Tarih

GENEL UYGARLIK TARİHİ

Eski Mezopotamya ve Eski Mısır Uygarlıkları

DÜNYANIN OLUŞUMU VE İLK İNSAN TÜRLERİ
Paleozoyik zaman, 570 milyon öncesini işaret. Bu dönem bitki ve hayvanların görüldüğü dönemdir.
Mezozoyik zaman dinozorların dönemini işaret eder.
Günümüzden 2 milyon yıl öncesini işaret eden Pleistosen dönemi Paleolitik dediğimiz eski taş çağını anlatır. Günümüzden 10 bin yıl öncesini başlangıç alan ve halen devam eden tarih devrine de Holosen dönem adını veriyoruz.
Paleolitik çağ üç evrelidir. Alt Paleolitik çağda (G.Ö. 2.500.000-200.000) homo habilis,homo rudolfensis, homo erectus, homo ergaster ve homo heidelbergensis;
Orta Paleolitik çağda (G.Ö. 200.000-40.000) homo neanderthalensis ve homo sapiens; Üst Paleolitik çağda (G.Ö. 40.000-12.000) da homo sapiens türü insanlar görülmüşlerdir.
Homo habilis (becerikli insan), güney ve doğu Afrika’da yaşamıştır.
Homo erectuslar Afrika’da ateşi kullanmışlardır. Konuşabildikleri kabul edilir.
Günümüzün insan formunu ifade eden Homo sapiens ilk olarak 130.000 yıl önce Afrika’da yaşamıştır.
M.Ö. 10.000 yıllarında Neolitik çağa girilir. Bu çağda ilk köy yerleşimleri kurulmaya başlar.

Eski Mezopotamya Tarihi
Mesos = orta, potamos = ırmak kelimelerinden türemiş, iki ırmak arası anlamına gelen bir sözcüktür.
Dicle = İdiglat
Fırat = Purattu
Yerleşme yerlerinden isimlerini alan boyalı çanak çömlek kültürleri Hassuna Kültürü ve Samarra Kültürü Mezopotamya’nın neolitik kültürlerini temsil eder.
Hassuna Kültürü’nün yerini Halaf Kültürü (MÖ. 5600-5000) aldı.
Halaf Kültürü’nün bir başka özelliği zarif boya bezemeli çanak çömlekleridir.
Ubeyd Kültürü’nün (MÖ. 5500-4000) kuzeydeki yayılım sınırı Elazığ-Malatya yöresine kadar uzanmaktaydı.
Bölgenin bir sonraki evresi Uruk Dönemi (MÖ. 4000- 3100)’dir. Bu dönemde güneydeki kentler büyük oranda gelişmiştir.
Ekonomik kayıtların tutulması gereksinimi sonucunda MÖ. 3200’lerde yazı geliştirilmiştir. Geç Uruk Dönemi’ni Güney Mezopotamya’da MÖ. 3100’lerde Cemdet Nasr Dönemi izler.

Sümerler, (Erken Hanedanlar Dönemi: MÖ. 2900-2350)
MÖ. 4. binyılın sonlarına doğru Mezopotamya’da görülmüşlerdir. Kökenleri bilinmemektedir.
Güney Mezopotamya’da her biri bir kralın yönetimindeki kent devletlerinde yaşadılar.
Bunların hepsi merkezî bir tapınak etrafında kurulmuştu ve etrafları bir sur ile çevrili idi. Çevresinde ise köyler bulunmaktaydı. Eridu, Uruk, Ur, Lagaş, Kiş, Nippur, Umma gibi şehir devletleri arasında Uruk lider durumdaydı.
Çiviyazılı belgelere göre MÖ. 3. binyılın ortalarında Kiş Kralı Mesilim, Lagaş yöneticisi Ur-Nanşe, Ur-Nanşe’nin torunu Eannatum, MÖ. 2360’lardaki ilk yazılı reformları ile tanınan Urukagina önemli krallar olarak hüküm sürmüşlerdir.

Akkadlar (MÖ. 2350-2150)
Akkadlar, Sami kökenli bir topluluktur.
Bütün Mezopotamya’ya hâkim olmuşlar ve ülkeyi merkezî sistem ile yönetmişlerdir.
MÖ. 2150’lerde Zagros Dağları’ndan inen Gutiler Akkadları yıkmıştır.

Yeni Sümer Dönemi (III. Ur Sülalesi: MÖ. 2112-2000)
III. Ur Sülalesi bu dönemde Akkad gibi bir merkezî krallık kurmak ve tüm bölgeyi denetlemek istemiştir. Yaklaşık 100 yıl kadar süren (MÖ. 2100-2000) bu dönmede Ur kenti Mezopotamya’nın en büyük siyasi gücü olmuştur.

Assurlular ve Babilliler
III. Ur Sülalesi’nin çöküşünden sonra kuzeyde büyük bir siyasi güç olarak Assur, güneyde ise din ve kültür merkezi olarak Babil öne çıkmıştır.
Güney Mezopotamya’da ilk olarak İssin Sülalesi (MÖ. 1969-1732), daha sonra da Larsa Sülalesi (MÖ. 1961-1700) egemen olmuştur. MÖ. 18. yüzyılda ise Babil Sülalesi (MÖ. 1830-1595) egemenlik kurmuştur. Babil Sülalesi’nin en önemli kralı Hammurabi’dir. Hammurabi, ülkesinin sınırlarını batıda Akdeniz’e, doğuda İran’a, kuzeyde de Toroslara kadar genişletmiştir.
Hitit Kralı I. Murşili MÖ. 1595 yılında Babil’i alarak Eski Babil Devleti’ne son vermiştir.
Kuzey Mezopotamya’da MÖ.13. yüzyılda Assur egemenliğini kesin olarak başlatmıştır. MÖ. 7. yüzyılın sonlarına kadar süren Assur yönetimine Yeni Assur Krallığı denmiştir.
Assur birçok krallığı egemenliği altına aldığı gibi Mısır’a yapılan büyük seferlerle Mısır’ı da yağmalamıştır.

Yeni Babil Devleti (MÖ. 612-539)
Yeni Assur Krallığı’nın ortadan kalkmasıyla liderlik bir kez daha Babillilerin eline geçmiştir. Nabukadnezzar, Babil’i görkemli bir kent hâline getirmiştir. Yeni yıl şenliklerinde kullanılan tören yoluna açılan ünlü İştar Kapısı, Babil Kulesi ve dünyanın yedi harikasından biri olan Asma Bahçeleri bu dönemde son şeklini almıştır.
Persler MÖ. 539 yılında Babil’i ele geçirmiştir.
Romalılar Mezopotamya’nın kuzeybatı bölümünü kısa bir süre (MS. 115-117) egemenlikleri altına almışlardır. MS. 226-640 tarihleri arasında Sasaniler, son olarak da MS. 640’larda Araplar Mezopotamya’ya hâkim olmuşlardır.

ESKİ MEZOPOTAMYA UYGARLIĞI
Devlet Yönetimi
Sümer’de yönetimle ilgili En (Bey), Ensi (Vali) ve Lugal (Kral) gibi unvanlar karşımıza çıkmaktadır.
Akkad egemenliğinde merkezî krallık yönetimi görülür. Naram-Sin, kendisini Mezopotamya’da sadece tanrılara özgü olan çift boynuzlu bir başlıkla betimletmiştir. Naram-Sin ile Tanrı-Kral düşüncesi ortaya çıkmıştır.
Yeni Sümer Dönemi’nde de Tanrı-Kral anlayışı korunmuştur.
Assur’da ise kral, Tanrı Assur’un yeryüzündeki vekilidir.
Mezopotamya’da toplum, soylular, sıradan vatandaşlar, yanaşmalar ve kölelerden oluşmaktaydı.

Hukuk
Sümerler ekonomik hayatın işlemlerini kil tabletler üzerine çivi yazısı ile yazdıkları gibi, sosyal hayatın olaylarını da belgelemişlerdir.
Adaletin yeryüzündeki temsilcisi hâkimlerdi. Kralın vekilleri olarak Sukkaller davalara bakarlardı.
Sümerlerde Urukagina ilk yazılı reformları ile tanınan bir kraldır.

Din
Mezopotamya’da çok tanrılı bir din anlayışı hâkimdi.
An (Akkadca: Anu) Gök tanrısı, Enki (Akkadca: Ea) Su ve yeraltı tanrısı; Utu (Akkadca: fiamaş) Güneş Tanrısı; İnanna (Akkadca: İştar) Aşk ve bereket tanrıçası; Nanna (Akkadca: Sin) Ay tanrısı ve Sami kökenli fırtına tanrısı Adad. Babil’in tanrısı Marduk yıldızları, burçları ve yılı saptayan tanrıdır; Dumuzi (Akkadca: Tammuz) Doğa tanrısıdır.
Sümerlerde her şehrin bir tanrısı vardı: Uruk’ta İnanna, Ur’da Nanna, Lagaş’ta Ningirsu, Nippur’da Enlil, Babil’de Marduk ve Assur’da Assur gibi.
Zigguratlar, Sümerlerin mimariye kazandırdığı bir yapı tipidir. Zigguratlar tanrıların evi olması yanında yazıcı okulu, kütüphane ve arşiv işlevlerini de görmekteydi.

Sanat ve Kültür
Yazının Gelişimi
Uruk Dönemi’nin sonlarına doğru MÖ. 3200 yıllarında Uruk IV tabakasında en erken yazılı belgeler ortaya çıkar. Bunlar resim şeklindeki (piktografik) işaretlerden oluşmaktadır. Yazı yaygınlaştıkça giderek küçülmüş ve resim özelliğini kaybetmiş ve zamanla çivi yazısı ortaya çıkmıştır.
Çivi işaretlerinin her biri bir sözcüğe değil, bir heceye karşılık gelir.
Filolog G. Friedrich Grotefend (1775-1853), Henry C. Rawlinson (1810-1895) ve Niels Westergaart’ın çalışmaları sayesinde Mezopotamya çivi yazısı okunmuştur.

Edebiyat
Sümerler yazıya kavuştuktan sonra, hatıralarındaki bütün hikâyeleri, masalları, gelenekleri, yazıya geçirmeye başlamışlardı.
Sümer edebî belgeleri üç grupta incelenmektedir:
I. Liturjik Eserler: Mitoslar (Adapa Mitosu, Etana Mitosu), kaside ve ağıtlar.
II. Epik (Destani) Eserler: l) Yaradılış Destanı 2) Gılgamış Destanı 3) Lugalbanda Destanı 4) Enmerkar ve Aratta Beyi Destanı, 5) Ninurta Destanı 6) Kazma Destanı
III. Didaktik Eserler: Nesir halinde yazılmış ilmi eserler. Almanak, sözlük vs.

Bilim ve Sanat
En erken metinlerde kullanılan sayı sistemleri altmış tabanlı sistemi içerirdi.
Babil matematikçileri, pi sayısını 3 olarak hesaplamalarına karşın bunun tam değerini 3 1/8 (=3.125) olarak gerçek değere (3.142) çok yakın hesaplamışlardır.
Ay takvimi kullanmışlardır. Yılı 12 aya bölmüşlerdi. Üç yılda bir ay yılını 13 ay yapıyorlardı.1 hafta yedi gündü.
Sümerler ve Babilliler, günü gündüz ve gece olmak üzere ikiye ayırıyor ve 12 çift saate bölüyorlardı. Gün güneşin batmasıyla başlıyordu. Ancak MÖ. 300’den sonra müneccim Kidannu’nun önerisiyle günün gece yarısı başlaması kabul edildi.
Bugünkü takvimimizde kullandığımız bazı ay adları Eski Mezopotamya ay adlarından kalmadır. Şubat ve Eylül Akkad dilinde Şubatu ve Elulu; Nisan ve Temmuz Sümer dilinde Nisanu ve Dumuzi/Tammuzdur. Haziran Aramice’den gelmedir. Mart, Mayıs ve Ağustos aylarının isimleri de Latincedir.
Gök cisimlerinin doğduğu zamanki konumuna göre insanın geleceğini tahmin eden yıldız falı da ilk kez Babil’de bulunmuştur.
Eski Mezopotamyalılara göre hastalıklara kötü ruhlar ve kötü cinler neden olmaktaydı.
Asu/a-zu adı verilen hekimler, çeşitli hastalıklar için tedaviler önerirlerdi. Aşipu denilen kişiler ise büyü ile hastalıkları iyileştirmeye çalışırdı. Hekimlik sadece rahiplere mahsus kutsal bir meslekti.
Mezopotamya’da tekerlekli araçlar MÖ. 3500’lerden itibaren kullanılmaktaydı.
Heykeltıraşlık Mezopotamyalılar için önemliydi.

ESKİ MISIR TARİHİ
Mısır’ın Coğrafi Yapısı
Mısır, kuzeydeki Aşağı Mısır (Nil Deltası) ve güneyde vadi boyunca uzanan Yukarı Mısır olmak üzere iki ayrı bölümden oluşur.
“Mısır Nil’in bir armağanıdır.” Herodot

Genel Hatları ile Mısır Tarihi
Aşağı Mısır’da Merimde (MÖ. 5. binyıl) ve El-Meadi (MÖ. 4. binyıl), Yukarı
Mısır’da ise Badari Kültürü (MÖ. 4400-3800) ve Nagada (I, II, III) Kültürü (MÖ.
4000-3000) önemli kültürlerdir.
Köylerin birleşmesiyle kabile niteliğindeki yönetim birimleri olan nomeler oluşmuştur. Her nomenin bir yerel tanrı ya da tanrıçası vardı. MÖ. 3400’den sonraki yıllarda nomeler aralarında birleşerek Aşağı Mısır Krallığı ve Yukarı Mısır Krallığı olmak üzere iki krallık oluşturdular.
Efsanevi Kral Menes (=Aha) M.Ö. 3000 yıllarında Aşağı ve Yukarı Mısır’ı birleştirmiştir.

Erken Dönem (1-2. Sülaleler: MÖ. 3000-2650)
Bu dönemde Mısır merkezî devlet yönetimi oluşturulmuş ve yüzyıllarca kullanılacak olan krallık modeli geliştirilmiştir. Hiyeroglif bu dönemde geliştirilmiştir.

Eski Krallık Dönemi (3-8. Sülaleler: MÖ. 2650-2134 )
3. Sülale’nin ikinci kralı Coser (MÖ. 2630-2611)’in veziri İmhotep tarafından Sakkara’da Coser için yapılan basamaklı piramit firavun mezarlarının ilk görkemli örneğidir.
4. Sülale büyük piramitlerin dönemidir. 4. Sülale firavunları Keops (MÖ. 2551-2528), Kefren (MÖ. 2520-2494) ve Mikerinos (MÖ. 2490-2472)’un Gize’de yaptırdıkları piramitler, Mısır’ın en görkemli anıtları olarak karşımıza çıkarlar
4. ve 5. Sülale tarihinin en önemli gelişmelerinden birini, Güneş Dini’nin ortaya çıkması oluşturur. Mısır firavunları, “Ra’nın Oğlu (Güneş Tanrısı’nın Oğlu=Horus)”, unvanını kullanmaya başlamışlardır.

Orta Krallık Dönemi (11-14. Sülaleler: MÖ. 2040-1640)
11. Sülale’nin son iki kralı ve 12. Sülale zamanında ülkede yeniden birlik oluşturulmuş ve Teb kenti Mısır’ın merkezi hâline gelmiştir. MÖ. 1985 civarında I. Amenemhet (MÖ. 1991-1962)’in tahta el koyması ile 12. Sülale başlar.
Firavun III. Senusret (MÖ. 1878-1841) Dönemi’nde Mısır o zamana kadarki en geniş sınırlarına ulaşmıştır.
MÖ. 1700’lerden sonra Suriye üzerinden Mısır’a giren ve Mısırlılar tarafından yabancı diyarların şefleri anlamına gelen Hiksoslar olarak adlandırılan bazı göçebe kavimler Doğu Delta Bölgesi’ni işgal ettiler. Hurri kökenli Hiksoslar 15. Sülale’yi kurmuşlardır. Doğu Deltası’nda Avaris’te kendi başkentlerini kurmuşlardır.
MÖ. 1550’lerde I. Ahmose (MÖ. 1550-1525), Hiksoslara karşı, onlardan öğrendikleri atlı savaş arabalarını kullanarak savaştı ve sonunda onları yenerek Filistin’e sürdü. Nubya üzerinde de Mısır egemenliğini tekrar kurdu.

Yeni Krallık Dönemi (18-20. Sülaleler: MÖ. 1550-1070)
18. Sülale’den I. Ahmose’nin Hiksosları yenip Mısır’da siyasal birliği tekrar kurmasıyla başlar. Yeni Krallık Dönemi firavunları savaşçıydılar, pek çok ülkeyi fethederek büyük bir imparatorluk kurdular.
IV. Amenofis (MÖ. 1352-1335), MÖ. 1350’lerde Mısır’ın geleneksel tanrıları yerine Güneş (Aton) monoteizmini (tektanrıcılık) yerleştirerek dinde reform yapmak istemiştir. Başkent Orta Mısır’da yeni kurulan Akhetaton (bugünkü Tell el-Amarna) kentine taşındı. Burada bir Aton Tapınağı yapıldı.
Tutankamon döneminde Akhetaton şehri tamamen terkedildi ve başkent Teb şehrine taşındı. Tutankamon, eski Mısır dini olan Amon dinini ve politeizmi (çok tanrıcılığı) geri getirmiştir.
I. Ramses (MÖ. 1307-1306) 19. Sülale’nin kurucusudur.
II. Ramses (MÖ. 1290-1224), Mısır ülkesinin kuzey sınırı kabul edilen Suriye egemenliği için Hititlerle mücadele etmiştir. MÖ. 1285 yılında Suriye’de Kadeş şehrinde Hitit Kralı Muvatalli ile savaşmıştır. Tarihe Kadeş Savaşı olarak geçen bu savaş sonucunda II. Ramses büyük bir zafer kazandığını iddia etmesine rağmen, Hitit kaynaklarına göre yenilgiden şans eseri kurtulmuş ve savaşta başarı sağlayamamıştır. MÖ. 1270 yılında II. Ramses ve Hitit Kralı III. Hattuşili arasında yapılan Kadeş Barış Antlaşması, tarihte iki devlet arasında yapılan ilk yazılı antlaşmadır.
II. Ramses’ten sonra ülke giderek zayıflamıştır.

Geç Dönem (25-31. Sülaleler: MÖ. 712-332)
MÖ. 8. yüzyılın ortalarında Güney Mısır, Nubya kökenli Kuşiler Hanedanı tarafından kontrol edilmeye başlandı. Bu hanedanın kralları kendilerini firavunların halefi olarak görmüşlerdir. MÖ. 727 yılında kralları Piankhi, kuzeye doğru ilerledi, Delta Bölgesi’ni eline geçirerek, 25. Mısır Sülalesini kurarak egemenliğini ilan etti.
Mısır, MÖ. 671’de Assur Kralı Esarhaddon tarafından ele geçirildi. Kuşiler güneye çekilmek zorunda kaldılar. Kendilerine Psammetikos adlı bir yönetici seçtiler. Psammetikos diplomasi ve güç kullanarak tüm Mısır’da hâkimiyetini kabul ettirerek 26. Sülale’yi kurdu. Psammetikos (MÖ. 664-610) Mısır’ın birliğini tekrar sağlamıştır.
Firavun Amasis (MÖ. 570-526) zamanında ise Mısır son parlak dönemini yaşamıştır. Amasis’in ölümünden hemen sonra Persler, Mısır’ı bir Pers eyaleti (satraplık) olarak kendilerine bağlamıştır. Persler 27 ve 31. Sülaleleri kurmuşlardır. MÖ. 332 yılında Büyük İskender’in Mısır’ı ele geçirmesiyle Pers egemenliği son bulmuştur.
Mısır, İskender’in ölümünden sonra komutanlarından I. Ptolemaios tarafından kurulan Ptolemaioslar Devleti’ne bağlanmış, MÖ. 30 yılında Ptolemaioslar Devleti’nin Roma tarafından ortadan kaldırılmasından sonra bir Roma eyaleti hâline (Aegyptus) gelmiştir. Bizans Dönemi’nden sonra, MS. 640’larda Arapların eline geçmiştir.

Devlet Yönetimi
Firavun sözcüğü büyük ev anlamındadır. Firavun Tanrının yeryüzündeki temsilcisidir. Horus’u temsil eder, Güneş Tanrısı Ra’nın oğludur. Yeni Krallık Dönemi’de yaşayan firavunlar ise tanrısallaştırılmıştır.
Firavundan sonra en önemli kişi, firavunun yardımcısı olan vezirdi. Vezir, aynı zamanda baş yargıçlık görevini yürütüyordu, ekonomiden, hazineden ve bütün inşaat faaliyetlerinin denetiminden sorumluydu.
Memurlar okuma yazma bilenler arasından seçiliyordu. Tarla sınırı ölçme, vergi toplama, hukuk ve ordu ile ilgili işlere bakarlardı. Memurlar ve rahiplerin altında çok geniş bir çiftçi tabakası vardı. Mülk ve toprak daha Eski Krallık Dönemi’nden itibaren devlet malı sayılıyordu.

Bilim
Aritmetik bilgileri basit düzeyde idi. Ancak geometri konusunda ileri düzeyde bilgiliydiler.
Mısırlıların MÖ. 3000’lerde geliştirdikleri Mısır takvimi, Dünya Kültür Tarihi açısından çok önemlidir. Nil Nehri’nin periyodik taşkınlarına dayanan bir takvimdir. Bu takvime göre bir yılda dörder aylık 3 mevsim (Taşkın, Ekin, Hasat) vardı. Buna dayanarak bir yılı 30 günlük 12 aya bölmüşler, buna 5 gün ekleyerek 365 günlük bir Güneş Yılı geliştirmişlerdir.

Yazı
Yazı Mısır’da da Sümerlerde olduğu gibi eşyanın şeklini çizmekle başlamıştır. Ancak Sümer yazısından farklı olarak Mısır hiyeroglifi temelde resim biçimindedir.
Mısır hiyeroglifleri 1822 yılında Eski Mısır Uzmanı ve Dilbilimci Jean-François
Champollion tarafından çözülmüştür.
İş yükü arttıkça hiyeroglif işaretleri kısaltılarak kullanılmaya başlandı. Bu kısaltmalar çoğalınca hiyerogliften tümüyle farklı bir yazı olan hiyeratik yazı ortaya çıktı. MÖ. 700’den sonra hiyeratik yazının basitleştirilmiş hâli olan demotik denilen halk yazısı ortaya çıkmıştır. MS. 3. yüzyıldan itibaren demotik yazının yerine kopt yazısı denilen bir yazı türü kullanılmıştır.
Mısırlılar yazı yazmak için papirüsleri kullanıyorlardı. Papirüs, Nil Nehri’nde yetişen saz türü bir bitkidir.

Mimari
Mısır kralları MÖ. 3000’lerde kerpiçten yapılmış mastaba adı verilen mezarlara gömülmüşlerdir.
Firavun Coser’in ünlü basamaklı piramidi kral mezarlarının ilk anıtsal örneğidir.
Antik dünyanın 7 harikasından biri olan Keops Piramidi’nin kenar uzunluğu 230 m, yüksekliği 146 m’dir.
Orta ve Yeni Krallık zamanlarında kaya mezarlarına ağırlık verilmiştir.
Tapınakların en güzel örnekleri Güneş Tanrısı Ra için yapılanlardır.
Yeni Krallık zamanında tapınaklar, büyük tanrılara adananlar ve ölü kültü ile ilgili mezar tapınakları olmak üzere iki tiptir.

Din ve Ölü Gömme Gelenekleri
Sülalelerden önceki dönemde hayvan biçimli tanrılar vardı. Bunlar totem din inanışından kaynaklanmaktaydı. Totemler zamanla nomelerin tanrıları düzeyine yükselmişlerdir. Daha sonra tanrılar insan biçiminde düşünülünce hayvan totemlerinin bazı uzuvları insan vücuduna eklenmiştir. Böylece hayvan başlı insan vücutlu tanrı betimlemeleri ortaya çıkmıştır.
Belli başlı Mısır tanrıları şöyleydi: Gök Tanrıçası Nut; Yer Tanrısı Geb; Hava
Tanrısı Şu; Gökyüzü Tanrısı Şahin Başlı Horus, Güneş tanrıları Şahin ya da Şahin Başlı Ra, Amon ve Aton; Ay Tanrısı Hons; Timsah ya da Timsah Başlı Suların Tanrısı Sobek; Apis Boğası; Balıkçıl Kuşu Başlı Yazma ve Sayma Tanrısı Thoth; Yaban Eşeği Başlı, Düzensizliğin, Çöllerin, Fırtınaların ve savaşın tanrısı Set; Mumyalama ile ilgili Nekropolis Tanrısı Çakal Başlı Anubis; Ölüm ve Öbür Dünya Tanrısı Osiris; Osiris’in Karısı Koruyucu Tanrıça İsis; Aslan ya da Kedi Başlı Savaş Tanrıçası Bastet; Mumya Biçimli İnsan Şeklinde Bereket Tanrısı Min; Aile Tanrısı ve Genç Kızların Koruyucusu Bes; Su Aygırı ve Hamile Kadın Vücudu Karışımı Olan Hamile Kadınların Koruyucusu Taveret, Doğruluk ve Adalet Tanrıçası Ma’at.
Ölen kişinin ölümden sonraki yaşamına karar verilen bir duruşma, tanrılar katında yapılırdı. Duruşmaya Osiris başkanlık ederdi. Anubis kalbi teraziye koyma seremonisine de eşlik ederdi. Bütün olup biteni tanrıların kâtibi tanrı Thoth yazarak not alırdı.
Mısırlılarda öldükten sonra ruhun bedene tekrar girip öbür dünyada yaşamaya devam edebilmesi için, bedenin korunması gerektiği inancı mumyalama tekniğinin gelişmesini sağladı.
İç organlar natron ile kurutulduktan sonra kanopik adı verilen 4 adet vazo içine konulurdu. Bu vazolar Osiris ve İsis’in oğlu olan Horus’un 4 oğlunun başını temsil eden figürler şeklindeydi. Çakal başlı Duamutef mideyi, şahin başlı Kebehsenuf bağırsakları, maymun başlı Hapy akciğeri, insan başlı olan İmset karaciğeri korurdu.
Kalp vücut içinde bırakılıyordu.

Boşalan yerler hurma şarabı ile yıkanıyordu. Bir çeşit tuz olan natron vücut içine ve dışına konularak 40 gün bekletiliyor ve vücudun nemi alınıyordu. Vücut bu işlemlerle kurutulduktan sonra, yağlanır, erimiş reçine sürülür ve keten bezlerle sarılırdı. Hazırlanan mumya ahşap bir tabuta, ancak ölen kralsa biri altından diğer ikisi ahşaptan 3 tabut içine konurdu ve bu tabutların hepsi son kez taş bir lahitin içine yerleştirilirdi. Kanopik vazolar da yanına koyulurdu. Mumyalama işlemi toplam 70 gün sürerdi. Mumyalama sadece insanlara değil kutsal sayılan kedi, boğa, timsah gibi hayvanlara da yapılırdı.

