürülünce, ilk olarak İzmir’in bu semtine yerleşmişler. (s. 65)
Körfeze dökülen Melez Çayı’ndan geliyormuş gaz, atık sularını çaya boşaltan sanayi tesislerinden. İzmir’i kurtaracak Büyük Kanal Projesi bu olay üzerine hız kazanmış. (s. 66)
Yeni Kordon, İzmir’de her şeyin bir kez yapıldıktan sonra bozulup, bir daha yapılmasına iyi bir örnektir. (s. 71)
İzmir’de tek canlılık… üniversite hazırlık dershaneleri… Sanki ülkedeki bütün büyük şehirlerde tek büyük etkinlik, bu üniversiteye hazırlık dershaneleri. Bütün ülke insanı harıl harıl üniversiteye hazırlanıyor. Üniversitelerde zaten üniversiteye hazırlık kursu düzeyini bir türlü aşamıyor. Ne zaman gidecek bu millet gerçek bir üniversiteye. (s. 75)
12 Eylül 1980 günü, askeri darbe yapılmış olduğunu dehşetle fark etti hocalar. (s. 80)
Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmamış. (s. 81)
İzmir insanının derinlere nüfuz etmiş, garip, kendine özgü bir aşağılık duygusu, bir eziklik duygusu vardır.
İzmir’in nesi meşhurdur? Tabii ki kadınları! (s. 84)

Karataş
Sayın Hocam, Karataş semtinde bir apartmanın beşinci katında oturuyordu.
Apartman sağlamdı… neredeyse yıkılacakmış izlenimi veriyordu. (s. 87)
Şimdiki eşiyle yirmi yıla yakın bir zamandır burada oturduğunu biliyorum.
Son yedi/sekiz yıldır Karataş’ta hemen her şey kötüye gitti. Yoldan geçen insanlar birbirine artık selam vermez, çöpler toplanmaz oldu. (s. 88)
Cinsel kimlik karmaşası içinde yaşayanlar uzun yıllar mekan tuttukları Alsancak semtinden sürülüp kapağı Karataş’a atmaları doksanlı yılların başına kadar gider. Bunların öncüsü hocamın oturduğu apartmanda bir daire almak suretiyle Karataş’ı ele geçirme operasyonunu başlatmıştır. (s. 93)
Karataş işte böyle tuhaf ve iç karartıcı, ürkütücü bir yer haline gelmişti. (s. 96)

Şölen (Sempozyum)
Bülent hoca, Selena Pub’a gidiş saatini beklerken alışkanlığı gereği internette porno sitelere girip çıkıyordu. O insanları, birer insan olarak merak ediyordu hocamız. (s. 97)
Bülent hoca öteden beri özel üniversitelere karşıydı. Yararlı olduklarına inanmıyor, bu kurumları zengin aile çocuklarının dört/beş yıl boyunca rehabilite edildiği, bir takım züppe ve pahalı mekanlar olarak görüyordu. (s. 98)
Oryantasyon toplantısına on dakikalık gecikmeyle de olsa katılmayı başardı. (s. 99)
Öğrencilerinizle yalnız ve yalnızca İngilizce iletişim kurmaya özen gösteriniz. (s. 100/101)
Nasıl, beğendiniz mi? – evet, beğendim (s. 109)
Uygarlık Tarihi, özel bir dersti. Bu dersi verecek kimi bulacaklardı: Bülent Çağlar. (s. 111)

Sayın Hocam
Dairenin bütün ışıkları açıktı. Orası sayın hocamın eviydi işte. Felsefe hocalığının yanı sıra, tam anlamıyla tutkulu, amatör bir kuş gözlemcisi olan hocamız (s. 113/114)
Gün Başlıyor
Eyvah! Dersim vardı bu sabah galiba. (s. 123)
Çanta… nerede acaba? (s. 126)
Hızlı ve kararlı adımlarla üniversitenin giriş kapısına yöneldi (s. 131)