Eski Anadolu Tarihi

Paleolitik Çağ (Eski Taş Çağı, Yontma Taş Devri) (GÖ. 1.000.000-12.000/11.000)
Paleolitik Çağ /Yontma Taş Devri, Besin Toplayıcılığı Dönemi olarak da tanımlanmaktadır.
Paleolitik Çağ’ın Anadolu’daki en eski buluntu yerleri Niğde’de Kaletepe Deresi,
Konya’da Dursunlu,
İstanbul’da Küçük Çekmece Gölü’nün 1.5 km kadar kuzeyinde yer alan Yarımburgaz Mağarası ile
Antalya’nın 27 km kuzeybatısında, fiam Dağı’nın Akdeniz’e bakan yamaçlarında bulunan Karain Mağarası’dır.
Konya’da Dursunlu buluntu yerinde ele geçirilen aletler günümüzden 900.000 yıl öncesine tarihlenir.
Üst Paleolitik Dönem’e ait buluntular, Yarımburgaz ve Karain mağaralarının yanında Antakya yakınlarındaki Üçağızlı Mağara, Antalya yakınlarında Beldibi, Belbaşı, Öküzini mağaraları ve Isparta’da Kapalıin mağarasında gerçekleştirilen kazılarda ele geçirilmiştir.
Bu evrenin üzerinde durulması gereken bir diğer önemli özelliği, sanatsal etkinliklerdir.

Mezolitik Çağ (Epipaleolitik Çağ, Orta Taş Devri) (GÖ. 12.000-11.000)
Anadolu’da bu çağa ait yerleşme yerleri Toroslar’ın güneyi ile
Marmara Bölgesi ve Orta Karadeniz’de saptanmıştır.
Mezolitik Çağ’ın en özgün buluntuları, mikrolit olarak tanımlanan küçük taş aletlerdir.
Beldibi ve Belbaşı mağaralarında mikrolit aletlerin güzel örnekleri ele geçirilmiştir. Öküzini mağarasında ise dibek ve öğütme taşlarının kullanımı ile ilgili olarak tahıl öğütme sürecine girildiği saptanmıştır.

Neolitik Çağ (Cilalı Taş Çağı, Yeni Taş Çağı) (MÖ. 10.000- 5.500)
İnsanlar bu çağda yerleşik düzene geçmişler.
Güneydoğu Anadolu’da Hallan Çemi (Batman), Çayönü (Diyarbakır), Nevali Çori (Urfa) ve Göbekli Tepe (Urfa) yerleşmeleri Çanak Çömleksiz (Aseramik) Neolitik Çağ yerleşmelerinin en önemlilerini oluşturmaktadır.
Batman ili Kozluk ilçesi yakınlarında yer alan Hallan Çemi Höyüğü Anadolu’nun bugüne kadar saptanmış en eski köyüdür.
Aksaray’ın güneydoğusunda yer alan Âşıklı Höyük, burada konutlar bitişik düzendedir.
Erken Neolitik Çağ’a ait yerleşmelerin çoğu Anadolu’nun güney kesiminde,
Toroslar’ın güney ve kuzey eteklerinde kurulmuştur.
Çatalhöyük
Konya’nın 52 km güneydoğusunda, Çumra ilçesi yakınlarındaki höyük, 450 x 275 m boyutlarında, 17 m yüksekliğindedir. Burası, binden fazla konuta sahip, 5-10 bin kişinin yaşadığı hesap edilen Yakın Doğu’nun bilinen en büyük kasabalarından biridir. Çatalhöyük halkı, köy aşamasını geçmiş, bir kent uygarlığı yaratmıştır. Kapısız olan konutlara damlardaki bir açıklıktan ahşap merdivenler ile giriliyordu.
Değişen yaşam şekli, etkisini sanatta da göstermiştir. Önemini yitiren av sahnelerinin yerini, toprağın bereketini kadının doğurganlığı ile özdeşleştirilen
Toprak Ana/ Ana Tanrıça almıştır.

Kalkolitik Çağ (Bakır Taş Çağı) MÖ. 5500-3200/3000
Kalkolitik Çağ’ın en belirgin özelliği, taş aletlerin giderek azalması ve madenciliğin gelişmesidir. İlk kullanılan maden bakır olmuştur.

ANADOLU’NUN TUNÇ ÇAĞLARI
İlk Tunç Çağı (MÖ. 3200/3000-2000)
Geç Kalkolitik Çağ’ın sonlarından Anadolu’da yazının kullanımına kadar olan çok uzun bir süreyi kapsamaktadır.
Toplumların daha iyi örgütlenebildiği bu çağda yöneticiler güçlü bir sınıf olarak ortaya çıkmıştır.
Çanakkale yakınlarındaki Troya I-V, Aslantepe (Malatya), Karataş Semayük (Antalya-Elmalı), Norşuntepe (Elazığ-Altınova) bu tip yerleşmelerin en etkileyici örnekleridir.
Alacahöyük’ün en önemli özelliği Kral Mezarları olarak adlandırılan 13 adet gömüdür.
Bu mezar hediyelerinin en ilginçlerini geyik ve boğa figürlü, son derece karmaşık ve gelişmiş dökme ve dövme teknikleriyle yapılmış tunç diskler oluşturmaktadır.
Bu döneme özgü bir diğer önemli teknolojik gelişme, çömlekçi çarkının kullanılmaya başlamış olmasıdır. Bir başka teknolojik buluş ise kağnı biçimindeki dört tekerlekli arabadır.
Akkad İmparatorluğu krallarından I. Sargon ve Naram-Sin’e ait yazılı belgelerde adının geçmesiyle birlikte Anadolu Ön Tarih / Protohistorik Çağı’na girmiştir (MÖ. 3 binyılın ikinci yarısı). Bu yazılı belgelerde Anadolu toprakları için Hatti Ülkesi adı kullanılmıştır. Bu isim Anadolu’nun bugün için bilinen en eski ismidir. Hattiler, Hitit Devleti’nde nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturmuşlardır. Dilleri, bilinen dil ailelerinden hiçbirine dâhil değildir.
Mezopotamya ile Anadolu arasında yoğun bir ticaret ağı kurmuştur. Hattiler bu sayede Assurlu tüccarlardan yazıyı öğrendiler.

Orta Tunç Çağı (M.Ö. 2000/1900 -1500/1450)
Çivi yazılı kil tabletler Kayseri’de Kültepe (Neşa), Çorum’da Boğazköy (Hattuşa) ile Ortaköy (fiapinuva), Yozgat yakınlarında Alişar (Ankuva), Tokat’ta Maşathöyük (Tapigga) yerleşmelerinde ele geçmiştir. Bu tabletlerin yazılmış olduğu dil, Akkadçanın Eski Assur lehçesidir.
Tabletlerden öğrenildiğine göre, Assurlu tüccarlar Anadolu’nun farklı yerlerinde ticaret kolonileri kurmuşlar. Bu ticari düzende iki tip ticaret merkezi ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilki ve önemli olanı siyasi erke sahip olan beyliklerin yakınlarında kurulmuş olan Assurca Karum denen büyük pazar yerleridir. Tüccarların geçici olarak konakladıkları yerler olan diğer ticari merkezlere ise vabartum denir.
En çok belgeye ulaştığımız karum, Kayseri yakınlarında, Kültepe’deki Kaniş’tir.
Sonradan Hititlerin başkenti olan Boğazköy’deki Hattuş, o dönemdeki ismi bilinmeyen Yozgat’taki Alişar, Aksaray yakınlarındaki Acemhöyük, Konya’da Karahöyük’te de karumlar kurulmuştur.

Eski Hitit Devleti
Hitit Devleti içerisinde çok çeşitli halklar mevcuttur. Bunlar arasında Hattiler, Luviler, Palalar ve Hurriler en önemlileridir.
Luviler: MÖ. 2300 yıllarına doğru Balkanlar üzerinden Anadolu’ya girdikleri kabul edilir.
Palalar: Karadeniz Bölgesi’nde Kastamonu ve Safranbolu çevresinde yaşayan ve Hint Avrupa kökenli Pala dili konuşan topluluktur.
Hurriler: Kura-Aras Bölgesi halkları. Hint Avrupa ve Sami gruplarından farklı, kendine özgü bir dil olan Hurca konuşmaktadırlar. Bu dil, kuzeydoğu Kafkas dilleri ile akrabadır.
Hint Avrupa kökenli dil konuşan ve kendilerini Neşalı lar, kullandıkları dili de Neşa dili olarak tanımlayan Hititlerin kökeni tartışmalıdır.
Anadolu’da ilk siyasal birlik kurma çalışmasının başında, kökeni Orta Anadolu’da Kuşşara kentine dayanan Pithana oğlu Anitta (MÖ. 1750) yer almaktadır. Anitta, Neşa (Kültepe), Zalpa ve Hattuş (Boğazköy)’u ele geçirdikten sonra Büyük Kral unvanını almıştır. Anitta, Neşa kentini kendine başkent yapmış, bölgede giderek güçlenip, Anadolu beyliklerini birer birer denetim altına alarak merkezî Hitit Devleti’nin temellerini atmıştır. Anitta’dan yaklaşık yüz yıl sonra, aynı soydan gelen Kuşşaralı Labarna, Hattuş kentini başkent yapıp, kente Hattuşa, kendine de Hattuşili (Hattuşalı) adını vermiştir (MÖ. 1650-1620). Böylece feodal ve teokratik Hitit Devleti kurulmuştur.
I. Murşili (MÖ. 1620-1590) döneminde Babil fethedilir.

Son Tunç Çağı (MÖ.1500/1450-1200)
Telepinu (MÖ. 1525-1500) döneminden sonra Hitit İmparatorluk Çağı başlar. Böylelikle Anadolu’da Son Tunç Çağı’na girilir.
Hitit Krallığı II. Tudhaliya (MÖ. 1450-1420) ve I. Şuppiluliuma (MÖ. 1380-1340)’nın yönetiminde büyük bir güç olarak yeniden kurulur.
II. Muvatalli döneminde (MÖ. 1306-1282), Hitit-Mısır ilişkileri gerginleşmiş ve Suriye egemenliği için iki güç arasında Kadeş (Tel Nebimend) kenti yakınlarında savaş yapılmıştır (MÖ. 1285). Savaşı kimin kazandığı hakkında kesin bir bilgi yoktur.
Kadeş Antlaşması: Tarihin bilinen ilk büyük antlaşmasıdır. Hitit ile Mısır devletleri arasında MÖ. 1270 yılında imzalanmıştır. Antlaşma metni o zamanın diplomatik yazı dili olan Akad ve Mısır dillerinde hazırlanmıştır. Mısır’dan Hattuşa’ya yollanan ve gümüş bir tablet üzerine kazınmış olan Akadca özgün nüsha bulunabilmiş değildir. Aynı metnin kil tablet üzerine yazılmış olan kopyası Boğazköy arşivlerinde ele geçmiştir.

Hitit Devlet Yönetimi ve Toplum Yapısı
Hitit Devleti feodal ve teokratik bir yapıya sahiptir. Devletin başında Tabarna denilen egemen bir kral, Tavananna (egemen kraliçe) unvanını taşıyan büyük kraliçe yer almaktadır. Kralın yanında Panku(ş) adı verilen bir soylular meclisi bulunmaktaydı.
Hitit kralları, tanrıların yeryüzündeki temsilcileriydi. Kralların öldükten sonra tanrı olduklarına inanılmaktaydı. Başrahiplik, başkumandanlık ve başyargıçlık kralların uhdesindeydi. Sarayda kraldan sonra en önemli şahsiyet kraliçe idi.
Hitit toplumunda soylular, tüccarlar, zanaatkârlar ve köylüler yer almaktadır. Sosyal tabakalaşmanın en alt grubunu köleler oluşturmaktaydı.
Savaş esirlerine NAM.RA (yarı hür) denilir ve bunlar ucuz iş gücü olarak yeni kurulan ekonomik merkezlerde toprağa bağlanarak oturmaya zorunlu kılınırdı.

Din ve Ölü Gömme Gelenekleri
Çok tanrılı inanca sahiptiler. Devletin resmî tanrıları, Boğazköy yakınlarındaki Yazılıkaya Açık Hava Tapınağı’ndaki kaya kabartmalarında betimlenmiştir. Bu tanrıların başında Hurri kökenli Gökyüzü ve Fırtına tanrısı Teşup bulunmaktadır. Karısı Arinna kentinin güneş tanrıçası Hepat ve oğlu Şarumma da tanrılar pantheonunun başında yer almaktadır.
Kremasyon gömülerde ceset yakıldıktan sonra külleri urne olarak tanımlanan pişmiş toprak bir kap içinde toprağa gömülmekteydi. İnhumasyon gömülerde ise çoğunlukla ölü, pithos denilen büyük bir kabın içine ya da taşlardan örülen sandık tipindeki mezarlara yerleştirilerek toprağa gömülüyordu.

Mimari
Kültepe’de ve Acemhöyük’te bulunan 50-60 odalı saray yapıları Eski Hitit evresine tarihlenen iki anıtsal yapıdır.
Hattuşa (Boğazköy)
Büyükkale olarak tanımlanan kayalık alan ve kuzeybatısındaki Aşağı Şehir diye adlandırılan bölgeye yayılmıştır. Büyükkale, çevresi ayrı bir sur ile çevrelenmiş, içinde ülkenin yönetim birimlerinin yer aldığı, hepsi anıtsal yapılardan oluşan resmî karakterli bir yerleşim alanıdır.
Aşağı Şehir’i de güçlü bir sur çevrelemektedir. Bu surun altında birçok potern (yeraltı geçidi) vardır.

Sanat
Hitit yazılı belgelerinde büyük boy heykellerden söz edilmektedir. Boğazköy ve Alacahöyük’teki sfenks heykelleri bunlara ait güzel örneklerdir.
Kilden yapılmış plastik eserler ise Hitit sanatının dikkat çeken küçük el sanatları örnekleridir.

Yazı ve Edebiyat
Hititler, çivi ve resim yazısı (hiyeroglif) olmak üzere iki tür yazı kullanmışlardır.
Boğazköy arşivi, 25.000’i aşkın tabletle bir devlet arşivi niteliğindedir.
Çoğu Hatti ve Hurri kökenli olan mitos ve destanlar içinde Kaybolan Tanrı, İlluyankas Mitosu, Telepinu Efsanesi ve Kumarbi Efsanesi en tanınmış eserlerdir ve çok daha sonraları yaratılan Eski Yunan mitolojisini de etkilemişlerdir.

ANADOLU’NUN DEMİR ÇAĞI UYGARLIKLARI (MÖ. 1200-547/546)
Anadolu’da Demir Çağı’nda ortaya çıkan yeni siyasi oluşumda Geç Hitit
Kent Devletleri, Urartu Krallığı, Frig Krallığı ve Lidya Krallığı en önemli rolleri oynamıştır.

Geç Hitit Kent Devletleri
Malatya çevresinde Milidia; Adıyaman yöresinde Kummuh; Kahramanmaraş ve Gaziantep yöresinde Gurgum ve Kargamış; İslahiye dolaylarında Sam’al; Çukurova bölgesinde Que ve Hilakku; Amik Ovası dolaylarında Pattin; Adana-Kadirli yöresinde Asitavanda; Kayseri, Niğde ve Nevşehir civarında Tabal.
Orta Anadolu’dan Fırat Nehri kıyılarına kadar uzanan geniş bir sahada ortaya çıkan ve etnik bir birlik göstermeyen kent devletleri MÖ. 9. yüzyıldan itibaren Yeni Assur İmparatorluğu’nun etkisi altına girmişlerdir.
Hilani: Ön cephesinde sütunlarla taşınan revağı olan Kuzey Suriye mimarisine özgü, dikdörtgen planlı, girişi uzun duvar üzerinde bulunan çok katlı yapı.
Ortostat: Duvarların alt kısımlarında kullanılan, dikine yerleştirilmiş, bazıları kabartmalarla bezeli taş levha ya da bloklar.
Hilani tipindeki sarayların dış cepheleri ortostat olarak tanımlanan kabartmalı taş bloklarla süslenmiştir.

Urartu Krallığı
MÖ. 13. yüzyılın başlarında Doğu Anadolu Bölgesi’nde, Hurri kökenli halklar, Uruatri ve Nairi bölgeleri adında iki bölgede yaşamaktaydılar.
Güneyden gelen Assur tehlikesi beylikleri aralarında Assur’a karşı güç birliği yapmaya yöneltmiştir.
MÖ. 9. yüzyılın ortalarında başkent Tuşpa olmak üzere Van ovasında merkezî Urartu Krallığı kurulmuştur.
Başlıca Urartu merkezleri arasında Van Kalesi (Tuşpa), Çavuştepe
(Sardurihinili), Ayanis (Rusahinili), Adilcevaz, Toprakkale (Rusahinili), Anzaf, Erzincan-Altıntepe, Karmir-Blur (Teişebani), Armavir (Argiştihinili) sayılabilir.
MÖ. 743 yılında Adıyaman Gölbaşı yakınlarında Assur orduları karşısında Urartu ordularının uğradığı yenilgi ile birlikte Urartu Krallığı’nın yükselişi sona ermiştir. MÖ. 7. yüzyılın sonlarına doğru tarihten silindikleri kabul edilir.
Urartu Krallığı’nda tam anlamı ile monarşik bir düzen mevcuttur.
Halk soylular, savaşçılar, köylüler ve köleler olmak üzere farklı sınıflara ayrılmıştır.
Urartular çok iyi organize olmuş bir orduya sahipti.
Urartular da çivi yazısı kullanmışlardır.
Urartu dini, çok tanrılıydı. Devletin resmî tanrılarının başında Haldi, Teişeba ve
Şivini üçlüsü yer almaktadır.
Urartu’da kremasyon ve inhumasyon olmak üzere temelde iki ölü gömme geleneği vardı.
Urartu yöneticileri kale tipi yerleşmelerde oturmuşlardır. Bu kalelerde daima yönetici sarayı, bir ya da birkaç tapınak, depo binaları ve atölyeler bulunmaktadır.
Su kanalları, barajlar ve göletler bayındırlık alanında Urartulardan günümüze kadar ulaşmış en önemli tesislerdir.
Zengin demir, gümüş ve bakır yataklarına sahip olan Urartular, maden işleme sanatında ileri bir toplumdu. Doğu Anadolu’nun ilk kuyumcuları da Urartulardı.

Frig Krallığı
Antik batı kaynaklarındaki bilgilere göre Avrupa’da oturdukları sırada Brygler ya da Brigler adını taşıyan Frigler, MÖ. 1200’lerden başlayarak Makedonya ve Trakya’dan Boğazlar yolu ile Anadolu’ya göç eden Trak boylarından biridir.
MÖ. 11. yüzyıla doğru Polatlı yakınlarındaki daha sonra başkentleri olacak olan Gordion (Yassıhöyük)’a ulaşmışlardır.
Bilinen ilk kralı, başkent Gordion’a adını vermiş olan Gordios’tur. Oğlu Midas, Anadolu’nun ilk Demir Çağ kralıdır.
Frig yerleşmeleri, yüksek, kayalık platolar üzerine kurulmuş olan kale tipi yerleşmelerden oluşmaktadır.
MÖ. 7. yüzyılın ilk yarısında Kafkasya üzerinden gelen göçebe Kimmerler Anadolu’yu kasıp kavurmuştur.
En görkemli çağını yaşadığı sırada uğradığı Kimmer baskını ve kral Midas’ın ani ölümü karşısında Frig Krallığı’nın politik gücü sona ermiştir.
Frig dili ve yazısı en azından MÖ. 4. yüzyıla, hatta 3. yüzyıla kadar kullanılmıştır.
20 kadar harften oluşan Frig alfabesi ile yazılmış en erken Frig yazılı belgeleri MÖ. 8. yüzyılın ikinci yarısında görülür.
Ana tanrıça Matar, Frig dininde en önemli ilahedir.
Yazılıkaya-Midas Şehri’nde yer alan Midas Anıtı, Frig fasadlarının en büyüğü ve görkemlisidir (Fasad = yapının ön cephesi).
Friglerde inhumasyon ve kremasyon olmak üzere iki tip ölü gömme geleneği uygulanmıştır.
Friglerin en özgün sanat dalı mobilyacılıktır. Maden endüstrisi de çok gelişmiştir. MÖ. 2. binyıldan beri bilinen fibulalar, tümülüs mezarlar gibi Anadolu’da ilk kez Frigler tarafından kullanılmıştır.
Hayvancılığa bağlı olarak Friglerde gelişmiş bir dokumacılık da vardır.

Lidya Krallığı
Lidya halkının kökeni tam olarak bilinmemektedir.
Gediz ve Küçük Menderes nehirlerinin aktığı vadiler içerisinde konumlanmıştır.
Lidya’da Atyadlar, Heraklid ya da Tylonidler ve Mermnadlar olmak üzere üç kral sülalesi egemen olmuştur. İlk iki sülale ile ilgili yeterli bilgi yoktur.
Mermnad sülalesinin ilk kralı Gyges’ten itibaren ülkeye Lidya, başkente de Sardis denilmeye başlanmıştır. MÖ. 687-547 yılları arasında hüküm süren Mermnad Sülalesi zamanında Lidya, güçlü bir krallık hâline gelmiş ve Anadolu’nun Kızılırmak Nehri’nin batısında kalan kısmına hâkim olmuştur.
MÖ. 547 yılında İran’dan gelen Persler Sardis’i ele geçirerek Lidya Devleti’ne son vermişlerdir.
Lidyalılar süvari olarak ünlüydüler. Herodot onları Asya’da yiğitlikte kimsenin bileğini bükemeyeceği savaşçılar olarak tanımlar.
MÖ. 7. yüzyılın ikinci yarısında parayı icat ettiler.
Lidyalılar çok tanrılı bir dine sahipti. Tanrıları içinde en büyük saygıyı Kuvava adıyla anılan Ana Tanrıça Kybele görmekteydi.
Lidya kralları ve aileleri ölülerini Tümülüs mezarlara gömüyorlardı.
Marmara
Gölü’nün kıyısındaki Bintepe mezarlığında yer alan 100 kadar tümülüsün üç tanesinin krallara ait olduğu sanılmaktadır. Bu tümülüslerden en büyüğü 355 m çapında ve 61 m boyutlarıyla Anadolu’nun en büyük tümülüsü olan Alyattes Tümülüsü’dür.
Lidyalıların dilleri Hint-Avrupa kökenlidir. Likçe ve Luviceye benzer. Tam olarak çözümlenememiştir. Alfabeleri 26 harfidir ve bu harflerden bazıları Frigce ve Yunancadaki harflerle benzerdir.
Lidya’da kuyumculuk, dokumacılık, fil dişi ve kemik oymacılığı ile çömlekçilik gelişmiştir. Lidya’nın ünlü kremleri ve Bakkaris adı verilen parfümleri, Lydion adı verilen küçük vazolar içinde satışa sunuluyordu.
Lidya Devleti’nin ortadan kalkmasından sonra Persler 200 yıl boyunca Anadolu’ya hâkim olmuşlardır.
Anadolu’da Pers hâkimiyeti MÖ. 333 yılına kadar sürdü. Bu yıllarda Anadolu’da yerli kültürlerin yerine Yunan kültürü yayılmış ve özgün Anadolu Uygarlıkları sona ermiştir.

Eski Yunan ve Roma Uygarlıkları

TUNÇ ÇAĞI VE EGE
MÖ. 3000-1100 arasına tarihlendirilen Tunç (Bronz) Çağı, Ege’de birbirleriyle yoğun ilişkilere sahip dört ana bölgede incelenir: Girit Adasında Minos, Ege adalarında Kiklad (Kyklad), Kıta Yunanistan’da Miken/Hellas adını alan uygarlıklar ile Batı Anadolu’da Çanakkale bölgesi ve etkileşim alanı içindeki
Troya (Troia) kültürü, Tunç Çağı’nda Ege kültürlerini oluşturur.

Minos Uygarlığı
Girit adasında kurulmuş olan Minos Uygarlığı, ismini mitolojiden alır. Minos, Europa ve Zeus’un oğludur.
Girit adası, Zeus’un doğum yeri olduğu için ayrıca önemlidir.
Minos mimarisinde yerleşmelerde sur olmaması, uzun soluklu bir barış dönemine, halkın denizcilik ve deniz ticareti ile uğraşan bir toplum olduğuna işaret etmektedir.
En önemli mimari ögeleri saraylardır. Knossos, Phaistos, Mallia, Kato, Zakro ve Hagia Triada en önemli saraylardır. Knossos Sarayı 22.000 metrekarelik bir alanı kaplamıştır.
Minosluların yazı dili Linear A olarak bilinmektedir; ancak tam çözülememiştir.
Akaların Girit’i zapt etmesinden sonra ise Linear B yazısı kullanılmıştır. Minoslular bakır, kalay, altın ve gümüşten lüks tüketim ürünleri ve seramik ticaretiyle uğramıştır.
Uygarlığın çöküşüyle ilgili iki sebep öne sürülmüştür: Birincisi, Thera (Santorini
Adası) yanardağının patlaması; ikincisi MÖ. 1380 civarında Yunanistan’da Miken Uygarlığı’nın giderek yükselmesi ve Minos Uygarlığı’na son vermesidir.

Kiklad (Kyklad) Uygarlığı
Kiklad (Kyklad), Ege Denizinde Delos adasının etrafına halkalar halinde dizilmiş, özgün adalar kültürünün Tunç Çağı’nda aldığı genel isimdir.
Kiklad sanatı daha ziyade çanak çömlek ama özellikle de genelde adak için kullanılan idoller ile kendini bulmuş plastik eserler ile öne çıkar.

Miken (Myken) Uygarlığı ve Kıta Yunanistan
Tunç Çağı, Kıta Yunanistan’da Hellas şeklinde isimlendirilir. Hellas kültürüne Aka/Miken Uygarlığı da denilmektedir.
Miken şehirleri tepe yerleşmeleri (akropolis) olup, Girit adasındaki Minos mimarisinin tersine büyük ölçekli surlar ile korunmaktaydı.
Miken ölü gömme geleneğindeki tolos (tholos) tipindeki kubbeli mezar mimarisi de saray mimarisi kadar önemli, kimi zaman daha görkemlidir.
Miken Uygarlığı’nın efsanevi kral ve kahramanları, ünlü ozan Homeros’un İlyada(İliada) ve Odise (Odysseia) isimli eserlerinde anlatılmıştır. İlyada’nın konusu Tunç Çağı’nın sonlarında Akalar yani Mikenler ile Troyalılar (Troia) arasında geçen ve 9 yıl süren büyük savaştır. Savaşın yaklaşık olarak MÖ. 1200-1150 yılları arasında gerçekleştiği düşünülür.
MÖ. 12. yüzyılda başladığı düşünülen ve dalgalar halinde uzun bir süre devam eden göçler Kıta Yunanistan, Ege ve Batı Anadolu için son derece önemlidir. Miken Uygarlığı’nın çöküşü de bu süreçte çok hızlı ve çeşitli nedenlere bağlı olarak gerçekleşmiştir. Dorlar olarak adlandırılan topluluk, kuzeyden gelerek MÖ. 1200-1100 yıllarında Yunanistan’ı işgal etmiştir.
Miken Krallığı ve hegemonyası, yaklaşık olarak 1100 yıllarında sona ermiştir.

ESKİ YUNAN UYGARLIĞI
Eski Yunan Uygarlığı’nın kültür kronolojisi ana hatlarıyla dört ayrı dönemde incelenir: Geometrik Çağ (MÖ. 1100-700); Arkaik Çağ (MÖ. 700-480); Klasik Çağ (MÖ. 480-330); Hellenistik Çağ (MÖ. 330-30).
Geometrik Dönem’den korunagelen en temel unsur pişmiş toprak çanak çömleklerdir. Vazolar üzerindeki geometrik motifler çağa adını verecek kadar dönemin karakteristik özelliğidir.
MÖ. 8-6. yüzyıllar arasında Yunan kentlerinin kolonizasyon dönemi gerçekleşmiştir.
Yunanlılar erken dönemlerde tanrılarını şekilsiz düşünmüşler, daha sonra anthropomorfizmin başlamasıyla onları insan şeklinde tasvir etmişlerdir.
Temelde 12 tanrı ve tanrıça (Zeus: Tüm tanrıların başı ve Gök tanrısı; Hera: Evlilik ve doğum tanrıçası; Athena: Akıl, bilgelik ve savaş tanrıçası; Apollon: Müzik, şiir ve ışık tanrısı; Artemis: Avcılık, namus ve ay tanrıçası; Ares: Savaş tanrısı; Poseidon: Deniz tanrısı; Hephaistos: Ateş ve zannatkarların tanrısı; Aphrodite: Aşk ve güzellik tanrıöçası; Hestia: Aile ocağının koruyucu tanrısı; Hermes: Haber tanrısı; Demeter: Bereket tanrıçası), pantheona sonradan katılan Dionysos: Şarap ve bağ bozumu tanrısı ve en temel üç figürden biri olmasına karşın Olympos’lular arasında sayılmayan Hades: Yeraltı tanrısı ve bunlarla ilgili mitoslar Yunan sanatında en çok betimlenmiş unsurlardır.

ESKİ YUNAN MİMARLIĞI
Tapınaklar
Eski Yunan toplumunda rahip ve rahibeler dışında insanlar tapınaklara giremezlerdi.
Genellikle tapınaklar doğuya yönelik olarak konumlandırılmışlardır.
Yunan tapınakları üç farklı düzende inşa edilmişlerdir. Bu düzenler Dor, İyon ve Korinth düzenleridir. Megaron plan tipinin Yunan tapınağının kökeni olduğu düşünülür.

Olympia Zeus Kutsal Alanı ve Zeus Tapınağı
Kıta Yunanistan’ın en ünlü, en önemli tapınım alanıdır.
Mitoslara göre bölgeye gelen Anadolu kökenli bir prens olan Pelops, kral Oinamaos’un kızı Hippodameia ile evlenmek ister. Pelops ise kralı yener. Kızıyla evlenir. Kral olur ve bölgeye hatta yarımadaya adını verir, Peloponnessos yarımadası. Olympia’da dört yılda bir olimpiyat oyunları düzenlenirdi. İlk olimpiyatlar MÖ. 776 yılında düzenlenmiştir.

Olympia Zeus Tapınağı
Peloponnessos’un en büyük tapınağıdır. Klasik bir dor tapınağının bütün özelliklerine sahiptir.
Yedi harikadan biri olarak tanımlanan kült heykeli ise yapının inşasından daha sonra, MÖ. 438 civarında, Klasik Çağ’ın en önemli sanatkârlarından Pheidias tarafından yapılmıştır.

Atina ve Akropolis
Perikles zamanında inşa edilen yapılar, özellikle de Athena Parthenon tapınağı, uygarlığın en güçlü sembolleridir. Akropolis’in diğer önemli yapıları Propylaion, Athena Nike tapınağı ve Erekhtheion’dur.

Athena Parthenon Tapınağı
Tapınağın mimarları İktinos ve Kallikrates’dir. Tapınağın mimarisi MÖ. 447-
438 arası düzenlenmiş, heykeltıraşı ise MÖ. 432’ye kadar devam etmiştir.
Tapınak tamamen boyanmıştır.

Propylaion
Akropolisin giriş kompleksidir.

Athena Nike Tapınağı
MÖ. 421 yılında, Nikias Barışı esnasında tamamlanmıştır.

Erekhtheion
Dini açıdan çok amaçlı bir yapıdır.

Önemli Kamusal Yapılar
Agora
Kentin içinde, şehirden geçen başlıca yolların birleştiği yerde, düzenli veya düzensiz plan formlarında, ticari, sosyal ve politik hayatın merkezidir.
Agoralar aynı zamanda kutsal bir alandır.

Bouleuterion
Şehir devleti olan Polis’in meclis binasıdır. Boule, asilzade heyeti idi. Bir anlamda hükümeti temsil etmekte idi.

Prytaneion
Prytaneis meclisinin binasıdır. Bu yönetim heyeti Boule’nin icraat işlerini görür.

Tiyatro
Şarabın ve tiyatronun tanrısı Dionysos için yapılan şenlikler tiyatronun kökeni ve gelişimi açısından önemlidir.
Orkestra: Daire formunda, sıkıştırılmış topraktan meydana gelmiş sahne, alandır. Klasik Dönemde tam daire, Hellenistik Dönem’de at nalı, Roma Dönemi’nde yarım daire formundadır.
Cavea veya Theatron: Yarım daire formunda, izleyicilerin oturma yeridir.
Klasik Dönem’den itibaren taş malzemeden inşa edilmiştir.
Skene-Sahne (Fon) Binası: Sahne binasının tiyatro eşyalarını saklamak, sesi iç tarafa aksettirerek akustiğe katkı sağlamak gibi işlevleri olan yapı.

ESKİ YUNAN HEYKELTRAŞLIĞI
Heykel sanatının başlıca temaları Kuros ve Kore heykelleridir.
Kuros: Çıplak genç erkek heykellerine verilen isimdir.
Kore: Giysili genç kız heykellerine verilen isimdir.
İlk heykellerde kullanılan malzeme kireç taşı olup, MÖ. 6. yüzyılın ortalarından itibaren mermer ön plana çıkmıştır.
MÖ. 500 yıllarına kadar heykellerde hareket yoktur. Vücudun iki yarısı birbirine simetriktir. Klasik Çağ’da bu değişir. Heykelin ağırlığı tek bacakta toplanmaya başlar, ana eksen yayvan hale gelir ve simetriyi bozar.
Pheidias, Yunan sanatında Klasik Dönem’in en büyük ustası kabul edilir.
Zeus Olympos ve Athena Parthenos kült heykellerini yapması ona Agalmatopoios (Tanrı heykelleri yapan) ünvanını kazandırmıştır.
Atina Athena Parthenon tapınağının kült heykeli Athena Parthenos ve Olympia Zeus tapınağının kült heykeli Zeus Olympos zaten dünyanın 7 harikasından ikisidir.
Skopas, MÖ. 4. yüzyılın en önemli iki sanatçısından biridir. Aynı zamanda mimardır. Yapmış olduğu insan yüzlerinde, kırışıklıklar ve çatılmış kaşlar acıyı ve şiddeti mükemmel bir biçimde yansıtır. Sanatçının Dans eden Menad heykeli önemlidir.
Praksiteles, MÖ. 4. yüzyılın diğer önemli sanatçısıdır. Tanrı heykelleri yaptığı için Agalmatopoios ünvanını almıştır. Tüm eserlerinde vücudun ana formu “S” şeklindedir. En ünlü eserleri Knidos Aphroditesi ve Bebek Dionysos Taşıyan Hermes heykelleridir.
Praksiteles ile beraber tanrılar Olympos Dağı’ndan inerek insanların arasına karışmış ve tıpkı insanlar gibi günlük işleriyle uğraşırken betimlenmiştir.

ROMA UYGARLIĞI

Roma Kenti
Roma, Tiberius nehrinin kenarında yedi tepe üzerine kurulmuş bir kenttir. Kuruluş tarihi olarak MÖ. 753 yılı kabul edilir. Troia savaşından sonra denize açılan Troia’lı Aeneas’ın da Roma’nın soy atası olduğu inancı Roma’nın Anadolu ile olan ilişkilerinde her zaman önemli rol oynamıştır.
MÖ. 509 yılında Latinler, Etrüsk idaresine isyan ederek kraliyet ailesini Roma şehrinden kovmuş ve Roma Cumhuriyeti’ni kurmuşlardır.
MÖ. 31 yılında Antonius ve Kleopatra ittifakına karşı Actium savaşını kazanan
Octavianus MÖ. 27 yılında Augustus ünvanını alarak ilk Roma imparatoru olur ve Iulius-Claudius hanedanının (MÖ. 27 - MS. 68) iktidarı başlar.
Roma imparatorluğu sona erer. Roma İmparatorluğu’nun doğudaki geleneksel sınırı Euphrates (Fırat) Irmağı’dır. MS. 330 yılında Constantinopolis (Sarayburnu/İstanbul) kentinin kurulmasıyla, Roma İmparatorluğu’nun başkenti de doğuya taşınmıştır. MS. 5. yüzyılda Roma İmparatorluğu, batı yarısı kavimler göçü baskısı ile yıkılmıştır. Doğu Roma İmparatorluğu 1453 yılına dek varlığını sürdürmüştür.
Roma ile Anadolu arasında ilişki kurulması, Roma’nın Kartaca Devleti ile yaptığı savaşlar dönemine rastlamaktadır. Romalı rahipler, Frigya Bölgesi’nde Pessinus kentinde bulunan ana tanrıça idolünün Roma’ya getirilmesiyle zaferin kazanılacağını açıklamışlardır. Bunun üzerine Roma senatosu beş senatörden oluşan bir heyeti Anadolu’ya göndermiştir. Heyet, Pergamon kralı I. Attalos’tan Pessinus ana tanrıçasının idolü olarak kabul edilen bir göktaşını Roma’ya götürmek üzere yardım istemiş ve taş kendilerine verilmiştir.
İdol, MÖ. 4 Nisan 204 yılında Roma’ya gelmiş ve onun için Palatinus tepesinde bir tapınak yapılmaya başlanmıştır.
Roma’nın efsanevi kurucuları olan Romus ile Romulus’un kökenlerinin, Troia’lı Aeneas’ın annesi olduğuna inanılan ana tanrıçaya dayandığı inancının, en zor anlarında Romalıların Pessinus ana tanrıçasından yardım istemelerinin kökenlerinin Anadolu’da olduğunu tasdik etmelerinden başka bir şey ifade etmediği düşünülür. Roma’nın etkinliğini Akdeniz’e taşımaya başladığı dönemde bu iddia tehlikeli bir durum yaratabilirdi. Önemli araştırmacılara göre Kybele (Ana tanrıça) kültünün kabul edilmesinin en büyük siyasi önemi de buradadır.
Roma, Anadolu’da MÖ. 129 yılında Asia Eyaletini, MÖ. 101 ve 63 yıllarında Kilikia Eyaletini, MÖ. 74 yılında Bithynia Eyaletini, MÖ. 63 yılında Pontus ve Bithynia Eyaletini ve Anadolu’nun güneyinde MÖ. 63 yılında Syria Eyaletini kurmuştur.

Roma Toplumunda Din
Romalıların ilk kültleri Latium bölgesinin yerel tanrılarıydı. Her aile kendi koruyucu tanrısına özel önem vermekle beraber diğer tanrılara da tapıyordu.
Yunan tanrı ve tanrıçaları, isimleri değişerek ama temel özelliklerini koruyarak Roma pantheonunu oluştururlar. Roma imparatorlarının bazıları yaşarken, bazıları ise öldükten sonra tanrılaştırılmıştır.
MS. 2 ve 3. yüzyıllarda Doğu dinleri yavaş yavaş imparatorluk içerilerinde taraftar bulmaya ve mitolojik inanç zayıflamaya başlamıştır.
Uzun yıllar baskılanan Hıristiyanlık MS. 4. yüzyılda I. Constantinus zamanında önce serbest bırakılır, sonra da Roma İmparatorluğu’nun resmî dini olur.

ROMA MİMARLIĞI
Roma mimarisinde opera publicum (kamusal yapılar) daha önceliklidir.
Roma mimarisinde tuğla ve harç yaygın ve yoğun olarak kullanılır. Çok katlı binalar inşa edilir. Bu binalar nişlerle, dekoratif bezemelerle ve heykellerle süslenir.
Arcus Triumphalisler (Zafer Takları) Roma mimarisinin bir diğer anıtsal öğesidir.
Roma yol sistemi, uygarlığın önemli unsurlarından bir tanesi olmuştur.
Aquaduktler (Su kemerleri) de Roma mimarisinin çok önemli bir öğesidir.

ROMA HEYKELTRAŞLIĞI VE PORTRE SANATI
Romalı heykeltıraşlar Yunan heykeltıraşlarının yaptıkları heykelleri kopyalamışlardır.
Diğer bir temel unsur ise Roma portre sanatıdır.
Augustus (Octavianus) ile ilgili bazı sanat eserleri Roma heykeltıraşlığının önemli örnekleri arasındadır (Prima Porta).

Ortaçağ Avrupa-Doğu Roma (Bizans) Tarihi

Ortaçağ Kavramı
Ortaçağ kavramı ilk olarak Rönesans Dönemi tarihçilerince kullanılmıştır.
Roma imparatorlarından I. Theodosius MS. 395 yılında Roma İmparatorlu-
ğu’nu Batı ve Doğu Roma olmak üzere kalıcı olarak oğulları arasında ikiye bölmüştür.
Batı Roma İmparatorluğu, halkın çoğunun Latince konuştuğu bölgelerde kurulmuştu. Merkezi Roma’dır.
Batı Roma İmparatorluğu MS. 476 yılında son imparatoru Romulus
Augustus’un tahtı Visigot Kralı Odoacer’e terk etmesi ile yıkılmıştır.
Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) başkenti Constantinopolis olmak üzere, imparatorluğun Yunanca konuşulan bölgelerinde kurulmuştur.
Doğu Roma İmparatorluğu, İstanbul’un 1453 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmesine kadar varlığını sürdürmüştür.

Kavimler Göçü ve Sonuçları
MS. 4. yüzyılın başlarında Hun Türkleri batıya doğru yürüyüşe geçtiklerinde Hunlar’dan kaçan Gotlar, Roma sınırlarına ilerlerken karşılaştıkları diğer Germen kabilelerini domino taşı etkisiyle batıya doğru ittiler.
Ortaçağ’ın bu karanlık döneminde Avrupa, devlet otoritesinden yoksun kaldı, siyasi yapıyı şekillendiren feodalizm ortaya çıktı.

Frank Devleti
Galya’ya hâkim olan Sal Franklarının başındaki Childeric’in MS. 470’te bölgeninin Romalı şeşerini ortadan kaldırır. Oğlu Clovis’le birlikte ilk Frank hanedanı olan Merovenjlerin yönetimi başlar.
Son Merovenj kralı Dagobert’in ölümü ile (639) krallık üç eyalete (Neustria, Austrasia ve Burgundiya) bölünür.
751’de saray nazırı Pepin taç giyer ve böylece Karolenj Hanedanı başlamış olur.
Bu hanedanın en ünlü yöneticisi Büyük Karl (Charlemagne) olmuştur
(747-814).
Büyük Karl döneminde manastır okulları ve scriptoriumların sayısı arttı.
Karolenj Dönemi’nin en önemli siyasî olayı Büyük Karl’ın Papa III. Leo’nun elinden Batı Roma İmparatoru olarak taç giymesidir (800 yılı, Noel günü).
Bu olayın tarihi önemi Doğu ve Batı İmparatorlukları arasında siyasi çatışmayı başlatmasıdır.
Hanedanın 987’de iktidardan düşüşüyle
Roma İmparatorluğu ideali Batı Avrupa’da bir süre kayboldu.

Feodal Sistem
Feodal toplum, zayıfın güçlü kişilerden koruma talep ettiği ve bunun için onun himayesine girdiği bir düzeni temsil eder. Kısaca, güçlü savaş lordlarının daha güçsüz kişilerce egemen güç kabul edildiği zayıfların kendilerini bu efendilere emanet ederek karşılığında sadakatle hizmet sözü verdikleri bir toplum yapısıdır.
Karolenj Hanedanı’nın tarih sahnesinden çekilmesinden sonra Avrupa, otorite boşluğuna düştü. Yakın coğrafyalarda yaşanan kıtlık nedeniyle göçmen istilası yaşandı. Dış tehditle karşılaşan Avrupa, savunma pozisyonunu aldı.
Böylece Avrupa’nın her yerinde güçlü askerî şeflere bağlılık yemini etmiş savaşçı vassallar (bağlaşıklar) ortaya çıktı. Bunlar Ortaçağ’ın profesyonel savaşçı (şövalye) sınıfını oluşturdu.

Ekonomik Yapı
Ortaçağ toplumundaki en geniş ve en düşük sosyal grubu çiftçi köylüler oluşturuyordu. Üst sınıfların refahı onun emeğine bağlıydı.
Toprağın sahibi olan lord, malikânede yaşayan köylü ve ailesinin de sahibiydi.
Köylünün seyahat özgürlüğü yoktu. Malikâne papazı, onların dış dünyaya açılan penceresiydi.

Ulusal Devletlerin ve Kilisenin Güçlenmesi
Saksonya dükü I. Heinrich (öl. 936), Almanya’nın Frank kökenden olmayan ilk kralı oldu. Bu olay yeniden kurulacak Batı Roma İmparatorluğu’nun ve papalığın kaderini değiştirdi. Heinrich, Almanya’daki Swabia, Bavaria, Saxonia, Gaskonia ve Lotharingia dükalıklarını zorla birleştirerek güçlü bir krallık kurdu.
Oğlu ve halefi I. Otto (936-973) Roma İmparatorluğunu yeniden kurma programının önemli bir parçası olarak Kilise’nin desteğini sağladı.
Papa XII. Jean, I.Otto’ya İmparatorluk tacını giydirdi (962) ve Batı Roma İmparatorluğu yeniden kuruldu.

Kilise-Devlet İlişkileri ve Cluny Reformu
I. Otto, Papalık Devleti’ni resmen tanıdı ve kiliseyi koruması altına aldı.
Fransa’nın Cluny manastırındaki Cluny tarikatı, Papalık düzeyinde kiliseyi üzerindeki politik güçlere meydan okuyabilecek bir pozisyona yükseltti.
Cluny reformcuları, ruhban sınıfını hem krallardan ve hem de eşlerinden özgürleştirmeye ve iffetli kılmaya karar verdiler. Böylece bazı rahip ve rahibeler özel bir hukuka tabi olarak dünyadan ellerini eteklerini çektiler.
Kilise ve Devlet ayrımı ve Katolik ruhbanın evlenmemesi ilkesinin mutlak kökleri Cluny reform hareketindedir.
Papa II. Nicholas 1059’da papayı kardinallerin seçeceğini ilan etti. Kardinaller Kurulu’nun oluşmasından sonra papalık imparatordan tamamen bağımsızlaştı.

İngiltere ve Norman Egemenliği (1066-1214)
1066’da Anglosakson kral Edward veliaht bırakmadan öldü. Annesinin Norman olması nedeniyle Normanları İngiltere tahtına talip oldu. Aristokratlar Normanlara kulak asmadı kendi kralını seçti. Bunun üzerine Normanlar İngiltere’yi fethetti. Fransızca konuşan Guiallume (William) kral oldu. Adanın tamamını ele geçirmek üzere harekât başlattı. Bunun sonucunda aristokratlar vassallara dönüştü. Guillaume’un en önemli reformu, aristokratları karar alma sürecinin dışına itmesidir. 
Ülkesinin kaynakları hakkında bir fikir sahibi olabilmek için detaylı mal ve nüfus sayımı yaptırdı. 1080-1086’deki bu sayımın kayıtlarına Domesday Book (Kıyamet Kitabı) adı verildi.
Norman Hanedanı 1154’de düşünce Fransız Anjou dükü Henry taç giydi. Böylece İngiltere’de idare Angevin Hanedanına geçti. II. Henry (1154-1189) döneminde İngiliz monarşisi ezici bir güç kazandı.

Magna Carta
II. Henry otokratik bir hükümdardı. Clarendon Nizamnamesi ile ruhban sınıfını sivil mahkemelere tabi kıldı (1164). Piskoposların seçiminde kontrolü ele geçirdi.
Aristokrasi ve ruhban sınıfı buna şiddetle direndi. İngilizlerin krala karşı tutumu Henry’nin halefleri Arslan Yürekli Richard (1118-1199) ve John (1199-1216)’un döneminde isyana dönüştü.
İsyan, 1215’te kralın Magna Carta (Büyük Sözleşme)’yı onaylaması ile sona erdi. İngiliz krallarını ebediyen bağlayan belge halka birçok hak ve özgürlüğü bağışladı.
Magna Carta, çoğunluğun vergi gibi önemli konularda en yüksek idari makamlar önünde temsilini sağladı. Monarşi eski gücünü kaybetti.
Magna Carta, modern İngiliz hukukunun temeli oldu.
I. Edward (1271-1307), o zamana kadar hâkimlerin kararlarına dayalı olan yazılı olmayan kanunları maddeler hâlinde yazıya geçirtti.
I. Edward, 1295’te ilk defa kasaba ve kentlerin sözcülerini topladı. Model Parlamento denilen genişletilmiş bir parlamento oluşturdu. Şövalye ve kent soylular bu parlamentoya girdi.

Fransa’da Capet Hanedanı
Capet kralları, Paris civarındaki kraliyet topraklarını korudular. Şişman VI. Louis (1108-1137), bu bölgedeki aristokrasiye feodal haklarını zorla kabul ettirdi.
IX. Louis, hanedana ait topraklarda serfliği lağvetti. Ortaçağ ölçülerine göre eşitlikçi bir vergi sistemi oluşturdu.

Almanya’da Hohenstaufen İmparatorluğu (1152-1272)
Alman imparatorlarının güney İtalya’yı ele geçirme çabası, Almanya’yı iki yüzyıl süren kanlı savaşlara sürükledi.
Ruhban sınıfını atama yetkisi konusundaki mücadele, imparatorluk otoritesini zayıflattı. I. Friedrich Barbarossa’nın (1152-1190) tahta çıkışı Otto soyundan sonraki Alman hanedanı dönemini başlattı. Hohenstaufenlar, imparatorluk otoritesini yeniden kurdular.
I. Friedrich, Almanya ve Lombardiya’daki güçlü feodal prensliklere ve Roma’daki Papalığa göz dikti.
I. Friedrich’in İtalya’yı imparatorluk sınırlarına dâhil etme girişimleri, İtalya’daki güçlerce geri püskürtüldü. 1183’teki Constance Barışı’ndan sonra İmparatorluk,
Almanya’nın feodal prensler arasındaki bölünmüşlüğünü kabul etti.
VI. Heinrich, 1197’de ölünce Almanya iç savaşın içine sürüklendi. İngiltere ve Fransa, iç savaşın devamı yolunda önemli çalışmalar yaptılar.
Welf Hanedanı’ndan Brunswickli Otto, 1198’de IV. Otto olarak taç giydi. Hohenstaufen hanedanına karşı Papa, İngiltere ve Fransa’nın desteklediği Welf hanedanına yakın kaldı. Son Hohenstaufen İmparatoru II. Friedrich, Papalığın, Fransız ve Almanların desteğiyle Romalıların imparatoru olarak taç giydi. Prensleri imparatorluk otoritesine vassallıktan azat etti. Ancak onun bu hareketi, Almanya’yı altı yüzyıl bölünmüş hâlde bıraktı.

Kentler: Yeniden Doğuş ve Tacirler
Kentlere feodal lordlar hükmediyordu.
11. yüzyılda serfler sabit bir kira ve uygun bir bağımlılık karşılığında kentlerde yaşamaya ve çalışmaya özendirildi.
Serf sınıfı, kentlere zanaatkârları ve ilk girişimci tacirleri kazandırdı.

GEÇ ORTAÇAĞ (14-15. YÜZYIL)
Yüzyıl Savaşları (1337-1453) ve veba, bu dönemde öne çıkan gelişmelerdir!

Fransa ve İngiltere’deki Politik Gelişmeler
Fransa kralı Güzel Philip, Yüzyıl Savaşları’nın finansmanı için gerekli vergileri toplama işinde destek olması için ruhban, aristokrasi ve kent soylulardan oluşan Etajenero meclisini oluşturdu. Bu meclis İngiliz parlamentosu gibi etkili olamadı.
Fransa’da aristokrat sınıf Yüzyıl Savaşları’nın etkilerinden köylü sınıfın vergilerini artırarak ve kente göçü sınırlayan kanunlarla kurtulmaya çalıştı. Köylüler bu kararlara isyan etti. Benzer bir isyan İngiltere’de köylülere lordların topraklarında çalışmaya zorlayan kanundan sonra çıktı. Şehirlerdeki tüccar sınıf ise loncalar kurarak aristokratlar karşısında güçlenmeye çalıştılar.

Dinsel Gelişmeler
Veba salgını ruhban sınıfını çok kötü etkiledi. Kardinaller kurulu, 1409’da üç farklı papa seçince kilise otuz altı yıllık (1378-1415) bir kriz yaşadı.
Avrupalı entelektüeller, Tanrı, insanoğlu ve toplum yapısı gibi kavramları sorgulamaya başladı. Kilise tarafından sapkın ilan edilen tarikatlar hızla çoğaldı ve bütün bu gelişmeler Ortaçağ toplumunun o zamana kadarki sözde dinî birliğine son verdi.

Eğitim ve Öğretim
Ortaçağ Avrupa’sında bilim ve felsefenin ilerlemesinde Fetih’ten sonra Batı’ya göç eden Bizanslı âlimlerin büyük katkısı vardır. Ancak asıl önemli katkı Endülüs Medeniyetinin ortadan kaldırılmasından sonra ele geçirilen İslam âlimlerine ait eserlerdir.
Bu dönemde Bologna Üniversitesi (1088) modern üniversitenin temel unsurlarını hayata geçirmeye başladı. Öğrenciler ve hocalar için resmi organizasyonlar ve ilk lisans programı bu üniversitede ortaya çıktı. Dante, Petrarca ve Albert Dürer Bologna Üniversitesi’nin mezunlarındandır.
Oxford, Cambridge ve Heidelberg üniversiteleri, Bologna Üniversitesi’nin taklidi olarak ortaya çıktılar.

Dil ve Edebiyat
Hümanizmin babası kabul edilen Francesco Petrarca (1307-1374), tüm mesaisini edebî mektup ve şiirlere hasretmiştir. Romalı Ölüye Mektuplar adlı eserinde ünlü Romalı hatip Cicero’ya, Titus Livius, Vergilius, ve Horacius gibi Romalı yazarlara hayali mektuplar yazmıştır. Afrika adlı eserini ünlü Romalı General Scipio Africanus’a ithaf etmiştir. Ünlü Adamların Yaşamları adlı eseri ünlü Romalılara atfettiği bir düzine biyografiden oluşmaktadır. Soneler’inde Laura adlı bir kadına beslediği aşkı anlatır. Petrarca, çağdaşı olan ünlü Dante Alighieri’den çok daha laik bir yazardır. Dante’nin Vita Nuova (Yeni Hayat)’sı ve Divina Komedia (İlahi Komedya)’sı Petrarca’nın soneleriyle birlikte modern İtalyan dili ve edebiyatının temelini oluşturur. Giovanni Boccaccio
(1313-1375) da Hümanist çalışmaların öncüsü kabul edilir.

Sanat ve Mimari
Katakomb: İlk Hristiyanların ölülerini gömmek amacıyla yeraltına oydukları mezarlara verilen addır. İlk resim örnekleri ancak MS. 3. yüzyıldaki katakomp duvarlarında görülebilir. Bunlar okuma yazma bilmeyenler için dini motifler içeren işlevsel resimlerdir.
6. yüzyılda İtalya’nın Ravenna kentinde yapılan Ostrogot kralı Büyük Theodoric’in anıtsal mezarı Avrupa mimarîsinin erken örneklerindendir.
1066 yılında Britanya’yı işgal ettiklerinde yeni bir mimarî üslup getirdiler. Bu üslup, Britanya’da Norman üslubu, kıta Avrupa’sında ise Roman üslubu (Romanesk) olarak adlandırılır. Romanesk sanatın en önemli örnekleri Ortaçağ’ın büyük manastırlarıdır.
Gotik dönem, 12. yüzyıl ortalarında başlayıp Rönesans dönemine kadar sürmüştür. Gotik mimarinin başlangıcı Paris yakınlarındaki St. Denis Manastır Kilisesi’nin inşa edildiği 1122 yılına tarihlenir.
Bizans Kavramı
Bizans terimi ilk olarak Rönesans döneminde Batı Avrupalı tarihçilerce kullanıldı. Byzantion, MÖ. 7.yüzyılın ilk yarısında Yunanistan’ın Megara kentinden gelen kolonistlerce kurulmuş olan bir koloni kenti idi. Megaralılarca kralları Byzas’a ithafen buraya Byzantion (Byzas’ın)adı verilmişti.
Doğu ile Batı Roma, batı topraklarının barbarlarca istilasından birbirine yabancılaşmıştır. Bizans sözcüğü bu farklılıktan dolayı kullanılmıştır. Asıl sebep, Avrupa’nın köklerine bakıldığında karşımıza çıkan “Roma İmparatorluğu” kavramının Türkler tarafından yok edilmiş olmasıdır. Bu vakıayı sindirmek kolay değil elbette.
Roma teorik olarak bir çeşit cumhuriyet idi. Constantinus’un bu siyasi anlayışı yeni dinle harmanlaması doğal bir gelişmeydi: Constantinus, İsa’nın yeryüzündeki vekili idi, seçilmişti ve sadece İsa’ya karşı sorumluydu.