Silgi Olayı
“Ben sizi pek hocaya benzetemedim.” / “Senin yüzünden derse geç kalıyorum.” (s. 133)
Buyurun geçebilirsiniz (s. 134)
Sınıfta öğrencilerle yalnız kalmıştı. (s. 138)
Elindeki silgiyle beyaz tahtayı en üst sol köşesinden silmeye başladı. Gülüşmeler oldu arkada.
Olay işte tam o anda patlak verdi. Hocanın elleri titremeye ve bütün bedeni kasılmaya başladı. Ani bir hareketle geri döndü. Elindeki silgiyi var gücüyle en önde oturan siyah saçlı kızın kafasına fırlattı. Kafasından seken ağır silgi iki sıra arkada oturan oğlanın yüzüne çarpmış ve sonra sıraların altına uçup gözden kaybolmuştu.
Bu noktadan sonra olanlar hakkında iki ayrı çeşitleme var: birincisine göre, hoca silgiyi fırlattıktan sonra sınıfın ortasına bir güzel işemiş. Erkek öğrenciler hocanın üzerine yürüyüp bir güzel pataklamışlar adamcağızı.
Olayın benim sevdiğim çeşitlemesine göre hoca gözlerinden yaşlar boşanarak sınıfı terk etmiş ve bir daha da o özel üniversiteye adımını atmamış. (s. 139/140)

Entipüf
Durmadan hıçkırıyordu.
Hocanın bayağı canı sıkılmıştı (s. 159)

Sen, Hocam…
Birkaç adım sonra Selena Pub’ın kapısından girmiş olacaktın. (s. 171)

Kuşlar Listesi

Niçin Göç Ediyorlar?


Çeşitli deneyler genç kuşların içgüdüsel ve kalıtımsal bir yön duygusuna sahip olduklarını ve buna uyduklarını, yaşlı ve deneyimli kuşların ise harika bir pusulaya ve asıl yerlerinden çok uzağa götürüldükten sonra bile derhal rota değiştirip doğru yolu bulabilme yeteneğine sahip olduklarını kanıtlamıştır. Yapılan araştırmalar, göçmen kuşların daha yumurtadan çıkar çıkmaz, ne zaman ve hangi rota üzerinden göç edeceklerini ve nereye ineceklerini önceden gayet iyi bildiklerini ortaya çıkardı. Yani olay tümüyle genetikmiş. (s. 176)

Tır Parkı
Yüksek lisansın ilk haftası nasıl geçti bakalım gençler? Mutlu musunuz? Konuşan hocaydı. (s. 177)
Hocanın garip huylarından biri daha!
Beyaz peynir almışsa, en iyi beyaz peynir oydu, Türkiye’nin en kaliteli birahanesi hemen her akşam uğradığı Selena Pub’tı. (s. 179)
Ülkemizdeki tüm felsefi etkinlik ne yazık ki “o nedir?”, “bu nedir?”, “kim yazmış?”, “ne söylemiş?” ile sınırlıdır. Bizler daha felsefenin bir tür “giriş” bölümünü yaşıyoruz. Bizdeki bütün felsefe hocaları bir tür felsefe çevirmenidir aslında. (s. 182)
Hocayı güç bela dışarı çıkardığımızda saat üçe geliyordu. (s. 204)
Adamcağızı sağ salim evine sokmuştuk. (s. 206)
Gece nihayet sona ermişti, kazasız belasız. (s. 207)

Pamuk Ördek (Camptorhynchus Baffaius)
Bir zamanlar “Pamuk Ördek” ya da “Tepelitaklak” olarak bilinen bir kuş vardı. Ördek familyasına üye, perdeli ayaklı bir göçmen kışlayandı. Ülkemizde yalnızca Bafa Gölü ve yöresine özgü bu ördek türü, beyaz renkli ve siyah gagalıydı.
Anadolu yarımadasında türü tümüyle yok olan kuşlardan biriydi. (s. 208)

Yolculuk
Zaman durmaksızın geçip gitmekte ve bu karşı konulamaz, durdurulamaz koşusu sırasında, bizim kendi yaşamımızdan da dilim dilim kesitleri yanına alıp götürmektedir.
Benim kaderimde ünlü Bafa ördeği, Comtorhynchus Baffaius’la buluşmak var. (s. 217/218)
Arabanın ön ızgarasına bir kuş çarpmış. (s. 223)
Kanatları ızgaranın içine sıkışmış. Elimde ölü Bafa ördeği, yürüyorum. (s. 224)