CONSTANTİNUS DÖNEMİ
Constantinus, babası 306’da ölünce ona bağlı birliklerce York kentinde imparator ilan edildi. 312’de İtalya’yı elinde tutan Maxentius’a karşı yürüyüşe geçti. Tarihi kaynaklara göre bu sırada gökyüzünde beliren haç işareti nedeniyle askerlerinin savaş donanımına haç işareti koydurdu. 313’de Licinius ile birlikte Milano Fermanı’nı yayınlayarak Hristiyanlara yönelik adlî kovuşturmaya son verdi. İç çatışmalardaki rakiplerini ortadan kaldırarak 324’de tek imparator oldu.
Constantinus’un Hristiyanlığa geçişi Roma İmparatorluğu’nun siyasi anlayışına kesin şeklini verdi.

Dinsel Sapkınlık ve Donatism
Hristiyanlık, öğretilerinin mutlak doğruluğuna inanılan bir din olarak düşünce farklılıklarını sapkın(heretik) olarak gördü. Çatışma dönemlerinde taraflar kendisini Ortodoks, hasmını sapkın kabul ederdi.
Donatius, MS. 4. yy. başında yaşayan ve çile çekerken inancından vazgeçenleri Hristiyan saymayan Kuzey Afrikalı bir keşişti. Donatius’un görüşleri, kilisenin yapısıyla ilgili tartışmalar doğurdu. Böylece Kuzey Afrikalı Katoliklerle Donatistler kamplaştılar. Aralarında çözemedikleri soruna hakemlik etmesi için
313 yılında Constantinus’a başvurdular. Constantinus, Ortodoks (Katolik) tarafı destekleyerek Donatistlerden kilisenin geri kalanına katılmalarını istedi.
Bu konu, iktidarın kilise işlerine müdahalesi bakımından önemlidir.

Teslis (Üçleme) Çıkmazı ve Arianism
Arius, İsa’nın Tanrıyla eşit tutulamayacağını düşünen Alexandria (İskenderiye)’lı bir keşişti. Bu düşünce, Teslis kavramını politeizmle özdeşleştiren Hristiyanların desteğini kazandı: Teslis, Oğul’u Baba’dan daha az tanrısal görmüyordu. Arius’a göre Baba dünyaya getiren tanrıdan ziyade yaratan tanrıydı.
Arius’un öğretisi Doğu’da kargaşaya neden oldu. Constantinus, tüm piskoposları konuyu görüşmek üzere toplantıya çağırmaya ikna edildi. Hristiyanlık tarihinin ilk konsili 325’de Nikaia (İznik)’da toplandı. İsa’nın Baba ile aynı özden olduğuna karar verildi. Arius, bu öğretiyi reddetti. Arianistler, devlet ve kilise tarafından mahkûm edildi.

Haleflik (Ardıllık) Sorunu
Constantinus, 337’de öldü. Yerine üç oğlu tahta geçti. Tetrarşi idare prensibi hala işliyordu.
Julianus (361-363), Constantinus’un ailesinin son üyesi eski dine dönerek paganizmi canlandırmaya çalıştı.
Theodosius (379-395), yetenekli bir asker ve yöneticiydi. Roma İmparatorluğu’na tek başına hükmetti. O, antik Roma imparatorlarının son temsilcisidir. İmparatorluğun Doğu yarısının idaresini büyük oğlu Arcadius’a, Batı yarısını (Roma kenti merkez olmak üzere) küçük oğlu Honorius’a bıraktı. Bu bölünmeden sonra imparatorluk bir daha fiilen birleşmedi.

Kristolojik (İsa’ın Özü ile İlgili) Çatışmalar
İsa’nın insanî ve tanrısal özünün ilişkisi sorunu Roma toplumunda tartışılmaya devam etti. İmparator Marcianus’un Khalkedon (Kadıköy)’da topladığı (451) konsili monofizitliği mahkûm etti. Papa I. Leo’nun İsa’nın insanî ve ilahî özü öğretisi Duofizit kabul edildi.
Monofizit: insani ve tanrısal özellikleri İsa’nın bünyesinde kabul eder.
Duofizit: Kelam indikten sonra İsa’ya tanrısal özelliklerin atfedilebileceğini kabul eder. Bu iki düşünce İsa’dan ziyade Meryem üzerinde tartışırlar. Monofizitlere göre Meryem, Tanrı’nın annesidir; duofizitlere göre ise Meryem sadece bir annedir, daha fazlası değil.
İmparatorluk karşıtları monofizitleri destekleyerek özellikle Mısır ve Suriye bölgesinde güçlendiler.

5.- 6. Yüzyıllarda Politik Durum: Halefler (Ardıllar)
II. Theodosius, 450 yılında çocuksuz ölünce yerine ordu komutanı Marcianus (450-457) tahta çıktı. Halefi I. Leon döneminde ordudaki Gotlar kuvvetlenmeye başladı. Zenon (474-491) zamanında İtalya’da Ostrogot şeflerinden Odoacer 476’da Batı Roma imparatorunu tahttan indirip başa geçti.
Böylece Batı Roma İmparatorluğu tarihe karıştı.

Justinianus Dönemi (527-565)
Justinianus iyi eğitim görmüştü. Corpus Juris Civilis adlı eseri Roma hukukunun en yüksek düzeydeki terkibi kabul edilir. Bu eser, Avrupa medeni hukukunun temelini oluşturdu.
Prokopius’un Anekdotlar (Gizli Tarih) adlı eseri bu dönem hakkında önemli bir kaynaktır. Prokopius’un Savaşlar Hakkında adlı eseri Justinianus’un askeri başarılarından bahseder.
Papalık, Justinianus’u destekledi. O da Ariusçu Germenlere karşı papalığı savundu. Got kuşatmasında Roma’yı başarıyla savundu.
Ravenna ve Kartaca’da Roma eksarhlıkları kuruldu. Eksarhlar sivil ve askeri yetkileri olan liderlerdi.

HERACLEIUS DÖNEMİ
Heracleius (610-641), tahta çıktığında ülke ekonomik ve mali bakımdan mahvolmuştu. Thema Sistemi denilen yeni bir idari-askerî düzene geçildi.
Themanın anlamı kolordudur. İşgal tehdidi altındaki Anadolu toprakları themalara (askerî bölgelere) ayrıldı.
Köylülere orduda hizmet karşılığında çocuklarına miras bırakabilecekleri (mülkiyetinin devlete ait olduğu) arazilerin gelirlerinin tasarruf hakkı bağışlandı. Bu sistem, kuvvetli ve yerli bir ordu yarattı. Bu dönemde Sasani-Bizans mücadelesi Bizans lehine değişti.
Geç Roma Çağı bu dönemde sona erdi. Asıl Bizans dönemi başladı. Bu döneme kadar resmi dil olan Latince yerini Eski Yunancaya bıraktı.

III. LEON DÖNEMİ VE İKONOKLASM (TASVİR KIRICILIK)
III. Leon’un (711-741) imparator oluşundan kısa süre sonra İslam ordusu başkenti hem karadan hem denizden kuşattı. Gemilerin girmemesi için ilk kez Haliç’in ağzına zincir gerildi. III. Leon, başkenti başarıyla savundu.
Bu dönemde Ecloga olarak bilinen kanun kitabı ve ikonoklasm politikası önemlidir.
Ecloga, 726’da yürürlüğe girdi. Eski Yunanca yazılan eserde medeni hukuka ceza yasasından daha çok yer verildi.
III. Leon, 726’daki emirnameyle aziz tasvirlerini tahrip etme (İkonoklasma) hareketini başlattı. Bu olay, Constantinopolis’te ve Batı dünyasında büyük muhalefete yol açtı. III. Leon, 730’da huzuru sağlamak için bir sinod topladı. İkona tapınımını yasakladı.
Sinod: kararları bağlayıcı olan dini içerikli şura.

MAKEDONYA HANEDANI DÖNEMİ
Makedonya Hanedanı I. Basilios (867-886) ile başlar.
İmparatorluk doğuya doğru genişledi. Bizans’ın Akdeniz’deki gücü perçinledi.
Basiliki (İmparatorluk Kanunları) adı verilen yeni bir kanun külliyatı doğdu.
Makedonya hanedanı 1057’de sona erdi.

DUKAS HANEDANI DÖNEMİ (1059-1081)
VIII. Constantinus Dukas’ın kötü idaresi, devletin savunma gücünü sınırladı.
Constantius’un ölünce General Romanos Diogenes (1068-1071) tahta çıkarıldı. Diogenes, kısa sürede orduyu disipline etti. Türklerle çarpışarak zaferler kazandı. Bu başarılar Malazgirt Savaşı’yla son buldu.
Anadolu’nun Türklerce fethi, Balkanların akınlara uğraması ve kötü idare ekonomiyi sarstı.

KOMNENOS HANEDANI DÖNEMİ (1081-1185)
I. Aleksios Komnenos, tahta çıktığında devlet her bakımdan zayışamıştı.
I. Haçlı Seferi: Disiplinsiz Haçlı birliklerini Bizans başkentine almayan Aleksios Anadolu’ya geçirdi. Bizans gemileriyle Anadolu’ya geçirilen (1097 baharı) Haçlılar İznik’i ele geçirdi. Haçlı ordusu Frigya üzerine ilerledi. Böylece Batı Anadolu Bizans idaresine girdi. Antiokhia (Antakya)’yı fetheden Haçlılar, burayı bir Haçlı prensliği yaptı.
1143’ten sonra ikinci bir Haçlı seferi tertip edildi. Ancak sefer başarısız oldu.
Manuel, güçlü bir orduyla Anadolu’ya geçerek Frigya’ya ilerledi. 17 Eylül 1176’da Myriakephalon’da Türklerle karşılaştı ve bozguna uğradı. İmparator, 1180’de üzüntüsünden öldü.

4. Haçlı Seferi ve Latin Hâkimiyet Devri (1204-1261)
Papa III. Innocentius’un dönemindeki 4. Haçlı seferinin (1202) rotasını Constantinopolis’e çevirerek işgal etmesi (1203), Bizans İmparatorluğu’nda Latin Dönemi’ni başlattı. Haçlılar, halka büyük zulümlerle işkence ettiler. Şehri yakıp yıktılar ve yağmaladılar. Bizans idaresi Nikaia’da 57 yıllık bir sürgüne gitti.
İmparatorluk parçalandı. Komnenos hanedanı Trabzon’da bir prenslik kurdu.
Haçlı işgali Doğu ve Batı arasındaki politik ve dinî ayrılığı derinleştirdi.
1261’de Mihail Palaiologos (1261-1282), Konstantinopolis’i ele geçirdi. Törenle şehre girerek patrik Arsenios’un elinden taç giydi.

PALAIOLOGOS HANEDANI DÖNEMİ (GEÇ BİZANS DÖNEMİ)
Bu dönem, edebiyat ve sanatın yükselişiyle, içerde ve dışarda savaşlarla geçti.
VIII. Mihail Palaiologos (1261-1282), iyice küçülen yeni bir devlet kurdu.
1448’de II. Kosova savaşında Haçlıların yenilmesi Bizans, çaresiz bıraktı.
Son Bizans imparatoru, 29 Mayıs 1453’te surları aşan Osmanlı askerleriyle çarpışırken öldürüldü.

BİZANS’DA KÜLTÜR, SANAT VE MİMARİ
Bizans sanatı, büyük ölçüde Roma ve Yunan sanatı ile ilişkili bir sanattır. Ancak bu sanat Hristiyanlığın hizmetinde olmuş, bu dinin beğeni ve tercihlerinin izlerini taşımıştır.

Devlet Yönetimi
Hristiyanlığın resmi din olarak kabul edilmesinden sonra Constantinopolis patriği imparatora çoğunlukla Ayasofya’da taç giydiriyordu. İmparator kilisenin koruyucusu ve ortodoksluğun savunucusuydu.
İmparatorlukta idari örgüt merkez ve eyaletler olmak üzere ikiye ayrılmıştır.
Merkez örgütü, memurlar aristokrasisinin elinde bulunuyordu.
Taşra örgütü thema adı verilen askeri idare bölgelerinden oluşuyordu.

Edebiyat
I. Justinianus devri, Bizans edebiyatının en parlak dönemidir.
7. Yüzyılın ortalarından itibaren Bizans edebiyatı bir duraklamaya girmiştir.
Constantinopolis Üniversitesi’nin yeniden kurulması (863) iki yüzyıllık bir duraklama devresini bitirerek yeni ve parlak dönemi başlatmıştır.

Eğitim ve Öğretim
Bizans İmparatorluğu’nda eğitim yaygın değildi.
Hellenizm, üniversite çatısı altında yeniden doğdu ve güçlendi. Bilgilerinin derinliği ve çalışma alanlarının genişliğiyle herkesi hayran bırakan âlimler, İtalya ve Fransa’daki Rönesans’ı yaratan büyük hümanistlerin öncülleridir.

Sanat
Bizans sanatının merkezi Anadolu’dur.
Bizans sanatı birbirinden farklı özellikleri olan dönemlere ayrılır:
1. Erken Bizans Dönemi Sanatı: 5. yüzyılın sonlarından ikonoklasm hareketinin başladığı 726 yılına kadar devam eder.
2. İkonoklasm Dönemi Sanatı: Bu dönemde (726-842) tasvir yasağı vardır.
3. Orta Bizans Dönemi Sanatı: Bizans sanatının kendine özgü karakterini bulduğu dönemdir (842-1204).
4. Son Dönem Bizans Sanatı: 1261’den 1453’e kadar devam eden dönemdir.
Hristiyan inancında azizler, insanlarla tanrı arasında bir aracı işlevi görmeye başlamıştır.
Azizlerle bağdaştırılan rölikler ve onları betimleyen resimler, azizle irtibata geçmeyi sağlayan bir araç olmuştur.

Mimarî
Bizans mimarisi, ilk olarak Arap mimarîsinden faydalanmış ve bu bilgiyi kendi amaçlarına uydurmuştur.
Bazilika şeklindeki kilise, uzun bir yapıdır. Doğu ucunda yarım yuvarlak bir şekilde dışarı taşan, toplantı ya da ayinin yöneticisinin durduğu apsis adı verilen yarım daireli boşluk vardır. Apsisin önünde ise koro alanı, batı ucunda ise, narteks adı verilen bir hol bulunur.
Bizans mimarlığının ikinci kilise tipi haç plânlı olanlardır. Karenin ortasında dört fil ayağı üzerinde bir kubbe oturtulmaktadır.
İslam Tarihi ve Uygarlığı

İSLÂMİYET’TEN ÖNCE ARABİSTAN
Müslümanlar, Arabistan’ın 4. ve 6. yüzyıllar arasındaki yoksul dönemini Cahiliye olarak adlandırırlar. Bu dönemde Arap halkı bedevi kabileleri şeklinde örgütlenmiştir. Kabile liderlerine seyyid veya şeyh denirdi. Dini inançları Sami putperestliğinin etkisi altındaydı. En meşhurları Lât (Athena’ya benzer), Menât (Nemesis’e benzer), Uzza (Afrodit’e benzer) ve Hübel (Hu+Baal, Eril bir tanrıdır, sembolü hilal olan bu tanrıya Mekke şehrinin koruyucusu olarak inanılırdı) olan putları vardı.
Bunun dışında İbrahim Peygamber’e inanan küçük bir topluluk da mevcuttu.

İSLÂMİYET’İN DOĞUŞU
Hazreti Muhammed, Rebiü’l-evvel ayının on ikinci pazartesi gecesi Mekke’de Beni Haşim mahallesinde dünyaya geldi. Mîlâdî takvim, 20 Nisan 571 yılına işaret etmektedir. Babası, Mekke’nin ileri gelenlerinden Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah, annesi ise Veheb kızı Âmine’dir. Dedesi Abdülmuttalib’in mensup olduğu Hâşim soyu, Mekke’nin önde gelen aileleri arasındadır. Bir süre sonra Halime isimli bir sütanneye verilmiştir.
Daha genç yaşındayken Mekkeliler arasında kazandığı itibar Muhammedü’l-
Emîn denmesine sebep olmuştur.
Hz. Hatice ile olan evliliğinden, dördü kız ikisi erkek olmak üzere altı çocuğu olmuş, ancak erkek çocukları kısa süre içinde hayatlarını kaybetmişlerdir. Ayrıca, Mısırlı Mâriye’den de İbrahim isimli bir oğlu daha olmuş, o da iki yaşına girmeden hayatını kaybetmiştir.

Hz. Muhammed, 40 yaşına yaklaştığı zaman, iç dünyasına dönük bir yaşam biçimini tercih etmiş ve özellikle Haram aylarda (Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep) Hira Dağı’ndaki bir mağaraya çekilmeye başlamıştır.
Hz. Muhammed’e Peygamberlik çağrısı kırkıncı yaşına doğru, Ramazan ayında bir gece, Hira dağında gelmiştir.
Tebliğ görevinin emredildiği ayet indirildikten sonra Hz. Hatice, Zeyd ve yeğeni Ali de Müslüman olmuşlardır. Hz. Muhammed’in tebliğinin taraftar bulması Mekke’de belli çevreleri huzursuz etti. Artan baskılar nedeniyle Hz. Muhammed, bir kısım Müslüman’ın, Habeşistan’a göç etmesini gerekli görmüştür.

Hicret (622)
Tarihler (MS. 622) Rebiü’l-Evvel ayının 12. gününü işaret ederken Hz. Muhammed, Medine’ye ulaşmıştır. İlk olarak, Müslümanların ibadetlerini yerine getirecekleri bir câmi inşa ettirmiştir. Medine şehri kısa sürede ihya olup güçlendi.

Bedir Savaşı (624)
Bu bir savaş değil gazvedir.
Hicret’in ikinci yılında Mekkeliler, ticaret kervanlarını korumak için Ebû Cehil’in kumandasında yaklaşık 950 kişilik bir kuvvet oluşturdular. Kervan seyrüseferini tamamladıktan sonra bu ordu Medine üzerine yürüdü. Durumdan haberdar olan Hz. Muhammed, yaklaşık 300 kişilik bir orduyla onlara karşı koymaya karar verdi. Bedir’deki savaş, Müslümanları n galibiyetiyle sonuçlandı. Ebu Cehil ve pek çok İslâm düşmanının öldüğü savaşta, Müslümanlar toplam 14 şehit vermiş ve önemli ganimetler elde etmiştir.

Uhud Savaşı (625)
Bu bir savaş değil gazvedir.
Mekkeliler Bedir bozgunundan sonra 3.000 kişilik bir ordu ile Medine’ye ilerlediler. Medine’ye çok yakın olan Uhud Dağı eteklerinde, Müslümanlar başta başarılar elde etmişlerse de stratejik bir hata yapıp çok büyük kayıplar vermişlerdir. Aralarında Hz. Hamza’nın da yer aldığı çok sayıda Müslüman şehit olmuştur.

Hendek Savaşı (627)
Yaklaşık 10.000 kişilik bir Mekke ordusu Medine’ye gelerek şehri kuşatmıştır.
Selman-ı Farisî’nin teklifiyle şehri savunmak için büyük hendekler hazırlanmıştır. Yirmi gün süren savaş sonucunda Mekke ordusu dağılmıştır. Savaşta 6 Müslümanlar şehit olmuştur.

Hudeybiye Anlaşması (628)
Hicret’in 6. yılında Hz. Peygamber, binden fazla kişiyle birlikte, Mekke’ye doğru yola çıkmıştır. Mekke yakınlarındaki Hudeybiye’de buluşarak adına Hudeybiye denilen bir anlaşmaya varmışlardır.
On yılı kapsayan anlaşmayla Müslümanlar, Mekke’ye, Hac seferinde bulunmak ve orada üç gün kalmak hakkını da elde etmişlerdir.
Hudeybiye Anlaşması sonrasında İslamiyet komşu kabileler ve hatta ülkelere tebliğ edilmeye başlamıştır.

İSLÂMİYET’İN GELİŞME DÖNEMİ
Yahudiler, Müslümanlarla yaptıkları anlaşma şartlarını ihlal ederek çatışma çıkarmış ancak bozguna uğramışlardır. Neticesinde Mekke ve çevresindeki Yahudiler bölgenin dışına çıkartılmıştır. 628 yılında Hayber’in alınmasından sonra Yahudi sorunu büyük ölçüde çözülmüştür.
629 senesinin Aralık ayında, Medine’den yola çıkan İslâm ordusu, kısa süre içerisinde kan dökmeden Mekke’yi ele geçirmiştir.
Tebük Seferi (630) ile Mekke’nin kuzeyinin güvenliği sağlanmıştır.
Hz. Peygamber, 8 Haziran 632 tarihinde kısa bir hastalıktan sonra vefat etmiştir.

DÖRT HALİFE DÖNEMİ (632-661)
Hz. Ebûbekir’in Halifeliği (632-634)
Hz. Ebûbekir, ilk olarak, kabileler arasında ortaya çıkan Ridde hareketlerini önlemekle işe başladı.
Ridde: İslâm dininden dönmeye verilen addır.
633 yılında yalancı peygamber Müseylime’ye karşı kazanılan Arkaba (veya Akrabâ) zaferinden sonra Yemame bölgesi, Medine’nin hâkimiyeti altına girmiştir.
Kur’an, Zeyd b. Sâbit başkanlığındaki bir heyet tarafından Hz. Ebûbekir döneminde kitap (Mushaf) haline getirilmiştir.

Hz. Ömer Dönemi (634-644)
Hâlid b. Velid, 634 Nisanı’nda Şam’a girmiştir. Arap ordularının Şam’ı ele geçirmesinden sonra Hâlid, kuzeye doğru ilerlerken diğer kuvvetler Filistin’e yayıldılar. Heraklios’un, süvari birliğiyle harekete geçmesi sonucunda, Araplar Şam’dan Yermuk nehri sahiline çekildiler. Temmuz 636’da, Yermuk’ta, Bizans’ın yenilmesiyle Suriye ve Filistin hemen hemen fethedildi.
Amr b. As komutasındaki Müslüman orduları, dört ay süren bir kuşatmanın ardından 637 tarihinde Kudüs’ü aldı.
Müslüman birlikleri 642 yılında, İskenderiye’yi fethetti.
Kâdisiye Savaşı (635)’yla, İranlılar yenildi ve Müslümanlara, İran’ın kapıları açıldı. 642 yılında yapılan Nihâvend Savaşı ile İran ordusu tamamen yenilmiştir.
Hz. Ömer, Kasım 644 tarihinde İranlı bir köle olan Ebû Lülü tarafından hançerlenerek şehit edilmiştir.

Hz. Osman Dönemi (644-656)
Hz. Osman devrinin ilk yıllarında fetih hareketlerine devam edilmiş, Türkistan’a ilk akınlar başlamıştır.
Şam valisi Muaviye, Anadolu’nun bazı bölgeleri ile Kıbrıs ve Rodos’u fethetmiş ve Kıbrıs yıllık vergiye bağlanmıştır.
Hz. Ebûbekir devrinde mushaf haline getirilen nüshadan istinsah (kopya) yapılmıştır.
Hz. Osman halifeliği süresince kendi akrabalarına yakınlık göstermiş başta Muaviye olmak üzere Emevî soyundan olan valiler büyük arazi sahibi olmuşlardı. Bu durum genel bir hoşnutsuzluk yaratmıştı. 656 yılında Mısır’dan Medine’ye gelmiş olan bir grup, halifenin evini basarak onu ağır şekilde yaraladılar. Bu olayın ardından Hz. Osman hayatını kaybetti.

Hz. Ali Dönemi (656-661)
Hz. Osman’ın öldürülmesi, İslâm tarihinde sürüp giden birçok kanlı olayın başlangıcı olmuştur. Hz. Osman’dan sonra halifelik makamına Hz. Ali seçilmiştir. Ancak ashabın bir kısmı Hz. Ali’ye biat etmedi. Muhalif gurup Mekke’den ayrılıp Basra’ya geçti. Hz. Ali, Medine’deki desteğinin azaldığına inanarak 656 yılının Ekim ayında Kûfe’ye doğru yola çıktı.
Kûfelilerin desteğini kazanmış olan Hz. Ali, Basra üzerine yürümüş ve görüşmeler sonuçsuz kalınca savaş kaçınılmaz olmuş, muhalefetin başında bulunan Talha ve Zübeyr bu savaşta hayatlarını kaybetmişlerdir. İslâm tarihinde Cemel Vak‘ası (656) adı verilen bu savaş, Hz. Ayşe’nin bindiği devenin etrafında cereyan ettiği için bu şekilde isimlendirilmiştir. Savaş sonrasında Hz. Ali’nin halifeliği bütün Irak’ta tanınmış ve Kûfe merkez haline getirilmiştir.
Muaviye, Hz. Ali’nin kendi yerine gönderdiği valiyi kabul etmeyince halife, ordusuyla birlikte Suriye’ye doğru yola çıktı. İki ordu 657 yılında, Suriye sınırındaki Sıffîn yakınlarında karşılaştı. İlk çarpışmalarda Hz. Ali başarı elde etse de Muaviye bu durumu, Mısır valisi Amr b. As sayesinde değiştirdi.
Mağlup durumdaki Suriyeliler, Kur’an sayfalarını mızraklarının ucuna takarak, meselenin çözümü için Kur’an’ın hükümlerine başvurulmasını istediler.
İslâm Tarihi’nde Hakem Olayı olarak bilinen bu olayda, Ebû Musa el-Eşarî Hz. Ali’nin, Amr b. As ise Muaviye’nin hakemi olarak tayin edildi.
Bu hareketten memnun olmayan Hz. Ali’nin bazı taraftarları isyan ettiler.
Hz. Ali’den ayrılarak Kûfe yakınlarındaki Harura’da toplanan bu grup ileride Hâricîler olarak adlandırılacaktı.
Hakemlerin verdiği karara göre, Hz. Ali ve Muaviye halife olmaktan azledilerek halkın oylarıyla yeni bir halife seçilecekti.
Muaviye, Mısır’ı ele geçirerek Hz. Ali’yi büyük bir kaynaktan daha mahrum etmiştir. 660 tarihinde ise Kudüs’te halifeliğini ilan ederek halkın kendisine biat etmesini sağlamıştır.
Hz. Ali, Ocak 661 yılında İbn Mülcem isimli bir Hâricî tarafından Kûfe camiinde namaz sırasında şehit edildi. Mizacı gereği barışsever olan Hz. Hasan, hakkını Muaviye’ye devretmek zorunda kaldı.

EMEVÎLER DÖNEMİ (661-750)
Bu devirde fetih hareketleri üç yönde devam etmiş olup, birincisini Türkistan yönündeki hareketler oluşturuyordu.
Anadolu ve İstanbul, fetih hareketlerinin yoğunlaştığı ikinci bölgedir.
İstanbul üzerine bir sefer yapılmış ama sonuç alınamamıştır.
Fetih hareketlerinin son bölgesini Kuzey Afrika oluşturur.
Halife ile Şam’daki şûranın aldığı karar doğrultusunda Muaviye’nin oğlu Yezid, İslâm tarihinde ilk defa olarak veliaht tayin edilmiştir. Nitekim babasının ölümünden sonra Yezid (680-683), hilafet makamına oturmuştur.
Hz. Ali’nin küçük oğlu Hz. Hüseyin’in etrafında, Emevî hilafetine muhalif bir hareket, 680 yılında Şam yönetimine son vermek amacıyla harekete geçti. Hz. Hüseyin ve ailesinden birçok kişi Emevîler tarafından Kerbelâ’da katledildi. Kerbelâ Olayı, Emevî iktidarına karşı muhalefetin Hz. Ali ailesi etrafında toplanmasına sebep oldu.
Abdülmelik b. Mervân (685-705) ilk İslâmî sikkeyi bastırmıştır.
Velid (705-715) zamanında 711 yılında yapılan bir sefer ile Emevî orduları İspanya’ya geçerek bölgenin fethine başlamışlardır.
Ömer b. Abdülaziz (717-720) idari ve mali düzenlemeler yapmıştır. Mevâlî denilen Arap olmayan Müslümanların Araplarla eşit haklara ulaşmasını sağladı.
Hişâm (724-743) döneminde Türkistan bölgesinde Türklere karşı savaşlar yapıldı (Hazarlar).
Abdurrahman b. Abdullah, Endülüs valiliği sırasında ordusuyla, Fransa’ya doğru harekete geçmiş, Burgonya ve Lion’u alarak Sen’e ulaşmıştır. Daha fazla ilerleyemeden Franklar karşısında bozguna uğramıştır.
Râfızî Hareketinin lideri Zeyd b. Zeynel Abidin’in öldürülmesi, muhalif Abbasilerin çalışmalarını hızlandırdı. Hişâm’ın ölümünden sonra Emevî Devleti’nde süratli bir çöküş yaşamıştır.

ENDÜLÜS EMEVÎ DEVLETİ (756-1031)
Fetihten sonra yapılan göçlerle birçok Arap ve Berberî bölgeye yerleşmiştir.
Kurtuba’yı ele geçiren Abdurrahman b. Muaviye, 756 yılında Endülüs Emevî Devleti’ni kurmuştur.
Hakem (796-822) döneminde uzun yıllar sürecek isyanlar, Endülüs’e
Hıristiyan saldırılarını kolaylaştırmıştır.
Fatımî Devleti kendi hilafetini kurunca, III. Abdurrahman (912-961) da kendisini halife ilan etmiştir. Bu dönemde başkent Kurtuba, bir bilim merkezi haline gelmiştir.
Endülüslülerle, Berberîler arasındaki rekabet Slavlar (Sakalibe) adlı yeni bir grubun doğmasına neden olmuştur.
Slav: Başlangıçta, sadece Doğu Avrupalı köleler için kullanılsa da Slav tabiri zaman içerisinde Endülüs Emevî devletinin hizmetinde bulunan Avrupalı bütün köleler için kullanılmıştır.
11. yüzyıl itibarıyla, Endülüs Emevî Devleti iç karışıklıklar ve iktidar mücadeleleri nedeniyle parçalanmaya başlamıştır.
Kurtubalıların hilâfeti bütünüyle ortadan kaldırmaları, Endülüs Emevî
Devleti’nin varlığına da son vermiştir.

ABBASÎ DEVLETİ (750-1258)
İranlı bir köle olan Ebû Müslim, 747 yılında İran’ın Horasan eyaletinde Emevilere karşı bir isyan hareketi başlattı. 748 yılında Merv’e girerek halkın desteğini alan Ebû Müslim, Horasan’ı baştanbaşa istilâ etti. Orduları 749 yılında Zap Suyu’nu geçerek, Emevî güçlerini bozguna uğrattı. Hareketin lideri Ebû’l Abbas (749-754) Kûfe’de halife ilan edildi.
Abbasîler ilk olarak isyanın mimarı Ebû Müslim’i ve taraftarlarını ortadan kaldırdılar. Hilafet merkezi olarak Bağdat seçilmiş ve şehir imar edilmiştir. İlk halife Ebû’l Abbas olmakla birlikte devletin asıl kurucusu Ebû Câfer Mansûr (754-775) olmuştur.
Hârûn Reşîd (786-809) saltanatı hanedanın en parlak dönemidir. Bağdat, Doğu’nun en büyük ve en önemli iktisadî merkezi olmuştur. Hârûn Reşîd’in başarısındaki en büyük rollerden biri Bermekîlere aittir.
Bermekîler: Belh civarında yaşayan İranlı bir ailedir. Aile mensuplarından Halid b. Bermek, İslâmiyet’i seçerek Emevî sarayında bulunmuştur.
Bermekîler hilafet makamına uzun yıllar hizmet etmiş ve bunun sonucunda olağanüstü güç ve nüfuz elde etmişlerdi. Bu gücün iktidarı tehdit etme riski, ailenin sonunu getirmiş; ibret olsun diye cezalandırılmışlardır.
Halifenin ölümü ile oğulları, Me’mûn ile Emin arasında bir iç savaş patlak vermiştir. 813 yılında kardeşini yenerek iktidarı devralan Me’mûn (813-
833), başkent Bağdat’ın yanı sıra Merv’de de ikamet etmiş ve özellikle bilim ve sanat faaliyetlerine çok önem vermiştir.
Me’mûn devrinin en önemli olaylarından biri de Babek’in isyanıdır.
Babek’in mensubu olduğu Hürremîler hareketi, Ebû Müslim’in ölmediğine ve dünyaya döneceğine inanmaktaydı. Me’mûn’un ardından tahta oturacak olan halife Mu’tasım’ın komutanlarından Afşin, Babek’in üzerine gönderildi ve Babek yakalanarak katledildi.
Mu’tasım, paralı asker olarak Türkleri ordusuna dâhil etmiştir.
Ebû’l Abbas el-Mu‘tezid (892-902) döneminin en önemli olaylarından biri, Karmatîlerin isyanıdır.
Karmatî: Şii grupların en önemlilerinden biri olup, aynı zamanda İslâm mezhepleri arasında en çok ihtilafa sebep olan fırkalardan biridir.
Karmatî hareketi, Abbasî birlikleri tarafından bastırılsa da devletin zayıf düşmesinin en büyük nedenlerinden biri olarak kabul edilmiştir.
Muktefî (902-908) dönemi Mısır’daki Tolunoğulları Devleti’nin yıkılması açısından önemlidir.
Muttekî (940-944) döneminde, Türklerin etkisi en yüksek düzeye çıkmıştır.
Bir İran hanedanı olan Şii Büveyhîler döneminde, Abbasî halifeleri etkilerini kaybetmiş ve bu durum, hilafetin çöküşünü beraberinde getirmiştir.
1242 yılında Mustasım son Abbasî halifesi olarak tahta geçmiştir. Moğol hükümdarı Hülâgû ordularıyla Bağdat üzerine yürümüş ve şehri kuşatarak Abbasî ordularını yenmiştir.
Abbasî Devleti, 1258 yılında Hülâgû tarafından ortadan kaldırıldıktan sonra 1261 tarihinde Mısır’da Kölemenler tarafından halife ilan edilen Mustansır ile birlikte gölge halifeler dönemi de başlamış olur. Bu duruma 1517 yılında Yavuz Sultan Selim verir ve hilafet Osmanlılara geçer.

İSLÂM KÜLTÜR VE UYGARLIĞI

Dil ve Edebiyat
İslâm uygarlığının oluşmasındaki en önemli araçların başında dil gelmektedir.
11.yüzyıla gelindiğinde Arapça, İran’dan Pireneler’e kadar geniş bir coğrafyada konuşulan ortak dil olmuştur.
Şiir alanında, Beşşar b. Bürd (öl. 783), Mutî b. İlyas (öl.787) ya da Mütenebbî (905-965) gibi önemli şairler ortaya çıkmıştır.

Bilim ve Felsefe
İslâm dünyasındaki bilim ve felsefenin gelişiminde, eski Yunan mirasının önemli katkısı olmuştur.
Ömer b. Abdülaziz (717-720) döneminde, Basralı bir Yahudi olan Mâsarcaveyh, Süryani tıp kitaplarından bazılarını Arapça’ya çevirerek Arap tıbbının temellerini atmıştır.
Huneyn b. İshak’ın, özellikle, Hippocrates’ten yaptığı çeviriler, Arap tıp dünyasının gelişmesinde büyük rol oynamıştır.
Râzî (865-925) ve İbn Sînâ (980-1037) dünya tarihi açısından önemi tartışılmaz ilk İslam âlimleri arasında sayılabilir. Bîrûnî de astronomi, matematik, fizik ve diğer pek çok alanda önemli çalışmalara imza atmıştır.
Harizmî, matematik alanında önemli çalışmalar yapmıştır.
Halife Me’mûn döneminde, Bağdat’ta bir gözlemevi kurularak gök cisimleri ile ilgili araştırmalar başlamıştır. Bu dönemde, Ortaçağların en ünlü astronomlarından Ebû Mâşer oldukça önemli çalışmalara imza atmıştır.
Kindî (öl. 850), en önemli filozoflardan biridir. Benzer şekilde, Aristo’dan sonra felsefenin ikinci babası olarak nitelenen Fârâbî (öl.950) ve Gazâlî de İslâm tarihinin en önemli filozofları arasındadır. Bu dönemin diğer iki önemli ismi ise İbn Sînâ (öl.1037) ve İbn Rüşd (öl.1198) olarak sıralanabilir. Özellikle, Avrupalıların, Averroes olarak adlandırdıkları İbn Rüşd, batı felsefesinin gelişmesine çok önemli katkı yapmıştır.

Sanat
Abbasî hilâfeti boyunca Bağdat, ortaçağın en büyük sanat merkezlerinden biri haline gelmiştir.
Abbasî halifeleri döneminde, müzik alanında parlak eserler verilmiştir. Bu dönemde, Fârâbî, müzik teorisi üzerine araştırmalar yaparken birçok besteci de yeni ürünler vermiştir.
Samarra, cam ve seramik sanatları açısından önemli eserlerin verildiği bir şehir olmuştur.
Kûfe, kitap ciltleme ve süsleme işlerinde de önemli eserlerin ortaya çıktığı bir bölgedir.
İbn Mukla (öl. 939), hat sanatının kurucusu olarak kabul edilir. Yazı stilleri Nesih, Muhakkak, Reyhanî, Tevkî, Rikâ ve Sülüs’ü kurallara bağlayan İbn Mukla olmuştur.

Mimari
Erken dönem İslâm mimarisini oluşturan iki temel yapı biriminin, cami ve saray olduğu belirtilebilir.
Hz. Peygamberin Medine’de yaptırdığı ilk caminin ardından Amr b. As, 642 yılında Fustat’ta bir cami yaptırmıştır. Bugüne dek pek az değişikliğe uğrayarak günümüze kadar gelmeyi başarabilmiş bilinen ilk cami Şam’da yaptırılan Emevî Camii (706-714)’dir. Bu cami, Hz. Peygamber’in Medine’de yaptırdığı ilk caminin planına uygun olarak inşa edilmiştir.
Velid tarafından yaptırıldığı düşünülen Kudüs’teki Mescidü’l-Aksa, hiç şüphe yok ki İslâm mimarisinin en önemli eserleri arasında yer alır. Bir depremde yıkıldıktan sonra Abbasî halifesi Mansur döneminde yeniden yaptırılmıştır.
Haçlıların kiliseye çevirmek için yaptıkları değişiklikler, 1187 yılında Selahaddin
Eyyûbî tarafından düzeltilmiştir. Kudüs’teki bir diğer önemli mimarlık eseri ise
Ömer Camii olarak da anılan ve 691-692 tarihlerinde yaptırılan Kubbetü’s-Sahra’dır. Kubbetü’s-Sahra, Abdülmelik tarafından hicretin 72. yılında Kudüs’te yaptırılmıştır. Yine, Kayravan Camii (670-726) ve Şam’daki Büyük Camii de Emevî döneminin önemli eserleri arasında yer alır.
Emevî döneminde, camilerin yanı sıra, pek çok önemli saray da yaptırılmıştır.
Kusayr-ı Amra Sarayı ve 728 yılında Şam yakınlarında yaptırılan Kasrü’l-Hayri’l-Garbî çok önemli iki Emevi eseridir.
Endülüs Emevî Devleti’nin bıraktığı birçok eser de mimarî açıdan oldukça önemlidir. Kurtuba’da yaptırılan Büyük Camii (961-966) ve Gırnata (Granada)’da yaptırılan ve bugün hâlâ ayakta duran, Elhamra Sarayı en çok bilinenleridir.
Abbasîler devrinde, İslâm mimarisinin daha ince bir zevke ulaştığı söylenebilir.
Abbasîler döneminde inşa ettirilen en önemli camiler arasında Samarra’daki Büyük Camii (848-852) ve Ebu Dulef Camii (861-862) ile Kahire’deki Tolunoğlu Camii (876-879) gösterilebilir.
Ukhaydir ve Cevsaku’l-Hakani Sarayları Abbasi dönemi saray mimarisinin en önemli iki örneğidir.
Abbasî askerî mimarîsi de oldukça gelişmiştir. Ribat adı verilen korunaklı yapılar bu tarzın en önemli örnekleridir.
Fatımîler de İslâm mimarisine önemli katkılarda bulunmuşlardır. Kahire’deki Mehdiye (916), El-Ezher (970-972), El-Hâkim (990-1003), El-Cüyûşî (1085) El-Akmer (1125) ve Talayi (1160) Camiileri Fatımîler döneminde yaptırılmıştır.

Yeniçağ

YENİÇAĞ’DA BATI AVRUPA’DA YAŞANAN
EKONOMİK VE SOSYAL DEĞİŞİM
Ortaçağ’da üretim malikânelerde o malikânenin ihtiyacı kadar yapılıyordu.
Zamanla nüfusları artan tarımsal kökenli sınıf, geçim sıkıntısı içine girdi.
Lordlar ve Ruhban sınıfı mevcut düzenin devamından yanaydılar, çıkarları bunu gerektiriyordu. Memnuniyetsiz serf sınıfının Avrupa dışına çıkarılmasına karar verdiler. Haçlı Seferleri bu amaca hizmet eden önemli organizasyonlardır. Düzenin devamı için yok edilmeleri gereken bu insanlar yüksek dinsel ideallerle ve cennetle müjdelenerek, Müslümanlar üzerine gönderildi.

Üretimin Değişimi ve Burjuvazinin Yükselişi
200 yıl süren Haçlı Seferleri boyunca mümkün olan güzergâhlarda deniz yolu kullanılmıştır. Bu durum Akdeniz’deki deniz taşımacılığını ve dolayısıyla ticareti olumlu yönde etkiledi. Haçlılar gemicilikle ve ticaretle uğraşır hale geldiler. Deniz ticaretiyle zenginleşen kesime kent soylu anlamına gelen burjuva denilen bu insanlar ekonomik anlamda 15.yüzyıldan itibaren yükselişe geçti.

Değişen Aristokrasi
Burjuvazinin yükselişi karşısında aristokratlar değişime ayak uydurma çabası içine girdiler. Bir kısmı topraklarını girişimcilere kiralamaya başladılar ve yüksek rantlar elde ettiler. Bazılarıysa hayvancılığa yöneldi. Böylece mülklerinde çalışan kalabalık serf nüfusunu azaltabildiler.

Dokuma ve Maden Sanayinin Gelişimi: İşçi Sınıfının Ortaya Çıkışı
Aristokratların hayvancılıktan elde ettikleri hayvan yünleri, hammaddeye dönüştürülerek dokuma sanayinin gelişmesine katkı sağladı. Dokumacılığın gelişimi ücretli işçilerin ortaya çıkmasını sağladı. Hiçbir varlığı olmayan serflerin büyük çoğunluğu imalathanelerde işçi olarak çalışmaya başladı.
Madencilik, ateşli silahların kullanılmasıyla birlikte gelişme kaydeden bir sektör oldu. Top ve tüfek imalatı feodal yapıyı tamamen değiştirdi.

Kapitalizm
Feodal sistemin çöküşü yeni bir ekonomik örgütlenmeyi ortaya çıkardı; kendi kendine yeterli, kapalı ekonomik yapı, yerini dışa açık, ticarete ve sermaye birikimine dayalı bir sisteme bıraktı. Ana malın yani sermayenin esas olduğu bu sistemde sermayeye sahip olanlar, üretim araçlarına da sahip oldular. Değişen bu sistemin sürekliliğini sağlamak gerekiyordu. Bunun için daha çok ham madde ve iş gücüne ihtiyaç vardı. Sermaye sahipleri denize açılarak yeni kaynaklar aramaya gittiler. Coğrafi keşifler yeni hammadde kaynakları bulmak ümidiyle başlayan deniz seferlerinin bir sonucudur. Büyük coğrafya buluşlarıyla beraber sömürgecilik faaliyetleri de başlamış oldu. Giderek zenginleşen, sermayeye yani kapitale sahip bulunan bu sınıfa kapitalist sınıf yeni oluşan bu düzene de kapitalizm denildi.
Avrupa’nın Sömürgecilik Faaliyetleri
Siyasal birliğini en erken sağlayan Portekiz, coğrafi keşiflere ve sömürgecilik faaliyetlerine ilk başlayan Avrupa ülkesi oldu.
Portekiz, Afrika kıyılarına yönelik seferleri sonucunda 1442 yılında ilk Afrikalı köleleri Avrupa’ya getirecek, hatta papadan bu işin tekelini alacaktır. Portekiz, köle ticaretinin yanı sıra Avrupa’ya altını da getirecektir.
1497’de Vasco de Gama Afrika Kıtası’nı güneyden geçerek Hindistan’a ulaştı. Böylece Batı Avrupa ile Hindistan arasında ilk kez doğrudan ilişki sağlanmış oldu. Portekiz amacına ulaşmıştı. Sonuç olarak Portekiz, Afrika Kıtası ve Hint Okyanusu’nun kıyı ülkeleri üzerinde hâkimiyetini kurdu ve ticaret kolonileri oluşturarak sömürgeciliğe başladı.
İspanya hizmetinde yola çıkan Kristof Kolomb (1446-1506), yeni bir kıta buldu
(1492). Amerigo Vespucci (1454-1512), burasının yeni bir dünya olduğunu kanıtlamaya çalıştı ve daha sonra kıtaya Amerika ismi verildi.
Bundan sonra bu yeni kıtayı tanımaya ve sömürmeye yönelik seferler devam etmiştir.
Fernandez Cortez (1485-1547) Meksika’daki Aztek Uygarlığı’nı (1521), Francisco Pizarro (1541) da Peru’daki İnka Uygarlığı’nı yok etmiştir.
Magellan (1480-1521) ise sürekli batıya gidildiğinde Asya Kıtası’na ulaşılacağını düşünüyordu. Magellan’ın başlattığı (20 Eylül 1519) ve Sabastian del Cano’nun tamamladığı (6 Eylül 1521) seferin sonucunda dünyanın yuvarlak olduğu kanıtlanmış oldu.
16. yüzyıl başlarında Amerika Kıtası’nı fethe başlayan İspanyollar 50 yıl içinde Meksika, Orta Amerika ve Brezilya hariç Güney Amerika’ya yayılacaklardır.
1540’lardan itibaren sömürgelerden köle emeği ile ucuza elde edilen değerli madenler, Avrupa’ya taşınmaya başlandı.
Amerika’dan Avrupa’ya taşınan altın ve gümüş, değerli madenlerin fiyatının düşmesine ve malların fiyatlarının yükselmesine yol açtı. Fiyatlarda meydana gelen bu yükselişe Fiyat Devrimi denildi. Fiyat Devrimi ile birlikte küçük üretici iflas ederken, burjuvazi giderek güçlendi. Buna karşılık ücretlerde bir değişiklik olmadı. Bu da sosyal yapıda, sınıflar arasında uçurumların oluşmasına ve kapitalist sınıfın oluşumunun hızlanmasına yol açtı.

Tarih boyunca toplumların düşünce yapılarında meydana gelen değişim, ekonomik ve toplumsal yapılarında yaşanan değişimle doğrudan ilişkili olmuştur. Yeniçağ, feodalizmden Aydınlanma Dönemi’ne bir geçiş sürecidir.
Yeniçağ bir geçiş dönemi olduğundan bu dönemdeki fikir akımları da kendi içinde bazı çelişkiler taşır. İdealize edilenlerle gerçekler arasında yaşanan çelişkiler ütopik kuramların ortaya çıkmasına neden olacaktır.
Ekonomiyi ele geçiren ve bu yolla maddi güç elde eden sınıf (burjuvazi) bu düzenin devamı için kendi ideolojisini oluşturur. Bu düzenle değişen ekonomik yapının korumacılığını üstlenerek sürekliliğini sağlayan ise siyasal yapılanmadır. Bu düzende ekonomi ne kadar sömürgeye dayalı ise sistemin koruyuculuğunun üstlenen siyasal yapılanmada o kadar baskıcıdır.

Değişen Siyasal Yapı
Yeniçağ’daki siyasal yapılanmaya baktığımızda, ilk aşamada mutlak monarşilerin oluşum sürecini görürüz. Bu süreçte Ortaçağ’daki çok başlı feodal siyasal yapının değiştirilmesi ve iktidarın tek elde toplanması amaçlanmıştır.
Siyasal yapılanmanın bu ilk aşamasında, yani mutlak monarşilerin oluşum sürecinde, burjuvazi ve krallar arasında karşılıklı çıkarlara dayalı, geçici bir iş birliği yapıldı.
İtalya’da Niccola Machiavelli (1469-1527), İngiltere’de Thomas Hobbes (1588-1679), Fransa’da Jean Bodin (1530-1596) mutlak monarşiyi savunan kuramlar geliştirdiler.
Ancak ilerleyen yüzyıllarda burjuvazi, ekonomik gücüne dayanarak, siyasal yapıda da hak arayışları içine girecektir. İşte bu dönemde, krallarla burjuvazi arasındaki denge değişecek; burjuvazi kralın yetkilerini sınırlandırarak, parlamentoya girebilmenin mücadelesini verecektir.

HÜMANİZM
Rönesans Avrupa’sında insanın her şeyin ölçüsü olduğunu kabul eden düşünce akımına verilen isimdir. Hümanizm, öte dünya görüşüne karşılık bu dünya görüşünü öne çıkarır. İnsan, evrenin merkezinde Tanrı’nın yerini alır. İnanan insanın yerine şüphe duyan ve sorgulayan insan geçecektir. Hümanizmle, bireycilik ve laiklik gibi görüşler ön plana çıkar.
Hümanizm akımı, edebî eserlerle başladı. İlk örnekleri İtalya’da ortaya çıktı. Petrarca, hümanizmin babası olarak kabul edilir. Hemen sonrasında tüm Avrupa’da benzer içerikte eserler görülmeye başlandı (Bacon, Monteigne, Erasmus vs.). Hümanizm akımı Rönesans’ın ideolojisini oluşturur.

Gerçekle İdealin Çelişkisi
İnsanın tek başına bir değer taşıdığı ve önemli olduğu vurgulanırken, bir yandan da bu sistem içinde ezilen ve insanca yaşayamayan alt sınıfların varlığı bir çelişki yaratacaktır.
Ezilen sınıfların varlığı düşünsel yapıyı etkiledi. İdealize edilen hümanizm ile burjuvazinin kendi çıkarlarına göre kullanılan bireyciliğin, alt sınıfları ezmesi karşısında, düşünürler bir arayış içine girdi. Yaşanan bu çelişkiler ütopik kuramların ortaya atılmasına neden oldu. Thomas More (1480-1535)’un Ütopyası ve Campenalla (1568-1639)’nın Güneş Ülkesi, bu arayışın güzel örnekleridir.
More, sosyal sınıflar arasındaki dengesizliğe, özel mülkiyetin yol açtığı düşüncesindedir. Nitekim Ütopya adlı adada herkes çalışır ancak hiç kimsenin özel mülkiyeti yoktur.

Rönesans
Yeniden Doğuş anlamına gelen Rönesans antik dönem eserlerinin Yeniçağ’da yeni bir yorumla ele alınması esasına dayanır. Bu çalışmaların nedeni, burjuvazinin kendi kültürünü yaratma ihtiyacıdır. Ortaçağ’ı ve Ortaçağ’ın feodal yapısını reddeden burjuvazi bu nedenle Antik Çağ’a yönelir. Ortaçağ’ı bir “hata” olarak algılansın diye “karanlık çağ” olarak yaftalar ve kendi çalışmalarını “yeniden doğuş” şeklinde yüceltir. Rönesans, 15.yüzyıldan 17.yüzyıla kadar olan dönemi kapsar.
Rönesans, İtalya’da Floransa merkezli olarak ortaya çıkmıştır.
Rönesans döneminde her türlü sanat dalında en güzel eserler verilecektir. Leonardo da Vinci (1452-1519), Michealangelo (1475-1565) ve Rafaello (1483-1520) bu dönemde öne çıkan büyük sanatçılardır.
Rönesansla birlikte, sanatçı yaptığı eseri imzalayarak, kendi kimliğini ortaya koymaya başlamıştır. İnsan merkezli düşünüşün bir ürünü olarak, portre sanatı gelişmiştir.
Ayrıca insanın zayıflığını temsil eden Ortaçağ heykellerinin aksine bu dönemde güçlü, kahraman insanı temsil eden heykeller yapılmaya başlanmıştır.
Ancak hümanist bireyciliğin iflası ile yaşanan çelişki sanata da yansıyacaktır. Hümanizme tepki olarak maniyerizm ortaya çıkmıştır. Maniyerizm, erken Rönesans sanatının katı akılcılığına ve kuralcılığına bir tepki olarak ortaya çıkmıştır.

Reform
Yükselen burjuvazinin önündeki en büyük engel, feodal düzenin dayanağı olan Katolik ideoloji idi. Bu ideoloji yıkılmalı ya da egemen sınıfın çıkarlarına uygun hâle getirilmeliydi. Bu durumda burjuvazi, kendi kilisesini örgütleyerek,
Katolikliğin karşısına Protestanlığı çıkardı. Protestan Kilisesinin, Katolik
Kilisesinden en önemli farkı; kilisenin, devletin denetiminde olmasıydı. Devlet, egemen sınıfın bir aracı olduğuna göre, kilise egemen sınıfın kontrolü altına alınıyordu.
Hümanist fikirlerin halka indirgenmesi ve eyleme dönüşmesi reform hareketi ile olmuştur.

Martin Luther (1483-1546)
Luther, kutsal kitabı esas alarak, kilise babalarının yazdıklarını, papalık bildirilerini, din adamlarının aracılığını ve papanın otoritesini reddetmiştir.
Hristiyanların, dinsel anlamda özgür olduğunu, aracıya ihtiyaçları olmadığını ifade etmektedir.
Özellikle başta bulunan yöneticilere boyun eğilmesini ister. Çünkü ona göre manevi özgürlüğe olanak veren, dünyasal düzendir ve bu düzen korunmalıdır.

John Calvin (1509-1564)
Cenevre’de Protestanlığı örgütlemeye çalışan Calvin, Luther’in görüşlerini sürdürmüş ve Protestanlığı, Avrupa çapında bir hareket hâline getirmiştir.
Calvin’in öğretisi, insanı, dünya işlerinden ayırmıyordu.
Yükselen burjuvazi, kazanç amacıyla yaptığı tüm hareketlerin dinsel yaptırımı olarak Calvinciliği kullandı.
Calvin, insanların manevi eşitliğinden söz ederken; ekonomik, sosyal ve siyasal eşitsizliği kabul eder. Calvin, yöneticilerin gücünü Tanrı’dan aldığını, bu nedenle yöneticilere karşı gelmenin Tanrı’nın düzenine karşı gelmek demek olduğunu iddia eder.