Kuş
Size telefonda arz etmeye çalıştığım kuş budur sayın hocam. (s. 226)
Uzun lafın kısası, bu kuşun bize verdiği zarar saymakla bitmez. (s. 228)

Kanat Çırpan
Ne kadar oldu ben bu gerzeği bırakalı?
Benim de kendime göre bir yaşamım vardı, hayallerim vardı. Hepsi bu herif yüzünden yok oldu gitti.
Herif beni resmen tavladı. Tabii ben küçüğüm o zamanlar. Safım. Üstelik nişanlıydım da ben o zamanlar. Nişanlıyım ama oynağım, arada başka oğlanlarla çıkıyorum. Çocuğum daha. (s. 230)
Birkaç yıl evvel bunun kütüphanesini yerleştirirken bir defter buldum. Aklın durur. Beni nasıl ilk kez yemeğe çıkaracağını, ne diyeceğini, kendisiyle evlenmem için beni nasıl ikna edeceğini bir bir kaleme almış. Psikopat geri zekalı! (s. 231)
Evden ayrıldıktan sonra bizimkisini yalnızca bir kez cepten aradım. O da şöyle ağız dolusu küfredip rahatlamak için. (s. 242)
Şimdi annemlerle kalıyorum. (s. 243)
Bu hıyarın içki probleminin kesinlikle benimle en ufak bir ilişkisi yok. Asıl faktör ne biliyor musun? Üniversite… Neden mi? Bence sıkıntıdan. Belki de parasızlıktan. Düşündüklerini, hayallerini bir türlü gerçekleştirememekten. (s. 245)

Yeniden Doğan Adam
Yapılacak bir şey yoktur. Ne de olsa babamdır. (s. 249)

Gibi
Boş bir defteri yanında sürekli taşımak ve ona hiçbir şey yazmamak gibi. Hafızasını kaybetmek ve bu duruma hiç aldırış etmemek gibi. (s. 258/259)