Thomas Münzer ve Köylüler Savaşı (1524-1525)
Münzer, reform hareketini o dönem Almanya’sında en çok ezilen köylü sınıfına dayandırdı. Keskin ve devrimci görüşler ileri süren Münzer, Hristiyanlığın sadece Katolik biçimine değil, kitabına da karşı çıktı. Onun yerine aklı temel alan görüşler ileri sürdü. Münzer, ekonomik alanda eşitlikçi bir düzen arayışı içindedir. Özel mülkiyetin ve zümre farklılıklarının olmadığı bu düzenin, tüm Hristiyan dünyayı kapsamasını hedeflemiştir.
Münzer, devrimci düşüncelerini gerçekleştirmek için hareketini köylülere dayandırarak feodal düzenin egemen sınıflarına ve bunların mülklerine karşı harekete geçti. Sonuçta köylüler yenildi ve Münzer öldürüldü.

Reformun Sonuçları
Reformla birlikte, Hristiyanlıkta bölünmeler oldu. Yeni mezhepler ortaya çıktı. Katolik Kilisesinin mutlak otoritesi kırılmış oldu. Katoliklerle Protestanlar arasında yoğun mücadeleler yaşandı. Sonuçta bu çatışmalar Avrupa’da Din
Savaşları’nı ve Otuz Yıl Savaşları’nı başlattı.
Protestanlık, kapitalizmle iç içe gelişti.
Sonuç olarak 1648 Westfalya Antlaşması ile Protestanlık mezhebi resmen tanınmış oldu ve günümüze kadar Hristiyanlığın en çok taraftar bulan üç büyük mezhebinden biri hâline geldi.
Evrensel Katolik Kilisesinin yerini devlet kontrolündeki, ulusal kiliseler almıştır.
Reformla birlikte laik öğretim kurumları açılmaya ve kişisel yargı hakkı savunulmaya başlandı.
Luther, faiz ve fiyat konusundaki düzenlemeleri kiliseden ayırıp devletin kontrolüne verirken; Calvin, çalışma ve zengin olmanın öte dünyada da ödüllendirileceğini söylüyordu. Kapitalist birikim adına yapılan her türlü girişim insanın görevi sayılıyordu.
Yeniçağ’da ekonomik, sosyal ve siyasal yapıda meydana gelen değişim, Aydınlanma Çağı’nı yaşaması için gerekli altyapı hazırlamış oldu.

AYDINLANMA ÇAĞI
Burjuvazi, ekonomik yapıya hâkim olduktan sonra, siyasal yapıda da etkinliğini arttırma mücadelesi içine girdi. Onun bu isteğini kuramsal anlamda dile getirenler Aydınlanma Dönemi düşünürleri oldu. Bu yeni dünya görüşü, Aydınlanma Felsefesi olarak adlandırılmıştır. Aydınlanma Felsefesi İngiltere’de başlayarak Fransa’ya geçmiş ve Fransız İhtilali’nin düşünsel yönünü oluşturmuştur. Aydınlanma düşünürleri 1789 Fransız Devrimi’nin öncüleri olmuşlardır.
Aydınlanma Felsefesi akılcılığa dayanarak peşin yargıları yıkmayı amaçlamıştır.
Aydınlanma Çağı’nın, siyaset bilimine önemli katkısı, siyasi iktidarın kaynağının tanrısal kökenli olmayıp halka ait olduğunun kabul edilmesidir.
Aklın yüceltilmesi ile bilimin gelişmesinin önünü açılmış; doğa bilimleri büyük bir gelişme göstermiştir. Newton ve Kopernik ile insanın evrene ilişkin görüşleri köklü bir değişime uğramış; Decartes ve Kant ile bu değişimin felsefi yönü oluşturulmuştur.
İnsanı esas alan bir yönetim biçimi hedeşenirken siyasal erkin kaynağı da değiştiriliyor; iktidarın kaynağı Tanrı’dan insana indirgeniyordu.
Burjuvazinin siyasal alandaki en önemli engeli asalet ve soyluluk kavramlarıydı. Bunu ortadan kaldırmak için eşitlik kavramı öne çıkartılarak, insanların doğuştan bir takım haklara sahip olduğuna vurgu yapıldı. Kan soyluluğuna dayalı birtakım ayrıcalıkların ortadan kaldırılması, mutlak monarşik yönetimlerin sona ermesi anlamına geliyordu. Böylece zaten ekonomik güce sahip bulunan burjuvazi, hukuki ayrıcalıkların kaldırılmasıyla siyasi yapıda da güç sağlayabilecekti.

J. Locke (1632-1704)
Liberal bireyciliğin babası sayılan Locke, mutlak iktidarın sınırlandırılmasına ilişkin görüşleriyle burjuvazinin sözcülüğünü yapmıştır.
Hükümet Üzerine İki Deneme adlı eserinde burjuvazinin ideallerini dile getirmiştir.
İktidarın sınırlandırılması ve bu amaçla yasa yapan ve bunları uygulayan güçlerin ayrı ellerde toplanması gerektiğine ilişkin görüşleriyle Locke, demokratikleşme yolundaki önemli kilometre taşlarından biri sayılır.

Montesquieu (1699-1755)
Aristokrat bir aileden gelen Montesquieu, aristokratik liberalizmi savunur.
Montesquieu’ya göre “kuvvet kuvveti durdurmalı” yoksa özgürlük olmaz. Onun bu görüşü Batı demokrasisinin temeli olacaktır.
Devletin üç ayrı görevi olduğundan söz eder; yasaları yapmak, bunları uygulamak ve suçluları cezalandırmak.
Yürütme gücünün krala verilmesini, yasama gücünün ise halk ve soylulardan oluşan iki meclise verilmesini savunan Montesquieu’nun amacı; kral, soylular ve halk arasındaki siyasi ve sosyal dengeyi sağlamaktır. Montesquieu’dan sonra güçler ayrılığı ilkesi demokrasinin koşulu haline getirilecektir.

J.J. Rousseau (1712-1778)
Halkın iktidarını, her alanda eşitliği ve mutlak demokrasiyi savunur.
Toplum Sözleşmesi adlı eserinde halk egemenliğinin sonucu olarak doğrudan doğruya demokrasiyi savunur. Kalabalık nüfus halk egemenliğini güçleştirdiği için Rousseau Emredici Vekâlet kavramıyla temsili demokrasiyi önermiştir.
Öte yandan eşitlikçi demokratik bir toplum özlemi içinde olan Rousseau, burjuvazi için tehlikeli bir düşünürdü.

Voltaire (1699-1778)
Fransız İhtilali’nin düşünsel yönünü hazırlayan en önemli düşünürlerden biridir.
Özellikle düşünce özgürlüğünü sağlamak için büyük mücadele vermiştir.
Katolikliğe ve kiliseye karşı savaş açan Voltaire, egemen sınıfın zenginliğine zenginlik katma çabasını, burjuva mülkiyet anlayışını desteklemiştir. Özetle burjuvazinin değerlerini savunmuştur.

Aydınlanma Felsefesi
Bu dönemde doğa bilimlerine duyulan ilgi artmış, uygulama ön plana çıkmıştır.
Doğa üzerinde edinilen bilgiler halkla paylaşılmak istenmiş; halkın anlayabileceği eserler döneme damga vurmuştur.
Bir yandan bilimsel gelişmeler yaşanırken, bir yandan da yeni felsefi kuramlar geliştirilmiştir. Voltaire 14. Louis’in Yüzyılı adıyla ilk tarih kitabını yazar.
Montesquieu, iklimin ve coğrafi yapının, yönetim yapısı üzerindeki etkisini inceleyerek sosyal bilimin olasılığını gösterir. Locke ise liberalist görüşleri ile siyaset biliminin temellerini ortaya koyar.
Akılcılık, Aydınlanma Çağı’na damgasını vurmuş olan en önemli ilkedir.
Aydınlanma Çağı’nda her şeyin aklın rehberliğinde, bilimsel bir metotla incelenmesi ve laik temele oturtulması esas olmuştur. Din, ahlak ve siyaset laikleştirilmeye çalışılmıştır.
Aydınlanma Çağı’nın amaçlarından biri de insanın bu dünyada mutlu olmasını sağlamaktır.
Kendine güvenen, akılcı ve özgür insan, Aydınlanma Çağı insan tipidir.

DOĞA YASASI VE EKONOMİK LİBERALİZM
Descartes, bilgiyi doğadan öğrenmenin gerekliliğine dikkat çekmişti.
Doğadaki hiçbir şeyin keyfî olmadığını ve doğanın evrensel matematik kanunlarına bağlı olduğunu savunan Descartes’ın bu görüşleri Newton’un düşüncelerine temel olacaktır. Nitekim Newton da genel çekim yasasını bularak tüm evreni tek bir çekim yasasının hâkim olduğu dev bir makine olarak görecektir.
Newton’un doğa yasasına ilişkin düşüncelerinin ekonomik yaşama uygulanmasıyla yeni bir toplum bilim dalı olarak politik ekonomi gelişmeye başlamıştır.
Görüşlerinin temelini, her türlü müdahaleden uzak bir ekonomik yaşam biçiminin oluşturduğu fizyokratlar, ekonomide “Laissez-faire” (bırakınız yapsınlar) ilkesini geliştirdiler. Fizyokratlar bir ulusun zenginliğinin kaynağı olarak doğayı görüyorlardı.
Öte yandan Adam Smith (1727-1790), ulusların zenginliğinin kaynağının doğa değil emek olduğunu ileri sürmüştür.

Edebiyat
18. yüzyıl Fransız edebiyatında Voltaire, Condorcet ve Rousseau öne çıkan isimler arasındadır.
İngiltere’de özellikle yergi alanında Jonathan Swift (1667-1745)’in ve Samuel Johnson (1709-1784)’ın ismi geçmektedir.
Bu yüzyılda Alman edebiyatında öne çıkan isim ise Gotthold Lessing (1739-
1781)’dir.

Sanat
Resim sanatı daha demokratik bir içerik kazanmıştır. Heykelde ise daha duygusal ve hareketli figürler öne çıkmıştır. Mimaride klasik Rönesans mimarisi ile barok üslubun birleştirilerek yeni bir tarzın oluşturulduğu görülür. Versailles Sarayı bu mimarinin en güzel örneklerinden biridir.

Müzik
Rönesans Dönemi’nde İtalya’da din dışı müziğin ilk örneği olarak ortaya çıkan opera, 18. yüzyılda da egemenliğini sürdürmüştür. Ancak bu dönemde Georg Friedrich Handel (1685-1759), Christoph Gluck (1714-1787) ve Wolfgang Amedeus Mozart (1756-1791) gibi daha çok Alman sanatçılar öne çıkmıştır. Handel aynı zamanda oratoryo müziğinin de ilk bestecisidir.
İlk senfoni ve quartet örneklerini veren Franz Joseph Haydn (1732-809) ile her türden çok sayıda eser besteleyen Mozart, Çağ’a isimlerini vermişlerdir.

OSMANLI VE AVRUPA
Osmanlıların tarihinden bahsetmeyen bir Avrupa tarihi eksik kalmaya mahkûmdur.
Bizans’a tabi olan yerleri Fatih Sultan Mehmet, birer birer kendisine bağlamış ve Katolik Kilisesi’nin nüfuz alanını zayıflatmıştır. Avrupa’da siyasi otoritenin şekillenmesinde Papa’nın rolü ne kadar önemliyse; Papalık üzerindeki etkisi nedeniyle de Osmanlı’nın etkisi o kadar önemlidir.
Amacı, Katolik olan bir dünya devleti kurmak olan Şarlken karşısında Kanuni
Sultan Süleyman’ı bulmuştur. Aynı dönemde Fransa kralı siyasi gücünü Osmanlı Devleti’nden almıştır.  İngilizler de Akdeniz’de güvenli bir ticaret yapabilmek için Osmanlı devleti ile iyi bir ilişki kurmaya çalışmıştır.
Osmanlı Devleti, üç dini birden resmen tanıyan; etnik ve dinsel alt gruplarıyla birlikte uyumlu bir şekilde bir arada yaşamalarını güvence altına alan tek siyasi organizasyondur.
Bu çok uluslu ve çok dinli Osmanlı yapısı, sosyo etnik bir dengeyle iç tutarlılığını kurmayı başarmıştır. Bu dengenin uzun ömürlü olması da yönetim anlayışına milli bir ideolojinin hâkim olmamasından kaynaklanmıştır.
1535’den itibaren Fransa’ya daha sonrada Hollanda ve İngiltere’ye tanınan ticari ayrıcalıkların temelinde, Osmanlı otoritesi lehine bir güç dengesi oluşturma çabası dikkat çekmektedir.
Osmanlıların Protestanlara olan desteği ile Kalvinistlerin başarısı bu politikanın bir sonucudur. Osmanlıların Avrupa siyaseti üzerinde oynadıkları bu etkin rol, 1580’den sonra da İngiltere ve Hollanda üzerinden devam etmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihi bir bakıma Doğu ile Batı’nın; bir başka ifadeyle İslam Dünyası ile Hristiyan Dünyası arasındaki ilişkilerin bir tarihidir.
Yeniçağ Avrupa’sının ekonomik, sosyal, siyasal ve düşünsel değişiminin başladığı ilk yer İtalya kent devletleridir. Haçlı seferleri ile zenginleşen İtalya kent devletleri, feodal ekonomik ve sosyal yapının en erken çözüldüğü yer olmuştur. Osmanlı üzerinden Batı’ya ulaşan yeniliklerin ilk durağı hep İtalya olmuştur.
17.yy.dan itibaren Batı bilimi ilerlemiş ve Doğu, bu gelişmeleri Osmanlı üzerinden takip etmiştir.
Osmanlıda bilimsel faaliyetlerin merkezi medreselerdi. Buna ilaveten tıp eğitimi ve sağlık hizmeti veren darüşşifalar, zaman tayininin yanı sıra matematik ve astronomi eğitimi veren muvakkithaneler gibi kurumlar ile aktif ve dinamik bir ilim ortamı oluşturulmuştur.
III. Murad zamanında İstanbul’da açılan rasathane, İslam dünyasının en büyük rasathanesi olarak planlanmış ve zamanın en gelişmiş astronomi cihazlarıyla donatılmıştır. Rasathanenin başında Takiyüddin El Raşid bulunuyordu. 1573 yılında faaliyete başlayan rasathane, 1580 yılında yıkılışına kadar çalışmalarını sürdürmüştür. Batı Dünyası açıların ölçülmesinde kirişleri kullanırken; Takiyeddin, trigonometrik fonksiyonları kullanmıştır.
Osmanlı biliminin zirvesini oluşturan bu çalışmalar; devlet adamları arasındaki rekabet ve kıskançlık yüzünden, dini bahaneler ileri sürülerek yıkılmıştır. Bu yıkım, Osmanlı ilim geleneğinin duraksamasının da başlangıcı olmuştur.

Avrupa Biliminin Osmanlı Üzerindeki İzleri
Osmanlılar, Avrupa’daki keşifler ve icatlardan haberdardı. Ancak kendini Avrupalılardan üstün görüyor ve gelişmeleri “seçici” bir gözle takip ediyordu. 15. yüzyıldan itibaren özellikle ateşli silahlar, haritacılık ve madencilik alanında Avrupa teknolojisinden yararlanmaya başlamışlardır.
16.yüzyılda Osmanlı haritacılığı Piri Reis’in eserleriyle gelişmiştir.
Deniz coğrafyası konusunda öne çıkan bir diğer isim de Seydi Ali Reis’dir (el-Muhit adlı Türkçe eseri çok önemlidir).
16.yüzyılda kaleme alınan, Muhammed b.Emir el-Suudi el Niksari’nin Tarih-i Hind-i Garbi adlı eseri ise Amerika’dan ve coğrafi keşiflerden bahsetmektedir.
17.yüzyılda Katip Çelebi’nin eseri Cihannüma adlı eseri dikkat çekmektedir.

Kültürel Etkileşim
Klasik dönemde Osmanlılar Avrupa kültürüne mesafeli soğuktular. Bu durum Karlofça Antlaşması (1699) ile değişmeye başladı. 18. yüzyıldan itibaren de Batı beğenilen ve dolayısıyla da taklit edilen bir kültür haline gelmiştir.
Batı’dan ilk aktarımlar teknik alanda ve silahlarda olmuştur.
1492’de İspanya’dan kovulan Yahudilerin Osmanlıya göçü, tekstil, silah yapımı gibi alanlarda teknoloji transferine yol açmıştır.
Osmanlılar, çeşitli milletlerden gelen sanatkâr, mühendis ve tabipleri gruplar halinde teşkilatlandırmış; sarayda Efrenciyan adıyla ayrı bir dairede toplanan bu meslek erbabının bilgi ve deneyimlerinden yararlanmıştır.
19.yüzyılda giderek artan ticari ilişkiler sonucunda Osmanlı yüksek sınıfı tarafından Avrupa yaşam tarzı taklit edilmeye başlanacaktır. Tanzimat’ın ilanıyla (1839) Batı’nın kanunları ve idari usulleri de Osmanlı’ya girmiştir.

Avrupa Kültüründe Osmanlı Etkisi
16.yüzyıl sonlarına kadar, Avrupa saraylarını ziyaret eden Osmanlı elçilerinin kıyafetleri ve davranışları büyük ilgi uyandırmış, bu ülkelerde bir Türk modasını başlatmıştır.
Kılık kıyafetleri kadar Osmanlıların kullandığı eşyalarda ilgi çekiyordu.
Örneğin Batı Anadolu halılarını kullanmak Avrupa saraylarında moda olmuştur.
Dokuma, desen ve boyama tekniği bakımından Avrupa ipekli ve pamuklu sanayisinde Osmanlı izlerini açıkça görmek mümkündür.
Avrupalılar taklit yoluyla Osmanlıdan kahvehane kültürünü de almıştır.
1669’da Paris’e giden Osmanlı elçisi Süleyman Ağa ile kahve kültürü Avrupa’da moda olmuştur.
Osmanlı ordusunun kullandığı toplar ve ordunun manevra kabiliyeti, Avrupalıların çok ilerisindeydi. 15 ve 16. yüzyıllarda Avrupalılar özellikle bu konular üzerinde araştırma ve çalışmalar yapmışlardır.
Askeri bandoların esin kaynağı da Osmanlı mehterhanesidir.
Osmanlıların Avrupa’da hızla ilerlemesi 16.yüzyılda Almanya’da bir korku yaratmıştı. Osmanlı tehlikesine karşı Türk çanı âdeti başlatılmıştır.
Günün belli saatlerinde kilisede çanlar çalınarak, Hristiyanlar, Türk istilasına karşı duaya çağrılıyorlardı. Yine ilk gazete de (Newe Zeitung) 1502’de Türklere ait haberler için çıkarılmıştır.
Luther, Osmanlı akınlarını doğal afetlere benzetiyor ve Tanrının bir cezası olarak değerlendiriyordu. Türklere karşı direnme konusunda üç risale yazan Luther,
Türkleri şeytanın hizmetkârı olarak görüyor, deccal olarak tasvir ediyordu.
17.yüzyıla gelindiğinde Osmanlı Devleti, Avusturya karşısında yenildi (1593-1606). Ateşli silahların üstünlüğü bir dönüm noktası oldu ve artık 17.yüzyılda Osmanlı, Avrupa karşısındaki üstünlüğünü kaybetmeye başladı. Bundan sonra ekonomik, teknolojik ve askeri alanda Batı’nın ilerleyişi başladı.

Avrupa’ya Bir Model Olarak Osmanlı Siyasal Rejimi
Siyaset biliminin kurucusu kabul edilen Machiavelli (1469-1527) Prens adlı eserinde İtalya’nın siyasal birliğini nasıl sağlayacağı sorununa çözüm önerileri getirirken Osmanlı Devletini örnek olarak göstermiştir.
Fransız siyaset teorisyeni Bodin de eserinde Osmanlı Devletine özel bir yer ayırmış; Osmanlı siyasal rejimini Batı monarşisiyle karşılaştırmıştır.
Bodin Osmanlı padişahı Kanuni Süleyman’ı despot bir efendi olarak görüyordu. Buna karşılık Francois de Bellefort ise Fransız krallarına, Kanuni Sultan Süleyman’ın adaletini örnek almalarını önerecektir.
Batılılar Osmanlı hükümdarını despot ve tiran olarak tasavvur ediyorlardı. Osmanlı hükümdarı mutlak otorite sahibiydi. Bu ise despotluk için değil adaletin tesisi için zaruri idi. Osmanlıda mülkün temeli otorite değil adaletti.
18.yüzyıla gelindiğinde ise Akıl Çağı’nın siyaset teorisyenleri, Osmanlı rejimini
Doğu Despotizmi içinde değerlendirmişlerdir. Bu siyasi rejim, Fransız Aydınlanma düşünürlerinden Montesquieu’nun ileri sürdüğü gibi coğrafi koşulların bir sonucu veya Ortadoğu imparatorluklarının bir geleneği değil, Osmanlı- Avrupa mücadelesinin bir sonucu idi.
Max Weber ise Osmanlı rejimini determinist bakış açısıyla keyfi sultanlık olarak nitelendirmiştir.
K.Marx ve F.Engels’in Asya üretim tarzı adı altındaki yaklaşımı ise milliyetçi Balkanlı tarihçiler tarafından resmi tarih görüşü olarak benimsenmiştir.
Fransız Annales Ekolü ile tarihin; toplumsal, ekonomik ve coğrafi koşullarla birlikte değerlendirilmeye başlanmasıyla Osmanlı tarihinin de daha tarafsız bir şekilde incelenmesi mümkün olmuştur.

Dini Hoşgörü Konusunda Osmanlı ve Avrupa
Osmanlı Devleti fethetti topraklarda yaşayan insanların din ve inançlarına hiçbir kısıtlama getirmemiştir. Hukuki işlerini dahi kendi inançlarına uygun şekilde yapabiliyorlardı. Aynı dönemlerde Hristiyan Batı Avrupa’da Hristiyan olup da Katolik olmayanlara karşı bile yaşam hakkı tanınmıyordu.
Fransa, İspanya ve İtalya’da ise Osmanlı Devletinin hüküm sürdüğü 600 yıllık dönemde kayıtlara geçmiş herhangi bir azınlık yoktur.
Batı Avrupa’da yeni mezheplerin ortaya çıkmasının nedeni ise sadece ekonomik çıkarlardır.

Sanatta Osmanlı-Avrupa Etkileşimi
Batı ile kültür alışverişine giren ilk Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmet olmuştur. Bu dönemde Osmanlı padişah portrelerine Avrupa’da büyük ilgi duyulmaya başlandı. Osmanlı saray hayatı da Avrupalıların ilgi odağı haline geldi. Fatih’in ölümünden sonra yaşanan taht mücadelesinde Cem Sultan, Osmanlı ile Avrupa diplomasisinin merkezine yerleşirken, onun Avrupa’daki maceralı yaşamı da çeşitli eserlere konu oldu.
Kanuni Sultan Süleyman fetihleri ve yaşantısıyla Avrupa’yı öylesine etkilemiştir ki çok sayıda edebi esere, bale ve operaya esin kaynağı olmuştur.
16.yüzyıldan sonra Avrupa’yla diplomatik ilişkilerin artması, kültürel etkileşimi hızlandırmıştır. Bunun sonucunda 17.yüzyılda Avrupa’da daha gerçekçi bir Türk imajı oluşmuştur.
İngiliz Büyükelçisi Sir Paul Rycaut, İstanbul’da kaldığı 1661-1668 yılları arasındaki gözlemlerini kaleme aldığı eserini 1668’de Londra’da yayımlamıştır.
Türk ezgileri Mozart, Haydn ve Beethoven gibi ünlü besteciler tarafından kullanılacaktır. Beethoven’in ünlü 9.senfonisinin sonundaki mehter ezgileri bu etkileşimin güzel bir örneğidir.

Sanayi Devrimi
Sanayi Devrimi terimi, kol gücünün yerine buharla işleyen makineler vasıtasıyla, kısa zamanda büyük üretim kapasitelerine ulaşan, fabrikalaşmış bir ekonominin doğurduğu sanayi, ticaret ve toplum yaşamında oluşan köklü dönüşüm ve yeniden yapılanmayı ifade etmektedir.

İngiltere’de Sanayi Devrimi’ni Hazırlayan Sebepler
Egemenliğin kaynağının ilahi olduğu anlayışı ilk olarak İngiltere’de ortadan kaldırılmıştır.
İngiliz Parlamentosu, İngiltere’de her zaman kapitalist gelişimi ve serbest ticaretin gelişimini desteklemiştir.
Denizlerdeki üstünlüğü sayesinde, Hindistan, Kanada, Güney Afrika, Batı Hint Adaları dışında pek çok küçük ülkeyi de içine alan büyük bir imparatorluk kurdu.
Ticaret ve sömürgecilik yoluyla, İngiltere’de büyük servetler, Bankacılık ve Borsa gibi büyük finans kurumlarının gelişmesini sağladı.
Genel nüfus artışı ve köyden kente göç hareketleri, kentlerde sanayi için gereken işgücünü hazırladı.
Dünyanın en büyük sömürge imparatorluğu oluşu İngiltere’ye geniş hammadde ve pazar olanakları sağlamaktaydı.

İngiliz Sanayi Devriminin Ortaya Çıkışı
İngiltere’de Sanayi Devrimi, ilk önce dokuma ve demir sanayiinde görülmüştür.
Dokuma Sanayisi açısından ilk önemli buluş, John Kay isminde bir dokumacı tarafından 1730’da uçan mekik adı verilen, yeni bir mekiğin bulunmasıydı.
Bu sayede iplik oldukça hızlı dokunmaya başladı. Bu durum iplik sıkıntısına yol açtı.
1764’de James Hargreaves isimli bir başka dokumacı ise, dokuma tezgâhları için gereken ipliği hızla büküp, kumaş üretimine hızla hazırlayacak bir başka makinayı icat etti. 1784’e gelindiğinde ise iğ sayısının seksene çıktığı görülür.
1769’da Richard Arkwright (1732-1792) tarafından icat edilen bir başka makine ile seri imalâta geçildi. Makine, enerji olarak suyun gücünü kullanmaktaydı.
Buna paralel olarak İngiltere’de ilk dokuma fabrikası 1771’de kuruldu.
1785 gelindiğinde ise, James Watt’ın yaptığı ve buhar gücüyle işleyen motoru, bir fabrikadaki bütün tezgâhları çalıştırabilmekteydi.
J. Watt’ın 1769 da patentini aldığı buhar makinası sonrasında teknolojik gelişmelerin yönü, fabrikaların daha çok üretim yapabilmesine olanak tanıyacak şekilde, makinaların geliştirilmesine yönelmiştir.
1709 da Abraham Darby kok kömürü kullanarak demir elde etmeği başardı.
Kaliteli demir üretimindeki iyileştirmelere paralel olarak demirin kullanım alanı genişlemeye başladı. 19. yüzyılın ortalarına doğru demiryolları, lokomotişer, gemiler, çeşitli makinalar, havagazı sistemleri gibi alanlarda demir, yoğun olarak kullanılacaktır.
1807’de Amerikalı Robert Fulton buhar makinasını gemilere uyguladı.
1825’de demir raylar üzerinde yürüyen ve buhar kuvvetiyle çalışan ilk lokomotif çalışmaya başladı. 1844’lerden itibaren Samuel Morse’nin telgrafı, 1876’dan itibaren Alexander Graham Bell’in telefonu Avrupa toplumlarını, sanayi öncesi dönemle kıyaslanmayacak şekilde değiştirdi.
Sanayileşme ilk olarak İngiltere’de başlamış hızla Kıta Avrupa’sına ve Amerika’ya yayılmıştır.
Sanayileşen ülkeler, denizaşırı ülkelerden, bir yandan ticaret ve sömürgecilik yoluyla gıda maddeleri ve sanayileri için hammadde alırken, diğer yandan da imal edilmiş (mamül) maddeler ile hizmetleri sattılar. Bu ticari faaliyetler sonucunda Batı Avrupa, o zamana kadar hiç erişilmemiş bir refah düzeyine ulaştı.
Sanayileşmesini tamamlayan ülkelerde refah atmakla beraber, yeni toplumsal sınıflar da ortaya çıktı.