Metis, Kasım 2010


Gerçek, (görünen) gerçek değildir

Tepelitaklak, Bülent Çağlar’ın bir öğrencisi olan Tayyar’ın kendisi ve hocası hakkında anlattıklarıyla başlar. Tayyar’ın babası Kıbrıs Çıkarması’na katılmış ve bacaklarının kasıklarından sonrasını savaşta kaybetmiştir. Kısa bir süre önce eşini de kaybetmiş olan savaş gazisinin bakımıyla oğlu Tayyar ilgilenmektedir.
Bülent Çağlar, Tepelitaklak isimli romanın, hayatı farklı dönemlerde tepetaklak olmuş olan felsefe profesörü kahramanıdır. Roman boyunca herhangi bir kahramanlık ve başarı kazanmadığını öğrendiğimiz Bülent Çağlar, bu haliyle kahraman imgesinin tepetaklak edilmiş resmidir.
Entipüf Kuramı
Alışkın olduğu, alelade bir hayatı yaşamakta olan Bülent Hoca, kafasının içinde yarattığı kendine yeten dünyasında sürekli olarak düşüncelerle meşguldür. Kendine has bakış açısı, hayal dünyası ve bağımlısı olduğu alkol, yaşadığı hayatın sıradanlığına karşı Bülent Hoca’nın savunma mekanizmalarıdır.
Bülent Hoca’nın zihninde uçuşan düşünceler arasında kavramsallaştırmaya çalıştığı çiftli bir anlamı olan Entipüf Kuramı’nın ayrı bir yeri vardır: Madeni bir para düşününüz, iki yüzü vardır değil mi? İşte bu ilginç kavram da tıpkı öyledir. Ön yüzünde, bütün bu eğri büğrü, yamuk yumuk, özensiz, çarpık çurpuk, geçici ve dayanıksız, ikinci el malzemeden oluşturulmuş bir dünya resmedilmiştir. Bu dünyada, insanoğlunun, doğanın önüne çıkan her şeyi yok etmeye eğilimli muazzam gücü karşısındaki beceriksizliğini ve aczini görürüz. Ama öteki yüz çok farklıdır. Burada insanın dişleriyle, tırnaklarıyla, tüm yaratıcı gücünü ve ne pahasına olursa olsun hayatta kalma azmini, iradesini sonuna kadar kullanarak, yine eğri büğrülük ve entipüflük aracılığıyla yükselttiği bir dünya, yaşam yer alır. Şöyle ya da böyle amacına ulaşmış bir dünyadır bu. Tümüyle işlevseldir. En ufak bir fazlalığa izin verilmemiştir. (s. 160) Tüketimin amaç haline geldiği, işlevselliğin verdiği tatminle, daha iyisi önlerine sürülene kadar mutlu olma garantisi altında yaşayan insanlar için, niceliğin cazibesi karşısında niteliğin anlamı ve değeri gözden düşmüştür çoktan. Bülent Hoca, gerek akademik gerek özel hayatı için belli bir standart idealize etmiştir. Ancak hayatın sürprizleri Bülent Hoca’yı hayal ettiği içeriğin çok uzağına götürmüştür.  
Hayal kırıklığına uğradığı zamanların kazanç ve kayıplarının muhasebesini yaparken; yaşadığı, algıladığı gerçekliği içine sindiremez. Karakterin entelektüel başarısı gerçeği, gerçeklik algısını sorgulamaktır. Bunu yaparken felsefi etkinlikten ziyade retoriğin sağladığı imkanlara başvurur. Gerçekliğin hesaplanması mümkün olamayacak kadar çok etkenden dolayı sürekli değişime uğramasını, tutarsız ve güvenilmez olduğunun delili olarak kabul eder. Kendisinin de pekala bildiği gerçek, hayalini kurduğu ve bu hayale uygun olarak inşa etmeye çalıştığı gerçekliğin, yaşayıp tecrübe ettikten sonra sadece hayal kırıklığı olduğudur. Bu durumda “yapamadım” ve ya “yanıldım” demek, hem biricik olduğunu bildiği hayatını dikkate alıp, bir şansı daha olmayacağı bilgisinin verdiği dehşet, hem de yüksek egosu nedeniyle kabul edilebilir değildir. Somut bir yarar sağlamayacağını bildiği halde ego tatmini sağlaması bakımından bir zamanlar kendisi için hedef, amaç olan herhangi bir şey ve herhangi bir olay karşısında yaşadığı hayal kırıklıklarının acısıyla bu şekilde savaşmaktadır Bülent Çağlar.
Romanın, TIR Parkı isimli bölümünde Bülent Hoca yanındaki yüksek lisans öğrencilerine Türkiye’deki felsefi etkinlik hakkındaki düşüncelerini anlatmaktadır.  Felsefecilerimizin istikrarlı bir düşünce geleneği oluşturamadığını ve bu nedenle felsefe alanında ancak bir “giriş” bölümü yaşadığımızı, yapıp ettiklerimizin sadece “bu nedir?”, “kim yazmış?”, “ne demiş?” bilgisinden ibaret olabildiğini söyler. Kendisinin de üyesi olduğu “felsefeciler” topluluğundan serzenişte bulunur. Alkolün ve içinde bulunduğu akademik camianın durumuna dair sahip olduğu kapsayıcı bilginin verdiği rahatlıkla, mutlu kalmaya çalışmaktadır Bülent Çağlar.
Bülent Hoca ve İzmir’den başka Tayyar’ın yaşadığı Urla ve Bafa Gölü’nün hikayesini okuduğumuz Tepelitaklak romanının bir diğer kahramanı da Tepelitaklak adıyla da anılan Pamuk Ördekt’ir. Bafa Gölü, göçmen bir kuş olan Pamuk Ördeklerin, göç yolu üzerinde uzun süre kaldıkları mekanlardan biridir. Turizmin gelişmesine paralel olarak ziyaretçilerin Bafa Gölü’ne ilgisinin artması, bu bölgenin kalabalıklaşmasına ve doğal ortamın bozulmasına sebep olmuştur. Doğal dengenin bozulmasıyla birlikte yetmişli yılların ortalarında, Pamuk Ördek bölgeyi terk etmiş ve artık nadiren görülen kuş türleri arasında ismi anılır hale gelmiştir.
Tutkulu bir kuş gözlemcisi olan Bülent Hoca’nın Pamuk Ördeklere de ilgisi vardır. Çalıştığı üniversiteden, öğretim görevlilerinden ve hatta öğrencilerinden yana beklentileri ve hayallerinin un ufak olmasından sonra kuş gözlemlerine daha fazla zaman ayırmaya başlayan Bülent Hoca için nesli tükenmeye yüz tutmuş olan Pamuk Ördek bir anlamda avuntu kaynağıdır. 

4 Şubat 2011 Cuma

Andrei Platonov - Can

Can

"kalp, gecikmeye tahammül edemez, sanki hiçbir şeye inancı yokmuşçasına hasta olurdu."
"Sizin için insan olmak sadece bir alışkanlıktır, benim için ise, bir tatil ve zevk..."

Nazar Çağatayev Moskova Ekonomi Enstitüsü'nün avlusundan içeri girdi.
Yıllarca bu avluda yürüyüp durmuştu.
...ama bundan hiç de pişman değildi.
Avludaki bütün gereksiz şeylerin etrafında dolaştı, onlara eliyle dokundu; bir nedenden ötürü, bu şeylerin onu hatırlamasını ve sevmesini diledi içinden. Ama bu dileğinin gerfçekleşeceğine inanmadı.(s. 15)

...dışarı çıkarken dolabının karanlığına üzüntüyle baktı; dolap yakında onu unutacak, giysilerinin ve vücudunun kokusu bu tahta kutudan sonsuza dek uçup gidecekti. (s. 16)

Çağatayev ve yeni tanıştığı Vera, yeni doğan günün aydınlattığı Moskova sokaklarında gezindiler. (s. 19)

(Vera) - Gördüğün gibi hamileyim, dedi.
(Çağatayev) - Önemi yok, diye cevap verdi. (s. 21)

Sanki insanın birini sevmesi kalbe ağır geliyordu da, önemsiz şeylerle ilgilenmek bu ağırlığı bir nebze olsun hafifletiyordu. (s. 22)

(Çağatayev) "annemi düşünüyordum, ben küçükken bana nasıl güldüğünü... insanlar artık öyle gülmüyor..." (s. 27)

(Çağatayev) "onları tanıyorum, ben orada doğdum"
"o kabilenin adı ne biliyor musun?"
"can" (s. 36)

"şimdi tekrar onlara git. Bu kayıp insanları bul"
"tamam" dedi Çağatayev "ama ne verebilirim ki onlara? Sosyalizm mi?"
"Başka ne olabilir ki" dedi sekreter. (s. 37)

Kumda bir tepeciğin üzerinde, insan gibi oturmuş, ön ayaklarını dinlendiren bir deve gördü. (s. 40)

"Yakında benden kaçarsın. Burada tek başıma öleceğim. Daha gençsin, için kıpır kıpır, burada yorulursun. (...) "burada hatıralardan, pişmanlıktan ölürsün. İranlılar buranın cehennemin dibi olduğunu söylerlerdi..." (s. 45)

"O kadar fakiriz ki senin ve benim hiçbir şeyimiz yok, düşündüm ve gördüm ki bir tek sana olan sevgim var."
"ben de, sende kalanları severim o zaman,"
Çağatayev kendi kendine fısıldadı, gülümsedi ve son derece yoksul olsalar bile, memleketinde, iki insanın mutlu olabildiğine tanık olmaktan memnun uykuya daldı. (s. 66)

Sabah, Gülçatayi, ne oğluna, ne de onun beraberinde getirdiği kıza ilgi gösterdi. Ruhunda kalan güç, sadece oğlunu Aidim ile birlikte otların üzerinde yatarken tanımaya yetmişti; şimdi artık yeniden kendi başına, kendi hayatını yaşamaya başlamıştı. (s. 67)

İnsanların kalplerinin, önce açlıktan hasta düştüğünü, zihinlerinin sağır olduğunu ve artık onları mutlu edebilecek hiçbir şeyin kalmadığını söyledi. (s. 69)

"onlar ölülerini kendileri gömebilirler; bunun için sana ihtiyaçları yok."
"hayır eminim ki gömmezler. (...) Ölüleri yaşayanlar gömmeli, fakat burada yaşayan hiç kimse yok; hayatta olanlar, uykuda geçiriyorlar ömürlerini. Sen onlar için mutluluk yaratamazsın, kendi kederlerinin bile farkında değiller, üzülemiyorlar bile artık, çünkü çoktan tükenmişler." (s. 70)

"Neden ölmek istediniz?" diye sormuştu Çağatayev
"Ruhlarımız tükendi yaşamaktan," demişti Sufyan. Kemikleri kurumuş ve eğilip bükülmüş, sinirleri sıkışmıştı; artık yalnızca, boylu boyunca uzanıp, yağmurun onları ıslatmasını, rüzgarın kurutmasını, solucanların yiyip bitirmesini diliyorlardı. (s. 88)

Gülçatayi, oğlu için en küçük bir üzüntü bile duymuyordu, unutmuştu onu. İki büklüm bir şekilde, değerli bir şey bulabileceğini düşündüğü zaman, elleriyle kuma dokunarak diğerlerinin arkasından yürümüştü. Molla Çerkezkov, Gülçatayi'nin elbisesine tutunarak yürüyor ve sürekli yaşadığını aklında tutmaya çalışıyordu. (s. 97)

Çağatayev be sefer başarabilmek için kendini yerden kaldırmaya çalıştı, fakat tıpkı kabilesindeki insanlar gibi, vücudundaki bütün yorgun kemikler birbirine sürtünüyordu. Sürtünme seslerini duyunca, vücuduna ve kemiklerine acıdı; annesi, bir zamanlar, onları, o yoksullukta, kendi etinden kemiğinden bir araya getirmişti, hem de aşk ya da tutku, haz ya da eğlence yüzünden değil, sadece en temel ihtiyaç yüzünden. Kendini yabancı bir malmış gibi hissetti, onu yok yere heba etmeye çalışan zavallı insanların sahip oldukları en son şeymiş gibi ve bu his onu öfkeden deliye döndürdü. (s. 112/113)

Hem bilim, hem de sağduyu, tek bir temel amaçta birleşiyordu; insanın kalbinde çarpan, işleyen ve özgür olması için yardım edilmezse, orada boğulabilecek olan ruhu, ışığa çıkarmak. (s. 128)

Onlara, yaşamaları için bu kadar yardım etmişti... (s. 135)


Çeviren: Didar Zeynep Batumlu
Sel, 2007

3 Şubat 2011 Perşembe

Philip Roth - Ölen Hayvan

Philip Roth -  Ölen Hayvan



Yaşlılık, hassas ve korkaklara göre değildir. (Yaşlılık) İnsan hayatındaki en büyük sürpriz...

Güzellik, bakanın gözlerindedir.

Notlar
(David Kepesh)
Onu sekiz yıl önce tanıdım. Benim sınıfımdaydı.

Kadın güzelliğine karşı büyük bir zaafım var.
Ben altmış ikime gelmiştim ve Consuela Castillo adındaki kız da yirmi dört yaşındaydı. (s. 10)

Bu kızın benim olacağını anında anladım.

Sınavlar bittikten ve notlar verildikten sonra, dairemde öğrencilerime bir parti veriyorum.
Cesur olanları saat ondan sonra açılıp canlanıyorlar. (s. 12)

Parti boyunca birden benim bir insan olduğumu görüyorlar.

Her şey saklı ve hiçbir şey gizli değil. (s. 14)

“Bana göre tamamen Amerikalısın. Neden kendini Kübalı olarak düşünüyorsun?” “Kübalı bir aileden geliyorum. Ondan. Bütün olay bu. Ailem çok gururludur. Ülkelerini severler işte. (s. 17)

Bütün bu konuşmalar! Ona Kafka, Velazquez gösteriyorum… İnsan bunu niye yapar? Eh, bir şey yapmalısınız. Bunlar dansın tülleri. Baştan çıkarmayla karıştırmayın. Bu baştan çıkarma değil. Sakladığınız, sizi oraya getiren şey, saf şehvet. Tüller bu kör güdüyü örtüyor. (s. 18)

Bütün bunlar, gittiğimiz yere giden yolu biraz daha dolambaçlı hale getirmekten başka bir şey değil.
Herhangi biri, herhangi bir cinsten bir başkasını, aralarında seks olmadıkça büyüleyici bulur mu? Başka kimden böylesine büyülenirsiniz? Hiç kimseden. (s. 19)

Evime gittik ve müzik çalmamı istedi.
Beethoven’ın yedinci senfonisini özellikle sevdi. (s. 21)
Kızlar daha ne kadar olabilir ki hayatımda? (s. 23)

Bir kere evlendim; yirmili yaşlarımda, pek çok insanın yaşadığı, o kötü ilk evliliği, acemi er talim kampı kadar kötü o ilk evliliği yaşadım.
Ondan sonra bir daha kafeste yaşamamaya kararlıydım. (s. 24)

Hiçbir zaman senin kız arkadaşın olamam.
Düşündüğümden çok daha gelenekçi. (s. 25)

…ben onun kalçalarını okşayıp, o benim karım olamayacağını açıklarken, korkunç kıskançlığım doğdu. (s. 26)

Seks hayvanidir.

Seksten üstün değilsiniz.

Yaşlılığın nasıl bir şey olduğunu hayal edebiliyor musunuz?

Daha yaşlanmamış olanlar için, yaşlı olmak demek var oldunuz demektir. Ama yaşlı olmak aynı zamanda, var olmuşluğunuza rağmen, ona ek olarak ve onu aşan bir biçimde, hâlâ varsınızdır ve zaten var olmuş olmak, geçmişlik kadar, hâlâ var oluş ve bunun bütünlüğü de insanın aklından çıkmaz. (s. 32)

Ben büyürken,
Seksi çalıyordunuz.

Evlilik ve ordu
Bu iki müesseseden nefret ediyorum. Aynı sebepten dolayı: Hizaya sokma. (s. 52/53)

Seks aynı zamanda ölümden alınan intikamdır. (s. 54)

Consuela’yla ilişkim bir buçuk yıldan biraz daha uzun sürdü. (s. 68)

Bitmesi ikimiz için de iyi olmuştu tabii ki, ama benim bitirmek gibi bir düşüncem yoktu ve sonra da yoksunluk hissettim. Üç yıl boyunca depresyona girip çıktım. (s. 69)

Onunla beraberken bile hasretim hiçbir zaman kaybolmadı. (s. 70)

George
“Bu kız karşısında hep güçsüz olacaksın.”
Estetik mesafe kanununu bozdun sen. Bu kızla estetik deneyimini duygusallaştırdın. (s. 73)

Bağ kuran kaybolmuştur.”
Joseph Conrad

“Kül edin kalbimi, arzudan hastalanmıştır/Ölen bir hayvanın gövdesinde/Ne olduğunu bilmeyen.”
Yeats (s. 75)

Belki artık ölüme yaklaştığım için, özgür olmamayı istiyorum gizlice. (s. 78)

George’un ölümü yüzünden Consuela için en kötü şeyler aklıma geliyordu. Evet, George öldü.
…bir tek yoldaş yeterlidir. (s. 83)

(Consuela) Şu an sana ihtiyacım var.
Artık saçım yok. Ekim ayında kanser olduğumu öğrendim. Göğüs kanseriyim.
…ırsi bir tehlike olduğunu biliyordum. Bunu her zaman biliyordum ve her zaman korktum bundan. (s. 91)

Tha Dying Animel
Türkçeleştiren: N. Can Kantarcı
Ayrıntı Yayınları, 2007