Sanayi Devrimi’nin Sonuçları
Modern bilim ve tecrübi bilgiler sanayinin hizmetine girdi.
Ekonomik faaliyetler, pazarın büyümesi nedeniyle uzmanlaşmayı gerektirdi.
Üretim birimleri şahsi olmaktan çıkarak, büyük sermaye yatırımı gerektiren teşebbüslere ve fabrikalaşmaya yöneldi.
Tarımdaki makineleşme köylüleri işsiz bıraktı ve kentlere göç etmelerine neden oldu.
Sanayiciler burjuvazi sınıfına katıldı ve işçiler daha geniş bir sınıf haline geldiler.
Avrupa devletleri arasında, yeni hammadde kaynakları ve pazar arayışı nedeniyle büyük bir rekabet doğdu.

DEMOKRASİ TARİHİ BAKIMINDAN AMERİKA
Amerika’da İngiltere’nin ilk ticari kolonisi 1607’de Virginia’da kuruldu. Amerikan Bağımsızlık Savaşına kadar olan dönemde toplam 13 koloni kurmuştu. Zaman içerisinde bu koloniler, İngiltere Krallığı’na bağlı sömürgeler haline geldiler.
Avrupa’dan gelen bu göçmenler, yeni ve verimli topraklara yerleşmek, zengin ve özgür yaşamak istiyorlardı. Çoğunluğu Prütanlardan oluşan bu göçmenler, temelini eşitlik ve özgürlük kavramlarının oluşturduğu liberal düşüncelere sahipti.
1215 tarihli Magna Carta Libertium’u tanıyan bu kolonilerin halkı, vergiler konusunda oldukça hassastı. İngiltere’ye bağlanmalarından sonra da, koloni halkının seçtiği yasama meclisleri ile kralın tayin ettiği valiler arasında, vergilerin toplanması ve harcanmasının kontrolü konularında zaman zaman mücadeleler olmuştu.
Bağımsızlık mücadelesine sebep olan anlaşmazlık yine bir vergi sorununa dayanmaktadır.
Olayların başlangıcını Fransa ve İngiltere’nin, Amerika kolonileri üzerinde denetim kurmak için giriştikleri mücadelede yatar. Bu mücadele, 7 Yıl Savaşları (1756-1763) sonunda, Fransa’nın yenilgisiyle neticelendi. Yürütülen bu savaş, İngiliz mali sisteminde sıkıntı doğurmuştu.
İngiltere mali sıkıntıyı çözebilmek için, kolonilere yönelik olarak, yeni düzenlemelere gitti.
İngiliz Parlamentosu, koloniler için 1764’de Şeker Kanunu adını taşıyan bir kanun yayınladı. Bu kanun koloniler tarafından tepkiyle karşılanmıştır.
Aynı yıl çıkarılan Kâğıt Para Kanunu ile kolonilerin çıkartacağı kâğıt paralar da geçersiz sayıldı.
1765’de çıkarılan Asker Konaklama Kanunu’na göre koloniler, kendi bölgelerine yerleşen Britanya askerlerinin yiyecek ve barınmalarını sağlamakla yükümlü kılındılar.
Asıl muhalefeti doğuran 1765 tarihli Damga Pulu Kanunu oldu. Bu kanunla resmi makamlardan verilecek belgelere, damga pulu yapıştırılması zorunluluğu getiriliyordu. 13 kolonide birden şiddetli protestolar oldu.
Massachusetts Meclisi, bütün Amerikan kolonilerini Damga Pulu Kanunu’nu görüşmek üzere, 1765 Ekim’inde New York’ta toplanacak bir kongreye temsilci göndermeye davet etti.
Dokuz koloniden gelen 27 delege ile toplanan kongre, Amerikan halkının insiyatifi ile toplanan, ilk koloniler arası kongreydi. Birçok tartışmalardan sonra New York Kongresi, kolonilerde kendi meclisleri dışında hiç kimsenin vergi koyamayacağı kararını aldı.
1767 yılında İngiltere Maliye Bakanı Charles Townshend yeni bir mali program tasarısı hazırladı. Townshend’in bu programı da tepkilere sebep oldu.
Tepkilerin önderliğini Massachusetts Kolonisi yürütmekteydi. Bu nedenle İngiltere, Mart 1769’da Massachusetts’i asi ilan etti.
Samuel Adams’ın liderliğindeki bir grup Amerikalı 16 Aralık 1773 gecesi Boston Limanı’nda demirlemiş bulunan, çay yüklü üç İngiliz gemisine zorla girerek, çayları denize döktü.
İngiltere bu hareketi cezalandırmak amacıyla 1774 Mart’ında Boston Liman Kanunu’nu yayımladı. Boston Limanı her türlü ticarete kapatıldı.
İngiltere karşıtı hareket büyüdü.
5 Eylül 1774’te Philadelphia’da toplanan Birinci Continental (kıtasal) Kongre, bir yıl boyunca İngiltere ile ithalat ve ihracatı durdurma kararı aldı.

Amerikan Bağımsızlık Düşüncesinin Oluşumu
Philadelphia Kongresi üzerine İngiltere, kolonilerde askeri tedbirlere yöneldi. 18
Nisan 1775’te Boston’da İngiliz askerleriyle halk arasında ilk silahlı çatışmalar başladı. 10 Mayıs 1775’te yine Philadelphia’da İkinci Continental Kongre toplandı. Kongre Amerikan Kıta Ordusu adıyla, bir ordu kurulmasına ve ordunun komutanlığına da George Washington’un getirilmesine karar verdi.
Thomas Paine’nin 1775’de yayınladığı Sağduyu adını taşıyan 50 sayfalık broşürü, bütün kolonilerde dağıtıldı ve bağımsızlık düşüncesini savunanlar güçlenmeye başladı.
7 Haziran 1776’da Virginia, Kongre’ye bağımsızlık kararı alınmasını teklif etti.
Kongre, bağımsızlık ilkesini kabul etti. Bağımsızlık kararının nedenlerini açıklamakla görevli Thomas Jefferson başkanlığında bir heyet oluşturdu. Bildiri, 4 Temmuz 1776’da Kongre tarafından kabul edildi. Bu bildiriyle ilk kez, insanların doğuştan bazı haklara sahip oldukları vurgulanarak, özgür ve demokratik bir yönetimin temel ilkeleri ortaya konulmuştur.
Bildirinin temel esasları;
Tüm insanlar eşit yaratılmıştır.
Yaşama, özgürlük ve mutluluğa erişme hakları insanların doğuştan sahip olduğu haklardır.
Devletler bu hakları korumakla mükelleftir.
Yöneticiler, yönetme gücünü yönetilenlerin onayından alırlar.
Amerikan Bağımsızlık Bildirisi, yukarda söylenen temel ilkeleriyle, dünyadaki diğer milletlere demokrasi yolunda örnek oluşturan bir ilk belge özelliğini taşımaktadır.
19 Ekim 1781’de İngiliz Ordusu Virginia’da teslim oldu.
3 Eylül 1783’te Paris’te imzalanan barışla İngiltere, zorunlu olarak Amerika Birleşik Devletleri’ni tanımıştır.

FRANSIZ DEVRİMİ
Fransız Devrimi, bir yandan burjuvazinin iktidara gelişine sahne olurken, bir yandan da zafer kazanan Liberalizm çerçevesinde, dünyada ulusçuluk ve ulus devlet düşüncesinin gelişmesine neden oldu.

Fransız Devrimi’ni Doğuran Sebepler
Fransa, yüzlerce yıldan beri krallar tarafından, mutlak monarşi anlayışıyla yönetilmekteydi. Krallar, asiller ve din adamlarına dayanarak Fransa’yı yönetmekteydiler.

Toplumsal Etkenler
Fransız toplumu, asiller, ruhban ve halk (Tiers-Etat) olmak üzere üç sınıfa ayrılmakta ve tüm bu sınıfların üzerinde de kral ve hanedan üyeleri gelmekteydi.
Geniş topraklardan elde edilen gelirlerin büyük çoğunluğuna el koyan feodal beyler (Asiller), vergileri de köylülere ödettirirlerdi. Sivil ve askeri yüksek dereceli görevler sadece asillere aitti.
Kiliseler vasıtasıyla ruhban sınıfı, ülkedeki toprakların dörtte birine sahipti.
Ruhban sınıfı da hemen hemen hiç vergi ödememekteydi.
Bu tablo içerisindeki Fransa’da 25 milyonluk nüfusun, 23 milyonunu halk sınıfı oluşturmaktaydı.

Düşünsel Etkenler
Montesquieu (1689-1755), Kanunların Ruhu isimli eserinde Fransa için anayasalı bir monarşiyi savunmuştur.
Jean-Jacques Rousseau (1712-1778), Toplum Sözleşmesi isimli eseriyle halk egemenliği düşüncesini getirmiştir.
Diderot (1713-1784) Ansiklopedi isimli eseriyle esaret, adaletsizlik, vergi, özgürlük vb. kavramları açıklayarak halkı eğitmeye çalışmıştır.
Voltaire (1694-1778), kilisenin ve Katolikliğin bağnaz etkisine karşı savaş açmıştı. Vicdan ve düşünce özgürlüğünü savunmaktaydı.
Devrime düşünsel bakımdan önemli bir etkisi bulunan diğer bir unsur da Amerikan Devrimi’dir.

Ekonomik Etkenler
Sanayi alanındaki teknik gelişmeler, Fransa’da üretim artışına neden olurken, tüccar ve sanayicilerin zenginleşmesini sağladı. Buna karşın siyasal bakımdan hiçbir söz hakkına sahip değildi. Feodal sistemin unsurları ekonominin gelişmesine engel oluyordu (lonca sistemi, ağır ve hukuksuz vergiler vb.).
Fransız maliyesinin 1756 yılına kadar oldukça dengeli bir yapısı vardı.
7 Yıl Savaşları’ndan sonra Fransa büyük ve kronik denilebilecek bütçe açıklarıyla karşılaşmaya başlamıştır.
XVI. Louis ile karısı Marie-Antoinnette bütçe açıklarının oluşumunda büyük pay sahibiydiler.
Amerikan bağımsızlık hareketine yapılan yardımlar ülkeyi iflas noktasına getirmişti.
1789 yılı itibariyle devlet borçlarının miktarı, dört buçuk milyar Frangı bulmuştu.

Fransız Devrimi
Mali bunalımı çözebilmek amacıyla 1787’de başbakanlığa getirilen Brienne yeni vergi kanunları çıkarmak isteyince, kral 1614 yılından beri toplanmayan sınıflar meclisi olan Etats Généraux’u zorunlu olarak toplantıya çağırdı.
Şubat 1789’da yapılan seçimler sonucunda Etats Généraux’a seçilen üyeler, XVI. Louis’in davetiyle, 5 Mayıs 1789’da Versailles Sarayı’nda toplandılar.
Etats Généraux, 279 asil, 291 ruhban ve 584 halk sınıfının temsilcilerinden oluşmuştu. Meclis çalışmalarına başlar başlamaz, alınacak kararlarda oylamanın nasıl yapılacağı konusunda anlaşmazlık doğdu.
Bu tartışmalar süresince kral, tavrını asiller yönünde belli etmekteydi.
Tartışmaların uzayacağını düşünen halk temsilcileri, 17 Haziran 1789’da
Fransa’nın %96’sını temsil ettiklerini belirterek, kendilerini Ulusal Meclis (Assemblée Nationale) ilan ettiler. Ulusal Meclis’in ilk kararı da Fransız ulusunun genel iradesini temsil etme hakkının bu meclise ait olduğu ve meclisin iradesi olmaksızın hiç kimsenin vergi koyamayacağına dairdi.
Gelişen olaylar nedeniyle kral, kendisini güvende hissetmemekteydi. Bu yüzden
Paris’e yabancı uluslardan toplanan askerleri getirtmeye çalışıyordu. Bu olay kralın yetkilerinin sınırlandırılması düşüncesini mecliste doğurdu.
Meclis artık vergi konusunu bir tarafa bırakarak, bir anayasa hazırlama çalışmasına girişti. 9 Temmuz 1789’da da ulusal meclis, kendisini Kurucu Meclis (Assemblée Constituante) olarak ilan etti.
Meclisin dağıtılacağı söylentileri üzerine 13 Temmuz 1789’da halk tarafından
Paris Belediyesi ele geçilerek, şehir yönetimi devrim yanlılarının eline geçti ve
Milli Muhafızlar isminde bir ordu kuruldu. Milli Muhafızlar’ın komutanlığına,
Amerikan Devrimi’ne de katılan, Lafayette (Lafayet) getirildi. Bu gergin ortamda
Camille Desmoulin isimli genç bir gazetecinin verdiği söylev sırasında halk galeyana gelerek, âdeta despotik yönetimin bir simgesi olan Bastille Hapishanesi’ne 14 Temmuz 1789’da saldırdı. Bütün mahkûmlar serbest bırakılırken, hapishane ateşe verildi. Paris dışındaki pek çok kentte halk, asillerin şatolarına hücum etmiş ve şehirlerin yönetimini ellerine geçirerek, Komün (Commune) isimli yeni yönetimler ve yerel kuvvetler kurdular.
Kurucu Meclis, 4 Ağustos 1789 da asiller ve ruhban sınışarının feodal hak ve imtiyazlarını kaldırdı. Kurucu Meclis asillerin ayrıcalıklarını kaldırmanın yanında, ruhban sınıfının da mallarına el koydu.

İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi (26 Ağustos 1789)
17 ana maddeye dayanan bildirinin, temel ilkeleri şöyledir;
İnsanlar özgür ve haklar bakımından birbirine eşit şekilde doğarlar.
Bu haklar özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve zulme karşı direnme hakkıdır.
Her türlü egemenlik, esas olarak, ulusundur
Kanun genel iradenin açıklanmasıdır.
Kanun önünde her yurttaş eşittir.
Kanunsuz suç olamaz.
Her yurttaş serbestçe düşünebilir, konuşabilir, yayın yapabilir.
Bu evrensel nitelikteki ilke ve değerler ışığında tüm dünyada, demokratik rejimlerin kurulmasına yönelik bütün yaklaşımlar için, referans alınan bir başlangıç noktası oldu.

İlk Fransız Anayasası (1791)
Kurucu Meclis’in hazırladığı Anayasa, 14 Eylül 1791’de kral tarafından onaylandı. Anayasa, yasama yetkisini Ulusal Meclis’e veriyordu. Yürütmenin başı olan krala ise, sadece veto hakkı tanımaktaydı. Ancak bir kanun vetoya rağmen, meclis tarafından tekrar kabul edilirse, yürürlüğe girecekti.
Fransa’da artık yeni bir dönem, meşruti monarşi rejimi, yürürlüğe girmişti.

Avrupa Devletleri ve Yeni Fransa’ya Karşı Tepkiler
Fransız Anayasası Avrupalı devletlerce tehlikeli bir gelişme olarak görüldü.
Özellikle Avusturya ve Prusya gibi, mutlak monarşinin hâkim rejim kabul edildiği devletlerde gelişmeler rahatsızlık doğurmuştu.
Kral, Belçika sınırına yakın Mondmédy’de bulunan kral taraftarı kuzey ordusuna ulaşmak amacıyla, Paris’ten kaçtı. Ancak 22 Haziran 1791’de yakalanarak, Paris’e geri getirildi. Yasama Meclisi, kralı görevden aldı.
Gelişen olaylar nedeniyle Avusturya ve Prusya İmparatorları bir araya gelerek,
27 Ağustos 1791’de, Pillnitz Bildirisi’ni yayınladılar.
Kral XVI. Louis’e yeni bir hükümet kurma imkânı sağlamak amacıyla kralın kardeşi Comte d’ Artois’in kumandanlığında bir Göçmenler Ordusu kurulmasını da karara bağladılar.
Yasama Meclisi, Avusturya’nın bu orduyu dağıtmasına dair bir ültimatom verdi.
Fransa 20 Nisan 1792’de Avusturya ve Bohemya’ya savaş ilan etti. Yasama Meclisi de, 21 Eylül 1792’de, Cumhuriyeti ilan etti.
Konvansiyon Meclisi
İlk Cumhuriyet Meclisi, halk tarafından seçilmiş 749 üyeden oluşmuştu.
Konvansiyon Meclisi, Kral XVI. Louis’i yargılayarak, ulusuna ve devletine karşı ihanet suçuyla idama mahkûm etti. Kral 21 Ocak 1793’te giyotinle idam edildi. Bu olayla birlikte İngiltere, İspanya, Hollanda, Toskana, Venedik ve Papalık da Fransa’ya karşı yürütülen savaşa katıldılar (I. Koalisyon).
Fransa’nın bütün Avrupa’yı karşısına aldığı ve 1815 yılına kadar süren bir mücadeleye girişti.
Fransa’da devrim düşmanı olmakla suçlanan 40.000 kişinin ölüm cezasıyla cezalandırıldığı, bir terör rejimi kuruldu.
Konvansiyon Meclisi hazırlanan yeni anayasayı 1793’de kabul etmişti. Bu anayasa, güçler birliği esasına göre hazırlanmıştı. Yürütme ve yasama güçleri birleştirilmişti.
Konvansiyon Meclisi’nin harekete geçmesi sonucu, 27 Temmuz 1794’de Robespierre ile önde gelen Jacoben taraftarlarının tutuklanmasıyla, terör rejimi sona erdi. Konvasiyon Meclisi, birkaç gün içinde de diktatörlük yönetimi kuranları idama yolladı.

Direktuvar Dönemi
Konvansiyon Meclisi 1795 yılında yeni bir anayasayı, Fransa’nın III. Anayasası’nı hazırladı.
Anayasaya göre, yürütme gücü Direktör denilen ve 5 kişiden oluşan bir kurula verilmekteydi. Yasama ise İhtiyarlar Meclisi denilen 150 kişilik bir kurul ile Beşyüzler Meclisi adı verilen bir başka meclise bırakılmaktaydı. Direktuvar Dönemi, Mısır seferinden dönen Napoléon Bonoparte’nin gerçekleştirdiği bir hükümet darbesiyle sona erdi.

Napolyon Dönemi 1799-1815
Direktuvar yönetimini devirdikten sonra, üç konsülden oluşan (Sieyés, Ducas, Napolyon), geçici bir hükümet kuruldu. Konsüllük Dönemi denilen, bu dönemle birlikte III. Fransız Anayasası da ortadan kalkmış oluyordu. I. Konsül, iktidarın gerçek sahibiydi, diğer iki konsül ise danışman niteliğindeydi. Napolyon, I. Konsül seçilmeyi başardı.
Napolyon’un I. Konsüllük döneminde, Fransa’da pek çok reform gerçekleştirildi.
Fransa’nın bugünkü vilayet (départemen) sistemi, merkeziyetçi bir yaklaşımla yeniden düzenlenerek, Napolyon döneminde kuruldu. Yargıçların halk tarafından seçilmesi yerine hükümetçe tayin edilmesi, Fransız Merkez Bankası’nın kurulması, Codé Napoléon denilen ilk Fransız Medeni Kanunu’nun yayınlanması, din adamlarının hiyerarşisini düzenlemek ve onları devletin maaşlı görevlileri haline getirmek gibi reformlar, toplum hayatında devletin kontrolünü artırdı. Böylece Fransa’yı birleşik ve bütünleşmiş bir yapıya dönüştürecek temel adımlar atılmış oldu.
Napolyon, 2 Aralık 1804’te kendisini imparator ilan etti. Avrupa devletlerine karşı yürüttüğü savaşı kaybettikten sonra imparatorluktan feragat edip Elbe Adası’nda zorunlu ikamete gönderildi.

Fransız Devrimi’nin Avrupa’daki Yansımaları
Fransız Devrimi’nden sonra ulus devlet fikri salgın bir hastalık gibi Avrupa’ya yayılmaya başladı.

1830 DEVRİMLERİ
Avrupa devletleri, Napolyon’un yol açtığı tahribat sonrası Avrupa haritasını şekillendirmek üzere Viyana Kongresi’ni topladılar (1815).
Viyana Kongresi, Fransa’yı 1792 sınırlarına çekilmek zorunda bırakırken, Polonya’yı Rusya, Prusya ve Avusturya arasında paylaştırıyordu. Belçika ve Hollanda’nın birleştirilmesiyle Niederland adıyla yeni bir devlet kuruldu. 22 kantondan oluşan sürekli tarafsız bir devlet olarak İsviçre kuruldu. Bunların dışında,  tahtlarını kaybeden hükümdarlar tahtlarına iade edildi.
Avrupa devletleri iki ayrı bağlaşma kurmuşlardır. Avrupa tarihinde 1815-1830 yılları arasındaki bu döneme, Restorasyon Dönemi denilmektedir.

Kutsal İttifak (26 Eylül 1815)
Sürgünde bulunan Napolyon’un Fransa’ya tekrar dönmesi monarşileri alarma geçirdi. Rusya, Avusturya, Prusya arasında bir bağlaşma ortaya çıktı. Kutsal İttifak adı verilen bu antlaşmanın asıl hedefi Fransız Devrimi ve onun getirdiği düşüncelere karşı olarak, mutlakiyetçi anlayışı güçlendirmekti.

Dörtlü İttifak (20 Kasım 1815)
Bu ittifakın kurucusu Prens Meternich’tir. Bu yüzden Meternich Sistemi de denmektedir. Prens Meternich’in girişimiyle İngiltere, Rusya, Avusturya ve Prusya’dan oluşan dört devlet, liberal düşüncelerin yayılmasını silah gücüyle durdurmayı kararlaştırmışlardı.
Yunan İsyanı, bu ittifakın kendi içinde bile tutarlı kalamadığı ortaya koydu; Ulusçu bir isyanı engellemesi gereken Kutsal İttifak, bilakis Yunanlılara yardım ederek kendi andını çiğnemiştir.
1830 Temmuz’unda Fransa’da gelişen yeni bir devrim hareketi dalga dalga diğer Avrupa devletlerine de sıçrayarak, Restorasyon Dönemi’nin kapanmasını sağlamıştır.

Fransa’da Devrim (1830) ve Sonuçları
1814’de tahta çıkan XVIII. Louis ile birlikte Fransa’da, anayasa da yürürlüğe girmiş ve meşruti monarji rejimi kurulmuştu. Ancak kral parlamentoya tamamen hâkim durumdadır. Kısa sürede ülkenin yönetimi, asillerin ve kral taraftarlarının eline geçmişti.
Kral X. Charles, mutlaki yönetimden yanaydı. Özgürlükleri her gün daha da sınırlamaya yöneldi. 25 Temmuz 1830’da yayınladığı emirlerde, basına yeni sınırlamalar getirirken, seçmen sayısını 100.000’den 25.000’e indirmekteydi. Kral tarafından meclis dağıtılmakta ve yeni seçimlere gidilmekteydi. Kral, parlamentoda bulunan sınırlı, liberal muhalefeti de tamamen ortadan kaldırmaya yönelmişti. 27 Temmuz 1830’da Paris sokaklarında ayaklanma başladı. Liberallerin cumhuriyet yanlılarınca başlatılan bu harekete, öğrenciler, gazeteciler, işçiler ve nihayet halk katıldı. 3 gün süren çarpışmalar sonucunda liberal milletvekillerinin kurduğu Yürütme Konseyi tarafından, X. Charles’in tahttan indirildiği ve yerine I. Louis Philippe’nin kral olduğu ilan edildi. Anayasa demokratik ilkelere göre değiştirilirken, kralın Fransa Kralı yerine Fransızların Kralı olduğu belirtilmekteydi. Böylece liberaller Fransa’da yönetime hâkim oldular.
Fransa’da ortaya çıkan ilk kıvılcım ilk olarak Belçika’ya sıçradı. 4 Ekim 1830’da bağımsızlığını ilan eden Belçika, Hollanda’dan ayrılarak tarafsız ve bağımsız bir devlet olarak uluslararası alandaki yerini aldı.
Polonya ve İtalya’daki bağımsızlık hareketleri başarılı olamadı.
Alman devletlerinin bazıları da liberal politikalara kapı araladılar.

1848 DEVRİMLERİ
1815-1830 yılları arasında yaşanan gelişmeler, bütün Avrupa’yı temelden etkileyecek yeni bir devrim dalgasına neden oldu.  1848 Devrimleri, liberalizmin yanında ulusçuluk ve sosyalist akımlarının da doğuşunu sağladı.
Gelişen sosyalist düşüncelerin etkisi altında, burjuvazi de daha liberal reformlar istemeğe başladı.
İlk devrim niteliğinde hareket, Viyana Kongresi’nin oluşturduğu 22 kantonlu İsviçre’den geldi. Liberal kantonlar, karşılarında bulunan Katolik 7 kantondan oluşan birliğe karşı zafer kazandılar. 1848’de günümüzde de geçerli olan anayasa hazırlandı.
Fransa’da Kral Louis Pilippe, iktidarını burjuvaziyle işbirliğine dayandırmıştı.
Kral, kendisine yönelik muhalefete karşı tutumunu sertleştirerek liberal görüşlerinden vazgeçmeğe başladı. İşçi sınıfının taleplerini dikkate almak yerine, giderek şahsi iktidarını güçlendirmeye yöneldi. Bu durum 22 Şubat 1848’de bir devriminin doğuşuna neden oldu. 24 Şubat 1848’de kral istifa etmek zorunda kaldı.
Yeni kurulan meclis, Fransa’da II. Cumhuriyeti ilan etti. Aralık 1848’de, yapılan seçimi kazanan, Louis Napolyon cumhurbaşkanı seçildi.

1848 Devrimi ve Avrupa
Avusturya - Macaristan İmparatorluğu’nda, Meternich ve onun sistemine karşı, halk isyanı patlak verdi. Ayaklanma yeni bir meclisin kurulmasıyla sonuçlandı.
Sicilya’ da bir anayasa kabul edilerek, iki meclisli bir parlamento kuruldu.
Piyemonte Kralı Charles-Albert, Mart 1848’de İtalya kralı ilan edildi. Ancak Avusturya’nın İtalya ordusunu iki kez yenilgiye uğratmasıyla hareket başarıya ulaşamadı.
Alman birliğini sağlamak amacıyla, kurulan meclis yeni bir anayasa için çalışmalara başladı. Fakat Avusturya’nın baskısı, burada da kendisini gösterdiği için ilerleme kaydedilemedi.

21.Yüzyıl
I. DÜNYA SAVAŞI VE SONUÇLARI (1914-1918)
1815 yılında Viyana Kongresi ile Avrupa’ya, geniş anlamı ile dünyaya, yeni bir statü getirilmiş ve buna göre de güçler dengesi kurulmuştu. 1848 devriminden sonra yaşanan gelişmeler güçler dengesini değiştirmişti.
1870 yılında Sedan Savaşı’nda Prusya, Fransa’yı mağlup etti. Bu savaş Alman birliğinin kurulmasıyla sonuçlandı. Avrupa artık eskisi gibi olamayacaktır.
Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya arasında çıkan 1877-1878 Savaşı sonucunda yapılan Ayastefanos ve Berlin Antlaşmaları Balkanlarda üç yeni bağımsız devlet daha ortaya çıktı: Sırbistan, Karadağ ve Romanya. 1908’de Bulgaristan, Balkan Savaşları sırasında da Arnavutluk bağımsızlığını ilan etti.

Üçlü Bağlaşma/İttifak’ın Oluşması
(Almanya, Avusturya-Macaristan, İtalya 1872-1882)
Almanya, Sedan savaşında ele geçirdiği Alsas-Loren’i Fransızlardan korumak için ittifak arayışlarına girdi. Bu doğrultuda ilk anlaşma Rusya ve Avusturya-Macaristan imparatorlukları ile yapıldı (Üç İmparator Birliği). Bu ittifak iki defa Ruslar tarafından bozuldu. Tunus’u almak isteyen İtalya, Franssa’nın 1881’de Tunus’u işgal etmesi üzerine üçlü ittifaka katıldı. Bu ittifak 5 yıl süreyle yapıldı ve süresi doldukça yenilendi.

Üçlü Anlaşma/İtilaf/Entente’nin Oluşması
(Fransa, İngiltere, Rusya 1891-1907)
Görüş ayrılıkları olmasına rağmen Fransa’nın öncülüğünde ilk antlaşma Fransa ve Rusya arasında gerçekleşti (1891-1894). Bunun ardından Fransa-İngiltere Dostluk Anlaşması(1904) ve nihayet Rusya-İngiltere Anlaşması ile Üçlü Anlaşma/İtilaf tamamlanmış oldu.

Savaşın Başlaması
Avrupa’daki gerilim Avusturya veliahdı Ferdinand’ın Saraybosna’da öldürülmesiyle zirvesine ulaştı ve savaş kaçınılmaz oldu (28 Haziran 1914).
Avusturya, 23 Temmuz 1914’te Sırbistan’a 48 saatlik bir ültimatom vererek çok ağır isteklerde bulundu. Bazı isteklerinin reddedilmesi üzerine 28 Temmuz 1914’te Sırbistan’a savaş ilan etti ve Belgrat’ı bombalamaya başladı. Almanya,
Avusturya’nın yanında yer aldı. Arkasından Almanya 3 Ağustos 1914’te Fransa’ya, 4 Ağustos 1914’te Belçika’ya saldırdı. Gelişen olaylar üzerine İngiltere, müttefiki Fransa’nın yanında yer alarak 4 Ağustosta Almanya’ya savaş ilan etti. Avusturya ise 6 Ağustosta Rusya’ya savaş ilan etti.
İtalya, önce tarafsız kalacağını açıkladı. Daha sonra blok değiştirerek 20 Mayıs 1915’de Üçlü Anlaşma Devletleri tarafına geçti.
Bağlaşık Devletler, önce Osmanlı Devleti’ni ardından da Bulgaristan’ı yanlarına çekmeyi başardı. Anlaşma Devletlerinin sayısı ise 12’ye ulaşmıştı.

Osmanlı Devleti’nin Savaşa Girişi
İttihatçıların çalışmaları sonucu Osmanlı Devleti, Almanya ile ittifak kurdu  (2 Ağustos 1914). Savaşların başladığı dönemde devlet, tarafsızlığını ilan etti ve Meclis-i Mebusan dağıtıldı. Osmanlı’yı savaş sokmak üzere donanmaya dâhil edilen iki Alman gemisi Sivastopol yakınlarındaki Rus limanlarını bombaladı.

Osmanlı Devleti savaş boyunca 2 cephede taarruz hareketi gerçekleştirirken (Doğu Cephesi: Kafkasya ve Süveyş Cephesi: Kanal Harekâtı) 9 ayrı cephede savunma pozisyonunda kalmıştır. Çanakkale Cephesi hariç, diğer cephelerin tümünde bozguna uğramıştır. 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkes Antlaşmasını imzalayarak savaştan çekilmiştir.

Avrupa Cepheleri
Her gün 10 km ilerlemeyi öngören Alman planlarına göre her şey hazırdı.
Avrupa cephesinde üç sene boyunca 10 km’den fazla ilerlenemedi.
Savaşın uzun sürmesi, onun geniş bir coğrafyaya yayılmasına neden oldu.
28 Temmuz 1914’te başlayan Dünya Savaşı 11 Kasım 1918’e kadar 4 yıl 3 ay
14 gün sürdü. Bu hâliyle dönemi itibarıyla tarihin kesintisiz en uzun savaşıydı.
66.058.810 kişilik ordular karşı karşıya geldi (22.850.000 Bağlaşma (İttifak), 43.188.810 Anlaşma (İtilaf)].
Savaştaki insan kayıpları, 17 milyona yakını Bağlaşma, 22 milyonu Anlaşma devletlerine ait olmak üzere 39 milyonu aştı.
Başta uçak olmak üzere en etkili zırhlı araç tank, denizaltı ve zehirli gazlar ilk defa bu savaşta kullanıldı.

Dünya Savaşı’nda İmzalanan Gizli Anlaşmalar
İstanbul Anlaşması 18 Mart -10 Nisan 1915
Taraflar: İngiltere, Fransa, Rusya
Paylaşılması Tasarlanan Alan: İstanbul ve Çanakkale Boğazları ve çevresi savaştan sonra Rusya’ya verilecek.
Londra Anlaşması 26 Nisan 1915
Taraflar: İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya
Amaç: İtalya’yı kendi yanlarına çekebilmek
Anlaşmaya göre, İtalyan işgalinde olan Rodos ve 12 Ada ile Bingazi ve Derne (Trablusgarb)’deki Osmanlı hakları İtalya’ya geçiyor, ayrıca Anadolu Asya’sı paylaşıldığında Antalya ve çevresi İtalyanlara vadediliyordu.
Sykes-Picot Anlaşması (26 Nisan 1916)
Taraflar: İngiltere, Fransa, Rusya
Amaç: Orta Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun paylaşımı
Buna göre paylaşım şu şekilde idi:
Fransa; Adana, Beyrut, Aladağ, Kayseri, Akdağ, Yıldızdağ, Zara, Eğin arasında kalan toprakların tamamı ile, Şam, Sivas, Halep, Harput ve Diyarbakır illerinin bir kısmını alacaktı. İngiltere’ye ise Bağdat ve Basra illerini içeren Güney Irak verilecekti. Rusya; Anlaşma Rusya’nın onayıyla yürürlüğe girecekti.
St. Jean de Maurienne Anlaşması ( 19-21 Nisan 1917)
Taraflar: İngiltere, Fransa, Rusya ile İtalya
Amaç: İtalya’nın Anadolu Asyası üzerindeki haklarının belirlenmesini sağlamaya çalışması. Anlaşmaya göre Antalya, Konya, Aydın, İzmir ve kuzeyi İtalya’ya bırakılıyordu.
Petrograt Görüşmesi (Mart 1916)
Taraflar: İngiltere, Fransa, Rusya
Amaç: Rusya’nın payının arttırılması
Ortadoğu ve Anadolu’nun bir kısmının paylaşıldığı Sykes Picot Antlaşması Ruslara gösterildi. Rusya bu istekleri ancak Erzurum, Trabzon, Bitlis illeri ile Muş, Siirt ve Türk-İran sınırını içeren kuşağın da kendisine verilmesi karşılığında kabul etti.
Mc Mahon 1917
Taraflar: İngiltere (İngiltere’nin Mısır Valisi Mc Mahon)
(Hicaz Emiri Hüseyin bin Ali (Şerif Hüseyin) )
Amaç: Arapları Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırtmak, İngiltere tarafından Araplara, Osmanlı Devleti’ne karşı savaşmaları halinde bağımsız bir Arap Devleti (Krallığı) kurulacağı vaat edilmiştir. Ancak bu vaat gerçekleşmemiş, Şerif Hüseyin saf dışı edilmiştir.
Balfour Deklarasyonu 1917
Taraflar: İngiltere-Siyonist Hareketin Lideri Rothschilde
Amaç: Gelecekte Filistin’de bir Yahudi Devletinin kurulması
İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Arthur James Balfour 2 Kasım 1917 tarihinde uluslararası Siyonist Hareketin liderlerinden Lord Rothschilde’ a bir mektup göndererek, savaştan sonra Filistin topraklarında Musevi Devleti kurulması konusunda destek vereceğini bildirdi. Bu deklarasyon Orta Doğu’da İsrail Devleti’nin kurulma sürecinde önemli aşamadır.

Türk Kurtuluş Savaşı
Mondros Ateşkesi’ni imzalanmasından hemen sonra, Anadolu İtilaf Devletleri tarafından işgale başlandı.
Halk, bulunduğu bölgenin işgal edilmesini engelleyebilmek için dernekler kurarak haklarını savunmaya çalıştı.
Türk Devrimi’nin önderi ve kuramcısı Mustafa Kemal’dir.
Halkını çok iyi tanıyan Mustafa Kemal, Kongreler yoluyla örgütlenen halkı Sivas
Kongresi (4 -11 Eylül 1919)’nde bir araya getirip, İstanbul’un işgali sonrasında
Ankara’da açılan yeni Meclis (23 Nisan 1920)’te tek çatı altında birleştirdi.

Lozan Barış Antlaşması
Kurtuluş Savaşı’nda, Batı Cephesi’nde yapılan başarılı savaşlarla zafere ulaşıldı. İtilaf Devletleri ateşkes istedi. Mudanya’da yapılan görüşmeler sonucunda varılan anlaşma ile savaşın askerî yönü kapandı (Mudanya Ateşkes Antlaşması 11 Ekim 1922).
Lozan görüşmeleri tam anlamıyla diplomatik bir taktik savaşıydı.
Görüşmeler 24 Temmuz 1923’te yapılan anlaşmayla sona erdi.

I. DÜNYA SAVAŞI SONRASI GELİŞMELER
I. Dünya Savaşı’ndan galibiyetle çıkanlar, sürekli bir barış sağlayacak konferansın Paris’te toplanmasını kararlaştırmışlardı. Bu konferansa 32 devletin temsilcileri katılmıştı.
ABD, İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya; bu beş devlet konferansta yetkiyi ellerine almıştı. Bu devletlerin başbakan ve dışişleri bakanlarından oluşan Onlar Konseyi, en yetkili kurul kabul edilmişti. Sorunlarun ağırlık merkezi Avrupa olduğu için Japonya, kimi konularda dışarıda tutuldu. Belli noktalarda yaşanan anlaşmazlıklar yüzünden İtalya’nın konferansı terk etmesi üzerine güç, üç ülkenin elinde kaldı. ABD, İngiltere ve Fransa.
Paris Barış Konferansı, 18 Ocak 1919’da açıldı. Konferansa, yenilen ülke temsilcileri çağrılmadı. Konferans sonunda Almanya temsilcisi çağrılarak antlaşmayı imzalaması emredildi. Paris’in banliyösü Versay’da imzalanan anlaşmaya göre Almanya bir daha kendine gelemeyecek şekilde cezalandırılıyordu.
1919 Barış Konferansı’nın sonuçları:
Avrupa’da yedi yeni devlet yaratıldı: Çekoslovakya, Yugoslavya, Finlandiya,
Polonya, Estonya, Litvanya, Letonya.
Wilson’un halkların kendi kaderini tayin hakkı (self-determination) ilkesi benimsendi.
Almanya’nın ağır biçimde cezalandırılması Hitler’in iktidara gelmesinin alt yapısını oluşturdu.

ABD Başkanı Wilson ve 14 İlkesi
Thomas Woodrow Wilson, Dünya Savaşı’na kadar Monroe Doktrini ve Açık Kapı İlkesi adı verilen iki ana ilkeyi dış politika esası olarak belirledi. Birincisi ile Avrupa devletlerini kıtadan uzak tutmaya çalışırken, diğeriyle de Amerika’nın dışa açılımını sağlamak istedi. Buna karşın Almanya’nın Asya-Pasifik bölgesindeki varlığı ABD’yi rahatsız ettiği için savaşa girildi.
Barış görüşmelerinin yapıldığı dönemde ABD ulusal çıkarlarının belirlenmesi için bir komisyon oluşturuldu. Çalışmalardan sonra ABD başkanı, 8 Ocak 1918’de kendi adıyla anılan ilkelerini ilan etti. Wilson ilkelerinin 14. maddesi uluslararası bir milletler cemiyetini öngörüyordu. Bu itibarla 8 Ocak 1920’de İsviçre’nin Cenevre kentinde Milletler Cemiyeti kuruldu. Ancak istenilen amaca ulaşamadı. Zira o dönemde İngilizler, Türklerin yaşadığı coğrafyaları almak istiyordu (örn. Musul) ve Milletler Cemiyeti’nin prensipleri buna engel teşkil ediyordu.

Geçici Barış Dönemi (1919-1929)
Paris Barış Konferansı’ndan sonra Fransa Almanya’yı kıskaca alacak şekilde ittifak anlaşmalarına girişti.
Locarno Antlaşmaları (16 Ekim 1925): Almanya Başbakanı Streseman’ın 1925 Şubatında Fransa, İngiltere, İtalya ve Almanya arasında bir saldırmazlık paktı imzalanması teklifiyle başlayan görüşmeler, 16 Ekim 1925’te İsviçre’de Locarno Antlaşmalarının imzalanmasıyla sonuçlandı.
Antlaşma, Almanya-Fransa, Almanya-Belçika sınırlarını kesinleştiriyordu.
Bu anlaşma, Almanya’yı tekrar uluslararası iş birliğine sokması bakımından iki savaş arası dönemin önemli bir dönüm noktasıdır.
27 Ağustos 1928’de ilk önce 9 devlet (ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, Polonya, Belçika ve Çekoslovakya) arasında imzalanan Briand-Kellog Paktı veya Paris Paktı’na göre; bu ülkeler anlaşmazlıklarını savaş yoluyla çözmeyeceklerini ve her zaman barışçı girişimleri ön planda tutacaklarını taahhüt etmekteydi.
İzleyen süreçte yaşanan ekonomik ve siyasal krizler totaliter rejimlerin gelişmesi için elverişli ortamı oluşturdu.

Rusya’da Bolşevik Devrimi/Çarlıktan Sovyet Rusya’ya
13 Şubat 1917’de Rusya’nın başkenti Petrograd’da Barış ve Ekmek diye başlayan ayaklanma, kısa zamanda ülke geneline yayıldı. 300 yıllık Rus Çarlığı, başkentinde yoğunlaşan kitle eylemleriyle birkaç gün içerisinde yıkıldı.
Kurulan geçici hükümetin halktan kopuk oluşu Ekim ayında gerçekleşecek olan asıl devrime zemin hazırladı. Ekim 1917’de sosyalist devrim gerçekleşti ve Bolşevikler iktidar oldu. Toprak mülkiyeti kaldırıldı. Özel çiftlikler devletleştirildi. İşçiler 8 saatlik iş gününe kavuştular. Lenin’in ölümünden sonra Stalin iktidara geldi (1924). Stalin’in iktidarıyla birlikte totalitarist iktidarın en kanlı örnekleri yaşandı. Baskının had safhada olduğu Stalin döneminde üç alanda çok ciddi kalkınma hamleleri gerçekleştirilir; çiftliklerin kolektifleştirilmesi, hızlı sanayileşme ve eğitimde devrim. Tüm dünya 1929 krizinin etkileriyle boğuşurken Stalin Rusya’sı dünyanın en güçlü 2. sanayi ülkesine dönüştü.

İtalya’da Faşizm 1928-1939
Faşizm, bir kuramdan ziyade eylem biçimidir. Ortaya çıkışı da bu şekilde olmuştur. Mussolini İtalya’da iktidar olduktan sonra faşizme felsefi bir kılıf bulmak üzere Giovanni Gentile’yi görevlendirdi. Hegel’in devlet kuramından hareketle devleti kutsallaştıran bir ideoloji ortaya atıldı. Çıkartılan yasalarla demokratlar haklar ortadan kaldırılıp diktatörlük inşa edildi. Sanayileşme atılımı yapamayan İtalya, dış Pazar ihtiyacını Yugoslavya’nın Fiume bölgesini, ardından Arnavutluk, Libya ve Habeşistan’ı işgal ederek gidermeye çalıştı. Böylece Avrupa’da yeni bir savaş gerilimi tırmanmaya başladı.

Almanya’da Nasyonal Sosyalizm (Nazizm)
1886’da doğan Hitler, Münih’te İşçi Partisi adlı küçük bir milliyetçi gruba girdi ve bu partinin adını 1920’de Nasyonal Sosyalist Parti olarak değiştirerek başına geçti. Bu parti yeni adıyla 1920-1924 arasında toplumda giderek sivrildi. Hatta Hitler’in 1923’te Mussoli’nin Roma Yürüyüşü benzeri, Berlin Yürüyüşü’nü düzenlemesi onun tutuklanmasıyla sonuçlandı. 5 yıl ceza aldı ve Mein Kämpf (Kavgam) adlı kitabını hapiste yazdı.
1929 ekonomik bunalımı yaşanırken partide militarist bir örgütlenmeye giderek Hücum Kıtaları (SA) ve Muhafız Kıtaları (SS) oluşturdu.
1930 seçimlerinde oy oranını %18,3 (6.409.000 oy)’e yükselterek 107 milletvekiliyle parlamentoda ikinci büyük parti haline geldi. 1932 seçimlerinde
Almanya’nın en büyük partisi oldu.
1934’de Almanya’nın Führer’i hâline geldi. Daha sonra bütün partileri yasaklayarak diktatörlüğünü kurdu.

Japonya
Japonya I. Dünya Savaşı’ndan sonra, Uzak Doğu’nun en güçlü devleti haline geldi.
1930’lardan itibaren bölgede yayılmaya başladı. İlk olarak Mançurya’yı işgal etti. Hemen ardından Çin ile savaşa girişti ve ülkenin iç bölgelerine doğru ilerledi. Asya-Pasifik bölgesindeki güç dengesi Japonya lehine dönmeye başladı ve gerilim böylece zirveye ulaştı.

1929 Dünya Ekonomik Bunalımı
Büyük Buhran, Wall Street Borsası’nın çöküşü ile başladı ve bütün dünyaya yayıldı. Çöküşün nedeni artan üretime rağmen tüketimin yeterli olmamasıydı. Buna karşın 1925’ten itibaren borsa üzerinden çok büyük kazançlar elde ediliyordu. Borsa bir anlamda ülkenin ekonomik gerçeklerinden uzaklaşmıştı.
Ekonomik bunalımın yarattığı işsizlik, açlık, yoksulluk geniş halk kitlelerinin otoriter yönetimlere eğilimlerini artırdı.

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI
Savaşın Nedenleri
I. Dünya Savaşı’ndan sonra imzalanan antlaşmaların ağır hükümleri,
İtalya’da faşizmin, Almanya’da Nazizm’in ortaya çıkışı,
1929 Dünya Ekonomik Bunalımı ve korumacı ekonominin getirdiği yüksek gümrük duvarlarının devletlerarası rekabete ve sürtüşmelere yol açması,

Savaşın Başlaması
23 Ağustos 1939’da Hitler ve Stalin arasında yapılan Almanya ile Sovyetler Birliği saldırmazlık anlaşmasından bir hafta sonra, Almanya’nın 1 Eylül 1939’da Polonya’yı işgaliyle savaş başladı. Hitler’in Fransa ve İngiltere’nin birlikte verdikleri ültimatomu reddetmesiyle, bu iki devlet Almanya’ya savaş ilan etti (3 Eylül 1939). Polonya’nın durumu SSCB’yi harekete geçirdi. Sovyet orduları 17 Eylülde Polonya sınırını aşarak Alman-Sovyet Antlaşması’nda (23 Ağustos 1939) kendilerine ayrılan yerleri işgale başladı. Doğu sınırını güvenlik altına alan Almanya batıya yöneldi. Danimarka, Norveç, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg’u işgal etti. Alman orduları kısa süre içerisinde Paris’e girdi. Yapılan ateşkesle Fransa’nın kuzeyi Almanya’nın denetimi altına alındı.1941 yılına gelindiğinde Almanya, Avrupa’nın büyük kısmına Balkanlar’a, Doğu Akdeniz’e ve Ege Denizi’ne egemen olmuştu.
Japonya yayılmacı politikalarına hız verdi. Bu noktada ABD ve Sovyet Rusya ile çıkarları çatışmaktaydı. Sovyet Rusya ile olan anlaşmazlığını, 13 Nisan 1941’de Moskova’da bir Tarafsızlık ve Saldırmazlık Anlaşması ile giderdi.
Uzak Doğu savaşı Japonya’nın ABD’nin Hawaii’de Pearl Harbour’da bulunan deniz üslerini bombalamasıyla başladı ve hızla genişledi.

Savaşın Sonucu
Müttefiklerin Normandiya Çıkarması ile Alman düşüşü başladı. Uzak Doğu’da ise Japonya, ABD’nin 6 Ağustos 1945’te Hiroşima’ya, 9 Ağustos 1945’te Nagasaki’ye atom bombası atmasıyla kayıtsız şartsız teslim oldu. 1945 yılında mihverin tamamı (Almanya-Japonya-İtalya) öne sürülen şartları kabul ederek savaştan çekildi.

Atlantik Demeci/ Bildirisi (14 Ağustos 1941)
14 Ağustos 1941’de ABD Başkanı Roosevelt ve İngiltere Başbakanı Churchill tarafından Atlantik’te bir savaş gemisinde imzalandı. 1 Ocak 1942’de Washington’da 26 devlet tarafından imzalandı.
Özetle Nazi istibdadının yıkılmasından sonra, bütün ulusların güvence içinde yaşadıkları bir barışın sağlanmasını amaçlıyordu.

Kazablanka (Casablanca) Konferansı (14-24 Ocak 1943)
Roosevelt ve Churchill arasında yapıldı. Rusya üzerindeki baskıyı hafifletmek için Sicilya’ya çıkarma yapmak ve Balkanlar’da yeni bir cephe açmak için Türkiye’yi savaşa katılmaya ikna etmeyi amaçlıyordu.

Washington Konferansı (12-16 Mayıs 1943)
Roosevelt ve Churchill’in katıldığı bir konferanstır. Konferansta şu kararlar alınmıştır: İtalya’nın işgal edilmesi; Türk havaalanlarından yararlanılması (savaşa katılması); ikinci cephenin Fransa’da açılması; savaş sonrası barışı koruma sorumluluğunun ABD, İngiltere, Sovyet Rusya ve Çin’e verilmesi.

Quebec Konferansı (11-12 Ağustos 1943)
Churchill ve Roosevelt, Almanya’nın silahsızlandırılmasını ve kontrol altına alınmasını; Türkiye’nin savaşa sokulmasını; ikinci cephenin Balkanlar’da açılmasını görüştüler.

Moskova Konferansı (19 Ekim-1 Kasım 1943)
ABD, İngiltere, Sovyet Rusya ve Çin dışişleri bakanları 19 Ekim 1943’te Moskova’da bir araya geldi. Savaş sonrası senaryolar ve Türkiye’nin savaşa sokulması görüşüldü.

Kahire Konferansı (22-26 Kasım 1943)
Tahran Konferansı’nın hazırlığı niteliğindeydi. Roosevelt ve Churchill Uzak Doğu sorunlarının görüşüleceği bu toplantıya Çin Devlet Başkanı Çan Kay Şek’i de çağırdılar.

Tahran Konferansı (28 Kasım-1 Aralık 1943)
Churchill, Roosevelt ve Stalin’in bir araya gelmesiyle oluşturulan toplantıda savaş ve savaş sonrası düzen ele alındı. Türkiye’nin savaşa sokulması; ikinci cephenin açılması; savaştan sonra barışın korunması için uluslararası bir örgütün kurulması kararlaştırıldı.

Dumbarton Oaks Konferansı (21 Ağustos-7 Ekim 1944)
Görüşmelerde Milletler Cemiyeti’in barışı koruyamaması da göz önünde bulundurularak, kurulması tasarlanan yeni örgütün yapısı, görevleri, işleyişi hakkında uzun tartışmalar yapıldı.

Yalta Konferansı (4-11 Şubat 1945)
ABD, İngiltere ve Rusya bir araya geldiği bu toplantıda savaş sonrası dünyanın alacağı biçim üzerinde durdular.
Konferansta Türkiye ile ilgili olarak Montreux (Montrö) Boğazlar Sözleşmesi’nde yer alan boğazların statüsünün Rusya lehine değiştirilmesine ve durumun
Türkiye’ye bildirilmesine de karar verildi.

Potsdam Konferansı (17 Temmuz-12 Ağustos 1945)
Toplantıda, Almanya dört bölgeye ayrıldı. Bu bölgeler ABD, İngiltere, Fransa ve Rusya tarafından yönetilecekti. Almanya’nın sanayisinin azaltılmasına ve ordusunun lağvedilmesine karar verildi.

II. DÜNYA SAVAŞI SONRASI
Savaştan sonra Avrupa’nın gücünü yitirmesiyle dünya politikasına iki yeni kuvvet, ABD ve Sovyet Rusya yön verir olmuştu.
Sovyet Rusya’nın komünist düzen ve ideolojiyi yayma girişimlerine ABD de Truman Doktrini ve ardından Marshall Planı ile engel olmaya çalıştı. Bu da iki kutuplu dünyada soğuk savaşın başlangıcı oldu.
Bu dönemin en önemli gelişmelerinden biri sömürgeciliğin tasfiyesidir.
Bir başka önemli gelişmesi ise ABD öncülüğünde NATO’nun kurulmasıdır (Kuzey Atlantik Paktı, 1949). Buna Sovyet Rusya’dan cevap gecikmedi; ekonomik işbirliği ve koordinasyonu sağlayacak COMEKON ve Varşova Paktı (1955) kuruldu.

Birleşmiş Milletler 1947’de İngiltere’nin önerisiyle Filistin’i iki devlete ayırmayı önerdi. 14 Mayıs 1948’de İsrail devleti kuruldu ve dünyanın enerji kaynaklarının büyük bölümünü barındıran bölgede sular bir daha durulmayacak şekilde bulandırılmış oldu.
Soğuk Savaş Dönemi (1945-1960) ABD ile SSCB’nin barış ortamını gerdiği ancak çatışmaya girmedikleri bir dönemdir. Bu yıllar içerisinde özellikle Afrika’daki sömürge ülkeler bağımsızlıklarını kazanarak dünya sistemine entegre olmaya başladılar.

21. YÜZYIL VE KÜRESELLEŞME
Çok uluslu şirketlerin dünyayı bir pazar olarak kullanabilme imkânına sahip olması, iletişim teknolojilerinin dünyayı avucumuzun içine taşımış olması ve ABD öncülüğünde tek kutuplu güç odağının varlığı, küreselleşme kavramının görüntüleri olarak değerlendirilebilir.

Küreselleşmenin temel hedefi ulus-devletlerdir. Bağımsızlık bir ulusa, çıkarlarını savunmak için gereklidir. Ne var ki günümüzün dünyasında hiçbir ülke diğerlerinden bağımsız değildir. Dolayısıyla denebilir ki, ulusal bağımsızlık diye bir kavrama da gerek yoktur. Ancak madalyonun bir de şöyle bir yüzü var; işsizlik, yoksulluk ve terör gibi olumsuz olgular da günümüzün dünyasında hızla küreselleşmektedirler. Ülke sınırları odaklı bir çatışmadan ziyade dünya artık sistem odaklı bir çatışmaya doğru gitmektedir. 

---
GENEL UYGARLIK TARİHİ
Editör: Taciser Sivas
Anadolu Üniversitesi, 2013

1 yorum: