GENEL UYGARLIK TARİHİ
Eski Mezopotamya ve Eski
Mısır Uygarlıkları
DÜNYANIN OLUŞUMU VE İLK
İNSAN TÜRLERİ
Paleozoyik
zaman, 570 milyon öncesini işaret. Bu dönem bitki ve hayvanların görüldüğü
dönemdir.
Mezozoyik
zaman dinozorların dönemini işaret eder.
Günümüzden 2 milyon yıl öncesini işaret eden Pleistosen dönemi Paleolitik dediğimiz eski taş çağını
anlatır. Günümüzden 10 bin yıl öncesini başlangıç alan ve halen devam eden
tarih devrine de Holosen dönem adını veriyoruz.
Paleolitik çağ üç evrelidir. Alt Paleolitik çağda (G.Ö.
2.500.000-200.000) homo habilis,homo
rudolfensis, homo erectus, homo ergaster ve homo heidelbergensis;
Orta Paleolitik çağda (G.Ö. 200.000-40.000) homo neanderthalensis ve homo sapiens; Üst Paleolitik çağda
(G.Ö. 40.000-12.000) da homo sapiens türü insanlar görülmüşlerdir.
Homo habilis
(becerikli insan), güney ve doğu Afrika’da yaşamıştır.
Homo erectuslar Afrika’da ateşi kullanmışlardır.
Konuşabildikleri kabul edilir.
Günümüzün insan formunu ifade eden Homo sapiens ilk olarak
130.000 yıl önce Afrika’da yaşamıştır.
M.Ö. 10.000 yıllarında Neolitik çağa girilir. Bu çağda ilk
köy yerleşimleri kurulmaya başlar.
Eski Mezopotamya Tarihi
Mesos =
orta, potamos = ırmak kelimelerinden türemiş,
iki ırmak arası anlamına gelen bir sözcüktür.
Dicle = İdiglat
Fırat = Purattu
Yerleşme yerlerinden isimlerini alan boyalı çanak çömlek
kültürleri Hassuna Kültürü ve Samarra Kültürü Mezopotamya’nın neolitik
kültürlerini temsil eder.
Hassuna Kültürü’nün yerini Halaf Kültürü (MÖ. 5600-5000) aldı.
Halaf Kültürü’nün bir başka özelliği zarif boya bezemeli
çanak çömlekleridir.
Ubeyd Kültürü’nün (MÖ. 5500-4000) kuzeydeki yayılım sınırı
Elazığ-Malatya yöresine kadar uzanmaktaydı.
Bölgenin bir sonraki evresi Uruk Dönemi (MÖ. 4000-
3100)’dir. Bu dönemde güneydeki kentler büyük oranda gelişmiştir.
Ekonomik kayıtların tutulması gereksinimi sonucunda MÖ.
3200’lerde yazı geliştirilmiştir. Geç Uruk Dönemi’ni Güney Mezopotamya’da MÖ.
3100’lerde Cemdet Nasr Dönemi izler.
Sümerler, (Erken
Hanedanlar Dönemi: MÖ. 2900-2350)
MÖ. 4. binyılın sonlarına doğru Mezopotamya’da görülmüşlerdir.
Kökenleri bilinmemektedir.
Güney Mezopotamya’da her biri bir kralın yönetimindeki kent
devletlerinde yaşadılar.
Bunların hepsi merkezî bir tapınak etrafında kurulmuştu ve
etrafları bir sur ile çevrili idi. Çevresinde ise köyler bulunmaktaydı. Eridu,
Uruk, Ur, Lagaş, Kiş, Nippur, Umma gibi şehir devletleri arasında Uruk lider durumdaydı.
Çiviyazılı belgelere göre MÖ. 3. binyılın ortalarında Kiş
Kralı Mesilim, Lagaş yöneticisi Ur-Nanşe, Ur-Nanşe’nin torunu Eannatum, MÖ.
2360’lardaki ilk yazılı reformları ile tanınan Urukagina önemli krallar olarak
hüküm sürmüşlerdir.
Akkadlar (MÖ. 2350-2150)
Akkadlar, Sami kökenli bir topluluktur.
Bütün Mezopotamya’ya hâkim olmuşlar ve ülkeyi merkezî sistem
ile yönetmişlerdir.
MÖ. 2150’lerde Zagros Dağları’ndan inen Gutiler Akkadları yıkmıştır.
Yeni Sümer Dönemi (III.
Ur Sülalesi: MÖ. 2112-2000)
III. Ur Sülalesi bu dönemde Akkad gibi bir merkezî krallık
kurmak ve tüm bölgeyi denetlemek istemiştir. Yaklaşık
100 yıl kadar süren (MÖ. 2100-2000) bu dönmede Ur kenti Mezopotamya’nın en
büyük siyasi gücü olmuştur.
Assurlular ve Babilliler
III. Ur Sülalesi’nin çöküşünden sonra kuzeyde büyük bir
siyasi güç olarak Assur, güneyde ise din ve kültür merkezi olarak Babil öne çıkmıştır.
Güney Mezopotamya’da ilk olarak İssin Sülalesi (MÖ.
1969-1732), daha sonra da Larsa Sülalesi (MÖ. 1961-1700) egemen olmuştur. MÖ.
18. yüzyılda ise Babil Sülalesi (MÖ. 1830-1595) egemenlik kurmuştur. Babil
Sülalesi’nin en önemli kralı Hammurabi’dir. Hammurabi, ülkesinin sınırlarını
batıda Akdeniz’e, doğuda İran’a, kuzeyde de Toroslara kadar genişletmiştir.
Hitit Kralı I. Murşili MÖ. 1595 yılında Babil’i alarak Eski Babil
Devleti’ne son vermiştir.
Kuzey Mezopotamya’da MÖ.13. yüzyılda Assur egemenliğini
kesin olarak başlatmıştır. MÖ. 7. yüzyılın sonlarına kadar süren Assur
yönetimine Yeni Assur Krallığı denmiştir.
Assur birçok krallığı egemenliği altına aldığı gibi Mısır’a
yapılan büyük seferlerle Mısır’ı da yağmalamıştır.
Yeni Babil Devleti (MÖ.
612-539)
Yeni Assur Krallığı’nın ortadan kalkmasıyla liderlik bir kez
daha Babillilerin eline geçmiştir. Nabukadnezzar,
Babil’i görkemli bir kent hâline getirmiştir. Yeni yıl şenliklerinde kullanılan
tören yoluna açılan ünlü İştar Kapısı, Babil Kulesi ve dünyanın yedi harikasından
biri olan Asma Bahçeleri bu dönemde son şeklini almıştır.
Persler MÖ. 539 yılında Babil’i ele geçirmiştir.
Romalılar Mezopotamya’nın kuzeybatı bölümünü kısa bir süre
(MS. 115-117) egemenlikleri altına almışlardır. MS. 226-640 tarihleri arasında
Sasaniler, son olarak da MS. 640’larda Araplar Mezopotamya’ya hâkim olmuşlardır.
ESKİ MEZOPOTAMYA UYGARLIĞI
Devlet Yönetimi
Sümer’de yönetimle ilgili En
(Bey), Ensi (Vali) ve Lugal
(Kral) gibi unvanlar karşımıza çıkmaktadır.
Akkad egemenliğinde merkezî krallık yönetimi görülür.
Naram-Sin, kendisini Mezopotamya’da
sadece tanrılara özgü olan çift boynuzlu bir başlıkla betimletmiştir. Naram-Sin
ile Tanrı-Kral düşüncesi ortaya çıkmıştır.
Yeni Sümer Dönemi’nde de Tanrı-Kral anlayışı korunmuştur.
Assur’da ise kral, Tanrı Assur’un yeryüzündeki vekilidir.
Mezopotamya’da toplum, soylular, sıradan vatandaşlar, yanaşmalar
ve kölelerden oluşmaktaydı.
Hukuk
Sümerler ekonomik hayatın işlemlerini kil tabletler üzerine
çivi yazısı ile yazdıkları gibi, sosyal hayatın olaylarını da belgelemişlerdir.
Adaletin yeryüzündeki temsilcisi hâkimlerdi. Kralın
vekilleri olarak Sukkaller davalara bakarlardı.
Sümerlerde Urukagina ilk yazılı
reformları ile tanınan bir kraldır.
Din
Mezopotamya’da çok tanrılı bir din anlayışı hâkimdi.
An (Akkadca: Anu) Gök tanrısı,
Enki (Akkadca: Ea) Su ve yeraltı tanrısı; Utu (Akkadca: fiamaş) Güneş Tanrısı; İnanna (Akkadca: İştar) Aşk ve bereket tanrıçası; Nanna (Akkadca: Sin) Ay tanrısı ve Sami kökenli fırtına
tanrısı Adad. Babil’in tanrısı Marduk yıldızları,
burçları ve yılı saptayan tanrıdır; Dumuzi
(Akkadca: Tammuz) Doğa tanrısıdır.
Sümerlerde her şehrin bir tanrısı vardı: Uruk’ta İnanna, Ur’da Nanna,
Lagaş’ta Ningirsu, Nippur’da Enlil, Babil’de Marduk
ve Assur’da Assur gibi.
Zigguratlar, Sümerlerin mimariye kazandırdığı bir yapı
tipidir. Zigguratlar tanrıların evi
olması yanında yazıcı okulu, kütüphane ve arşiv işlevlerini de görmekteydi.
Sanat ve Kültür
Yazının Gelişimi
Uruk Dönemi’nin sonlarına doğru MÖ. 3200 yıllarında Uruk IV
tabakasında en erken yazılı belgeler ortaya çıkar. Bunlar resim şeklindeki
(piktografik) işaretlerden oluşmaktadır. Yazı yaygınlaştıkça giderek küçülmüş ve
resim özelliğini kaybetmiş ve zamanla çivi yazısı ortaya çıkmıştır.
Çivi işaretlerinin her biri bir sözcüğe değil, bir heceye
karşılık gelir.
Filolog G. Friedrich Grotefend
(1775-1853), Henry C. Rawlinson
(1810-1895) ve Niels Westergaart’ın
çalışmaları sayesinde Mezopotamya çivi yazısı okunmuştur.
Edebiyat
Sümerler yazıya kavuştuktan sonra, hatıralarındaki bütün
hikâyeleri, masalları, gelenekleri, yazıya geçirmeye başlamışlardı.
Sümer edebî belgeleri üç grupta incelenmektedir:
I. Liturjik Eserler: Mitoslar (Adapa Mitosu, Etana Mitosu),
kaside ve ağıtlar.
II. Epik (Destani) Eserler: l)
Yaradılış Destanı 2) Gılgamış Destanı 3) Lugalbanda Destanı 4) Enmerkar ve
Aratta Beyi Destanı, 5) Ninurta Destanı 6) Kazma Destanı
III. Didaktik Eserler: Nesir halinde yazılmış ilmi eserler.
Almanak, sözlük vs.
Bilim ve Sanat
En erken metinlerde kullanılan sayı sistemleri altmış tabanlı
sistemi içerirdi.
Babil matematikçileri, pi sayısını 3 olarak hesaplamalarına
karşın bunun tam değerini 3 1/8 (=3.125) olarak gerçek değere (3.142) çok yakın
hesaplamışlardır.
Ay takvimi kullanmışlardır. Yılı
12 aya bölmüşlerdi. Üç yılda bir ay yılını 13
ay yapıyorlardı.1 hafta yedi gündü.
Sümerler ve Babilliler, günü gündüz ve gece olmak üzere
ikiye ayırıyor ve 12 çift saate bölüyorlardı. Gün güneşin batmasıyla başlıyordu.
Ancak MÖ. 300’den sonra müneccim Kidannu’nun
önerisiyle günün gece yarısı başlaması kabul edildi.
Bugünkü takvimimizde kullandığımız bazı ay adları Eski
Mezopotamya ay adlarından kalmadır. Şubat ve Eylül Akkad dilinde Şubatu ve Elulu; Nisan
ve Temmuz Sümer dilinde Nisanu ve Dumuzi/Tammuzdur. Haziran Aramice’den gelmedir. Mart,
Mayıs ve Ağustos aylarının isimleri de Latincedir.
Gök cisimlerinin doğduğu zamanki konumuna göre insanın
geleceğini tahmin eden yıldız falı da ilk kez Babil’de bulunmuştur.
Eski Mezopotamyalılara göre hastalıklara kötü ruhlar ve kötü
cinler neden olmaktaydı.
Asu/a-zu adı
verilen hekimler, çeşitli hastalıklar için tedaviler önerirlerdi. Aşipu denilen kişiler ise büyü ile hastalıkları iyileştirmeye
çalışırdı. Hekimlik sadece rahiplere mahsus kutsal bir meslekti.
Mezopotamya’da tekerlekli araçlar MÖ. 3500’lerden itibaren
kullanılmaktaydı.
Heykeltıraşlık Mezopotamyalılar için önemliydi.
ESKİ MISIR TARİHİ
Mısır’ın Coğrafi Yapısı
Mısır, kuzeydeki Aşağı Mısır (Nil Deltası) ve güneyde vadi
boyunca uzanan Yukarı Mısır olmak üzere iki ayrı bölümden oluşur.
“Mısır Nil’in bir armağanıdır.” Herodot
Genel Hatları ile Mısır
Tarihi
Aşağı Mısır’da Merimde (MÖ. 5. binyıl) ve El-Meadi (MÖ. 4.
binyıl), Yukarı
Mısır’da ise Badari Kültürü (MÖ. 4400-3800) ve Nagada (I,
II, III) Kültürü (MÖ.
4000-3000) önemli kültürlerdir.
Köylerin birleşmesiyle kabile niteliğindeki yönetim
birimleri olan nomeler oluşmuştur. Her nomenin bir yerel tanrı ya da tanrıçası
vardı. MÖ. 3400’den sonraki yıllarda nomeler aralarında birleşerek Aşağı Mısır
Krallığı ve Yukarı Mısır Krallığı olmak üzere iki krallık oluşturdular.
Efsanevi Kral Menes (=Aha) M.Ö. 3000 yıllarında Aşağı ve
Yukarı Mısır’ı birleştirmiştir.
Erken Dönem (1-2.
Sülaleler: MÖ. 3000-2650)
Bu dönemde Mısır merkezî devlet yönetimi oluşturulmuş ve
yüzyıllarca kullanılacak olan krallık modeli geliştirilmiştir. Hiyeroglif bu
dönemde geliştirilmiştir.
Eski Krallık Dönemi
(3-8. Sülaleler: MÖ. 2650-2134 )
3. Sülale’nin ikinci kralı Coser
(MÖ. 2630-2611)’in veziri İmhotep tarafından Sakkara’da Coser için yapılan
basamaklı piramit firavun mezarlarının ilk görkemli örneğidir.
4. Sülale büyük piramitlerin dönemidir. 4. Sülale firavunları Keops
(MÖ. 2551-2528), Kefren (MÖ. 2520-2494) ve Mikerinos (MÖ. 2490-2472)’un Gize’de yaptırdıkları
piramitler, Mısır’ın en görkemli anıtları olarak karşımıza çıkarlar
4. ve 5. Sülale tarihinin en önemli gelişmelerinden birini, Güneş Dini’nin ortaya çıkması oluşturur. Mısır
firavunları, “Ra’nın Oğlu (Güneş Tanrısı’nın Oğlu=Horus)”, unvanını kullanmaya başlamışlardır.
Orta Krallık Dönemi
(11-14. Sülaleler: MÖ. 2040-1640)
11. Sülale’nin son iki kralı ve 12. Sülale zamanında ülkede
yeniden birlik oluşturulmuş ve Teb kenti Mısır’ın merkezi hâline gelmiştir. MÖ.
1985 civarında I. Amenemhet
(MÖ. 1991-1962)’in tahta el koyması ile 12. Sülale başlar.
Firavun III. Senusret (MÖ. 1878-1841) Dönemi’nde Mısır o
zamana kadarki en geniş sınırlarına ulaşmıştır.
MÖ. 1700’lerden sonra Suriye üzerinden Mısır’a giren ve Mısırlılar
tarafından yabancı diyarların şefleri anlamına gelen Hiksoslar olarak adlandırılan
bazı göçebe kavimler Doğu Delta Bölgesi’ni işgal ettiler. Hurri kökenli
Hiksoslar 15. Sülale’yi kurmuşlardır. Doğu Deltası’nda Avaris’te kendi başkentlerini
kurmuşlardır.
MÖ. 1550’lerde I. Ahmose (MÖ. 1550-1525), Hiksoslara karşı,
onlardan öğrendikleri atlı savaş arabalarını kullanarak savaştı ve sonunda
onları yenerek Filistin’e sürdü. Nubya üzerinde de Mısır egemenliğini tekrar
kurdu.
Yeni Krallık Dönemi
(18-20. Sülaleler: MÖ. 1550-1070)
18. Sülale’den I. Ahmose’nin Hiksosları yenip Mısır’da
siyasal birliği tekrar kurmasıyla başlar. Yeni
Krallık Dönemi firavunları savaşçıydılar, pek çok ülkeyi fethederek büyük bir
imparatorluk kurdular.
IV. Amenofis (MÖ. 1352-1335), MÖ. 1350’lerde Mısır’ın
geleneksel tanrıları yerine Güneş (Aton) monoteizmini (tektanrıcılık) yerleştirerek
dinde reform yapmak istemiştir. Başkent
Orta Mısır’da yeni kurulan Akhetaton (bugünkü Tell el-Amarna) kentine taşındı.
Burada bir Aton Tapınağı yapıldı.
Tutankamon döneminde Akhetaton şehri tamamen terkedildi ve
başkent Teb şehrine taşındı. Tutankamon, eski Mısır dini olan Amon dinini ve
politeizmi (çok tanrıcılığı) geri getirmiştir.
I. Ramses (MÖ. 1307-1306) 19. Sülale’nin kurucusudur.
II. Ramses (MÖ.
1290-1224), Mısır ülkesinin kuzey sınırı kabul edilen Suriye egemenliği için
Hititlerle mücadele etmiştir. MÖ. 1285 yılında Suriye’de Kadeş şehrinde Hitit
Kralı Muvatalli ile savaşmıştır. Tarihe Kadeş
Savaşı olarak geçen bu savaş sonucunda II. Ramses büyük bir zafer kazandığını
iddia etmesine rağmen, Hitit kaynaklarına göre yenilgiden şans eseri kurtulmuş ve
savaşta başarı sağlayamamıştır. MÖ. 1270 yılında II. Ramses ve Hitit Kralı III.
Hattuşili arasında yapılan Kadeş Barış Antlaşması,
tarihte iki devlet arasında yapılan ilk yazılı antlaşmadır.
II. Ramses’ten sonra ülke giderek zayıflamıştır.
Geç Dönem (25-31.
Sülaleler: MÖ. 712-332)
MÖ. 8. yüzyılın ortalarında Güney Mısır, Nubya kökenli Kuşiler
Hanedanı tarafından kontrol edilmeye başlandı. Bu hanedanın kralları
kendilerini firavunların halefi olarak görmüşlerdir. MÖ. 727 yılında kralları
Piankhi, kuzeye doğru ilerledi, Delta Bölgesi’ni eline geçirerek, 25. Mısır
Sülalesini kurarak egemenliğini ilan etti.
Mısır, MÖ. 671’de Assur Kralı Esarhaddon tarafından ele
geçirildi. Kuşiler güneye çekilmek zorunda kaldılar. Kendilerine Psammetikos adlı bir yönetici seçtiler. Psammetikos diplomasi
ve güç kullanarak tüm Mısır’da hâkimiyetini kabul ettirerek 26. Sülale’yi
kurdu. Psammetikos (MÖ. 664-610) Mısır’ın birliğini tekrar sağlamıştır.
Firavun Amasis (MÖ. 570-526) zamanında ise Mısır son parlak
dönemini yaşamıştır. Amasis’in ölümünden hemen sonra Persler, Mısır’ı bir Pers eyaleti (satraplık) olarak kendilerine bağlamıştır.
Persler 27 ve 31. Sülaleleri kurmuşlardır. MÖ. 332 yılında Büyük İskender’in Mısır’ı
ele geçirmesiyle Pers egemenliği son bulmuştur.
Mısır, İskender’in ölümünden sonra komutanlarından I.
Ptolemaios tarafından kurulan Ptolemaioslar Devleti’ne bağlanmış, MÖ. 30 yılında
Ptolemaioslar Devleti’nin Roma tarafından ortadan kaldırılmasından sonra bir
Roma eyaleti hâline (Aegyptus) gelmiştir. Bizans Dönemi’nden sonra, MS. 640’larda
Arapların eline geçmiştir.
Devlet Yönetimi
Firavun sözcüğü büyük ev anlamındadır. Firavun Tanrının
yeryüzündeki temsilcisidir. Horus’u temsil eder, Güneş Tanrısı Ra’nın oğludur. Yeni
Krallık Dönemi’de yaşayan firavunlar ise tanrısallaştırılmıştır.
Firavundan sonra en önemli kişi, firavunun yardımcısı olan
vezirdi. Vezir, aynı zamanda baş yargıçlık
görevini yürütüyordu, ekonomiden, hazineden ve bütün inşaat faaliyetlerinin
denetiminden sorumluydu.
Memurlar okuma yazma bilenler arasından seçiliyordu. Tarla sınırı
ölçme, vergi toplama, hukuk ve ordu ile ilgili işlere bakarlardı. Memurlar ve
rahiplerin altında çok geniş bir çiftçi tabakası vardı. Mülk ve toprak daha
Eski Krallık Dönemi’nden itibaren devlet malı sayılıyordu.
Bilim
Aritmetik bilgileri basit düzeyde idi. Ancak geometri konusunda ileri düzeyde bilgiliydiler.
Mısırlıların MÖ. 3000’lerde geliştirdikleri Mısır takvimi,
Dünya Kültür Tarihi açısından çok önemlidir. Nil Nehri’nin periyodik taşkınlarına
dayanan bir takvimdir. Bu takvime göre bir yılda dörder aylık 3 mevsim (Taşkın,
Ekin, Hasat) vardı. Buna dayanarak bir yılı 30 günlük 12 aya bölmüşler, buna 5
gün ekleyerek 365 günlük bir Güneş Yılı geliştirmişlerdir.
Yazı
Yazı Mısır’da da Sümerlerde olduğu gibi eşyanın şeklini
çizmekle başlamıştır. Ancak Sümer yazısından farklı olarak Mısır hiyeroglifi
temelde resim biçimindedir.
Mısır hiyeroglifleri 1822 yılında Eski Mısır Uzmanı ve
Dilbilimci Jean-François
Champollion tarafından çözülmüştür.
İş yükü arttıkça hiyeroglif işaretleri kısaltılarak kullanılmaya
başlandı. Bu kısaltmalar çoğalınca hiyerogliften tümüyle farklı bir yazı olan
hiyeratik yazı ortaya çıktı. MÖ. 700’den sonra hiyeratik yazının basitleştirilmiş
hâli olan demotik denilen halk yazısı ortaya çıkmıştır. MS. 3. yüzyıldan
itibaren demotik yazının yerine kopt yazısı denilen bir yazı türü kullanılmıştır.
Mısırlılar yazı yazmak için papirüsleri kullanıyorlardı.
Papirüs, Nil Nehri’nde yetişen saz türü bir bitkidir.
Mimari
Mısır kralları MÖ. 3000’lerde kerpiçten yapılmış mastaba adı
verilen mezarlara gömülmüşlerdir.
Firavun Coser’in ünlü basamaklı piramidi kral mezarlarının
ilk anıtsal örneğidir.
Antik dünyanın 7 harikasından biri olan Keops Piramidi’nin kenar
uzunluğu 230 m, yüksekliği 146 m’dir.
Orta ve Yeni Krallık zamanlarında kaya mezarlarına ağırlık
verilmiştir.
Tapınakların en güzel örnekleri Güneş Tanrısı Ra için yapılanlardır.
Yeni Krallık zamanında tapınaklar, büyük tanrılara adananlar
ve ölü kültü ile ilgili mezar tapınakları olmak üzere iki tiptir.
Din ve Ölü Gömme
Gelenekleri
Sülalelerden önceki dönemde hayvan biçimli tanrılar vardı.
Bunlar totem din inanışından kaynaklanmaktaydı. Totemler zamanla nomelerin tanrıları
düzeyine yükselmişlerdir. Daha sonra tanrılar insan biçiminde düşünülünce
hayvan totemlerinin bazı uzuvları insan vücuduna eklenmiştir. Böylece hayvan başlı
insan vücutlu tanrı betimlemeleri ortaya çıkmıştır.
Belli başlı Mısır tanrıları şöyleydi: Gök Tanrıçası Nut; Yer Tanrısı Geb;
Hava
Tanrısı Şu; Gökyüzü Tanrısı Şahin
Başlı Horus, Güneş tanrıları Şahin ya da Şahin Başlı
Ra, Amon ve Aton; Ay Tanrısı Hons;
Timsah ya da Timsah Başlı Suların Tanrısı Sobek;
Apis Boğası; Balıkçıl Kuşu Başlı Yazma ve Sayma
Tanrısı Thoth; Yaban Eşeği Başlı, Düzensizliğin,
Çöllerin, Fırtınaların ve savaşın tanrısı Set;
Mumyalama ile ilgili Nekropolis Tanrısı Çakal Başlı Anubis;
Ölüm ve Öbür Dünya Tanrısı Osiris; Osiris’in Karısı
Koruyucu Tanrıça İsis; Aslan ya da Kedi Başlı
Savaş Tanrıçası Bastet; Mumya Biçimli İnsan Şeklinde
Bereket Tanrısı Min; Aile Tanrısı ve Genç Kızların
Koruyucusu Bes; Su Aygırı ve Hamile Kadın Vücudu
Karışımı Olan Hamile Kadınların Koruyucusu Taveret,
Doğruluk ve Adalet Tanrıçası Ma’at.
Ölen kişinin ölümden sonraki yaşamına karar verilen bir duruşma,
tanrılar katında yapılırdı. Duruşmaya Osiris başkanlık
ederdi. Anubis kalbi teraziye koyma seremonisine de eşlik ederdi. Bütün olup biteni tanrıların kâtibi tanrı Thoth yazarak not alırdı.
Mısırlılarda öldükten sonra ruhun bedene tekrar girip öbür
dünyada yaşamaya devam edebilmesi için, bedenin korunması gerektiği inancı mumyalama
tekniğinin gelişmesini sağladı.
İç organlar natron ile kurutulduktan sonra kanopik adı
verilen 4 adet vazo içine konulurdu. Bu vazolar Osiris ve İsis’in oğlu olan
Horus’un 4 oğlunun başını temsil eden figürler şeklindeydi. Çakal başlı Duamutef mideyi, şahin başlı Kebehsenuf
bağırsakları, maymun başlı Hapy akciğeri, insan
başlı olan İmset karaciğeri korurdu.
Kalp vücut içinde bırakılıyordu.
Boşalan yerler hurma şarabı ile yıkanıyordu. Bir çeşit tuz
olan natron vücut içine ve dışına konularak 40 gün bekletiliyor ve vücudun nemi
alınıyordu. Vücut bu işlemlerle kurutulduktan sonra, yağlanır, erimiş reçine
sürülür ve keten bezlerle sarılırdı. Hazırlanan mumya ahşap bir tabuta, ancak
ölen kralsa biri altından diğer ikisi ahşaptan 3 tabut içine konurdu ve bu
tabutların hepsi son kez taş bir lahitin içine yerleştirilirdi. Kanopik vazolar
da yanına koyulurdu. Mumyalama işlemi toplam 70 gün sürerdi. Mumyalama sadece insanlara
değil kutsal sayılan kedi, boğa, timsah gibi hayvanlara da yapılırdı.
Eski Anadolu Tarihi
Paleolitik Çağ (Eski Taş
Çağı, Yontma Taş Devri) (GÖ. 1.000.000-12.000/11.000)
Paleolitik Çağ /Yontma Taş Devri, Besin Toplayıcılığı Dönemi
olarak da tanımlanmaktadır.
Paleolitik Çağ’ın Anadolu’daki en eski buluntu yerleri Niğde’de
Kaletepe Deresi,
Konya’da Dursunlu,
İstanbul’da Küçük Çekmece Gölü’nün 1.5 km kadar kuzeyinde yer
alan Yarımburgaz Mağarası ile
Antalya’nın 27 km kuzeybatısında, fiam Dağı’nın Akdeniz’e
bakan yamaçlarında bulunan Karain Mağarası’dır.
Konya’da Dursunlu buluntu yerinde ele geçirilen aletler
günümüzden 900.000 yıl öncesine tarihlenir.
Üst Paleolitik Dönem’e ait buluntular, Yarımburgaz ve Karain
mağaralarının yanında Antakya yakınlarındaki Üçağızlı Mağara, Antalya yakınlarında Beldibi, Belbaşı, Öküzini mağaraları ve Isparta’da Kapalıin mağarasında gerçekleştirilen
kazılarda ele geçirilmiştir.
Bu evrenin üzerinde durulması gereken bir diğer önemli
özelliği, sanatsal etkinliklerdir.
Mezolitik Çağ
(Epipaleolitik Çağ, Orta Taş Devri) (GÖ. 12.000-11.000)
Anadolu’da bu çağa ait yerleşme yerleri Toroslar’ın güneyi
ile
Marmara Bölgesi ve Orta Karadeniz’de saptanmıştır.
Mezolitik Çağ’ın en özgün buluntuları, mikrolit olarak tanımlanan
küçük taş aletlerdir.
Beldibi ve Belbaşı mağaralarında mikrolit aletlerin güzel
örnekleri ele geçirilmiştir. Öküzini mağarasında ise dibek ve öğütme taşlarının
kullanımı ile ilgili olarak tahıl öğütme sürecine girildiği saptanmıştır.
Neolitik Çağ (Cilalı Taş
Çağı, Yeni Taş Çağı) (MÖ. 10.000- 5.500)
İnsanlar bu çağda yerleşik düzene geçmişler.
Güneydoğu Anadolu’da Hallan Çemi (Batman), Çayönü (Diyarbakır),
Nevali Çori (Urfa) ve Göbekli Tepe (Urfa) yerleşmeleri Çanak Çömleksiz (Aseramik)
Neolitik Çağ yerleşmelerinin en önemlilerini oluşturmaktadır.
Batman ili Kozluk ilçesi yakınlarında yer alan Hallan Çemi Höyüğü Anadolu’nun bugüne
kadar saptanmış en eski köyüdür.
Aksaray’ın güneydoğusunda yer alan Âşıklı Höyük, burada
konutlar bitişik düzendedir.
Erken Neolitik Çağ’a ait yerleşmelerin çoğu Anadolu’nun
güney kesiminde,
Toroslar’ın güney ve kuzey eteklerinde kurulmuştur.
Çatalhöyük
Konya’nın 52 km güneydoğusunda, Çumra ilçesi yakınlarındaki
höyük, 450 x 275 m boyutlarında, 17 m yüksekliğindedir. Burası, binden fazla
konuta sahip, 5-10 bin kişinin yaşadığı hesap edilen Yakın Doğu’nun bilinen en
büyük kasabalarından biridir. Çatalhöyük halkı, köy aşamasını geçmiş, bir kent
uygarlığı yaratmıştır. Kapısız olan konutlara damlardaki bir açıklıktan ahşap
merdivenler ile giriliyordu.
Değişen yaşam şekli, etkisini sanatta da göstermiştir.
Önemini yitiren av sahnelerinin yerini, toprağın bereketini kadının doğurganlığı
ile özdeşleştirilen
Toprak Ana/ Ana Tanrıça almıştır.
Kalkolitik Çağ (Bakır Taş
Çağı) MÖ. 5500-3200/3000
Kalkolitik Çağ’ın en belirgin özelliği, taş aletlerin
giderek azalması ve madenciliğin gelişmesidir. İlk kullanılan maden bakır olmuştur.
ANADOLU’NUN TUNÇ ÇAĞLARI
İlk Tunç Çağı (MÖ.
3200/3000-2000)
Geç Kalkolitik Çağ’ın sonlarından Anadolu’da yazının kullanımına
kadar olan çok uzun bir süreyi kapsamaktadır.
Toplumların daha iyi örgütlenebildiği bu çağda yöneticiler
güçlü bir sınıf olarak ortaya çıkmıştır.
Çanakkale yakınlarındaki Troya I-V, Aslantepe (Malatya), Karataş
Semayük (Antalya-Elmalı), Norşuntepe (Elazığ-Altınova) bu tip yerleşmelerin en
etkileyici örnekleridir.
Alacahöyük’ün en önemli özelliği Kral Mezarları olarak adlandırılan 13
adet gömüdür.
Bu mezar hediyelerinin en ilginçlerini geyik ve boğa
figürlü, son derece karmaşık ve gelişmiş dökme ve dövme teknikleriyle yapılmış
tunç diskler oluşturmaktadır.
Bu döneme özgü bir diğer önemli teknolojik gelişme, çömlekçi
çarkının kullanılmaya başlamış olmasıdır. Bir başka teknolojik buluş ise kağnı
biçimindeki dört tekerlekli arabadır.
Akkad İmparatorluğu krallarından I. Sargon ve Naram-Sin’e
ait yazılı belgelerde adının geçmesiyle birlikte Anadolu Ön Tarih /
Protohistorik Çağı’na girmiştir (MÖ. 3 binyılın ikinci yarısı). Bu yazılı
belgelerde Anadolu toprakları için Hatti Ülkesi
adı kullanılmıştır. Bu isim Anadolu’nun bugün için bilinen en eski ismidir. Hattiler,
Hitit Devleti’nde nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturmuşlardır. Dilleri, bilinen
dil ailelerinden hiçbirine dâhil değildir.
Mezopotamya ile Anadolu arasında yoğun bir ticaret ağı kurmuştur.
Hattiler bu sayede Assurlu tüccarlardan yazıyı öğrendiler.
Orta Tunç Çağı (M.Ö.
2000/1900 -1500/1450)
Çivi yazılı kil tabletler Kayseri’de Kültepe (Neşa), Çorum’da
Boğazköy (Hattuşa) ile Ortaköy (fiapinuva), Yozgat yakınlarında Alişar (Ankuva),
Tokat’ta Maşathöyük (Tapigga) yerleşmelerinde ele geçmiştir. Bu tabletlerin yazılmış
olduğu dil, Akkadçanın Eski Assur lehçesidir.
Tabletlerden öğrenildiğine göre, Assurlu tüccarlar
Anadolu’nun farklı yerlerinde ticaret kolonileri kurmuşlar. Bu ticari düzende
iki tip ticaret merkezi ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilki ve önemli olanı siyasi
erke sahip olan beyliklerin yakınlarında kurulmuş olan Assurca Karum denen büyük pazar yerleridir. Tüccarların
geçici olarak konakladıkları yerler olan diğer ticari merkezlere ise vabartum denir.
En çok belgeye ulaştığımız karum, Kayseri yakınlarında,
Kültepe’deki Kaniş’tir.
Sonradan Hititlerin başkenti olan Boğazköy’deki Hattuş, o
dönemdeki ismi bilinmeyen Yozgat’taki Alişar, Aksaray yakınlarındaki Acemhöyük,
Konya’da Karahöyük’te de karumlar kurulmuştur.
Eski Hitit Devleti
Hitit Devleti içerisinde çok çeşitli halklar mevcuttur.
Bunlar arasında Hattiler, Luviler, Palalar ve Hurriler en önemlileridir.
Luviler: MÖ. 2300 yıllarına doğru Balkanlar üzerinden Anadolu’ya
girdikleri kabul edilir.
Palalar: Karadeniz Bölgesi’nde Kastamonu ve Safranbolu çevresinde yaşayan
ve Hint Avrupa kökenli Pala dili konuşan topluluktur.
Hurriler: Kura-Aras Bölgesi halkları. Hint Avrupa ve Sami gruplarından
farklı, kendine özgü bir dil olan Hurca konuşmaktadırlar. Bu dil, kuzeydoğu
Kafkas dilleri ile akrabadır.
Hint Avrupa kökenli dil konuşan ve kendilerini Neşalı lar,
kullandıkları dili de Neşa dili olarak tanımlayan Hititlerin kökeni
tartışmalıdır.
Anadolu’da ilk siyasal birlik kurma çalışmasının başında,
kökeni Orta Anadolu’da Kuşşara kentine dayanan Pithana oğlu Anitta (MÖ. 1750)
yer almaktadır. Anitta, Neşa (Kültepe), Zalpa ve Hattuş (Boğazköy)’u ele geçirdikten
sonra Büyük Kral unvanını almıştır. Anitta, Neşa kentini kendine başkent yapmış,
bölgede giderek güçlenip, Anadolu beyliklerini birer birer denetim altına
alarak merkezî Hitit Devleti’nin temellerini atmıştır. Anitta’dan yaklaşık yüz
yıl sonra, aynı soydan gelen Kuşşaralı Labarna, Hattuş kentini başkent yapıp,
kente Hattuşa, kendine de Hattuşili (Hattuşalı) adını vermiştir (MÖ. 1650-1620).
Böylece feodal ve teokratik Hitit Devleti kurulmuştur.
I. Murşili (MÖ. 1620-1590) döneminde Babil fethedilir.
Son Tunç Çağı
(MÖ.1500/1450-1200)
Telepinu (MÖ. 1525-1500) döneminden sonra Hitit İmparatorluk
Çağı başlar. Böylelikle Anadolu’da Son Tunç Çağı’na girilir.
Hitit Krallığı II. Tudhaliya (MÖ. 1450-1420) ve I. Şuppiluliuma
(MÖ. 1380-1340)’nın yönetiminde büyük bir güç olarak yeniden kurulur.
II. Muvatalli döneminde (MÖ. 1306-1282), Hitit-Mısır ilişkileri
gerginleşmiş ve Suriye egemenliği için iki güç arasında Kadeş (Tel Nebimend) kenti
yakınlarında savaş yapılmıştır (MÖ. 1285). Savaşı kimin kazandığı hakkında
kesin bir bilgi yoktur.
Kadeş Antlaşması: Tarihin bilinen ilk büyük antlaşmasıdır. Hitit ile Mısır devletleri
arasında MÖ. 1270 yılında imzalanmıştır. Antlaşma metni o zamanın diplomatik
yazı dili olan Akad ve Mısır dillerinde hazırlanmıştır. Mısır’dan Hattuşa’ya
yollanan ve gümüş bir tablet üzerine kazınmış olan Akadca özgün nüsha
bulunabilmiş değildir. Aynı metnin kil tablet üzerine yazılmış olan kopyası Boğazköy
arşivlerinde ele geçmiştir.
Hitit Devlet Yönetimi ve
Toplum Yapısı
Hitit Devleti feodal ve teokratik bir yapıya sahiptir.
Devletin başında Tabarna denilen egemen bir
kral, Tavananna (egemen kraliçe) unvanını taşıyan
büyük kraliçe yer almaktadır. Kralın yanında Panku(ş) adı verilen bir soylular meclisi bulunmaktaydı.
Hitit kralları, tanrıların yeryüzündeki temsilcileriydi.
Kralların öldükten sonra tanrı olduklarına inanılmaktaydı. Başrahiplik, başkumandanlık
ve başyargıçlık kralların uhdesindeydi. Sarayda kraldan sonra en önemli şahsiyet
kraliçe idi.
Hitit toplumunda soylular, tüccarlar, zanaatkârlar ve
köylüler yer almaktadır. Sosyal tabakalaşmanın en alt grubunu köleler oluşturmaktaydı.
Savaş esirlerine NAM.RA (yarı hür) denilir ve bunlar ucuz iş
gücü olarak yeni kurulan ekonomik merkezlerde toprağa bağlanarak oturmaya
zorunlu kılınırdı.
Din ve Ölü Gömme
Gelenekleri
Çok tanrılı inanca sahiptiler. Devletin resmî tanrıları, Boğazköy
yakınlarındaki Yazılıkaya Açık Hava Tapınağı’ndaki kaya kabartmalarında
betimlenmiştir. Bu tanrıların başında Hurri kökenli Gökyüzü ve Fırtına tanrısı
Teşup bulunmaktadır. Karısı Arinna kentinin güneş tanrıçası Hepat ve oğlu Şarumma
da tanrılar pantheonunun başında yer almaktadır.
Kremasyon
gömülerde ceset yakıldıktan sonra külleri urne olarak tanımlanan pişmiş toprak
bir kap içinde toprağa gömülmekteydi. İnhumasyon
gömülerde ise çoğunlukla ölü, pithos denilen büyük bir kabın içine ya da taşlardan
örülen sandık tipindeki mezarlara yerleştirilerek toprağa gömülüyordu.
Mimari
Kültepe’de ve Acemhöyük’te bulunan 50-60 odalı saray yapıları
Eski Hitit evresine tarihlenen iki anıtsal yapıdır.
Hattuşa (Boğazköy)
Büyükkale olarak tanımlanan kayalık alan ve kuzeybatısındaki
Aşağı Şehir diye adlandırılan bölgeye yayılmıştır. Büyükkale, çevresi ayrı bir
sur ile çevrelenmiş, içinde ülkenin yönetim birimlerinin yer aldığı, hepsi anıtsal
yapılardan oluşan resmî karakterli bir yerleşim alanıdır.
Aşağı Şehir’i de güçlü bir sur çevrelemektedir. Bu surun altında
birçok potern (yeraltı geçidi) vardır.
Sanat
Hitit yazılı belgelerinde büyük boy heykellerden söz
edilmektedir. Boğazköy ve Alacahöyük’teki sfenks heykelleri bunlara ait güzel
örneklerdir.
Kilden yapılmış plastik eserler ise Hitit sanatının dikkat
çeken küçük el sanatları örnekleridir.
Yazı ve Edebiyat
Hititler, çivi ve resim yazısı (hiyeroglif) olmak üzere iki
tür yazı kullanmışlardır.
Boğazköy arşivi, 25.000’i aşkın tabletle bir devlet arşivi
niteliğindedir.
Çoğu Hatti ve Hurri kökenli olan mitos ve destanlar içinde
Kaybolan Tanrı, İlluyankas Mitosu, Telepinu Efsanesi ve Kumarbi Efsanesi en tanınmış
eserlerdir ve çok daha sonraları yaratılan Eski Yunan mitolojisini de etkilemişlerdir.
ANADOLU’NUN DEMİR ÇAĞI
UYGARLIKLARI (MÖ. 1200-547/546)
Anadolu’da Demir Çağı’nda ortaya çıkan yeni siyasi oluşumda
Geç Hitit
Kent Devletleri, Urartu Krallığı, Frig Krallığı ve Lidya
Krallığı en önemli rolleri oynamıştır.
Geç Hitit Kent
Devletleri
Malatya çevresinde Milidia; Adıyaman yöresinde Kummuh; Kahramanmaraş ve Gaziantep yöresinde Gurgum ve Kargamış; İslahiye
dolaylarında Sam’al; Çukurova bölgesinde Que ve Hilakku; Amik Ovası
dolaylarında Pattin; Adana-Kadirli yöresinde Asitavanda; Kayseri, Niğde ve Nevşehir civarında Tabal.
Orta Anadolu’dan Fırat Nehri kıyılarına kadar uzanan geniş
bir sahada ortaya çıkan ve etnik bir birlik göstermeyen kent devletleri MÖ. 9.
yüzyıldan itibaren Yeni Assur İmparatorluğu’nun etkisi altına girmişlerdir.
Hilani: Ön cephesinde sütunlarla taşınan revağı olan Kuzey
Suriye mimarisine özgü, dikdörtgen planlı, girişi uzun duvar üzerinde bulunan
çok katlı yapı.
Ortostat: Duvarların alt kısımlarında kullanılan, dikine
yerleştirilmiş, bazıları kabartmalarla bezeli taş levha ya da bloklar.
Hilani tipindeki sarayların dış cepheleri ortostat olarak tanımlanan
kabartmalı taş bloklarla süslenmiştir.
Urartu Krallığı
MÖ. 13. yüzyılın başlarında Doğu Anadolu Bölgesi’nde, Hurri
kökenli halklar, Uruatri ve Nairi bölgeleri adında iki bölgede yaşamaktaydılar.
Güneyden gelen Assur tehlikesi beylikleri aralarında Assur’a
karşı güç birliği yapmaya yöneltmiştir.
MÖ. 9. yüzyılın ortalarında başkent Tuşpa olmak üzere Van
ovasında merkezî Urartu Krallığı kurulmuştur.
Başlıca Urartu merkezleri arasında Van Kalesi (Tuşpa), Çavuştepe
(Sardurihinili), Ayanis (Rusahinili), Adilcevaz, Toprakkale
(Rusahinili), Anzaf, Erzincan-Altıntepe, Karmir-Blur (Teişebani), Armavir (Argiştihinili)
sayılabilir.
MÖ. 743 yılında Adıyaman Gölbaşı yakınlarında Assur orduları
karşısında Urartu ordularının uğradığı yenilgi ile birlikte Urartu Krallığı’nın
yükselişi sona ermiştir. MÖ. 7. yüzyılın sonlarına doğru tarihten silindikleri
kabul edilir.
Urartu Krallığı’nda tam anlamı ile monarşik bir düzen
mevcuttur.
Halk soylular, savaşçılar, köylüler ve köleler olmak üzere
farklı sınıflara ayrılmıştır.
Urartular çok iyi organize olmuş bir orduya sahipti.
Urartular da çivi yazısı kullanmışlardır.
Urartu dini, çok tanrılıydı. Devletin resmî tanrılarının başında
Haldi, Teişeba ve
Şivini üçlüsü yer almaktadır.
Urartu’da kremasyon ve inhumasyon olmak üzere temelde iki
ölü gömme geleneği vardı.
Urartu yöneticileri kale tipi yerleşmelerde oturmuşlardır.
Bu kalelerde daima yönetici sarayı, bir ya da birkaç tapınak, depo binaları ve
atölyeler bulunmaktadır.
Su kanalları, barajlar ve göletler bayındırlık alanında
Urartulardan günümüze kadar ulaşmış en önemli tesislerdir.
Zengin demir, gümüş ve bakır yataklarına sahip olan
Urartular, maden işleme sanatında ileri bir toplumdu. Doğu Anadolu’nun ilk
kuyumcuları da Urartulardı.
Frig Krallığı
Antik batı kaynaklarındaki bilgilere göre Avrupa’da
oturdukları sırada Brygler ya da Brigler adını taşıyan Frigler, MÖ. 1200’lerden
başlayarak Makedonya ve Trakya’dan Boğazlar yolu ile Anadolu’ya göç eden Trak
boylarından biridir.
MÖ. 11. yüzyıla doğru Polatlı yakınlarındaki daha sonra başkentleri
olacak olan Gordion (Yassıhöyük)’a ulaşmışlardır.
Bilinen ilk kralı, başkent Gordion’a adını vermiş olan
Gordios’tur. Oğlu Midas, Anadolu’nun ilk Demir Çağ kralıdır.
Frig yerleşmeleri, yüksek, kayalık platolar üzerine kurulmuş
olan kale tipi yerleşmelerden oluşmaktadır.
MÖ. 7. yüzyılın ilk yarısında Kafkasya üzerinden gelen
göçebe Kimmerler Anadolu’yu kasıp kavurmuştur.
En görkemli çağını yaşadığı sırada uğradığı Kimmer baskını
ve kral Midas’ın ani ölümü karşısında Frig Krallığı’nın politik gücü sona ermiştir.
Frig dili ve yazısı en azından MÖ. 4. yüzyıla, hatta 3. yüzyıla
kadar kullanılmıştır.
20 kadar harften oluşan Frig alfabesi ile yazılmış en erken
Frig yazılı belgeleri MÖ. 8. yüzyılın ikinci yarısında görülür.
Ana tanrıça Matar, Frig dininde en önemli ilahedir.
Yazılıkaya-Midas Şehri’nde yer alan Midas Anıtı, Frig fasadlarının
en büyüğü ve görkemlisidir (Fasad = yapının ön cephesi).
Friglerde inhumasyon ve kremasyon olmak üzere iki tip ölü
gömme geleneği uygulanmıştır.
Friglerin en özgün sanat dalı mobilyacılıktır. Maden
endüstrisi de çok gelişmiştir. MÖ. 2. binyıldan beri
bilinen fibulalar, tümülüs mezarlar gibi Anadolu’da ilk kez Frigler tarafından
kullanılmıştır.
Hayvancılığa bağlı olarak Friglerde gelişmiş bir dokumacılık
da vardır.
Lidya Krallığı
Lidya halkının kökeni tam olarak bilinmemektedir.
Gediz ve Küçük Menderes nehirlerinin aktığı vadiler
içerisinde konumlanmıştır.
Lidya’da Atyadlar, Heraklid ya da Tylonidler ve Mermnadlar
olmak üzere üç kral sülalesi egemen olmuştur. İlk iki sülale ile ilgili yeterli
bilgi yoktur.
Mermnad sülalesinin ilk kralı Gyges’ten itibaren ülkeye
Lidya, başkente de Sardis denilmeye başlanmıştır. MÖ. 687-547 yılları arasında
hüküm süren Mermnad Sülalesi zamanında Lidya, güçlü bir krallık hâline gelmiş
ve Anadolu’nun Kızılırmak Nehri’nin batısında kalan kısmına hâkim olmuştur.
MÖ. 547 yılında İran’dan gelen Persler Sardis’i ele
geçirerek Lidya Devleti’ne son vermişlerdir.
Lidyalılar süvari olarak ünlüydüler. Herodot onları Asya’da
yiğitlikte kimsenin bileğini bükemeyeceği savaşçılar olarak tanımlar.
MÖ. 7. yüzyılın ikinci yarısında parayı icat ettiler.
Lidyalılar çok tanrılı bir dine sahipti. Tanrıları içinde en
büyük saygıyı Kuvava adıyla anılan Ana Tanrıça Kybele görmekteydi.
Lidya kralları ve aileleri ölülerini Tümülüs mezarlara
gömüyorlardı.
Marmara
Gölü’nün kıyısındaki Bintepe mezarlığında yer alan 100 kadar
tümülüsün üç tanesinin krallara ait olduğu sanılmaktadır. Bu tümülüslerden en
büyüğü 355 m çapında ve 61 m boyutlarıyla Anadolu’nun en büyük tümülüsü olan Alyattes Tümülüsü’dür.
Lidyalıların dilleri Hint-Avrupa kökenlidir. Likçe ve
Luviceye benzer. Tam olarak çözümlenememiştir. Alfabeleri 26 harfidir ve bu harflerden
bazıları Frigce ve Yunancadaki harflerle benzerdir.
Lidya’da kuyumculuk, dokumacılık, fil dişi ve kemik oymacılığı
ile çömlekçilik gelişmiştir. Lidya’nın ünlü kremleri ve Bakkaris adı verilen
parfümleri, Lydion adı verilen küçük vazolar içinde satışa sunuluyordu.
Lidya Devleti’nin ortadan kalkmasından sonra Persler 200 yıl
boyunca Anadolu’ya hâkim olmuşlardır.
Anadolu’da Pers hâkimiyeti MÖ. 333 yılına kadar sürdü. Bu yıllarda
Anadolu’da yerli kültürlerin yerine Yunan kültürü yayılmış ve özgün Anadolu
Uygarlıkları sona ermiştir.
Eski Yunan ve Roma
Uygarlıkları
TUNÇ ÇAĞI VE EGE
MÖ. 3000-1100 arasına tarihlendirilen Tunç (Bronz) Çağı,
Ege’de birbirleriyle yoğun ilişkilere sahip dört ana bölgede incelenir: Girit Adasında
Minos, Ege adalarında Kiklad (Kyklad), Kıta Yunanistan’da Miken/Hellas adını
alan uygarlıklar ile Batı Anadolu’da Çanakkale bölgesi ve etkileşim alanı
içindeki
Troya (Troia) kültürü, Tunç Çağı’nda Ege kültürlerini oluşturur.
Minos Uygarlığı
Girit adasında kurulmuş olan Minos Uygarlığı, ismini
mitolojiden alır. Minos, Europa ve Zeus’un oğludur.
Girit adası, Zeus’un doğum yeri olduğu için ayrıca
önemlidir.
Minos mimarisinde yerleşmelerde sur olmaması, uzun soluklu
bir barış dönemine, halkın denizcilik ve deniz ticareti ile uğraşan bir toplum
olduğuna işaret etmektedir.
En önemli mimari ögeleri saraylardır. Knossos, Phaistos, Mallia, Kato, Zakro ve Hagia Triada
en önemli saraylardır. Knossos Sarayı 22.000 metrekarelik
bir alanı kaplamıştır.
Minosluların yazı dili Linear A olarak bilinmektedir; ancak
tam çözülememiştir.
Akaların Girit’i zapt etmesinden sonra ise Linear B yazısı
kullanılmıştır. Minoslular bakır, kalay, altın ve gümüşten lüks tüketim
ürünleri ve seramik ticaretiyle uğramıştır.
Uygarlığın çöküşüyle ilgili iki sebep öne sürülmüştür:
Birincisi, Thera (Santorini
Adası) yanardağının patlaması; ikincisi MÖ. 1380 civarında
Yunanistan’da Miken Uygarlığı’nın giderek yükselmesi ve Minos Uygarlığı’na son vermesidir.
Kiklad (Kyklad) Uygarlığı
Kiklad (Kyklad), Ege Denizinde Delos adasının etrafına
halkalar halinde dizilmiş, özgün adalar kültürünün Tunç Çağı’nda aldığı genel
isimdir.
Kiklad sanatı daha ziyade çanak çömlek ama özellikle de
genelde adak için kullanılan idoller ile kendini bulmuş plastik eserler ile öne
çıkar.
Miken (Myken) Uygarlığı
ve Kıta Yunanistan
Tunç Çağı, Kıta Yunanistan’da Hellas
şeklinde isimlendirilir. Hellas kültürüne
Aka/Miken Uygarlığı da denilmektedir.
Miken şehirleri tepe yerleşmeleri (akropolis) olup, Girit
adasındaki Minos mimarisinin tersine büyük ölçekli surlar ile korunmaktaydı.
Miken ölü gömme geleneğindeki tolos (tholos) tipindeki
kubbeli mezar mimarisi de saray mimarisi kadar önemli, kimi zaman daha
görkemlidir.
Miken Uygarlığı’nın efsanevi kral ve kahramanları, ünlü ozan
Homeros’un İlyada(İliada) ve Odise (Odysseia) isimli eserlerinde anlatılmıştır.
İlyada’nın konusu Tunç Çağı’nın sonlarında Akalar yani Mikenler ile Troyalılar
(Troia) arasında geçen ve 9 yıl süren büyük savaştır. Savaşın yaklaşık olarak
MÖ. 1200-1150 yılları arasında gerçekleştiği düşünülür.
MÖ. 12. yüzyılda başladığı düşünülen ve dalgalar halinde
uzun bir süre devam eden göçler Kıta Yunanistan, Ege ve Batı Anadolu için son
derece önemlidir. Miken Uygarlığı’nın çöküşü de bu süreçte çok hızlı ve çeşitli
nedenlere bağlı olarak gerçekleşmiştir. Dorlar olarak adlandırılan topluluk,
kuzeyden gelerek MÖ. 1200-1100 yıllarında Yunanistan’ı işgal etmiştir.
Miken Krallığı ve hegemonyası, yaklaşık olarak 1100 yıllarında
sona ermiştir.
ESKİ YUNAN UYGARLIĞI
Eski Yunan Uygarlığı’nın kültür kronolojisi ana hatlarıyla
dört ayrı dönemde incelenir: Geometrik Çağ (MÖ. 1100-700); Arkaik Çağ (MÖ.
700-480); Klasik Çağ (MÖ. 480-330); Hellenistik Çağ (MÖ. 330-30).
Geometrik Dönem’den korunagelen en temel unsur pişmiş toprak
çanak çömleklerdir. Vazolar üzerindeki geometrik motifler çağa adını verecek kadar
dönemin karakteristik özelliğidir.
MÖ. 8-6. yüzyıllar arasında Yunan kentlerinin kolonizasyon
dönemi gerçekleşmiştir.
Yunanlılar erken dönemlerde tanrılarını şekilsiz düşünmüşler,
daha sonra anthropomorfizmin başlamasıyla onları insan şeklinde tasvir etmişlerdir.
Temelde 12 tanrı ve tanrıça (Zeus:
Tüm tanrıların başı ve Gök tanrısı; Hera:
Evlilik ve doğum tanrıçası; Athena: Akıl, bilgelik
ve savaş tanrıçası; Apollon: Müzik, şiir ve ışık
tanrısı; Artemis: Avcılık, namus ve ay tanrıçası;
Ares: Savaş tanrısı; Poseidon:
Deniz tanrısı; Hephaistos: Ateş ve zannatkarların
tanrısı; Aphrodite: Aşk ve güzellik tanrıöçası; Hestia: Aile ocağının koruyucu tanrısı; Hermes: Haber tanrısı; Demeter:
Bereket tanrıçası), pantheona sonradan katılan Dionysos:
Şarap ve bağ bozumu tanrısı ve en temel üç figürden biri olmasına karşın
Olympos’lular arasında sayılmayan Hades: Yeraltı
tanrısı ve bunlarla ilgili mitoslar Yunan sanatında en çok betimlenmiş
unsurlardır.
ESKİ YUNAN MİMARLIĞI
Tapınaklar
Eski Yunan toplumunda rahip ve rahibeler dışında insanlar
tapınaklara giremezlerdi.
Genellikle tapınaklar doğuya yönelik olarak konumlandırılmışlardır.
Yunan tapınakları üç farklı düzende inşa edilmişlerdir. Bu
düzenler Dor, İyon ve Korinth düzenleridir. Megaron
plan tipinin Yunan tapınağının kökeni olduğu düşünülür.
Olympia Zeus Kutsal Alanı
ve Zeus Tapınağı
Kıta Yunanistan’ın en ünlü, en önemli tapınım alanıdır.
Mitoslara göre bölgeye gelen Anadolu kökenli bir prens olan
Pelops, kral Oinamaos’un kızı Hippodameia ile evlenmek ister. Pelops ise kralı yener. Kızıyla evlenir. Kral olur ve bölgeye hatta yarımadaya adını verir,
Peloponnessos yarımadası. Olympia’da dört yılda bir olimpiyat oyunları
düzenlenirdi. İlk olimpiyatlar MÖ. 776 yılında düzenlenmiştir.
Olympia Zeus Tapınağı
Peloponnessos’un en büyük tapınağıdır. Klasik bir dor tapınağının
bütün özelliklerine sahiptir.
Yedi harikadan biri olarak tanımlanan kült heykeli ise yapının
inşasından daha sonra, MÖ. 438 civarında, Klasik Çağ’ın en önemli sanatkârlarından
Pheidias tarafından yapılmıştır.
Atina ve Akropolis
Perikles zamanında inşa edilen yapılar, özellikle de Athena
Parthenon tapınağı, uygarlığın en güçlü sembolleridir. Akropolis’in diğer önemli
yapıları Propylaion, Athena Nike tapınağı ve Erekhtheion’dur.
Athena Parthenon Tapınağı
Tapınağın mimarları İktinos ve Kallikrates’dir. Tapınağın
mimarisi MÖ. 447-
438 arası düzenlenmiş, heykeltıraşı ise MÖ. 432’ye kadar
devam etmiştir.
Tapınak tamamen boyanmıştır.
Propylaion
Akropolisin giriş kompleksidir.
Athena Nike Tapınağı
MÖ. 421 yılında, Nikias Barışı esnasında tamamlanmıştır.
Erekhtheion
Dini açıdan çok amaçlı bir yapıdır.
Önemli Kamusal Yapılar
Agora
Kentin içinde, şehirden geçen başlıca yolların birleştiği
yerde, düzenli veya düzensiz plan formlarında, ticari, sosyal ve politik hayatın
merkezidir.
Agoralar aynı zamanda kutsal bir alandır.
Bouleuterion
Şehir devleti olan Polis’in meclis binasıdır. Boule, asilzade heyeti idi. Bir
anlamda hükümeti temsil etmekte idi.
Prytaneion
Prytaneis meclisinin binasıdır. Bu yönetim heyeti Boule’nin icraat işlerini görür.
Tiyatro
Şarabın ve tiyatronun tanrısı Dionysos için yapılan şenlikler
tiyatronun kökeni ve gelişimi açısından önemlidir.
Orkestra: Daire formunda, sıkıştırılmış topraktan meydana
gelmiş sahne, alandır. Klasik Dönemde tam daire, Hellenistik Dönem’de at nalı,
Roma Dönemi’nde yarım daire formundadır.
Cavea veya Theatron: Yarım daire formunda, izleyicilerin
oturma yeridir.
Klasik Dönem’den itibaren taş malzemeden inşa edilmiştir.
Skene-Sahne (Fon) Binası: Sahne binasının tiyatro eşyalarını
saklamak, sesi iç tarafa aksettirerek akustiğe katkı sağlamak gibi işlevleri
olan yapı.
ESKİ YUNAN HEYKELTRAŞLIĞI
Heykel sanatının başlıca temaları Kuros ve Kore
heykelleridir.
Kuros: Çıplak
genç erkek heykellerine verilen isimdir.
Kore:
Giysili genç kız heykellerine verilen isimdir.
İlk heykellerde kullanılan malzeme kireç taşı olup, MÖ. 6.
yüzyılın ortalarından itibaren mermer ön plana çıkmıştır.
MÖ. 500 yıllarına kadar heykellerde hareket yoktur. Vücudun
iki yarısı birbirine simetriktir. Klasik Çağ’da bu değişir. Heykelin ağırlığı
tek bacakta toplanmaya başlar, ana eksen yayvan hale gelir ve simetriyi bozar.
Pheidias, Yunan sanatında Klasik Dönem’in en büyük ustası kabul
edilir.
Zeus Olympos ve Athena Parthenos kült heykellerini yapması
ona Agalmatopoios (Tanrı heykelleri yapan) ünvanını kazandırmıştır.
Atina Athena Parthenon tapınağının kült heykeli Athena
Parthenos ve Olympia Zeus tapınağının kült heykeli Zeus Olympos zaten dünyanın
7 harikasından ikisidir.
Skopas, MÖ. 4. yüzyılın en önemli iki sanatçısından biridir. Aynı
zamanda mimardır. Yapmış olduğu insan yüzlerinde,
kırışıklıklar ve çatılmış kaşlar acıyı ve şiddeti mükemmel bir biçimde yansıtır.
Sanatçının Dans eden Menad heykeli önemlidir.
Praksiteles, MÖ. 4. yüzyılın diğer önemli sanatçısıdır. Tanrı heykelleri yaptığı için Agalmatopoios ünvanını almıştır.
Tüm eserlerinde vücudun ana formu “S” şeklindedir.
En ünlü eserleri Knidos Aphroditesi ve Bebek Dionysos Taşıyan Hermes
heykelleridir.
Praksiteles ile beraber tanrılar Olympos Dağı’ndan inerek
insanların arasına karışmış ve tıpkı insanlar gibi günlük işleriyle uğraşırken
betimlenmiştir.
ROMA UYGARLIĞI
Roma Kenti
Roma, Tiberius nehrinin kenarında yedi tepe üzerine kurulmuş
bir kenttir. Kuruluş tarihi olarak MÖ. 753 yılı kabul edilir. Troia savaşından
sonra denize açılan Troia’lı Aeneas’ın da Roma’nın
soy atası olduğu inancı Roma’nın Anadolu ile olan ilişkilerinde her zaman önemli
rol oynamıştır.
MÖ. 509 yılında Latinler, Etrüsk idaresine isyan ederek
kraliyet ailesini Roma şehrinden kovmuş ve Roma Cumhuriyeti’ni kurmuşlardır.
MÖ. 31 yılında Antonius ve Kleopatra ittifakına karşı Actium
savaşını kazanan
Octavianus MÖ. 27 yılında Augustus ünvanını alarak ilk Roma
imparatoru olur ve Iulius-Claudius hanedanının (MÖ. 27 - MS. 68) iktidarı başlar.
Roma imparatorluğu sona erer. Roma İmparatorluğu’nun doğudaki
geleneksel sınırı Euphrates (Fırat) Irmağı’dır. MS. 330 yılında Constantinopolis
(Sarayburnu/İstanbul) kentinin kurulmasıyla, Roma İmparatorluğu’nun başkenti de
doğuya taşınmıştır. MS. 5. yüzyılda Roma İmparatorluğu, batı yarısı kavimler
göçü baskısı ile yıkılmıştır. Doğu Roma İmparatorluğu 1453 yılına dek varlığını
sürdürmüştür.
Roma ile Anadolu arasında ilişki kurulması, Roma’nın Kartaca
Devleti ile yaptığı savaşlar dönemine rastlamaktadır. Romalı rahipler, Frigya
Bölgesi’nde Pessinus kentinde bulunan ana tanrıça idolünün Roma’ya
getirilmesiyle zaferin kazanılacağını açıklamışlardır. Bunun üzerine Roma senatosu beş senatörden oluşan bir heyeti
Anadolu’ya göndermiştir. Heyet, Pergamon kralı I.
Attalos’tan Pessinus ana tanrıçasının idolü olarak kabul edilen bir göktaşını
Roma’ya götürmek üzere yardım istemiş ve taş kendilerine verilmiştir.
İdol, MÖ. 4 Nisan 204 yılında Roma’ya gelmiş ve onun için
Palatinus tepesinde bir tapınak yapılmaya başlanmıştır.
Roma’nın efsanevi kurucuları olan Romus ile Romulus’un
kökenlerinin, Troia’lı Aeneas’ın annesi olduğuna inanılan ana tanrıçaya dayandığı
inancının, en zor anlarında Romalıların Pessinus ana tanrıçasından yardım
istemelerinin kökenlerinin Anadolu’da olduğunu tasdik etmelerinden başka bir şey
ifade etmediği düşünülür. Roma’nın etkinliğini Akdeniz’e taşımaya başladığı
dönemde bu iddia tehlikeli bir durum yaratabilirdi. Önemli araştırmacılara göre
Kybele (Ana tanrıça) kültünün kabul edilmesinin en büyük siyasi önemi de
buradadır.
Roma, Anadolu’da MÖ. 129 yılında Asia Eyaletini, MÖ. 101 ve
63 yıllarında Kilikia Eyaletini, MÖ. 74 yılında Bithynia Eyaletini, MÖ. 63 yılında
Pontus ve Bithynia Eyaletini ve Anadolu’nun güneyinde MÖ. 63 yılında Syria
Eyaletini kurmuştur.
Roma Toplumunda Din
Romalıların ilk kültleri Latium bölgesinin yerel tanrılarıydı.
Her aile kendi koruyucu tanrısına özel önem vermekle beraber diğer tanrılara da
tapıyordu.
Yunan tanrı ve tanrıçaları, isimleri değişerek ama temel
özelliklerini koruyarak Roma pantheonunu oluştururlar. Roma imparatorlarının bazıları yaşarken, bazıları ise
öldükten sonra tanrılaştırılmıştır.
MS. 2 ve 3. yüzyıllarda Doğu dinleri yavaş yavaş
imparatorluk içerilerinde taraftar bulmaya ve mitolojik inanç zayıflamaya
başlamıştır.
Uzun yıllar baskılanan Hıristiyanlık MS. 4. yüzyılda I.
Constantinus zamanında önce serbest bırakılır, sonra da Roma İmparatorluğu’nun
resmî dini olur.
ROMA MİMARLIĞI
Roma mimarisinde opera publicum (kamusal yapılar) daha
önceliklidir.
Roma mimarisinde tuğla ve harç yaygın ve yoğun olarak kullanılır.
Çok katlı binalar inşa edilir. Bu binalar nişlerle, dekoratif bezemelerle ve
heykellerle süslenir.
Arcus Triumphalisler (Zafer Takları) Roma mimarisinin bir diğer
anıtsal öğesidir.
Roma yol sistemi, uygarlığın önemli unsurlarından bir tanesi
olmuştur.
Aquaduktler (Su kemerleri) de Roma mimarisinin çok önemli
bir öğesidir.
ROMA HEYKELTRAŞLIĞI VE
PORTRE SANATI
Romalı heykeltıraşlar Yunan heykeltıraşlarının yaptıkları
heykelleri kopyalamışlardır.
Diğer bir temel unsur ise Roma portre sanatıdır.
Augustus (Octavianus) ile ilgili bazı sanat eserleri Roma heykeltıraşlığının
önemli örnekleri arasındadır (Prima Porta).
Ortaçağ Avrupa-Doğu Roma
(Bizans) Tarihi
Ortaçağ Kavramı
Ortaçağ kavramı ilk olarak Rönesans Dönemi tarihçilerince
kullanılmıştır.
Roma imparatorlarından I. Theodosius MS. 395 yılında Roma İmparatorlu-
ğu’nu Batı ve Doğu Roma olmak üzere kalıcı olarak oğulları
arasında ikiye bölmüştür.
Batı Roma İmparatorluğu, halkın çoğunun Latince konuştuğu
bölgelerde kurulmuştu. Merkezi Roma’dır.
Batı Roma İmparatorluğu MS. 476 yılında son imparatoru
Romulus
Augustus’un tahtı Visigot Kralı Odoacer’e terk etmesi ile yıkılmıştır.
Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) başkenti Constantinopolis
olmak üzere, imparatorluğun Yunanca konuşulan bölgelerinde kurulmuştur.
Doğu Roma İmparatorluğu, İstanbul’un 1453 yılında Fatih
Sultan Mehmet tarafından fethedilmesine kadar varlığını sürdürmüştür.
Kavimler Göçü ve
Sonuçları
MS. 4. yüzyılın başlarında Hun Türkleri batıya doğru yürüyüşe
geçtiklerinde Hunlar’dan kaçan Gotlar, Roma sınırlarına ilerlerken karşılaştıkları
diğer Germen kabilelerini domino taşı etkisiyle batıya doğru ittiler.
Ortaçağ’ın bu karanlık döneminde Avrupa, devlet
otoritesinden yoksun kaldı, siyasi yapıyı şekillendiren feodalizm ortaya çıktı.
Frank Devleti
Galya’ya hâkim olan Sal Franklarının başındaki Childeric’in
MS. 470’te bölgeninin Romalı şeşerini ortadan kaldırır. Oğlu Clovis’le birlikte
ilk Frank hanedanı olan Merovenjlerin
yönetimi başlar.
Son Merovenj kralı Dagobert’in ölümü ile (639) krallık üç
eyalete (Neustria, Austrasia ve Burgundiya) bölünür.
751’de saray nazırı Pepin taç giyer ve böylece Karolenj Hanedanı başlamış olur.
Bu hanedanın en ünlü yöneticisi Büyük Karl (Charlemagne)
olmuştur
(747-814).
Büyük Karl döneminde manastır okulları ve scriptoriumların
sayısı arttı.
Karolenj Dönemi’nin en önemli siyasî olayı Büyük Karl’ın
Papa III. Leo’nun elinden Batı Roma İmparatoru olarak taç giymesidir (800 yılı,
Noel günü).
Bu olayın tarihi önemi Doğu ve Batı İmparatorlukları arasında
siyasi çatışmayı başlatmasıdır.
Hanedanın 987’de iktidardan düşüşüyle
Roma İmparatorluğu ideali Batı Avrupa’da bir süre kayboldu.
Feodal Sistem
Feodal toplum, zayıfın güçlü kişilerden koruma talep ettiği
ve bunun için onun himayesine girdiği bir düzeni temsil eder. Kısaca, güçlü
savaş lordlarının daha güçsüz kişilerce egemen güç kabul edildiği zayıfların
kendilerini bu efendilere emanet ederek karşılığında sadakatle hizmet sözü
verdikleri bir toplum yapısıdır.
Karolenj Hanedanı’nın tarih sahnesinden çekilmesinden sonra Avrupa,
otorite boşluğuna düştü. Yakın coğrafyalarda yaşanan kıtlık nedeniyle göçmen
istilası yaşandı. Dış tehditle karşılaşan Avrupa, savunma pozisyonunu aldı.
Böylece Avrupa’nın her yerinde güçlü askerî şeflere bağlılık
yemini etmiş savaşçı vassallar (bağlaşıklar)
ortaya çıktı. Bunlar Ortaçağ’ın profesyonel savaşçı (şövalye) sınıfını oluşturdu.
Ekonomik Yapı
Ortaçağ toplumundaki en geniş ve en düşük sosyal grubu
çiftçi köylüler oluşturuyordu. Üst sınıfların refahı onun emeğine bağlıydı.
Toprağın sahibi olan lord, malikânede yaşayan köylü ve
ailesinin de sahibiydi.
Köylünün seyahat özgürlüğü yoktu. Malikâne papazı, onların dış
dünyaya açılan penceresiydi.
Ulusal Devletlerin ve
Kilisenin Güçlenmesi
Saksonya dükü I. Heinrich (öl. 936), Almanya’nın Frank
kökenden olmayan ilk kralı oldu. Bu olay yeniden kurulacak Batı Roma İmparatorluğu’nun
ve papalığın kaderini değiştirdi. Heinrich, Almanya’daki Swabia, Bavaria,
Saxonia, Gaskonia ve Lotharingia dükalıklarını zorla birleştirerek güçlü bir
krallık kurdu.
Oğlu ve halefi I.
Otto (936-973) Roma İmparatorluğunu
yeniden kurma programının önemli bir parçası olarak Kilise’nin desteğini sağladı.
Papa XII. Jean, I.Otto’ya İmparatorluk tacını giydirdi (962)
ve Batı Roma İmparatorluğu yeniden kuruldu.
Kilise-Devlet İlişkileri
ve Cluny Reformu
I. Otto, Papalık Devleti’ni resmen tanıdı ve kiliseyi
koruması altına aldı.
Fransa’nın Cluny manastırındaki Cluny tarikatı, Papalık
düzeyinde kiliseyi üzerindeki politik güçlere meydan okuyabilecek bir pozisyona
yükseltti.
Cluny reformcuları, ruhban sınıfını hem krallardan ve hem de
eşlerinden özgürleştirmeye ve iffetli kılmaya karar verdiler. Böylece bazı
rahip ve rahibeler özel bir hukuka tabi olarak dünyadan ellerini eteklerini
çektiler.
Kilise ve Devlet ayrımı ve Katolik ruhbanın evlenmemesi
ilkesinin mutlak kökleri Cluny reform hareketindedir.
Papa II. Nicholas 1059’da papayı kardinallerin seçeceğini
ilan etti. Kardinaller Kurulu’nun oluşmasından sonra papalık
imparatordan tamamen bağımsızlaştı.
İngiltere ve Norman
Egemenliği (1066-1214)
1066’da Anglosakson kral Edward veliaht bırakmadan öldü.
Annesinin Norman olması nedeniyle Normanları İngiltere tahtına talip oldu. Aristokratlar
Normanlara kulak asmadı kendi kralını seçti. Bunun üzerine Normanlar
İngiltere’yi fethetti. Fransızca konuşan Guiallume (William) kral oldu. Adanın
tamamını ele geçirmek üzere harekât başlattı. Bunun sonucunda aristokratlar
vassallara dönüştü. Guillaume’un en önemli reformu, aristokratları karar alma
sürecinin dışına itmesidir.
Ülkesinin kaynakları hakkında bir fikir sahibi olabilmek
için detaylı mal ve nüfus sayımı yaptırdı. 1080-1086’deki bu sayımın kayıtlarına
Domesday Book
(Kıyamet Kitabı) adı verildi.
Norman Hanedanı 1154’de düşünce Fransız Anjou dükü Henry taç
giydi. Böylece İngiltere’de idare Angevin Hanedanına geçti. II. Henry
(1154-1189) döneminde İngiliz monarşisi ezici bir güç kazandı.
Magna Carta
II. Henry otokratik bir hükümdardı. Clarendon Nizamnamesi
ile ruhban sınıfını sivil mahkemelere tabi kıldı (1164). Piskoposların
seçiminde kontrolü ele geçirdi.
Aristokrasi ve ruhban sınıfı buna şiddetle direndi. İngilizlerin
krala karşı tutumu Henry’nin halefleri Arslan Yürekli Richard (1118-1199) ve
John (1199-1216)’un döneminde isyana dönüştü.
İsyan, 1215’te kralın Magna Carta (Büyük Sözleşme)’yı
onaylaması ile sona erdi. İngiliz krallarını ebediyen bağlayan belge halka
birçok hak ve özgürlüğü bağışladı.
Magna Carta, çoğunluğun vergi gibi önemli konularda en
yüksek idari makamlar önünde temsilini sağladı. Monarşi eski gücünü kaybetti.
Magna Carta, modern İngiliz hukukunun temeli oldu.
I. Edward (1271-1307), o zamana kadar hâkimlerin kararlarına
dayalı olan yazılı olmayan kanunları maddeler hâlinde yazıya geçirtti.
I. Edward, 1295’te ilk defa kasaba ve kentlerin sözcülerini
topladı. Model Parlamento denilen genişletilmiş bir parlamento oluşturdu. Şövalye
ve kent soylular bu parlamentoya girdi.
Fransa’da Capet Hanedanı
Capet kralları, Paris civarındaki kraliyet topraklarını
korudular. Şişman VI. Louis (1108-1137), bu bölgedeki aristokrasiye feodal
haklarını zorla kabul ettirdi.
IX. Louis, hanedana ait topraklarda serfliği lağvetti.
Ortaçağ ölçülerine göre eşitlikçi bir vergi
sistemi oluşturdu.
Almanya’da Hohenstaufen İmparatorluğu
(1152-1272)
Alman imparatorlarının güney İtalya’yı ele geçirme çabası,
Almanya’yı iki yüzyıl süren kanlı savaşlara sürükledi.
Ruhban sınıfını atama yetkisi konusundaki mücadele,
imparatorluk otoritesini zayıflattı. I. Friedrich Barbarossa’nın (1152-1190)
tahta çıkışı Otto soyundan sonraki Alman hanedanı dönemini başlattı.
Hohenstaufenlar, imparatorluk otoritesini yeniden kurdular.
I. Friedrich, Almanya ve Lombardiya’daki güçlü feodal prensliklere
ve Roma’daki Papalığa göz dikti.
I. Friedrich’in İtalya’yı imparatorluk sınırlarına dâhil
etme girişimleri, İtalya’daki güçlerce geri püskürtüldü. 1183’teki Constance
Barışı’ndan sonra İmparatorluk,
Almanya’nın feodal prensler arasındaki bölünmüşlüğünü kabul
etti.
VI. Heinrich, 1197’de ölünce Almanya iç savaşın içine
sürüklendi. İngiltere ve Fransa, iç savaşın devamı yolunda önemli çalışmalar
yaptılar.
Welf Hanedanı’ndan Brunswickli Otto, 1198’de IV. Otto olarak
taç giydi. Hohenstaufen hanedanına karşı
Papa, İngiltere ve Fransa’nın desteklediği Welf hanedanına yakın kaldı. Son
Hohenstaufen İmparatoru II. Friedrich, Papalığın, Fransız ve Almanların desteğiyle
Romalıların imparatoru olarak taç giydi. Prensleri
imparatorluk otoritesine vassallıktan azat etti. Ancak onun bu hareketi, Almanya’yı
altı yüzyıl bölünmüş hâlde bıraktı.
Kentler: Yeniden Doğuş
ve Tacirler
Kentlere feodal lordlar hükmediyordu.
11. yüzyılda serfler sabit bir kira ve uygun bir bağımlılık
karşılığında kentlerde yaşamaya ve çalışmaya özendirildi.
Serf sınıfı, kentlere zanaatkârları ve ilk girişimci
tacirleri kazandırdı.
GEÇ ORTAÇAĞ (14-15.
YÜZYIL)
Yüzyıl Savaşları (1337-1453) ve veba, bu dönemde öne çıkan
gelişmelerdir!
Fransa ve İngiltere’deki
Politik Gelişmeler
Fransa kralı Güzel Philip, Yüzyıl Savaşları’nın finansmanı
için gerekli vergileri toplama işinde destek olması için ruhban, aristokrasi ve
kent soylulardan oluşan Etajenero
meclisini oluşturdu. Bu meclis İngiliz parlamentosu gibi etkili olamadı.
Fransa’da aristokrat sınıf Yüzyıl Savaşları’nın etkilerinden
köylü sınıfın vergilerini artırarak ve kente göçü sınırlayan kanunlarla
kurtulmaya çalıştı. Köylüler bu kararlara isyan etti. Benzer bir isyan
İngiltere’de köylülere lordların topraklarında çalışmaya zorlayan kanundan
sonra çıktı. Şehirlerdeki tüccar sınıf ise loncalar kurarak aristokratlar
karşısında güçlenmeye çalıştılar.
Dinsel Gelişmeler
Veba salgını ruhban sınıfını çok kötü etkiledi. Kardinaller
kurulu, 1409’da üç farklı papa seçince kilise otuz altı yıllık (1378-1415) bir
kriz yaşadı.
Avrupalı entelektüeller, Tanrı,
insanoğlu ve toplum yapısı gibi kavramları sorgulamaya başladı. Kilise
tarafından sapkın ilan edilen tarikatlar hızla çoğaldı ve bütün bu gelişmeler Ortaçağ
toplumunun o zamana kadarki sözde dinî birliğine son verdi.
Eğitim ve Öğretim
Ortaçağ Avrupa’sında bilim ve felsefenin ilerlemesinde
Fetih’ten sonra Batı’ya göç eden Bizanslı âlimlerin büyük katkısı vardır. Ancak
asıl önemli katkı Endülüs Medeniyetinin ortadan kaldırılmasından sonra ele
geçirilen İslam âlimlerine ait eserlerdir.
Bu dönemde Bologna Üniversitesi (1088) modern üniversitenin
temel unsurlarını hayata geçirmeye başladı. Öğrenciler ve hocalar için resmi
organizasyonlar ve ilk lisans programı bu üniversitede ortaya çıktı. Dante,
Petrarca ve Albert Dürer Bologna Üniversitesi’nin mezunlarındandır.
Oxford, Cambridge ve Heidelberg üniversiteleri, Bologna
Üniversitesi’nin taklidi olarak ortaya çıktılar.
Dil ve Edebiyat
Hümanizmin babası kabul edilen Francesco Petrarca (1307-1374), tüm mesaisini edebî
mektup ve şiirlere hasretmiştir. Romalı Ölüye Mektuplar adlı eserinde ünlü Romalı
hatip Cicero’ya, Titus Livius, Vergilius, ve Horacius gibi Romalı yazarlara
hayali mektuplar yazmıştır. Afrika adlı eserini ünlü Romalı General Scipio
Africanus’a ithaf etmiştir. Ünlü Adamların Yaşamları adlı eseri ünlü Romalılara
atfettiği bir düzine biyografiden oluşmaktadır. Soneler’inde Laura adlı bir kadına
beslediği aşkı anlatır. Petrarca, çağdaşı olan ünlü Dante Alighieri’den çok daha laik bir yazardır. Dante’nin Vita Nuova
(Yeni Hayat)’sı ve Divina Komedia (İlahi Komedya)’sı Petrarca’nın
soneleriyle birlikte modern İtalyan dili ve edebiyatının temelini oluşturur.
Giovanni Boccaccio
(1313-1375) da Hümanist çalışmaların öncüsü kabul edilir.
Sanat ve Mimari
Katakomb: İlk Hristiyanların ölülerini gömmek amacıyla yeraltına
oydukları mezarlara verilen addır. İlk resim örnekleri ancak MS. 3. yüzyıldaki
katakomp duvarlarında görülebilir. Bunlar okuma yazma bilmeyenler için dini
motifler içeren işlevsel resimlerdir.
6. yüzyılda İtalya’nın Ravenna kentinde yapılan Ostrogot
kralı Büyük Theodoric’in anıtsal mezarı Avrupa mimarîsinin erken
örneklerindendir.
1066 yılında Britanya’yı işgal ettiklerinde yeni bir mimarî
üslup getirdiler. Bu üslup, Britanya’da Norman üslubu, kıta Avrupa’sında ise
Roman üslubu (Romanesk) olarak adlandırılır. Romanesk
sanatın en önemli örnekleri Ortaçağ’ın büyük manastırlarıdır.
Gotik dönem, 12. yüzyıl ortalarında başlayıp Rönesans
dönemine kadar sürmüştür. Gotik mimarinin başlangıcı
Paris yakınlarındaki St. Denis Manastır Kilisesi’nin inşa edildiği 1122 yılına
tarihlenir.
Bizans Kavramı
Bizans terimi ilk olarak Rönesans döneminde Batı Avrupalı
tarihçilerce kullanıldı. Byzantion, MÖ. 7.yüzyılın ilk yarısında Yunanistan’ın
Megara kentinden gelen kolonistlerce kurulmuş olan bir koloni kenti idi.
Megaralılarca kralları Byzas’a ithafen buraya Byzantion (Byzas’ın)adı verilmişti.
Doğu ile Batı Roma, batı topraklarının barbarlarca
istilasından birbirine yabancılaşmıştır. Bizans sözcüğü bu farklılıktan dolayı
kullanılmıştır. Asıl sebep, Avrupa’nın köklerine bakıldığında karşımıza çıkan
“Roma İmparatorluğu” kavramının Türkler tarafından yok edilmiş olmasıdır. Bu
vakıayı sindirmek kolay değil elbette.
Roma teorik olarak bir çeşit cumhuriyet idi. Constantinus’un bu siyasi anlayışı yeni dinle harmanlaması doğal
bir gelişmeydi: Constantinus, İsa’nın yeryüzündeki vekili idi, seçilmişti ve
sadece İsa’ya karşı sorumluydu.
CONSTANTİNUS DÖNEMİ
Constantinus, babası 306’da ölünce ona bağlı birliklerce
York kentinde imparator ilan edildi. 312’de
İtalya’yı elinde tutan Maxentius’a karşı yürüyüşe geçti. Tarihi kaynaklara göre
bu sırada gökyüzünde beliren haç işareti nedeniyle askerlerinin savaş
donanımına haç işareti koydurdu. 313’de Licinius ile birlikte Milano Fermanı’nı yayınlayarak Hristiyanlara
yönelik adlî kovuşturmaya son verdi. İç çatışmalardaki rakiplerini ortadan kaldırarak
324’de tek imparator oldu.
Constantinus’un Hristiyanlığa geçişi Roma İmparatorluğu’nun siyasi
anlayışına kesin şeklini verdi.
Dinsel Sapkınlık ve
Donatism
Hristiyanlık, öğretilerinin mutlak doğruluğuna inanılan bir
din olarak düşünce farklılıklarını sapkın(heretik)
olarak gördü. Çatışma dönemlerinde taraflar
kendisini Ortodoks, hasmını sapkın kabul ederdi.
Donatius, MS. 4. yy. başında yaşayan ve çile çekerken inancından
vazgeçenleri Hristiyan saymayan Kuzey Afrikalı bir keşişti. Donatius’un görüşleri, kilisenin yapısıyla ilgili tartışmalar
doğurdu. Böylece Kuzey Afrikalı Katoliklerle Donatistler kamplaştılar. Aralarında
çözemedikleri soruna hakemlik etmesi için
313 yılında Constantinus’a başvurdular. Constantinus, Ortodoks
(Katolik) tarafı destekleyerek Donatistlerden kilisenin geri kalanına katılmalarını
istedi.
Bu konu, iktidarın kilise işlerine müdahalesi bakımından
önemlidir.
Teslis (Üçleme) Çıkmazı
ve Arianism
Arius, İsa’nın Tanrıyla eşit tutulamayacağını düşünen Alexandria
(İskenderiye)’lı bir keşişti. Bu düşünce, Teslis kavramını politeizmle özdeşleştiren
Hristiyanların desteğini kazandı: Teslis, Oğul’u Baba’dan daha az tanrısal
görmüyordu. Arius’a göre Baba dünyaya getiren tanrıdan ziyade yaratan tanrıydı.
Arius’un öğretisi Doğu’da kargaşaya neden oldu. Constantinus,
tüm piskoposları konuyu görüşmek üzere toplantıya çağırmaya ikna edildi.
Hristiyanlık tarihinin ilk konsili 325’de Nikaia
(İznik)’da toplandı. İsa’nın Baba ile aynı özden olduğuna karar verildi. Arius,
bu öğretiyi reddetti. Arianistler, devlet ve kilise tarafından mahkûm edildi.
Haleflik (Ardıllık)
Sorunu
Constantinus, 337’de öldü. Yerine üç oğlu tahta geçti.
Tetrarşi idare prensibi hala işliyordu.
Julianus (361-363), Constantinus’un ailesinin son üyesi eski
dine dönerek paganizmi canlandırmaya çalıştı.
Theodosius (379-395), yetenekli bir asker ve yöneticiydi.
Roma İmparatorluğu’na tek başına hükmetti. O, antik Roma imparatorlarının son
temsilcisidir. İmparatorluğun Doğu yarısının
idaresini büyük oğlu Arcadius’a, Batı yarısını (Roma kenti merkez olmak üzere)
küçük oğlu Honorius’a bıraktı. Bu bölünmeden sonra imparatorluk bir daha fiilen
birleşmedi.
Kristolojik (İsa’ın Özü
ile İlgili) Çatışmalar
İsa’nın insanî ve tanrısal özünün ilişkisi sorunu Roma
toplumunda tartışılmaya devam etti. İmparator Marcianus’un Khalkedon (Kadıköy)’da
topladığı (451) konsili monofizitliği mahkûm etti. Papa I. Leo’nun İsa’nın
insanî ve ilahî özü öğretisi Duofizit kabul edildi.
Monofizit: insani
ve tanrısal özellikleri İsa’nın bünyesinde kabul eder.
Duofizit:
Kelam indikten sonra İsa’ya tanrısal özelliklerin atfedilebileceğini kabul
eder. Bu iki düşünce İsa’dan ziyade Meryem üzerinde tartışırlar. Monofizitlere
göre Meryem, Tanrı’nın annesidir; duofizitlere göre ise Meryem sadece bir
annedir, daha fazlası değil.
İmparatorluk karşıtları monofizitleri destekleyerek
özellikle Mısır ve Suriye bölgesinde güçlendiler.
5.- 6. Yüzyıllarda
Politik Durum: Halefler (Ardıllar)
II. Theodosius, 450 yılında çocuksuz ölünce yerine ordu
komutanı Marcianus (450-457) tahta çıktı. Halefi I. Leon döneminde ordudaki
Gotlar kuvvetlenmeye başladı. Zenon (474-491) zamanında İtalya’da Ostrogot şeflerinden
Odoacer 476’da Batı Roma imparatorunu tahttan indirip başa geçti.
Böylece Batı Roma İmparatorluğu tarihe karıştı.
Justinianus Dönemi
(527-565)
Justinianus iyi eğitim görmüştü. Corpus Juris Civilis adlı eseri Roma
hukukunun en yüksek düzeydeki terkibi kabul edilir. Bu eser, Avrupa medeni
hukukunun temelini oluşturdu.
Prokopius’un Anekdotlar (Gizli Tarih) adlı eseri bu dönem hakkında
önemli bir kaynaktır. Prokopius’un Savaşlar Hakkında
adlı eseri Justinianus’un askeri başarılarından bahseder.
Papalık, Justinianus’u destekledi. O da Ariusçu Germenlere
karşı papalığı savundu. Got kuşatmasında Roma’yı
başarıyla savundu.
Ravenna ve Kartaca’da Roma eksarhlıkları kuruldu. Eksarhlar sivil ve askeri yetkileri olan liderlerdi.
HERACLEIUS DÖNEMİ
Heracleius (610-641), tahta
çıktığında ülke ekonomik ve mali bakımdan mahvolmuştu. Thema Sistemi
denilen yeni bir idari-askerî düzene geçildi.
Themanın anlamı kolordudur. İşgal tehdidi altındaki Anadolu
toprakları themalara (askerî bölgelere) ayrıldı.
Köylülere orduda hizmet karşılığında çocuklarına miras bırakabilecekleri
(mülkiyetinin devlete ait olduğu) arazilerin gelirlerinin tasarruf hakkı bağışlandı.
Bu sistem, kuvvetli ve yerli bir ordu yarattı. Bu dönemde Sasani-Bizans
mücadelesi Bizans lehine değişti.
Geç Roma Çağı bu dönemde sona erdi. Asıl Bizans dönemi başladı.
Bu döneme kadar resmi dil olan Latince yerini Eski Yunancaya bıraktı.
III. LEON DÖNEMİ VE İKONOKLASM
(TASVİR KIRICILIK)
III. Leon’un (711-741) imparator
oluşundan kısa süre sonra İslam ordusu başkenti hem karadan hem denizden kuşattı.
Gemilerin girmemesi için ilk kez Haliç’in ağzına zincir gerildi. III. Leon, başkenti
başarıyla savundu.
Bu dönemde Ecloga olarak
bilinen kanun kitabı ve ikonoklasm politikası önemlidir.
Ecloga, 726’da yürürlüğe girdi. Eski Yunanca yazılan eserde
medeni hukuka ceza yasasından daha çok yer verildi.
III. Leon, 726’daki emirnameyle aziz tasvirlerini tahrip
etme (İkonoklasma) hareketini başlattı. Bu olay, Constantinopolis’te ve Batı
dünyasında büyük muhalefete yol açtı. III. Leon, 730’da huzuru sağlamak için
bir sinod topladı. İkona tapınımını yasakladı.
Sinod: kararları bağlayıcı olan dini içerikli şura.
MAKEDONYA HANEDANI DÖNEMİ
Makedonya Hanedanı I. Basilios (867-886) ile başlar.
İmparatorluk doğuya doğru genişledi. Bizans’ın Akdeniz’deki gücü perçinledi.
Basiliki (İmparatorluk
Kanunları) adı verilen yeni bir kanun külliyatı doğdu.
Makedonya hanedanı 1057’de sona erdi.
DUKAS HANEDANI DÖNEMİ
(1059-1081)
VIII. Constantinus Dukas’ın kötü idaresi, devletin savunma
gücünü sınırladı.
Constantius’un ölünce General Romanos Diogenes (1068-1071)
tahta çıkarıldı. Diogenes, kısa sürede orduyu disipline etti. Türklerle çarpışarak
zaferler kazandı. Bu başarılar Malazgirt Savaşı’yla son buldu.
Anadolu’nun Türklerce fethi, Balkanların akınlara
uğraması ve kötü idare ekonomiyi sarstı.
KOMNENOS HANEDANI DÖNEMİ
(1081-1185)
I. Aleksios Komnenos, tahta çıktığında devlet her bakımdan zayışamıştı.
I. Haçlı Seferi: Disiplinsiz Haçlı birliklerini Bizans başkentine
almayan Aleksios Anadolu’ya geçirdi. Bizans
gemileriyle Anadolu’ya geçirilen (1097 baharı) Haçlılar İznik’i ele geçirdi.
Haçlı ordusu Frigya üzerine ilerledi. Böylece Batı Anadolu Bizans idaresine
girdi. Antiokhia (Antakya)’yı fetheden
Haçlılar, burayı bir Haçlı prensliği yaptı.
1143’ten sonra ikinci bir Haçlı seferi tertip edildi. Ancak
sefer başarısız oldu.
Manuel, güçlü bir orduyla Anadolu’ya geçerek Frigya’ya
ilerledi. 17 Eylül 1176’da Myriakephalon’da Türklerle karşılaştı ve bozguna
uğradı. İmparator, 1180’de üzüntüsünden öldü.
4. Haçlı Seferi ve Latin
Hâkimiyet Devri (1204-1261)
Papa III. Innocentius’un dönemindeki 4. Haçlı seferinin
(1202) rotasını Constantinopolis’e çevirerek işgal etmesi (1203), Bizans İmparatorluğu’nda
Latin Dönemi’ni başlattı. Haçlılar, halka büyük zulümlerle işkence ettiler. Şehri
yakıp yıktılar ve yağmaladılar. Bizans
idaresi Nikaia’da 57 yıllık bir sürgüne gitti.
İmparatorluk parçalandı. Komnenos hanedanı Trabzon’da bir
prenslik kurdu.
Haçlı işgali Doğu ve Batı arasındaki politik ve dinî ayrılığı
derinleştirdi.
1261’de Mihail Palaiologos (1261-1282), Konstantinopolis’i
ele geçirdi. Törenle şehre girerek patrik Arsenios’un elinden taç giydi.
PALAIOLOGOS HANEDANI
DÖNEMİ (GEÇ BİZANS DÖNEMİ)
Bu dönem, edebiyat ve sanatın yükselişiyle, içerde ve dışarda
savaşlarla geçti.
VIII. Mihail Palaiologos (1261-1282), iyice küçülen yeni bir
devlet kurdu.
1448’de II. Kosova savaşında Haçlıların yenilmesi Bizans,
çaresiz bıraktı.
Son Bizans imparatoru, 29 Mayıs 1453’te surları aşan Osmanlı
askerleriyle çarpışırken öldürüldü.
BİZANS’DA KÜLTÜR, SANAT
VE MİMARİ
Bizans sanatı, büyük ölçüde Roma ve Yunan sanatı ile ilişkili
bir sanattır. Ancak bu sanat Hristiyanlığın hizmetinde olmuş, bu dinin beğeni
ve tercihlerinin izlerini taşımıştır.
Devlet Yönetimi
Hristiyanlığın resmi din olarak kabul edilmesinden sonra
Constantinopolis patriği imparatora çoğunlukla Ayasofya’da taç giydiriyordu. İmparator
kilisenin koruyucusu ve ortodoksluğun savunucusuydu.
İmparatorlukta idari örgüt merkez ve eyaletler olmak üzere
ikiye ayrılmıştır.
Merkez örgütü, memurlar aristokrasisinin elinde bulunuyordu.
Taşra örgütü thema adı verilen askeri idare bölgelerinden
oluşuyordu.
Edebiyat
I. Justinianus devri, Bizans edebiyatının en parlak
dönemidir.
7. Yüzyılın ortalarından itibaren Bizans edebiyatı bir
duraklamaya girmiştir.
Constantinopolis Üniversitesi’nin yeniden kurulması (863)
iki yüzyıllık bir duraklama devresini bitirerek yeni ve parlak dönemi başlatmıştır.
Eğitim ve Öğretim
Bizans İmparatorluğu’nda eğitim yaygın değildi.
Hellenizm, üniversite çatısı altında yeniden doğdu ve
güçlendi. Bilgilerinin derinliği ve çalışma alanlarının genişliğiyle herkesi
hayran bırakan âlimler, İtalya ve Fransa’daki Rönesans’ı yaratan büyük
hümanistlerin öncülleridir.
Sanat
Bizans sanatının merkezi Anadolu’dur.
Bizans sanatı birbirinden farklı özellikleri olan dönemlere
ayrılır:
1. Erken Bizans Dönemi Sanatı: 5. yüzyılın sonlarından
ikonoklasm hareketinin başladığı 726 yılına kadar devam eder.
2. İkonoklasm Dönemi Sanatı: Bu dönemde (726-842) tasvir
yasağı vardır.
3. Orta Bizans Dönemi Sanatı: Bizans sanatının kendine özgü
karakterini bulduğu dönemdir (842-1204).
4. Son Dönem Bizans Sanatı: 1261’den 1453’e kadar devam eden
dönemdir.
Hristiyan inancında azizler, insanlarla tanrı arasında bir
aracı işlevi görmeye başlamıştır.
Azizlerle bağdaştırılan rölikler ve onları betimleyen
resimler, azizle irtibata geçmeyi sağlayan bir araç olmuştur.
Mimarî
Bizans mimarisi, ilk olarak Arap mimarîsinden faydalanmış ve
bu bilgiyi kendi amaçlarına uydurmuştur.
Bazilika şeklindeki kilise, uzun bir yapıdır. Doğu ucunda
yarım yuvarlak bir şekilde dışarı taşan, toplantı ya da ayinin yöneticisinin
durduğu apsis adı verilen yarım daireli boşluk vardır. Apsisin önünde ise koro
alanı, batı ucunda ise, narteks adı verilen bir hol bulunur.
Bizans mimarlığının ikinci kilise tipi haç plânlı olanlardır.
Karenin ortasında dört fil ayağı üzerinde bir
kubbe oturtulmaktadır.
İslam Tarihi ve
Uygarlığı
İSLÂMİYET’TEN ÖNCE ARABİSTAN
Müslümanlar, Arabistan’ın 4. ve 6. yüzyıllar arasındaki
yoksul dönemini Cahiliye olarak adlandırırlar. Bu dönemde Arap halkı bedevi
kabileleri şeklinde örgütlenmiştir. Kabile liderlerine seyyid veya şeyh
denirdi. Dini inançları Sami putperestliğinin etkisi altındaydı. En meşhurları
Lât (Athena’ya benzer), Menât (Nemesis’e benzer), Uzza (Afrodit’e benzer) ve
Hübel (Hu+Baal, Eril bir tanrıdır, sembolü hilal olan bu tanrıya Mekke şehrinin
koruyucusu olarak inanılırdı) olan putları vardı.
Bunun dışında İbrahim Peygamber’e inanan küçük bir topluluk
da mevcuttu.
İSLÂMİYET’İN DOĞUŞU
Hazreti Muhammed, Rebiü’l-evvel ayının on ikinci pazartesi
gecesi Mekke’de Beni Haşim mahallesinde dünyaya geldi. Mîlâdî takvim, 20 Nisan
571 yılına işaret etmektedir. Babası, Mekke’nin ileri gelenlerinden
Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah, annesi ise Veheb kızı Âmine’dir. Dedesi
Abdülmuttalib’in mensup olduğu Hâşim soyu, Mekke’nin önde gelen aileleri arasındadır.
Bir süre sonra Halime isimli bir sütanneye
verilmiştir.
Daha genç yaşındayken Mekkeliler arasında kazandığı itibar
Muhammedü’l-
Emîn denmesine sebep olmuştur.
Hz. Hatice ile olan evliliğinden, dördü kız ikisi erkek
olmak üzere altı çocuğu olmuş, ancak erkek çocukları kısa süre içinde hayatlarını
kaybetmişlerdir. Ayrıca, Mısırlı Mâriye’den de İbrahim isimli bir oğlu daha
olmuş, o da iki yaşına girmeden hayatını kaybetmiştir.
Hz. Muhammed, 40 yaşına yaklaştığı zaman, iç dünyasına dönük
bir yaşam biçimini tercih etmiş ve özellikle Haram aylarda (Zilkade, Zilhicce,
Muharrem ve Recep) Hira Dağı’ndaki bir mağaraya çekilmeye başlamıştır.
Hz. Muhammed’e Peygamberlik çağrısı kırkıncı yaşına doğru,
Ramazan ayında bir gece, Hira dağında gelmiştir.
Tebliğ görevinin emredildiği ayet indirildikten sonra Hz.
Hatice, Zeyd ve yeğeni Ali de Müslüman olmuşlardır. Hz. Muhammed’in tebliğinin
taraftar bulması Mekke’de belli çevreleri huzursuz etti. Artan baskılar
nedeniyle Hz. Muhammed, bir kısım Müslüman’ın, Habeşistan’a göç etmesini
gerekli görmüştür.
Hicret (622)
Tarihler (MS. 622) Rebiü’l-Evvel ayının 12. gününü işaret
ederken Hz. Muhammed, Medine’ye ulaşmıştır. İlk olarak,
Müslümanların ibadetlerini yerine getirecekleri bir câmi inşa ettirmiştir.
Medine şehri kısa sürede ihya olup güçlendi.
Bedir Savaşı (624)
Bu bir savaş değil gazvedir.
Hicret’in ikinci yılında Mekkeliler, ticaret kervanlarını
korumak için Ebû Cehil’in kumandasında yaklaşık 950 kişilik bir kuvvet
oluşturdular. Kervan seyrüseferini tamamladıktan sonra bu ordu Medine üzerine
yürüdü. Durumdan haberdar olan Hz. Muhammed, yaklaşık 300 kişilik bir orduyla
onlara karşı koymaya karar verdi. Bedir’deki savaş, Müslümanları n
galibiyetiyle sonuçlandı. Ebu Cehil ve pek çok İslâm düşmanının öldüğü savaşta,
Müslümanlar toplam 14 şehit vermiş ve önemli ganimetler elde etmiştir.
Uhud Savaşı (625)
Bu bir savaş değil gazvedir.
Mekkeliler Bedir bozgunundan sonra 3.000 kişilik bir ordu
ile Medine’ye ilerlediler. Medine’ye çok yakın olan Uhud Dağı eteklerinde, Müslümanlar
başta başarılar elde etmişlerse de stratejik bir hata yapıp çok büyük kayıplar
vermişlerdir. Aralarında Hz. Hamza’nın da yer aldığı çok sayıda Müslüman şehit
olmuştur.
Hendek Savaşı (627)
Yaklaşık 10.000 kişilik bir Mekke ordusu Medine’ye gelerek şehri
kuşatmıştır.
Selman-ı Farisî’nin teklifiyle şehri savunmak için büyük hendekler
hazırlanmıştır. Yirmi gün süren savaş sonucunda Mekke ordusu dağılmıştır.
Savaşta 6 Müslümanlar şehit olmuştur.
Hudeybiye Anlaşması
(628)
Hicret’in 6. yılında Hz. Peygamber, binden fazla kişiyle
birlikte, Mekke’ye doğru yola çıkmıştır. Mekke yakınlarındaki Hudeybiye’de buluşarak
adına Hudeybiye denilen bir anlaşmaya varmışlardır.
On yılı kapsayan anlaşmayla Müslümanlar, Mekke’ye, Hac
seferinde bulunmak ve orada üç gün kalmak hakkını da elde etmişlerdir.
Hudeybiye Anlaşması sonrasında İslamiyet komşu kabileler ve
hatta ülkelere tebliğ edilmeye başlamıştır.
İSLÂMİYET’İN GELİŞME
DÖNEMİ
Yahudiler, Müslümanlarla yaptıkları anlaşma şartlarını ihlal
ederek çatışma çıkarmış ancak bozguna uğramışlardır. Neticesinde Mekke ve
çevresindeki Yahudiler bölgenin dışına çıkartılmıştır. 628 yılında Hayber’in alınmasından sonra Yahudi
sorunu büyük ölçüde çözülmüştür.
629 senesinin Aralık ayında, Medine’den yola çıkan İslâm
ordusu, kısa süre içerisinde kan dökmeden Mekke’yi ele geçirmiştir.
Tebük Seferi (630) ile Mekke’nin kuzeyinin güvenliği sağlanmıştır.
Hz. Peygamber, 8 Haziran 632 tarihinde kısa bir hastalıktan
sonra vefat etmiştir.
DÖRT HALİFE DÖNEMİ
(632-661)
Hz. Ebûbekir’in Halifeliği
(632-634)
Hz. Ebûbekir, ilk olarak, kabileler arasında ortaya çıkan
Ridde hareketlerini önlemekle işe başladı.
Ridde: İslâm
dininden dönmeye verilen addır.
633 yılında yalancı peygamber Müseylime’ye karşı kazanılan
Arkaba (veya Akrabâ) zaferinden sonra Yemame bölgesi, Medine’nin hâkimiyeti altına
girmiştir.
Kur’an, Zeyd b. Sâbit başkanlığındaki
bir heyet tarafından Hz. Ebûbekir döneminde kitap (Mushaf) haline getirilmiştir.
Hz. Ömer Dönemi
(634-644)
Hâlid b. Velid, 634 Nisanı’nda Şam’a girmiştir. Arap ordularının Şam’ı ele
geçirmesinden sonra Hâlid, kuzeye doğru ilerlerken diğer kuvvetler Filistin’e
yayıldılar. Heraklios’un, süvari birliğiyle harekete geçmesi sonucunda, Araplar
Şam’dan Yermuk nehri sahiline
çekildiler. Temmuz 636’da, Yermuk’ta, Bizans’ın yenilmesiyle Suriye ve Filistin
hemen hemen fethedildi.
Amr b. As komutasındaki Müslüman orduları, dört ay süren bir kuşatmanın
ardından 637 tarihinde Kudüs’ü aldı.
Müslüman birlikleri 642 yılında, İskenderiye’yi fethetti.
Kâdisiye Savaşı (635)’yla, İranlılar yenildi ve
Müslümanlara, İran’ın kapıları açıldı. 642 yılında yapılan Nihâvend Savaşı ile İran
ordusu tamamen yenilmiştir.
Hz. Ömer, Kasım 644 tarihinde İranlı bir köle olan Ebû Lülü
tarafından hançerlenerek şehit edilmiştir.
Hz. Osman Dönemi
(644-656)
Hz. Osman devrinin ilk yıllarında fetih hareketlerine devam
edilmiş, Türkistan’a ilk akınlar başlamıştır.
Şam valisi Muaviye, Anadolu’nun bazı bölgeleri ile Kıbrıs ve
Rodos’u fethetmiş ve Kıbrıs yıllık vergiye bağlanmıştır.
Hz. Ebûbekir devrinde mushaf haline getirilen nüshadan
istinsah (kopya) yapılmıştır.
Hz. Osman halifeliği süresince kendi akrabalarına yakınlık
göstermiş başta Muaviye olmak üzere Emevî soyundan olan valiler büyük arazi
sahibi olmuşlardı. Bu durum genel bir hoşnutsuzluk yaratmıştı. 656 yılında Mısır’dan Medine’ye gelmiş olan bir grup,
halifenin evini basarak onu ağır şekilde yaraladılar. Bu olayın ardından Hz. Osman hayatını kaybetti.
Hz. Ali Dönemi (656-661)
Hz. Osman’ın öldürülmesi, İslâm tarihinde sürüp giden birçok
kanlı olayın başlangıcı olmuştur. Hz.
Osman’dan sonra halifelik makamına Hz. Ali seçilmiştir. Ancak ashabın bir kısmı
Hz. Ali’ye biat etmedi. Muhalif gurup Mekke’den ayrılıp Basra’ya geçti. Hz.
Ali, Medine’deki desteğinin azaldığına inanarak 656 yılının Ekim ayında Kûfe’ye
doğru yola çıktı.
Kûfelilerin desteğini kazanmış olan Hz. Ali, Basra üzerine
yürümüş ve görüşmeler sonuçsuz kalınca savaş kaçınılmaz olmuş, muhalefetin başında
bulunan Talha ve Zübeyr bu savaşta hayatlarını kaybetmişlerdir. İslâm tarihinde
Cemel Vak‘ası (656) adı verilen bu savaş, Hz. Ayşe’nin
bindiği devenin etrafında cereyan ettiği için bu şekilde isimlendirilmiştir.
Savaş sonrasında Hz. Ali’nin halifeliği bütün Irak’ta tanınmış ve Kûfe merkez
haline getirilmiştir.
Muaviye, Hz. Ali’nin kendi yerine gönderdiği valiyi kabul
etmeyince halife, ordusuyla birlikte Suriye’ye doğru yola çıktı. İki ordu 657 yılında,
Suriye sınırındaki Sıffîn yakınlarında
karşılaştı. İlk çarpışmalarda Hz. Ali başarı elde etse de Muaviye bu durumu, Mısır
valisi Amr b. As sayesinde değiştirdi.
Mağlup durumdaki Suriyeliler, Kur’an sayfalarını mızraklarının
ucuna takarak, meselenin çözümü için Kur’an’ın hükümlerine başvurulmasını
istediler.
İslâm Tarihi’nde Hakem
Olayı olarak bilinen bu olayda, Ebû Musa el-Eşarî Hz. Ali’nin, Amr b. As
ise Muaviye’nin hakemi olarak tayin edildi.
Bu hareketten memnun olmayan Hz. Ali’nin bazı taraftarları
isyan ettiler.
Hz. Ali’den ayrılarak Kûfe yakınlarındaki Harura’da toplanan
bu grup ileride Hâricîler olarak adlandırılacaktı.
Hakemlerin verdiği karara göre, Hz. Ali ve Muaviye halife
olmaktan azledilerek halkın oylarıyla yeni bir halife seçilecekti.
Muaviye, Mısır’ı ele geçirerek Hz. Ali’yi büyük bir
kaynaktan daha mahrum etmiştir. 660 tarihinde ise Kudüs’te halifeliğini ilan
ederek halkın kendisine biat etmesini sağlamıştır.
Hz. Ali, Ocak 661 yılında İbn
Mülcem isimli bir Hâricî tarafından Kûfe camiinde namaz sırasında şehit edildi.
Mizacı gereği barışsever olan Hz. Hasan, hakkını Muaviye’ye devretmek zorunda
kaldı.
EMEVÎLER DÖNEMİ
(661-750)
Bu devirde fetih hareketleri üç yönde devam etmiş olup,
birincisini Türkistan yönündeki hareketler oluşturuyordu.
Anadolu ve İstanbul, fetih hareketlerinin yoğunlaştığı
ikinci bölgedir.
İstanbul üzerine bir sefer yapılmış ama sonuç alınamamıştır.
Fetih hareketlerinin son bölgesini Kuzey Afrika oluşturur.
Halife ile Şam’daki şûranın aldığı karar doğrultusunda
Muaviye’nin oğlu Yezid, İslâm tarihinde ilk defa olarak veliaht tayin edilmiştir.
Nitekim babasının ölümünden sonra Yezid (680-683), hilafet makamına oturmuştur.
Hz. Ali’nin küçük oğlu Hz. Hüseyin’in etrafında, Emevî
hilafetine muhalif bir hareket, 680 yılında Şam yönetimine son vermek amacıyla
harekete geçti. Hz. Hüseyin ve ailesinden birçok kişi Emevîler tarafından
Kerbelâ’da katledildi. Kerbelâ Olayı, Emevî iktidarına karşı muhalefetin Hz. Ali ailesi etrafında
toplanmasına sebep oldu.
Abdülmelik b. Mervân (685-705) ilk İslâmî sikkeyi bastırmıştır.
Velid (705-715) zamanında 711 yılında yapılan bir sefer ile
Emevî orduları İspanya’ya geçerek bölgenin fethine başlamışlardır.
Ömer b. Abdülaziz (717-720) idari ve mali düzenlemeler
yapmıştır. Mevâlî denilen Arap olmayan
Müslümanların Araplarla eşit haklara ulaşmasını sağladı.
Hişâm (724-743) döneminde Türkistan bölgesinde Türklere karşı
savaşlar yapıldı (Hazarlar).
Abdurrahman b. Abdullah, Endülüs valiliği sırasında ordusuyla,
Fransa’ya doğru harekete geçmiş, Burgonya ve Lion’u alarak Sen’e ulaşmıştır.
Daha fazla ilerleyemeden Franklar karşısında bozguna uğramıştır.
Râfızî Hareketinin lideri Zeyd b. Zeynel Abidin’in öldürülmesi, muhalif
Abbasilerin çalışmalarını hızlandırdı. Hişâm’ın ölümünden sonra Emevî
Devleti’nde süratli bir çöküş yaşamıştır.
ENDÜLÜS EMEVÎ DEVLETİ
(756-1031)
Fetihten sonra yapılan göçlerle birçok Arap ve Berberî bölgeye
yerleşmiştir.
Kurtuba’yı ele geçiren Abdurrahman b. Muaviye, 756 yılında
Endülüs Emevî Devleti’ni kurmuştur.
Hakem (796-822) döneminde uzun yıllar sürecek isyanlar,
Endülüs’e
Hıristiyan saldırılarını kolaylaştırmıştır.
Fatımî Devleti kendi hilafetini kurunca, III. Abdurrahman
(912-961) da kendisini halife ilan etmiştir. Bu dönemde başkent Kurtuba, bir
bilim merkezi haline gelmiştir.
Endülüslülerle, Berberîler arasındaki rekabet Slavlar (Sakalibe)
adlı yeni bir grubun doğmasına neden olmuştur.
Slav: Başlangıçta,
sadece Doğu Avrupalı köleler için kullanılsa da Slav tabiri zaman içerisinde
Endülüs Emevî devletinin hizmetinde bulunan Avrupalı bütün köleler için kullanılmıştır.
11. yüzyıl itibarıyla, Endülüs Emevî Devleti iç karışıklıklar
ve iktidar mücadeleleri nedeniyle parçalanmaya başlamıştır.
Kurtubalıların hilâfeti bütünüyle ortadan kaldırmaları,
Endülüs Emevî
Devleti’nin varlığına da son vermiştir.
ABBASÎ DEVLETİ
(750-1258)
İranlı bir köle olan Ebû
Müslim, 747 yılında İran’ın Horasan eyaletinde Emevilere karşı bir isyan hareketi
başlattı. 748 yılında Merv’e girerek halkın
desteğini alan Ebû Müslim, Horasan’ı baştanbaşa istilâ etti. Orduları 749
yılında Zap Suyu’nu geçerek, Emevî güçlerini bozguna uğrattı. Hareketin lideri Ebû’l
Abbas (749-754) Kûfe’de halife ilan edildi.
Abbasîler ilk olarak isyanın mimarı Ebû Müslim’i ve
taraftarlarını ortadan kaldırdılar. Hilafet merkezi olarak Bağdat seçilmiş ve
şehir imar edilmiştir. İlk halife Ebû’l Abbas olmakla birlikte devletin asıl
kurucusu Ebû Câfer Mansûr (754-775) olmuştur.
Hârûn Reşîd (786-809) saltanatı
hanedanın en parlak dönemidir. Bağdat, Doğu’nun en
büyük ve en önemli iktisadî merkezi olmuştur. Hârûn
Reşîd’in başarısındaki en büyük rollerden biri Bermekîlere aittir.
Bermekîler:
Belh civarında yaşayan İranlı bir ailedir. Aile mensuplarından Halid b. Bermek,
İslâmiyet’i seçerek Emevî sarayında bulunmuştur.
Bermekîler hilafet makamına uzun yıllar hizmet etmiş ve
bunun sonucunda olağanüstü güç ve nüfuz elde etmişlerdi. Bu gücün iktidarı
tehdit etme riski, ailenin sonunu getirmiş; ibret olsun diye
cezalandırılmışlardır.
Halifenin ölümü ile oğulları, Me’mûn ile Emin arasında bir
iç savaş patlak vermiştir. 813 yılında kardeşini yenerek iktidarı devralan
Me’mûn (813-
833), başkent Bağdat’ın yanı sıra Merv’de de ikamet etmiş ve
özellikle bilim ve sanat faaliyetlerine çok önem vermiştir.
Me’mûn devrinin en önemli olaylarından biri de Babek’in isyanıdır.
Babek’in mensubu olduğu Hürremîler hareketi, Ebû Müslim’in
ölmediğine ve dünyaya döneceğine inanmaktaydı. Me’mûn’un
ardından tahta oturacak olan halife Mu’tasım’ın komutanlarından Afşin, Babek’in
üzerine gönderildi ve Babek yakalanarak katledildi.
Mu’tasım, paralı asker olarak Türkleri ordusuna dâhil
etmiştir.
Ebû’l Abbas el-Mu‘tezid (892-902) döneminin en önemli
olaylarından biri, Karmatîlerin isyanıdır.
Karmatî: Şii
grupların en önemlilerinden biri olup, aynı zamanda İslâm mezhepleri arasında
en çok ihtilafa sebep olan fırkalardan biridir.
Karmatî hareketi, Abbasî birlikleri tarafından bastırılsa da
devletin zayıf düşmesinin en büyük nedenlerinden biri olarak kabul edilmiştir.
Muktefî (902-908) dönemi Mısır’daki Tolunoğulları Devleti’nin yıkılması açısından önemlidir.
Muttekî (940-944) döneminde, Türklerin etkisi en yüksek
düzeye çıkmıştır.
Bir İran hanedanı olan Şii Büveyhîler döneminde, Abbasî
halifeleri etkilerini kaybetmiş ve bu durum, hilafetin çöküşünü beraberinde
getirmiştir.
1242 yılında Mustasım son Abbasî halifesi olarak tahta geçmiştir.
Moğol hükümdarı Hülâgû ordularıyla Bağdat üzerine yürümüş ve şehri kuşatarak Abbasî
ordularını yenmiştir.
Abbasî Devleti, 1258 yılında Hülâgû tarafından ortadan kaldırıldıktan
sonra 1261 tarihinde Mısır’da Kölemenler tarafından halife ilan edilen Mustansır
ile birlikte gölge halifeler dönemi de başlamış olur. Bu duruma 1517 yılında
Yavuz Sultan Selim verir ve hilafet Osmanlılara geçer.
İSLÂM KÜLTÜR VE UYGARLIĞI
Dil ve Edebiyat
İslâm uygarlığının oluşmasındaki en önemli araçların başında
dil gelmektedir.
11.yüzyıla gelindiğinde Arapça, İran’dan Pireneler’e kadar
geniş bir coğrafyada konuşulan ortak dil olmuştur.
Şiir alanında, Beşşar
b. Bürd (öl. 783), Mutî b. İlyas
(öl.787) ya da Mütenebbî (905-965)
gibi önemli şairler ortaya çıkmıştır.
Bilim ve Felsefe
İslâm dünyasındaki bilim ve felsefenin gelişiminde, eski
Yunan mirasının önemli katkısı olmuştur.
Ömer b. Abdülaziz (717-720) döneminde, Basralı bir Yahudi olan
Mâsarcaveyh, Süryani tıp kitaplarından
bazılarını Arapça’ya çevirerek Arap tıbbının temellerini atmıştır.
Huneyn b. İshak’ın, özellikle, Hippocrates’ten yaptığı
çeviriler, Arap tıp dünyasının gelişmesinde büyük rol oynamıştır.
Râzî (865-925) ve İbn
Sînâ (980-1037) dünya tarihi açısından önemi tartışılmaz ilk İslam âlimleri
arasında sayılabilir. Bîrûnî de
astronomi, matematik, fizik ve diğer pek çok alanda önemli çalışmalara imza atmıştır.
Harizmî, matematik alanında önemli çalışmalar yapmıştır.
Halife Me’mûn döneminde, Bağdat’ta bir gözlemevi kurularak
gök cisimleri ile ilgili araştırmalar başlamıştır. Bu dönemde, Ortaçağların en
ünlü astronomlarından Ebû Mâşer
oldukça önemli çalışmalara imza atmıştır.
Kindî (öl. 850), en önemli filozoflardan biridir. Benzer şekilde,
Aristo’dan sonra felsefenin ikinci babası olarak nitelenen Fârâbî (öl.950) ve Gazâlî
de İslâm tarihinin en önemli filozofları arasındadır. Bu dönemin diğer iki önemli
ismi ise İbn Sînâ (öl.1037) ve İbn Rüşd (öl.1198) olarak sıralanabilir.
Özellikle, Avrupalıların, Averroes olarak adlandırdıkları İbn Rüşd, batı
felsefesinin gelişmesine çok önemli katkı yapmıştır.
Sanat
Abbasî hilâfeti boyunca Bağdat, ortaçağın en büyük sanat
merkezlerinden biri haline gelmiştir.
Abbasî halifeleri döneminde, müzik alanında parlak eserler
verilmiştir. Bu dönemde, Fârâbî, müzik teorisi üzerine araştırmalar yaparken birçok
besteci de yeni ürünler vermiştir.
Samarra, cam ve seramik sanatları açısından önemli eserlerin
verildiği bir şehir olmuştur.
Kûfe, kitap ciltleme ve süsleme işlerinde de önemli
eserlerin ortaya çıktığı bir bölgedir.
İbn Mukla (öl. 939), hat sanatının kurucusu olarak kabul edilir. Yazı
stilleri Nesih, Muhakkak, Reyhanî, Tevkî, Rikâ ve Sülüs’ü kurallara bağlayan
İbn Mukla olmuştur.
Mimari
Erken dönem İslâm mimarisini oluşturan iki temel yapı
biriminin, cami ve saray olduğu belirtilebilir.
Hz. Peygamberin Medine’de yaptırdığı ilk caminin ardından
Amr b. As, 642 yılında Fustat’ta bir cami yaptırmıştır. Bugüne dek pek az değişikliğe
uğrayarak günümüze kadar gelmeyi başarabilmiş bilinen ilk cami Şam’da yaptırılan
Emevî Camii (706-714)’dir. Bu cami, Hz. Peygamber’in Medine’de yaptırdığı ilk caminin
planına uygun olarak inşa edilmiştir.
Velid tarafından yaptırıldığı düşünülen Kudüs’teki Mescidü’l-Aksa, hiç şüphe yok ki İslâm mimarisinin en
önemli eserleri arasında yer alır. Bir depremde yıkıldıktan sonra Abbasî
halifesi Mansur döneminde yeniden yaptırılmıştır.
Haçlıların kiliseye çevirmek için yaptıkları değişiklikler,
1187 yılında Selahaddin
Eyyûbî tarafından düzeltilmiştir. Kudüs’teki bir diğer
önemli mimarlık eseri ise
Ömer Camii olarak da anılan ve 691-692 tarihlerinde yaptırılan
Kubbetü’s-Sahra’dır. Kubbetü’s-Sahra, Abdülmelik
tarafından hicretin 72. yılında Kudüs’te yaptırılmıştır. Yine, Kayravan Camii (670-726) ve Şam’daki Büyük Camii de Emevî döneminin önemli eserleri arasında
yer alır.
Emevî döneminde, camilerin yanı sıra, pek çok önemli saray
da yaptırılmıştır.
Kusayr-ı Amra Sarayı
ve 728 yılında Şam yakınlarında yaptırılan Kasrü’l-Hayri’l-Garbî
çok önemli iki Emevi eseridir.
Endülüs Emevî Devleti’nin bıraktığı birçok eser de mimarî açıdan
oldukça önemlidir. Kurtuba’da yaptırılan Büyük Camii
(961-966) ve Gırnata (Granada)’da yaptırılan ve bugün hâlâ ayakta duran, Elhamra Sarayı en çok bilinenleridir.
Abbasîler devrinde, İslâm mimarisinin daha ince bir zevke
ulaştığı söylenebilir.
Abbasîler döneminde inşa ettirilen en önemli camiler arasında
Samarra’daki Büyük Camii (848-852) ve Ebu Dulef Camii (861-862) ile Kahire’deki Tolunoğlu Camii (876-879) gösterilebilir.
Ukhaydir ve Cevsaku’l-Hakani Sarayları Abbasi dönemi saray
mimarisinin en önemli iki örneğidir.
Abbasî askerî mimarîsi de oldukça gelişmiştir. Ribat adı verilen korunaklı yapılar bu tarzın en
önemli örnekleridir.
Fatımîler de İslâm mimarisine önemli katkılarda bulunmuşlardır.
Kahire’deki Mehdiye (916), El-Ezher (970-972), El-Hâkim (990-1003), El-Cüyûşî (1085)
El-Akmer (1125) ve Talayi (1160) Camiileri Fatımîler döneminde yaptırılmıştır.
Yeniçağ
YENİÇAĞ’DA BATI
AVRUPA’DA YAŞANAN
EKONOMİK VE SOSYAL
DEĞİŞİM
Ortaçağ’da üretim malikânelerde o malikânenin ihtiyacı kadar
yapılıyordu.
Zamanla nüfusları artan tarımsal kökenli sınıf, geçim sıkıntısı
içine girdi.
Lordlar ve Ruhban sınıfı mevcut düzenin devamından
yanaydılar, çıkarları bunu gerektiriyordu. Memnuniyetsiz serf sınıfının Avrupa
dışına çıkarılmasına karar verdiler. Haçlı Seferleri
bu amaca hizmet eden önemli organizasyonlardır. Düzenin devamı için yok
edilmeleri gereken bu insanlar yüksek dinsel ideallerle ve cennetle
müjdelenerek, Müslümanlar üzerine gönderildi.
Üretimin Değişimi ve
Burjuvazinin Yükselişi
200 yıl süren Haçlı Seferleri boyunca mümkün olan
güzergâhlarda deniz yolu kullanılmıştır. Bu durum Akdeniz’deki deniz
taşımacılığını ve dolayısıyla ticareti olumlu yönde etkiledi. Haçlılar
gemicilikle ve ticaretle uğraşır hale geldiler. Deniz ticaretiyle zenginleşen
kesime kent soylu anlamına gelen burjuva denilen bu insanlar ekonomik anlamda 15.yüzyıldan
itibaren yükselişe geçti.
Değişen Aristokrasi
Burjuvazinin yükselişi karşısında aristokratlar değişime
ayak uydurma çabası içine girdiler. Bir kısmı topraklarını girişimcilere
kiralamaya başladılar ve yüksek rantlar elde ettiler. Bazılarıysa hayvancılığa
yöneldi. Böylece mülklerinde çalışan kalabalık serf nüfusunu azaltabildiler.
Dokuma ve Maden
Sanayinin Gelişimi: İşçi Sınıfının Ortaya Çıkışı
Aristokratların hayvancılıktan elde ettikleri hayvan
yünleri, hammaddeye dönüştürülerek dokuma sanayinin gelişmesine katkı sağladı. Dokumacılığın
gelişimi ücretli işçilerin ortaya çıkmasını sağladı. Hiçbir varlığı olmayan serflerin
büyük çoğunluğu imalathanelerde işçi olarak çalışmaya başladı.
Madencilik, ateşli silahların kullanılmasıyla birlikte
gelişme kaydeden bir sektör oldu. Top ve tüfek imalatı feodal yapıyı tamamen
değiştirdi.
Kapitalizm
Feodal sistemin çöküşü yeni bir ekonomik örgütlenmeyi ortaya
çıkardı; kendi kendine yeterli, kapalı ekonomik yapı, yerini dışa açık,
ticarete ve sermaye birikimine dayalı bir sisteme bıraktı. Ana malın yani
sermayenin esas olduğu bu sistemde sermayeye sahip olanlar, üretim araçlarına
da sahip oldular. Değişen bu sistemin sürekliliğini
sağlamak gerekiyordu. Bunun için daha çok ham madde ve iş gücüne ihtiyaç vardı.
Sermaye sahipleri denize açılarak yeni kaynaklar aramaya gittiler. Coğrafi keşifler
yeni hammadde kaynakları bulmak ümidiyle başlayan deniz seferlerinin bir
sonucudur. Büyük coğrafya buluşlarıyla beraber sömürgecilik faaliyetleri de başlamış
oldu. Giderek zenginleşen, sermayeye yani kapitale sahip bulunan bu sınıfa
kapitalist sınıf yeni oluşan bu düzene de kapitalizm
denildi.
Avrupa’nın Sömürgecilik
Faaliyetleri
Siyasal birliğini en erken sağlayan Portekiz, coğrafi keşiflere
ve sömürgecilik faaliyetlerine ilk başlayan Avrupa ülkesi oldu.
Portekiz, Afrika kıyılarına yönelik seferleri sonucunda 1442
yılında ilk Afrikalı köleleri Avrupa’ya getirecek, hatta papadan bu işin
tekelini alacaktır. Portekiz, köle ticaretinin yanı sıra Avrupa’ya altını da getirecektir.
1497’de Vasco de Gama Afrika Kıtası’nı güneyden geçerek
Hindistan’a ulaştı. Böylece Batı Avrupa ile Hindistan arasında ilk kez doğrudan
ilişki sağlanmış oldu. Portekiz amacına ulaşmıştı. Sonuç olarak Portekiz,
Afrika Kıtası ve Hint Okyanusu’nun kıyı ülkeleri üzerinde hâkimiyetini kurdu ve
ticaret kolonileri oluşturarak sömürgeciliğe başladı.
İspanya hizmetinde yola çıkan Kristof Kolomb (1446-1506), yeni bir kıta buldu
(1492). Amerigo Vespucci (1454-1512), burasının yeni
bir dünya olduğunu kanıtlamaya çalıştı ve daha sonra kıtaya Amerika ismi
verildi.
Bundan sonra bu yeni kıtayı tanımaya ve sömürmeye yönelik
seferler devam etmiştir.
Fernandez Cortez
(1485-1547) Meksika’daki Aztek Uygarlığı’nı (1521), Francisco Pizarro (1541) da Peru’daki İnka Uygarlığı’nı
yok etmiştir.
Magellan (1480-1521) ise sürekli batıya gidildiğinde Asya Kıtası’na ulaşılacağını
düşünüyordu. Magellan’ın başlattığı (20 Eylül 1519) ve Sabastian del Cano’nun
tamamladığı (6 Eylül 1521) seferin sonucunda dünyanın yuvarlak olduğu
kanıtlanmış oldu.
16. yüzyıl başlarında Amerika Kıtası’nı fethe başlayan İspanyollar
50 yıl içinde Meksika, Orta Amerika ve Brezilya hariç Güney Amerika’ya yayılacaklardır.
1540’lardan itibaren sömürgelerden köle emeği ile ucuza elde
edilen değerli madenler, Avrupa’ya taşınmaya başlandı.
Amerika’dan Avrupa’ya taşınan altın ve gümüş, değerli
madenlerin fiyatının düşmesine ve malların fiyatlarının yükselmesine yol açtı. Fiyatlarda
meydana gelen bu yükselişe Fiyat Devrimi denildi. Fiyat Devrimi ile birlikte
küçük üretici iflas ederken, burjuvazi giderek güçlendi. Buna karşılık
ücretlerde bir değişiklik olmadı. Bu da sosyal yapıda, sınıflar arasında
uçurumların oluşmasına ve kapitalist sınıfın oluşumunun hızlanmasına yol açtı.
Tarih boyunca toplumların düşünce yapılarında meydana gelen
değişim, ekonomik ve toplumsal yapılarında yaşanan değişimle doğrudan ilişkili
olmuştur. Yeniçağ, feodalizmden Aydınlanma
Dönemi’ne bir geçiş sürecidir.
Yeniçağ bir geçiş dönemi olduğundan bu dönemdeki fikir akımları
da kendi içinde bazı çelişkiler taşır. İdealize edilenlerle gerçekler arasında
yaşanan çelişkiler ütopik kuramların ortaya çıkmasına neden olacaktır.
Ekonomiyi ele geçiren ve bu yolla maddi güç elde eden sınıf
(burjuvazi) bu düzenin devamı için kendi ideolojisini oluşturur. Bu düzenle değişen
ekonomik yapının korumacılığını üstlenerek sürekliliğini sağlayan ise siyasal
yapılanmadır. Bu düzende ekonomi ne kadar sömürgeye dayalı ise sistemin koruyuculuğunun
üstlenen siyasal yapılanmada o kadar baskıcıdır.
Değişen Siyasal Yapı
Yeniçağ’daki siyasal yapılanmaya baktığımızda, ilk aşamada
mutlak monarşilerin oluşum sürecini görürüz. Bu süreçte Ortaçağ’daki çok başlı
feodal siyasal yapının değiştirilmesi ve iktidarın tek elde toplanması amaçlanmıştır.
Siyasal yapılanmanın bu ilk aşamasında, yani mutlak monarşilerin
oluşum sürecinde, burjuvazi ve krallar arasında karşılıklı çıkarlara dayalı,
geçici bir iş birliği yapıldı.
İtalya’da Niccola Machiavelli
(1469-1527), İngiltere’de Thomas Hobbes
(1588-1679), Fransa’da Jean Bodin
(1530-1596) mutlak monarşiyi savunan kuramlar geliştirdiler.
Ancak ilerleyen yüzyıllarda burjuvazi, ekonomik gücüne
dayanarak, siyasal yapıda da hak arayışları içine girecektir. İşte bu dönemde,
krallarla burjuvazi arasındaki denge değişecek; burjuvazi kralın yetkilerini sınırlandırarak,
parlamentoya girebilmenin mücadelesini verecektir.
HÜMANİZM
Rönesans Avrupa’sında insanın her şeyin ölçüsü olduğunu kabul
eden düşünce akımına verilen isimdir. Hümanizm,
öte dünya görüşüne karşılık bu dünya görüşünü öne çıkarır. İnsan, evrenin merkezinde
Tanrı’nın yerini alır. İnanan insanın yerine şüphe duyan ve sorgulayan insan
geçecektir. Hümanizmle, bireycilik ve laiklik gibi görüşler ön plana çıkar.
Hümanizm akımı, edebî eserlerle başladı. İlk örnekleri
İtalya’da ortaya çıktı. Petrarca, hümanizmin babası olarak kabul edilir. Hemen
sonrasında tüm Avrupa’da benzer içerikte eserler görülmeye başlandı (Bacon, Monteigne, Erasmus vs.).
Hümanizm akımı Rönesans’ın ideolojisini oluşturur.
Gerçekle İdealin Çelişkisi
İnsanın tek başına bir değer taşıdığı ve önemli olduğu
vurgulanırken, bir yandan da bu sistem içinde ezilen ve insanca yaşayamayan alt
sınıfların varlığı bir çelişki yaratacaktır.
Ezilen sınıfların varlığı düşünsel yapıyı etkiledi. İdealize
edilen hümanizm ile burjuvazinin kendi çıkarlarına göre kullanılan bireyciliğin,
alt sınıfları ezmesi karşısında, düşünürler bir arayış içine girdi. Yaşanan bu
çelişkiler ütopik kuramların ortaya atılmasına neden oldu. Thomas More (1480-1535)’un Ütopyası
ve Campenalla (1568-1639)’nın Güneş Ülkesi,
bu arayışın güzel örnekleridir.
More, sosyal sınıflar arasındaki dengesizliğe, özel mülkiyetin
yol açtığı düşüncesindedir. Nitekim Ütopya adlı adada herkes çalışır ancak hiç
kimsenin özel mülkiyeti yoktur.
Rönesans
Yeniden Doğuş anlamına gelen Rönesans antik dönem
eserlerinin Yeniçağ’da yeni bir yorumla ele alınması esasına dayanır. Bu çalışmaların nedeni, burjuvazinin
kendi kültürünü yaratma ihtiyacıdır. Ortaçağ’ı ve Ortaçağ’ın feodal yapısını
reddeden burjuvazi bu nedenle Antik Çağ’a yönelir. Ortaçağ’ı bir “hata”
olarak algılansın diye “karanlık çağ” olarak yaftalar ve kendi
çalışmalarını “yeniden doğuş” şeklinde yüceltir. Rönesans, 15.yüzyıldan 17.yüzyıla kadar olan dönemi kapsar.
Rönesans, İtalya’da Floransa merkezli olarak ortaya çıkmıştır.
Rönesans döneminde her türlü sanat dalında en güzel eserler
verilecektir. Leonardo da Vinci (1452-1519),
Michealangelo (1475-1565) ve Rafaello (1483-1520) bu dönemde öne çıkan büyük
sanatçılardır.
Rönesansla birlikte, sanatçı yaptığı eseri imzalayarak,
kendi kimliğini ortaya koymaya başlamıştır. İnsan merkezli düşünüşün bir ürünü
olarak, portre sanatı gelişmiştir.
Ayrıca insanın zayıflığını temsil eden Ortaçağ heykellerinin
aksine bu dönemde güçlü, kahraman insanı temsil eden heykeller yapılmaya başlanmıştır.
Ancak hümanist bireyciliğin iflası ile yaşanan çelişki
sanata da yansıyacaktır. Hümanizme tepki olarak maniyerizm ortaya çıkmıştır. Maniyerizm, erken Rönesans sanatının katı akılcılığına
ve kuralcılığına bir tepki olarak ortaya çıkmıştır.
Reform
Yükselen burjuvazinin önündeki en büyük engel, feodal
düzenin dayanağı olan Katolik ideoloji idi. Bu ideoloji yıkılmalı ya da egemen
sınıfın çıkarlarına uygun hâle getirilmeliydi. Bu durumda burjuvazi, kendi
kilisesini örgütleyerek,
Katolikliğin karşısına Protestanlığı çıkardı. Protestan
Kilisesinin, Katolik
Kilisesinden en önemli farkı; kilisenin, devletin
denetiminde olmasıydı. Devlet, egemen sınıfın bir aracı olduğuna göre, kilise
egemen sınıfın kontrolü altına alınıyordu.
Hümanist fikirlerin halka indirgenmesi ve eyleme dönüşmesi
reform hareketi ile olmuştur.
Martin Luther
(1483-1546)
Luther, kutsal kitabı esas alarak, kilise babalarının yazdıklarını,
papalık bildirilerini, din adamlarının aracılığını ve papanın otoritesini
reddetmiştir.
Hristiyanların, dinsel anlamda özgür olduğunu, aracıya ihtiyaçları
olmadığını ifade etmektedir.
Özellikle başta bulunan yöneticilere boyun eğilmesini ister.
Çünkü ona göre manevi özgürlüğe olanak veren, dünyasal düzendir ve bu düzen
korunmalıdır.
John Calvin (1509-1564)
Cenevre’de Protestanlığı örgütlemeye çalışan Calvin,
Luther’in görüşlerini sürdürmüş ve Protestanlığı, Avrupa çapında bir hareket
hâline getirmiştir.
Calvin’in öğretisi, insanı, dünya işlerinden ayırmıyordu.
Yükselen burjuvazi, kazanç amacıyla yaptığı tüm hareketlerin
dinsel yaptırımı olarak Calvinciliği kullandı.
Calvin, insanların manevi eşitliğinden söz ederken;
ekonomik, sosyal ve siyasal eşitsizliği kabul eder. Calvin, yöneticilerin
gücünü Tanrı’dan aldığını, bu nedenle yöneticilere karşı gelmenin Tanrı’nın
düzenine karşı gelmek demek olduğunu iddia eder.
Thomas Münzer ve
Köylüler Savaşı (1524-1525)
Münzer, reform hareketini o dönem Almanya’sında en çok
ezilen köylü sınıfına dayandırdı. Keskin ve devrimci görüşler ileri süren
Münzer, Hristiyanlığın sadece Katolik biçimine değil, kitabına da karşı çıktı.
Onun yerine aklı temel alan görüşler ileri sürdü. Münzer, ekonomik alanda eşitlikçi bir düzen arayışı
içindedir. Özel mülkiyetin ve zümre farklılıklarının
olmadığı bu düzenin, tüm Hristiyan dünyayı kapsamasını hedeflemiştir.
Münzer, devrimci düşüncelerini gerçekleştirmek için hareketini
köylülere dayandırarak feodal düzenin egemen sınıflarına ve bunların mülklerine
karşı harekete geçti. Sonuçta köylüler yenildi ve Münzer öldürüldü.
Reformun Sonuçları
Reformla birlikte, Hristiyanlıkta bölünmeler oldu. Yeni
mezhepler ortaya çıktı. Katolik Kilisesinin mutlak otoritesi kırılmış oldu. Katoliklerle
Protestanlar arasında yoğun mücadeleler yaşandı. Sonuçta bu çatışmalar
Avrupa’da Din
Savaşları’nı ve Otuz Yıl Savaşları’nı başlattı.
Protestanlık, kapitalizmle iç içe gelişti.
Sonuç olarak 1648 Westfalya Antlaşması
ile Protestanlık mezhebi resmen tanınmış oldu ve günümüze kadar Hristiyanlığın
en çok taraftar bulan üç büyük mezhebinden biri hâline geldi.
Evrensel Katolik Kilisesinin yerini devlet kontrolündeki,
ulusal kiliseler almıştır.
Reformla birlikte laik öğretim kurumları açılmaya ve kişisel
yargı hakkı savunulmaya başlandı.
Luther, faiz ve fiyat konusundaki düzenlemeleri kiliseden ayırıp
devletin kontrolüne verirken; Calvin, çalışma ve zengin olmanın öte dünyada da
ödüllendirileceğini söylüyordu. Kapitalist birikim adına yapılan her türlü girişim
insanın görevi sayılıyordu.
Yeniçağ’da ekonomik, sosyal ve siyasal yapıda meydana gelen değişim,
Aydınlanma Çağı’nı yaşaması için gerekli altyapı hazırlamış oldu.
AYDINLANMA ÇAĞI
Burjuvazi, ekonomik yapıya hâkim olduktan sonra, siyasal yapıda
da etkinliğini arttırma mücadelesi içine girdi. Onun bu isteğini kuramsal
anlamda dile getirenler Aydınlanma Dönemi düşünürleri oldu. Bu yeni dünya görüşü,
Aydınlanma Felsefesi olarak adlandırılmıştır. Aydınlanma Felsefesi İngiltere’de
başlayarak Fransa’ya geçmiş ve Fransız İhtilali’nin düşünsel yönünü oluşturmuştur.
Aydınlanma düşünürleri 1789 Fransız Devrimi’nin öncüleri olmuşlardır.
Aydınlanma Felsefesi akılcılığa dayanarak peşin yargıları yıkmayı
amaçlamıştır.
Aydınlanma Çağı’nın, siyaset bilimine önemli katkısı, siyasi
iktidarın kaynağının tanrısal kökenli olmayıp halka ait olduğunun kabul edilmesidir.
Aklın yüceltilmesi ile bilimin gelişmesinin önünü açılmış;
doğa bilimleri büyük bir gelişme göstermiştir. Newton ve Kopernik ile
insanın evrene ilişkin görüşleri köklü bir değişime uğramış; Decartes ve Kant ile bu değişimin felsefi yönü oluşturulmuştur.
İnsanı esas alan bir yönetim biçimi hedeşenirken siyasal
erkin kaynağı da değiştiriliyor; iktidarın kaynağı Tanrı’dan insana
indirgeniyordu.
Burjuvazinin siyasal alandaki en önemli engeli asalet ve
soyluluk kavramlarıydı. Bunu ortadan kaldırmak için eşitlik kavramı öne
çıkartılarak, insanların doğuştan bir takım haklara sahip olduğuna vurgu
yapıldı. Kan soyluluğuna dayalı birtakım ayrıcalıkların ortadan kaldırılması,
mutlak monarşik yönetimlerin sona ermesi anlamına geliyordu. Böylece zaten ekonomik güce sahip bulunan burjuvazi, hukuki
ayrıcalıkların kaldırılmasıyla siyasi yapıda da güç sağlayabilecekti.
J. Locke (1632-1704)
Liberal bireyciliğin babası sayılan Locke, mutlak iktidarın
sınırlandırılmasına ilişkin görüşleriyle burjuvazinin sözcülüğünü yapmıştır.
Hükümet Üzerine İki
Deneme adlı eserinde burjuvazinin
ideallerini dile getirmiştir.
İktidarın sınırlandırılması ve bu amaçla yasa yapan ve
bunları uygulayan güçlerin ayrı ellerde toplanması gerektiğine ilişkin görüşleriyle
Locke, demokratikleşme yolundaki önemli kilometre taşlarından biri sayılır.
Montesquieu (1699-1755)
Aristokrat bir aileden gelen Montesquieu, aristokratik liberalizmi
savunur.
Montesquieu’ya göre “kuvvet kuvveti durdurmalı” yoksa
özgürlük olmaz. Onun bu görüşü Batı demokrasisinin temeli olacaktır.
Devletin üç ayrı görevi olduğundan söz eder; yasaları yapmak,
bunları uygulamak ve suçluları cezalandırmak.
Yürütme gücünün krala verilmesini, yasama gücünün ise halk
ve soylulardan oluşan iki meclise verilmesini savunan Montesquieu’nun amacı;
kral, soylular ve halk arasındaki siyasi ve sosyal dengeyi sağlamaktır. Montesquieu’dan
sonra güçler ayrılığı ilkesi demokrasinin koşulu haline getirilecektir.
J.J. Rousseau
(1712-1778)
Halkın iktidarını, her alanda eşitliği ve mutlak demokrasiyi
savunur.
Toplum Sözleşmesi adlı eserinde halk egemenliğinin sonucu olarak doğrudan doğruya
demokrasiyi savunur. Kalabalık nüfus halk egemenliğini güçleştirdiği için
Rousseau Emredici Vekâlet kavramıyla temsili demokrasiyi önermiştir.
Öte yandan eşitlikçi demokratik bir toplum özlemi içinde
olan Rousseau, burjuvazi için tehlikeli bir düşünürdü.
Voltaire (1699-1778)
Fransız İhtilali’nin düşünsel yönünü hazırlayan en önemli düşünürlerden
biridir.
Özellikle düşünce özgürlüğünü sağlamak için büyük mücadele vermiştir.
Katolikliğe ve kiliseye karşı savaş açan Voltaire, egemen sınıfın zenginliğine zenginlik katma çabasını, burjuva
mülkiyet anlayışını desteklemiştir. Özetle burjuvazinin değerlerini savunmuştur.
Aydınlanma Felsefesi
Bu dönemde doğa bilimlerine duyulan ilgi artmış, uygulama ön
plana çıkmıştır.
Doğa üzerinde edinilen bilgiler halkla paylaşılmak istenmiş;
halkın anlayabileceği eserler döneme damga vurmuştur.
Bir yandan bilimsel gelişmeler yaşanırken, bir yandan da
yeni felsefi kuramlar geliştirilmiştir. Voltaire
14. Louis’in Yüzyılı adıyla ilk tarih kitabını yazar.
Montesquieu, iklimin ve coğrafi yapının, yönetim yapısı
üzerindeki etkisini inceleyerek sosyal bilimin olasılığını gösterir. Locke ise
liberalist görüşleri ile siyaset biliminin temellerini ortaya koyar.
Akılcılık, Aydınlanma
Çağı’na damgasını vurmuş olan en önemli ilkedir.
Aydınlanma Çağı’nda her şeyin aklın rehberliğinde, bilimsel
bir metotla incelenmesi ve laik temele oturtulması esas olmuştur. Din,
ahlak ve siyaset laikleştirilmeye çalışılmıştır.
Aydınlanma Çağı’nın amaçlarından biri de insanın bu dünyada mutlu
olmasını sağlamaktır.
Kendine güvenen, akılcı ve özgür insan, Aydınlanma Çağı
insan tipidir.
DOĞA YASASI VE EKONOMİK
LİBERALİZM
Descartes, bilgiyi doğadan öğrenmenin gerekliliğine dikkat çekmişti.
Doğadaki hiçbir şeyin keyfî olmadığını ve doğanın evrensel matematik
kanunlarına bağlı olduğunu savunan Descartes’ın bu görüşleri Newton’un düşüncelerine temel olacaktır.
Nitekim Newton da genel çekim yasasını bularak tüm evreni tek bir çekim yasasının
hâkim olduğu dev bir makine olarak görecektir.
Newton’un doğa yasasına ilişkin düşüncelerinin ekonomik yaşama
uygulanmasıyla yeni bir toplum bilim dalı olarak politik ekonomi gelişmeye başlamıştır.
Görüşlerinin temelini, her türlü müdahaleden uzak bir ekonomik
yaşam biçiminin oluşturduğu fizyokratlar, ekonomide “Laissez-faire”
(bırakınız yapsınlar) ilkesini geliştirdiler. Fizyokratlar
bir ulusun zenginliğinin kaynağı olarak doğayı görüyorlardı.
Öte yandan Adam Smith (1727-1790), ulusların zenginliğinin
kaynağının doğa değil emek olduğunu ileri sürmüştür.
Edebiyat
18. yüzyıl Fransız edebiyatında Voltaire, Condorcet ve Rousseau öne çıkan isimler arasındadır.
İngiltere’de özellikle yergi alanında Jonathan Swift (1667-1745)’in ve Samuel Johnson (1709-1784)’ın ismi
geçmektedir.
Bu yüzyılda Alman edebiyatında öne çıkan isim ise Gotthold Lessing (1739-
1781)’dir.
Sanat
Resim sanatı daha demokratik bir içerik kazanmıştır.
Heykelde ise daha duygusal ve hareketli figürler öne çıkmıştır. Mimaride klasik
Rönesans mimarisi ile barok üslubun birleştirilerek yeni bir tarzın oluşturulduğu
görülür. Versailles Sarayı bu mimarinin en güzel örneklerinden biridir.
Müzik
Rönesans Dönemi’nde İtalya’da din dışı müziğin ilk örneği
olarak ortaya çıkan opera, 18. yüzyılda da egemenliğini sürdürmüştür. Ancak bu
dönemde Georg Friedrich Handel (1685-1759),
Christoph Gluck (1714-1787) ve
Wolfgang Amedeus Mozart (1756-1791)
gibi daha çok Alman sanatçılar öne çıkmıştır. Handel aynı zamanda oratoryo müziğinin
de ilk bestecisidir.
İlk senfoni ve quartet örneklerini veren Franz Joseph Haydn (1732-809) ile her türden çok sayıda
eser besteleyen Mozart, Çağ’a
isimlerini vermişlerdir.
OSMANLI VE AVRUPA
Osmanlıların tarihinden bahsetmeyen bir Avrupa tarihi eksik
kalmaya mahkûmdur.
Bizans’a tabi olan yerleri Fatih Sultan Mehmet, birer birer
kendisine bağlamış ve Katolik Kilisesi’nin nüfuz alanını zayıflatmıştır.
Avrupa’da siyasi otoritenin şekillenmesinde Papa’nın rolü ne kadar önemliyse;
Papalık üzerindeki etkisi nedeniyle de Osmanlı’nın etkisi o kadar önemlidir.
Amacı, Katolik olan bir dünya devleti kurmak olan Şarlken karşısında
Kanuni
Sultan Süleyman’ı bulmuştur. Aynı
dönemde Fransa kralı siyasi gücünü Osmanlı Devleti’nden almıştır. İngilizler de Akdeniz’de güvenli bir ticaret
yapabilmek için Osmanlı devleti ile iyi bir ilişki kurmaya çalışmıştır.
Osmanlı Devleti, üç dini birden resmen tanıyan; etnik ve
dinsel alt gruplarıyla birlikte uyumlu bir şekilde bir arada yaşamalarını
güvence altına alan tek siyasi organizasyondur.
Bu çok uluslu ve çok dinli Osmanlı yapısı, sosyo etnik bir
dengeyle iç tutarlılığını kurmayı başarmıştır. Bu dengenin uzun ömürlü olması
da yönetim anlayışına milli bir ideolojinin hâkim olmamasından kaynaklanmıştır.
1535’den itibaren Fransa’ya daha sonrada Hollanda ve İngiltere’ye
tanınan ticari ayrıcalıkların temelinde, Osmanlı otoritesi lehine bir güç
dengesi oluşturma çabası dikkat çekmektedir.
Osmanlıların Protestanlara olan desteği ile Kalvinistlerin
başarısı bu politikanın bir sonucudur. Osmanlıların
Avrupa siyaseti üzerinde oynadıkları bu etkin rol, 1580’den sonra da İngiltere
ve Hollanda üzerinden devam etmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihi bir bakıma Doğu ile Batı’nın;
bir başka ifadeyle İslam Dünyası ile Hristiyan Dünyası arasındaki ilişkilerin
bir tarihidir.
Yeniçağ Avrupa’sının ekonomik, sosyal, siyasal ve düşünsel
değişiminin başladığı ilk yer İtalya kent devletleridir. Haçlı seferleri ile zenginleşen İtalya kent devletleri,
feodal ekonomik ve sosyal yapının en erken çözüldüğü yer olmuştur. Osmanlı
üzerinden Batı’ya ulaşan yeniliklerin ilk durağı hep İtalya olmuştur.
17.yy.dan itibaren Batı bilimi ilerlemiş ve Doğu, bu
gelişmeleri Osmanlı üzerinden takip etmiştir.
Osmanlıda bilimsel faaliyetlerin merkezi medreselerdi. Buna
ilaveten tıp eğitimi ve sağlık hizmeti veren darüşşifalar, zaman tayininin yanı
sıra matematik ve astronomi eğitimi veren muvakkithaneler gibi kurumlar ile
aktif ve dinamik bir ilim ortamı oluşturulmuştur.
III. Murad zamanında İstanbul’da açılan rasathane, İslam
dünyasının en büyük rasathanesi olarak planlanmış ve zamanın en gelişmiş
astronomi cihazlarıyla donatılmıştır. Rasathanenin başında Takiyüddin El Raşid bulunuyordu. 1573
yılında faaliyete başlayan rasathane, 1580 yılında yıkılışına kadar çalışmalarını
sürdürmüştür. Batı Dünyası açıların ölçülmesinde kirişleri kullanırken; Takiyeddin,
trigonometrik fonksiyonları kullanmıştır.
Osmanlı biliminin zirvesini oluşturan bu çalışmalar; devlet
adamları arasındaki rekabet ve kıskançlık yüzünden, dini bahaneler ileri
sürülerek yıkılmıştır. Bu yıkım, Osmanlı ilim geleneğinin duraksamasının da başlangıcı
olmuştur.
Avrupa Biliminin Osmanlı
Üzerindeki İzleri
Osmanlılar, Avrupa’daki keşifler ve icatlardan haberdardı. Ancak
kendini Avrupalılardan üstün görüyor ve gelişmeleri “seçici” bir gözle takip
ediyordu. 15. yüzyıldan itibaren
özellikle ateşli silahlar, haritacılık ve madencilik alanında Avrupa teknolojisinden
yararlanmaya başlamışlardır.
16.yüzyılda Osmanlı haritacılığı Piri Reis’in eserleriyle gelişmiştir.
Deniz coğrafyası konusunda öne çıkan bir diğer isim de Seydi Ali Reis’dir (el-Muhit adlı Türkçe eseri çok
önemlidir).
16.yüzyılda kaleme alınan, Muhammed b.Emir el-Suudi el Niksari’nin Tarih-i Hind-i Garbi adlı eseri ise Amerika’dan ve coğrafi keşiflerden
bahsetmektedir.
17.yüzyılda Katip
Çelebi’nin eseri Cihannüma adlı
eseri dikkat çekmektedir.
Kültürel Etkileşim
Klasik dönemde Osmanlılar Avrupa kültürüne mesafeli
soğuktular. Bu durum Karlofça Antlaşması (1699) ile değişmeye başladı. 18. yüzyıldan
itibaren de Batı beğenilen ve dolayısıyla da taklit edilen bir kültür haline
gelmiştir.
Batı’dan ilk aktarımlar teknik alanda ve silahlarda olmuştur.
1492’de İspanya’dan kovulan Yahudilerin Osmanlıya göçü,
tekstil, silah yapımı gibi alanlarda teknoloji transferine yol açmıştır.
Osmanlılar, çeşitli milletlerden gelen sanatkâr, mühendis ve
tabipleri gruplar halinde teşkilatlandırmış; sarayda Efrenciyan
adıyla ayrı bir dairede toplanan bu meslek erbabının bilgi ve deneyimlerinden
yararlanmıştır.
19.yüzyılda giderek artan ticari ilişkiler sonucunda Osmanlı
yüksek sınıfı tarafından Avrupa yaşam tarzı taklit edilmeye başlanacaktır.
Tanzimat’ın ilanıyla (1839) Batı’nın kanunları ve idari usulleri de Osmanlı’ya
girmiştir.
Avrupa Kültüründe Osmanlı
Etkisi
16.yüzyıl sonlarına kadar, Avrupa saraylarını ziyaret eden
Osmanlı elçilerinin kıyafetleri ve davranışları büyük ilgi uyandırmış, bu
ülkelerde bir Türk modasını başlatmıştır.
Kılık kıyafetleri kadar Osmanlıların kullandığı eşyalarda
ilgi çekiyordu.
Örneğin Batı Anadolu halılarını kullanmak Avrupa saraylarında
moda olmuştur.
Dokuma, desen ve boyama tekniği bakımından Avrupa ipekli ve
pamuklu sanayisinde Osmanlı izlerini açıkça görmek mümkündür.
Avrupalılar taklit yoluyla Osmanlıdan kahvehane kültürünü de
almıştır.
1669’da Paris’e giden Osmanlı elçisi Süleyman Ağa ile kahve
kültürü Avrupa’da moda olmuştur.
Osmanlı ordusunun kullandığı toplar ve ordunun manevra
kabiliyeti, Avrupalıların çok ilerisindeydi. 15 ve 16. yüzyıllarda Avrupalılar
özellikle bu konular üzerinde araştırma ve çalışmalar yapmışlardır.
Askeri bandoların esin kaynağı da Osmanlı mehterhanesidir.
Osmanlıların Avrupa’da hızla ilerlemesi 16.yüzyılda
Almanya’da bir korku yaratmıştı. Osmanlı tehlikesine karşı Türk çanı âdeti başlatılmıştır.
Günün belli saatlerinde kilisede çanlar çalınarak,
Hristiyanlar, Türk istilasına karşı duaya çağrılıyorlardı. Yine ilk gazete de (Newe Zeitung) 1502’de Türklere ait haberler için çıkarılmıştır.
Luther, Osmanlı akınlarını doğal afetlere benzetiyor ve Tanrının
bir cezası olarak değerlendiriyordu. Türklere karşı direnme konusunda üç risale
yazan Luther,
Türkleri şeytanın hizmetkârı olarak görüyor, deccal olarak
tasvir ediyordu.
17.yüzyıla gelindiğinde Osmanlı Devleti, Avusturya karşısında
yenildi (1593-1606). Ateşli silahların üstünlüğü bir dönüm noktası oldu ve artık
17.yüzyılda Osmanlı, Avrupa karşısındaki üstünlüğünü kaybetmeye başladı. Bundan
sonra ekonomik, teknolojik ve askeri alanda Batı’nın ilerleyişi başladı.
Avrupa’ya Bir Model
Olarak Osmanlı Siyasal Rejimi
Siyaset biliminin kurucusu kabul edilen Machiavelli (1469-1527) Prens adlı eserinde İtalya’nın siyasal
birliğini nasıl sağlayacağı sorununa çözüm önerileri getirirken Osmanlı
Devletini örnek olarak göstermiştir.
Fransız siyaset teorisyeni Bodin de eserinde Osmanlı Devletine özel bir yer ayırmış; Osmanlı
siyasal rejimini Batı monarşisiyle karşılaştırmıştır.
Bodin Osmanlı padişahı Kanuni Süleyman’ı despot bir efendi
olarak görüyordu. Buna karşılık Francois de Bellefort ise Fransız krallarına,
Kanuni Sultan Süleyman’ın adaletini örnek almalarını önerecektir.
Batılılar Osmanlı hükümdarını despot ve tiran olarak
tasavvur ediyorlardı. Osmanlı hükümdarı mutlak otorite sahibiydi. Bu ise
despotluk için değil adaletin tesisi için zaruri idi. Osmanlıda mülkün temeli
otorite değil adaletti.
18.yüzyıla gelindiğinde ise Akıl Çağı’nın siyaset
teorisyenleri, Osmanlı rejimini
Doğu Despotizmi içinde değerlendirmişlerdir. Bu siyasi
rejim, Fransız Aydınlanma düşünürlerinden Montesquieu’nun ileri sürdüğü gibi coğrafi
koşulların bir sonucu veya Ortadoğu imparatorluklarının bir geleneği değil,
Osmanlı- Avrupa mücadelesinin bir sonucu idi.
Max Weber ise Osmanlı rejimini determinist bakış açısıyla
keyfi sultanlık olarak nitelendirmiştir.
K.Marx ve F.Engels’in Asya üretim tarzı adı altındaki yaklaşımı
ise milliyetçi Balkanlı tarihçiler tarafından resmi tarih görüşü olarak benimsenmiştir.
Fransız Annales Ekolü ile tarihin; toplumsal, ekonomik ve coğrafi
koşullarla birlikte değerlendirilmeye başlanmasıyla Osmanlı tarihinin de daha
tarafsız bir şekilde incelenmesi mümkün olmuştur.
Dini Hoşgörü Konusunda
Osmanlı ve Avrupa
Osmanlı Devleti fethetti topraklarda yaşayan insanların din
ve inançlarına hiçbir kısıtlama getirmemiştir. Hukuki işlerini dahi kendi
inançlarına uygun şekilde yapabiliyorlardı. Aynı dönemlerde Hristiyan Batı
Avrupa’da Hristiyan olup da Katolik olmayanlara karşı bile yaşam hakkı tanınmıyordu.
Fransa, İspanya ve İtalya’da ise Osmanlı Devletinin hüküm
sürdüğü 600 yıllık dönemde kayıtlara geçmiş herhangi bir azınlık yoktur.
Batı Avrupa’da yeni mezheplerin ortaya çıkmasının nedeni ise
sadece ekonomik çıkarlardır.
Sanatta Osmanlı-Avrupa
Etkileşimi
Batı ile kültür alışverişine giren ilk Osmanlı padişahı Fatih
Sultan Mehmet olmuştur. Bu dönemde Osmanlı padişah portrelerine Avrupa’da büyük
ilgi duyulmaya başlandı. Osmanlı saray hayatı da Avrupalıların ilgi odağı
haline geldi. Fatih’in ölümünden sonra yaşanan taht mücadelesinde Cem Sultan,
Osmanlı ile Avrupa diplomasisinin merkezine yerleşirken, onun Avrupa’daki
maceralı yaşamı da çeşitli eserlere konu oldu.
Kanuni Sultan Süleyman fetihleri ve yaşantısıyla Avrupa’yı
öylesine etkilemiştir ki çok sayıda edebi esere, bale ve operaya esin kaynağı
olmuştur.
16.yüzyıldan sonra Avrupa’yla diplomatik ilişkilerin artması,
kültürel etkileşimi hızlandırmıştır. Bunun sonucunda 17.yüzyılda Avrupa’da daha
gerçekçi bir Türk imajı oluşmuştur.
İngiliz Büyükelçisi Sir Paul Rycaut, İstanbul’da kaldığı
1661-1668 yılları arasındaki gözlemlerini kaleme aldığı eserini 1668’de
Londra’da yayımlamıştır.
Türk ezgileri Mozart, Haydn ve Beethoven gibi ünlü
besteciler tarafından kullanılacaktır. Beethoven’in ünlü 9.senfonisinin sonundaki
mehter ezgileri bu etkileşimin güzel bir örneğidir.
Sanayi Devrimi
Sanayi Devrimi terimi, kol gücünün yerine buharla işleyen
makineler vasıtasıyla, kısa zamanda büyük üretim kapasitelerine ulaşan,
fabrikalaşmış bir ekonominin doğurduğu sanayi, ticaret ve toplum yaşamında oluşan
köklü dönüşüm ve yeniden yapılanmayı ifade etmektedir.
İngiltere’de Sanayi
Devrimi’ni Hazırlayan Sebepler
Egemenliğin kaynağının ilahi olduğu anlayışı ilk olarak İngiltere’de
ortadan kaldırılmıştır.
İngiliz Parlamentosu, İngiltere’de her zaman kapitalist gelişimi
ve serbest ticaretin gelişimini desteklemiştir.
Denizlerdeki üstünlüğü sayesinde, Hindistan, Kanada, Güney Afrika,
Batı Hint Adaları dışında pek çok küçük ülkeyi de içine alan büyük bir
imparatorluk kurdu.
Ticaret ve sömürgecilik yoluyla, İngiltere’de büyük servetler,
Bankacılık ve Borsa gibi büyük finans kurumlarının gelişmesini sağladı.
Genel nüfus artışı ve köyden kente göç hareketleri,
kentlerde sanayi için gereken işgücünü hazırladı.
Dünyanın en büyük sömürge imparatorluğu oluşu İngiltere’ye
geniş hammadde ve pazar olanakları sağlamaktaydı.
İngiliz Sanayi
Devriminin Ortaya Çıkışı
İngiltere’de Sanayi Devrimi, ilk önce dokuma ve demir
sanayiinde görülmüştür.
Dokuma Sanayisi açısından ilk önemli buluş, John Kay isminde bir dokumacı tarafından
1730’da uçan mekik adı verilen, yeni bir mekiğin bulunmasıydı.
Bu sayede iplik oldukça hızlı dokunmaya başladı. Bu durum iplik
sıkıntısına yol açtı.
1764’de James
Hargreaves isimli bir başka dokumacı ise, dokuma tezgâhları için gereken
ipliği hızla büküp, kumaş üretimine hızla hazırlayacak bir başka makinayı icat
etti. 1784’e gelindiğinde ise iğ sayısının
seksene çıktığı görülür.
1769’da Richard
Arkwright (1732-1792) tarafından icat edilen bir başka makine ile seri
imalâta geçildi. Makine, enerji olarak suyun gücünü kullanmaktaydı.
Buna paralel olarak İngiltere’de ilk dokuma fabrikası
1771’de kuruldu.
1785 gelindiğinde ise, James
Watt’ın yaptığı ve buhar gücüyle işleyen motoru, bir fabrikadaki bütün tezgâhları
çalıştırabilmekteydi.
J. Watt’ın 1769 da patentini aldığı buhar makinası sonrasında
teknolojik gelişmelerin yönü, fabrikaların daha çok üretim yapabilmesine olanak
tanıyacak şekilde, makinaların geliştirilmesine yönelmiştir.
1709 da Abraham Darby
kok kömürü kullanarak demir elde etmeği başardı.
Kaliteli demir üretimindeki iyileştirmelere paralel olarak
demirin kullanım alanı genişlemeye başladı. 19. yüzyılın ortalarına doğru
demiryolları, lokomotişer, gemiler, çeşitli makinalar, havagazı sistemleri gibi
alanlarda demir, yoğun olarak kullanılacaktır.
1807’de Amerikalı Robert
Fulton buhar makinasını gemilere uyguladı.
1825’de demir raylar üzerinde yürüyen ve buhar kuvvetiyle
çalışan ilk lokomotif çalışmaya başladı. 1844’lerden itibaren Samuel Morse’nin telgrafı, 1876’dan
itibaren Alexander Graham Bell’in
telefonu Avrupa toplumlarını, sanayi öncesi dönemle kıyaslanmayacak şekilde değiştirdi.
Sanayileşme ilk olarak İngiltere’de başlamış hızla Kıta Avrupa’sına
ve Amerika’ya yayılmıştır.
Sanayileşen ülkeler, denizaşırı ülkelerden, bir yandan
ticaret ve sömürgecilik yoluyla gıda maddeleri ve sanayileri için hammadde alırken,
diğer yandan da imal edilmiş (mamül) maddeler ile hizmetleri sattılar. Bu
ticari faaliyetler sonucunda Batı Avrupa, o zamana kadar hiç erişilmemiş bir
refah düzeyine ulaştı.
Sanayileşmesini tamamlayan ülkelerde refah atmakla beraber, yeni
toplumsal sınıflar da ortaya çıktı.
Sanayi Devrimi’nin
Sonuçları
Modern bilim ve tecrübi bilgiler sanayinin hizmetine girdi.
Ekonomik faaliyetler, pazarın büyümesi nedeniyle uzmanlaşmayı
gerektirdi.
Üretim birimleri şahsi olmaktan çıkarak, büyük sermaye yatırımı
gerektiren teşebbüslere ve fabrikalaşmaya yöneldi.
Tarımdaki makineleşme köylüleri işsiz bıraktı ve kentlere
göç etmelerine neden oldu.
Sanayiciler burjuvazi sınıfına katıldı ve işçiler daha geniş
bir sınıf haline geldiler.
Avrupa devletleri arasında, yeni hammadde kaynakları ve
pazar arayışı nedeniyle büyük bir rekabet doğdu.
DEMOKRASİ TARİHİ
BAKIMINDAN AMERİKA
Amerika’da İngiltere’nin ilk ticari kolonisi 1607’de
Virginia’da kuruldu. Amerikan Bağımsızlık
Savaşına kadar olan dönemde toplam 13 koloni kurmuştu. Zaman içerisinde bu
koloniler, İngiltere Krallığı’na bağlı sömürgeler haline geldiler.
Avrupa’dan gelen bu göçmenler, yeni ve verimli topraklara
yerleşmek, zengin ve özgür yaşamak istiyorlardı. Çoğunluğu Prütanlardan oluşan
bu göçmenler, temelini eşitlik ve özgürlük kavramlarının oluşturduğu liberal düşüncelere
sahipti.
1215 tarihli Magna Carta Libertium’u
tanıyan bu kolonilerin halkı, vergiler konusunda oldukça hassastı. İngiltere’ye
bağlanmalarından sonra da, koloni halkının seçtiği yasama meclisleri ile kralın
tayin ettiği valiler arasında, vergilerin toplanması ve harcanmasının kontrolü
konularında zaman zaman mücadeleler olmuştu.
Bağımsızlık mücadelesine sebep olan anlaşmazlık yine bir
vergi sorununa dayanmaktadır.
Olayların başlangıcını Fransa ve İngiltere’nin, Amerika
kolonileri üzerinde denetim kurmak için giriştikleri mücadelede yatar. Bu
mücadele, 7 Yıl Savaşları (1756-1763) sonunda, Fransa’nın yenilgisiyle neticelendi.
Yürütülen bu savaş, İngiliz mali sisteminde sıkıntı doğurmuştu.
İngiltere mali sıkıntıyı çözebilmek için, kolonilere yönelik
olarak, yeni düzenlemelere gitti.
İngiliz Parlamentosu, koloniler için 1764’de Şeker Kanunu adını taşıyan bir kanun yayınladı. Bu
kanun koloniler tarafından tepkiyle karşılanmıştır.
Aynı yıl çıkarılan Kâğıt Para Kanunu ile kolonilerin çıkartacağı
kâğıt paralar da geçersiz sayıldı.
1765’de çıkarılan Asker Konaklama Kanunu’na göre koloniler,
kendi bölgelerine yerleşen Britanya askerlerinin yiyecek ve barınmalarını sağlamakla
yükümlü kılındılar.
Asıl muhalefeti doğuran 1765 tarihli Damga Pulu Kanunu oldu.
Bu kanunla resmi makamlardan verilecek belgelere, damga pulu yapıştırılması
zorunluluğu getiriliyordu. 13 kolonide birden şiddetli protestolar oldu.
Massachusetts Meclisi, bütün Amerikan kolonilerini Damga
Pulu Kanunu’nu görüşmek üzere, 1765 Ekim’inde New York’ta toplanacak bir kongreye
temsilci göndermeye davet etti.
Dokuz koloniden gelen 27 delege ile toplanan kongre,
Amerikan halkının insiyatifi ile toplanan, ilk koloniler arası kongreydi.
Birçok tartışmalardan sonra New York Kongresi, kolonilerde kendi meclisleri dışında
hiç kimsenin vergi koyamayacağı kararını aldı.
1767 yılında İngiltere Maliye Bakanı Charles Townshend yeni
bir mali program tasarısı hazırladı. Townshend’in bu programı da tepkilere
sebep oldu.
Tepkilerin önderliğini Massachusetts Kolonisi yürütmekteydi.
Bu nedenle İngiltere, Mart 1769’da Massachusetts’i asi ilan etti.
Samuel Adams’ın liderliğindeki bir grup Amerikalı 16 Aralık
1773 gecesi Boston Limanı’nda demirlemiş bulunan, çay yüklü üç İngiliz gemisine
zorla girerek, çayları denize döktü.
İngiltere bu hareketi cezalandırmak amacıyla 1774 Mart’ında Boston Liman Kanunu’nu yayımladı. Boston Limanı her
türlü ticarete kapatıldı.
İngiltere karşıtı hareket büyüdü.
5 Eylül 1774’te Philadelphia’da toplanan Birinci Continental
(kıtasal) Kongre, bir yıl boyunca İngiltere ile ithalat ve ihracatı durdurma
kararı aldı.
Amerikan Bağımsızlık Düşüncesinin
Oluşumu
Philadelphia Kongresi üzerine İngiltere, kolonilerde askeri
tedbirlere yöneldi. 18
Nisan 1775’te Boston’da İngiliz askerleriyle halk arasında
ilk silahlı çatışmalar başladı. 10 Mayıs 1775’te yine Philadelphia’da İkinci
Continental Kongre toplandı. Kongre Amerikan Kıta Ordusu adıyla, bir ordu
kurulmasına ve ordunun komutanlığına da George
Washington’un getirilmesine karar verdi.
Thomas Paine’nin 1775’de yayınladığı Sağduyu adını taşıyan 50 sayfalık
broşürü, bütün kolonilerde dağıtıldı ve bağımsızlık düşüncesini savunanlar
güçlenmeye başladı.
7 Haziran 1776’da Virginia, Kongre’ye bağımsızlık kararı alınmasını
teklif etti.
Kongre, bağımsızlık ilkesini kabul etti. Bağımsızlık kararının nedenlerini açıklamakla görevli Thomas Jefferson başkanlığında bir heyet
oluşturdu. Bildiri, 4 Temmuz 1776’da
Kongre tarafından kabul edildi. Bu bildiriyle ilk kez, insanların doğuştan bazı
haklara sahip oldukları vurgulanarak, özgür ve demokratik bir yönetimin temel
ilkeleri ortaya konulmuştur.
Bildirinin temel esasları;
Tüm insanlar eşit yaratılmıştır.
Yaşama, özgürlük ve mutluluğa erişme hakları insanların
doğuştan sahip olduğu haklardır.
Devletler bu hakları korumakla mükelleftir.
Yöneticiler, yönetme gücünü yönetilenlerin onayından alırlar.
Amerikan Bağımsızlık Bildirisi, yukarda söylenen temel
ilkeleriyle, dünyadaki diğer milletlere demokrasi yolunda örnek oluşturan bir
ilk belge özelliğini taşımaktadır.
19 Ekim 1781’de İngiliz Ordusu Virginia’da teslim oldu.
3 Eylül 1783’te Paris’te imzalanan barışla İngiltere,
zorunlu olarak Amerika Birleşik Devletleri’ni tanımıştır.
FRANSIZ DEVRİMİ
Fransız Devrimi, bir yandan burjuvazinin iktidara gelişine sahne
olurken, bir yandan da zafer kazanan Liberalizm çerçevesinde, dünyada ulusçuluk
ve ulus devlet düşüncesinin gelişmesine neden oldu.
Fransız Devrimi’ni Doğuran
Sebepler
Fransa, yüzlerce yıldan beri krallar tarafından, mutlak
monarşi anlayışıyla yönetilmekteydi. Krallar, asiller ve din adamlarına
dayanarak Fransa’yı yönetmekteydiler.
Toplumsal Etkenler
Fransız toplumu, asiller, ruhban ve halk (Tiers-Etat) olmak
üzere üç sınıfa ayrılmakta ve tüm bu sınıfların üzerinde de kral ve hanedan
üyeleri gelmekteydi.
Geniş topraklardan elde edilen gelirlerin büyük çoğunluğuna
el koyan feodal beyler (Asiller), vergileri
de köylülere ödettirirlerdi. Sivil ve askeri yüksek
dereceli görevler sadece asillere aitti.
Kiliseler vasıtasıyla ruhban sınıfı, ülkedeki toprakların
dörtte birine sahipti.
Ruhban sınıfı da hemen hemen hiç vergi ödememekteydi.
Bu tablo içerisindeki Fransa’da 25 milyonluk nüfusun, 23
milyonunu halk sınıfı oluşturmaktaydı.
Düşünsel Etkenler
Montesquieu (1689-1755), Kanunların
Ruhu isimli eserinde Fransa için anayasalı bir monarşiyi savunmuştur.
Jean-Jacques Rousseau
(1712-1778), Toplum Sözleşmesi isimli
eseriyle halk egemenliği düşüncesini getirmiştir.
Diderot (1713-1784) Ansiklopedi
isimli eseriyle esaret, adaletsizlik, vergi, özgürlük vb. kavramları
açıklayarak halkı eğitmeye çalışmıştır.
Voltaire (1694-1778), kilisenin ve Katolikliğin bağnaz etkisine karşı
savaş açmıştı. Vicdan ve düşünce özgürlüğünü savunmaktaydı.
Devrime düşünsel bakımdan önemli bir etkisi bulunan diğer
bir unsur da Amerikan Devrimi’dir.
Ekonomik Etkenler
Sanayi alanındaki teknik gelişmeler, Fransa’da üretim artışına
neden olurken, tüccar ve sanayicilerin zenginleşmesini sağladı. Buna karşın siyasal
bakımdan hiçbir söz hakkına sahip değildi. Feodal sistemin unsurları ekonominin
gelişmesine engel oluyordu (lonca sistemi, ağır ve hukuksuz vergiler vb.).
Fransız maliyesinin 1756 yılına kadar oldukça dengeli bir
yapısı vardı.
7 Yıl Savaşları’ndan sonra Fransa büyük ve kronik
denilebilecek bütçe açıklarıyla karşılaşmaya başlamıştır.
XVI. Louis ile karısı Marie-Antoinnette bütçe açıklarının
oluşumunda büyük pay sahibiydiler.
Amerikan bağımsızlık hareketine yapılan yardımlar ülkeyi iflas
noktasına getirmişti.
1789 yılı itibariyle devlet borçlarının miktarı, dört buçuk
milyar Frangı bulmuştu.
Fransız Devrimi
Mali bunalımı çözebilmek amacıyla 1787’de başbakanlığa
getirilen Brienne yeni vergi kanunları çıkarmak isteyince, kral 1614 yılından
beri toplanmayan sınıflar meclisi olan Etats Généraux’u zorunlu olarak toplantıya
çağırdı.
Şubat 1789’da yapılan seçimler sonucunda Etats Généraux’a
seçilen üyeler, XVI. Louis’in davetiyle, 5 Mayıs 1789’da Versailles Sarayı’nda
toplandılar.
Etats Généraux, 279 asil, 291 ruhban ve 584 halk sınıfının
temsilcilerinden oluşmuştu. Meclis çalışmalarına başlar
başlamaz, alınacak kararlarda oylamanın nasıl yapılacağı konusunda anlaşmazlık
doğdu.
Bu tartışmalar süresince kral, tavrını asiller yönünde belli
etmekteydi.
Tartışmaların uzayacağını düşünen halk temsilcileri, 17
Haziran 1789’da
Fransa’nın %96’sını temsil ettiklerini belirterek,
kendilerini Ulusal Meclis (Assemblée Nationale) ilan ettiler. Ulusal Meclis’in
ilk kararı da Fransız ulusunun genel iradesini temsil etme hakkının bu meclise
ait olduğu ve meclisin iradesi olmaksızın hiç kimsenin vergi koyamayacağına
dairdi.
Gelişen olaylar nedeniyle kral, kendisini güvende
hissetmemekteydi. Bu yüzden
Paris’e yabancı uluslardan toplanan askerleri getirtmeye çalışıyordu.
Bu olay kralın yetkilerinin sınırlandırılması düşüncesini mecliste doğurdu.
Meclis artık vergi konusunu bir tarafa bırakarak, bir anayasa
hazırlama çalışmasına girişti. 9 Temmuz 1789’da da ulusal meclis, kendisini Kurucu
Meclis (Assemblée Constituante) olarak ilan etti.
Meclisin dağıtılacağı söylentileri üzerine 13 Temmuz 1789’da
halk tarafından
Paris Belediyesi ele geçilerek, şehir yönetimi devrim yanlılarının
eline geçti ve
Milli Muhafızlar isminde bir ordu kuruldu. Milli Muhafızlar’ın
komutanlığına,
Amerikan Devrimi’ne de katılan, Lafayette (Lafayet) getirildi. Bu gergin ortamda
Camille Desmoulin isimli genç bir gazetecinin verdiği söylev sırasında halk
galeyana gelerek, âdeta despotik yönetimin bir simgesi olan Bastille
Hapishanesi’ne 14 Temmuz 1789’da saldırdı. Bütün mahkûmlar serbest bırakılırken,
hapishane ateşe verildi. Paris dışındaki pek çok kentte halk, asillerin şatolarına
hücum etmiş ve şehirlerin yönetimini ellerine geçirerek, Komün (Commune) isimli
yeni yönetimler ve yerel kuvvetler kurdular.
Kurucu Meclis, 4 Ağustos 1789 da asiller ve ruhban sınışarının
feodal hak ve imtiyazlarını kaldırdı. Kurucu Meclis asillerin ayrıcalıklarını
kaldırmanın yanında, ruhban sınıfının da mallarına el koydu.
İnsan ve Yurttaş Hakları
Bildirisi (26 Ağustos 1789)
17 ana maddeye dayanan bildirinin, temel ilkeleri şöyledir;
İnsanlar özgür ve haklar bakımından birbirine eşit şekilde
doğarlar.
Bu haklar özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve zulme karşı
direnme hakkıdır.
Her türlü egemenlik, esas olarak, ulusundur
Kanun genel iradenin açıklanmasıdır.
Kanun önünde her yurttaş eşittir.
Kanunsuz suç olamaz.
Her yurttaş serbestçe düşünebilir, konuşabilir, yayın
yapabilir.
Bu evrensel nitelikteki ilke ve değerler ışığında tüm
dünyada, demokratik rejimlerin kurulmasına yönelik bütün yaklaşımlar için,
referans alınan bir başlangıç noktası oldu.
İlk Fransız Anayasası
(1791)
Kurucu Meclis’in hazırladığı Anayasa, 14 Eylül 1791’de kral
tarafından onaylandı. Anayasa, yasama yetkisini Ulusal Meclis’e veriyordu.
Yürütmenin başı olan krala ise, sadece veto hakkı tanımaktaydı. Ancak bir kanun
vetoya rağmen, meclis tarafından tekrar kabul edilirse, yürürlüğe girecekti.
Fransa’da artık yeni bir dönem, meşruti monarşi rejimi,
yürürlüğe girmişti.
Avrupa Devletleri ve
Yeni Fransa’ya Karşı Tepkiler
Fransız Anayasası Avrupalı devletlerce tehlikeli bir gelişme
olarak görüldü.
Özellikle Avusturya ve Prusya gibi, mutlak monarşinin hâkim
rejim kabul edildiği devletlerde gelişmeler rahatsızlık doğurmuştu.
Kral, Belçika sınırına yakın Mondmédy’de bulunan kral
taraftarı kuzey ordusuna ulaşmak amacıyla, Paris’ten kaçtı. Ancak 22 Haziran 1791’de
yakalanarak, Paris’e geri getirildi. Yasama
Meclisi, kralı görevden aldı.
Gelişen olaylar nedeniyle Avusturya ve Prusya İmparatorları
bir araya gelerek,
27 Ağustos 1791’de, Pillnitz
Bildirisi’ni yayınladılar.
Kral XVI. Louis’e yeni bir hükümet kurma imkânı sağlamak
amacıyla kralın kardeşi Comte d’ Artois’in
kumandanlığında bir Göçmenler Ordusu kurulmasını da karara bağladılar.
Yasama Meclisi, Avusturya’nın bu orduyu dağıtmasına dair bir
ültimatom verdi.
Fransa 20 Nisan 1792’de Avusturya ve Bohemya’ya savaş ilan
etti. Yasama Meclisi de, 21 Eylül 1792’de, Cumhuriyeti ilan etti.
Konvansiyon Meclisi
İlk Cumhuriyet Meclisi, halk tarafından seçilmiş 749 üyeden
oluşmuştu.
Konvansiyon Meclisi, Kral XVI. Louis’i yargılayarak, ulusuna
ve devletine karşı ihanet suçuyla idama mahkûm etti. Kral 21 Ocak 1793’te
giyotinle idam edildi. Bu olayla birlikte İngiltere, İspanya, Hollanda,
Toskana, Venedik ve Papalık da Fransa’ya karşı yürütülen savaşa katıldılar (I. Koalisyon).
Fransa’nın bütün Avrupa’yı karşısına aldığı ve 1815 yılına
kadar süren bir mücadeleye girişti.
Fransa’da devrim düşmanı olmakla suçlanan 40.000 kişinin
ölüm cezasıyla cezalandırıldığı, bir terör rejimi kuruldu.
Konvansiyon Meclisi hazırlanan yeni anayasayı 1793’de kabul
etmişti. Bu anayasa, güçler birliği esasına göre hazırlanmıştı. Yürütme ve
yasama güçleri birleştirilmişti.
Konvansiyon Meclisi’nin harekete geçmesi sonucu, 27 Temmuz
1794’de Robespierre ile önde gelen
Jacoben taraftarlarının tutuklanmasıyla, terör rejimi sona erdi. Konvasiyon
Meclisi, birkaç gün içinde de diktatörlük yönetimi kuranları idama yolladı.
Direktuvar Dönemi
Konvansiyon Meclisi 1795 yılında yeni bir anayasayı,
Fransa’nın III. Anayasası’nı hazırladı.
Anayasaya göre, yürütme gücü Direktör denilen ve 5 kişiden
oluşan bir kurula verilmekteydi. Yasama ise İhtiyarlar Meclisi denilen 150 kişilik
bir kurul ile Beşyüzler Meclisi adı verilen bir başka meclise bırakılmaktaydı.
Direktuvar Dönemi, Mısır seferinden dönen Napoléon
Bonoparte’nin gerçekleştirdiği bir hükümet darbesiyle sona erdi.
Napolyon Dönemi
1799-1815
Direktuvar yönetimini devirdikten sonra, üç konsülden oluşan
(Sieyés, Ducas, Napolyon), geçici bir hükümet kuruldu. Konsüllük Dönemi denilen,
bu dönemle birlikte III. Fransız Anayasası da ortadan kalkmış oluyordu. I.
Konsül, iktidarın gerçek sahibiydi, diğer iki konsül ise danışman niteliğindeydi.
Napolyon, I. Konsül seçilmeyi başardı.
Napolyon’un I. Konsüllük döneminde, Fransa’da pek çok reform
gerçekleştirildi.
Fransa’nın bugünkü vilayet (départemen) sistemi,
merkeziyetçi bir yaklaşımla yeniden düzenlenerek, Napolyon döneminde kuruldu.
Yargıçların halk tarafından seçilmesi yerine hükümetçe tayin edilmesi, Fransız
Merkez Bankası’nın kurulması, Codé Napoléon denilen ilk Fransız Medeni
Kanunu’nun yayınlanması, din adamlarının hiyerarşisini düzenlemek ve onları
devletin maaşlı görevlileri haline getirmek gibi reformlar, toplum hayatında
devletin kontrolünü artırdı. Böylece Fransa’yı birleşik ve bütünleşmiş bir yapıya
dönüştürecek temel adımlar atılmış oldu.
Napolyon, 2 Aralık 1804’te kendisini imparator ilan etti.
Avrupa devletlerine karşı yürüttüğü savaşı kaybettikten sonra imparatorluktan
feragat edip Elbe Adası’nda zorunlu ikamete gönderildi.
Fransız Devrimi’nin
Avrupa’daki Yansımaları
Fransız Devrimi’nden sonra ulus devlet fikri salgın bir
hastalık gibi Avrupa’ya yayılmaya başladı.
1830 DEVRİMLERİ
Avrupa devletleri, Napolyon’un yol açtığı tahribat sonrası
Avrupa haritasını şekillendirmek üzere Viyana Kongresi’ni topladılar
(1815).
Viyana Kongresi, Fransa’yı 1792 sınırlarına çekilmek zorunda
bırakırken, Polonya’yı Rusya, Prusya ve Avusturya arasında paylaştırıyordu.
Belçika ve Hollanda’nın birleştirilmesiyle
Niederland adıyla yeni bir devlet kuruldu. 22 kantondan oluşan sürekli tarafsız
bir devlet olarak İsviçre kuruldu. Bunların dışında, tahtlarını kaybeden hükümdarlar tahtlarına
iade edildi.
Avrupa devletleri iki ayrı bağlaşma kurmuşlardır. Avrupa
tarihinde 1815-1830 yılları arasındaki bu döneme, Restorasyon Dönemi
denilmektedir.
Kutsal İttifak (26 Eylül
1815)
Sürgünde bulunan Napolyon’un Fransa’ya tekrar dönmesi
monarşileri alarma geçirdi. Rusya, Avusturya, Prusya arasında bir bağlaşma
ortaya çıktı. Kutsal İttifak adı verilen bu antlaşmanın asıl hedefi Fransız
Devrimi ve onun getirdiği düşüncelere karşı olarak, mutlakiyetçi anlayışı
güçlendirmekti.
Dörtlü İttifak (20 Kasım
1815)
Bu ittifakın kurucusu Prens
Meternich’tir. Bu yüzden Meternich Sistemi de denmektedir. Prens Meternich’in
girişimiyle İngiltere, Rusya, Avusturya ve Prusya’dan oluşan dört devlet,
liberal düşüncelerin yayılmasını silah gücüyle durdurmayı kararlaştırmışlardı.
Yunan İsyanı, bu ittifakın kendi içinde bile tutarlı
kalamadığı ortaya koydu; Ulusçu bir isyanı engellemesi gereken Kutsal İttifak,
bilakis Yunanlılara yardım ederek kendi andını çiğnemiştir.
1830 Temmuz’unda Fransa’da gelişen yeni bir devrim hareketi
dalga dalga diğer Avrupa devletlerine de sıçrayarak, Restorasyon Dönemi’nin
kapanmasını sağlamıştır.
Fransa’da Devrim (1830)
ve Sonuçları
1814’de tahta çıkan XVIII. Louis ile birlikte Fransa’da,
anayasa da yürürlüğe girmiş ve meşruti monarji rejimi kurulmuştu. Ancak kral
parlamentoya tamamen hâkim durumdadır. Kısa sürede ülkenin yönetimi, asillerin
ve kral taraftarlarının eline geçmişti.
Kral X. Charles, mutlaki yönetimden yanaydı. Özgürlükleri
her gün daha da sınırlamaya yöneldi. 25 Temmuz 1830’da yayınladığı emirlerde,
basına yeni sınırlamalar getirirken, seçmen sayısını 100.000’den 25.000’e
indirmekteydi. Kral tarafından meclis dağıtılmakta ve yeni seçimlere
gidilmekteydi. Kral, parlamentoda bulunan sınırlı, liberal muhalefeti de
tamamen ortadan kaldırmaya yönelmişti. 27 Temmuz 1830’da Paris sokaklarında
ayaklanma başladı. Liberallerin cumhuriyet yanlılarınca başlatılan bu harekete,
öğrenciler, gazeteciler, işçiler ve nihayet halk katıldı. 3 gün süren çarpışmalar
sonucunda liberal milletvekillerinin kurduğu Yürütme Konseyi tarafından, X.
Charles’in tahttan indirildiği ve yerine I. Louis Philippe’nin kral olduğu ilan
edildi. Anayasa demokratik ilkelere göre değiştirilirken, kralın Fransa Kralı yerine
Fransızların Kralı olduğu belirtilmekteydi. Böylece liberaller Fransa’da
yönetime hâkim oldular.
Fransa’da ortaya çıkan ilk kıvılcım ilk olarak Belçika’ya sıçradı.
4 Ekim 1830’da bağımsızlığını ilan eden Belçika, Hollanda’dan ayrılarak tarafsız
ve bağımsız bir devlet olarak uluslararası alandaki yerini aldı.
Polonya ve İtalya’daki bağımsızlık hareketleri başarılı
olamadı.
Alman devletlerinin bazıları da liberal politikalara kapı
araladılar.
1848 DEVRİMLERİ
1815-1830 yılları arasında yaşanan gelişmeler, bütün Avrupa’yı temelden etkileyecek yeni bir devrim dalgasına
neden oldu. 1848 Devrimleri,
liberalizmin yanında ulusçuluk ve sosyalist akımlarının da doğuşunu sağladı.
Gelişen sosyalist düşüncelerin etkisi altında, burjuvazi de
daha liberal reformlar istemeğe başladı.
İlk devrim niteliğinde hareket, Viyana Kongresi’nin oluşturduğu
22 kantonlu İsviçre’den geldi. Liberal kantonlar, karşılarında
bulunan Katolik 7 kantondan oluşan birliğe karşı zafer kazandılar. 1848’de günümüzde de geçerli olan anayasa hazırlandı.
Fransa’da Kral Louis Pilippe, iktidarını burjuvaziyle işbirliğine
dayandırmıştı.
Kral, kendisine yönelik muhalefete karşı tutumunu sertleştirerek
liberal görüşlerinden vazgeçmeğe başladı. İşçi sınıfının taleplerini dikkate
almak yerine, giderek şahsi iktidarını güçlendirmeye yöneldi. Bu durum 22 Şubat
1848’de bir devriminin doğuşuna neden oldu. 24 Şubat 1848’de kral istifa etmek
zorunda kaldı.
Yeni kurulan meclis, Fransa’da II. Cumhuriyeti ilan etti.
Aralık 1848’de, yapılan seçimi kazanan, Louis Napolyon cumhurbaşkanı seçildi.
1848 Devrimi ve Avrupa
Avusturya - Macaristan İmparatorluğu’nda, Meternich ve onun
sistemine karşı, halk isyanı patlak verdi. Ayaklanma yeni bir meclisin kurulmasıyla
sonuçlandı.
Sicilya’ da bir anayasa kabul edilerek, iki meclisli bir
parlamento kuruldu.
Piyemonte Kralı Charles-Albert, Mart 1848’de İtalya kralı
ilan edildi. Ancak Avusturya’nın İtalya ordusunu iki kez yenilgiye uğratmasıyla
hareket başarıya ulaşamadı.
Alman birliğini sağlamak amacıyla, kurulan meclis yeni bir anayasa
için çalışmalara başladı. Fakat Avusturya’nın baskısı, burada da kendisini
gösterdiği için ilerleme kaydedilemedi.
21.Yüzyıl
I. DÜNYA SAVAŞI VE SONUÇLARI
(1914-1918)
1815 yılında Viyana Kongresi ile Avrupa’ya, geniş anlamı ile
dünyaya, yeni bir statü getirilmiş ve buna göre de güçler dengesi kurulmuştu.
1848 devriminden sonra yaşanan gelişmeler güçler dengesini değiştirmişti.
1870 yılında Sedan Savaşı’nda Prusya, Fransa’yı mağlup etti.
Bu savaş Alman birliğinin kurulmasıyla sonuçlandı. Avrupa artık eskisi gibi
olamayacaktır.
Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya arasında çıkan 1877-1878
Savaşı sonucunda yapılan Ayastefanos ve Berlin Antlaşmaları Balkanlarda üç yeni
bağımsız devlet daha ortaya çıktı: Sırbistan, Karadağ ve Romanya. 1908’de
Bulgaristan, Balkan Savaşları sırasında da Arnavutluk bağımsızlığını ilan etti.
Üçlü Bağlaşma/İttifak’ın
Oluşması
(Almanya,
Avusturya-Macaristan, İtalya 1872-1882)
Almanya, Sedan savaşında ele geçirdiği Alsas-Loren’i
Fransızlardan korumak için ittifak arayışlarına girdi. Bu doğrultuda ilk anlaşma
Rusya ve Avusturya-Macaristan imparatorlukları ile yapıldı (Üç İmparator Birliği).
Bu ittifak iki defa Ruslar tarafından bozuldu. Tunus’u almak isteyen İtalya,
Franssa’nın 1881’de Tunus’u işgal etmesi üzerine üçlü ittifaka katıldı. Bu
ittifak 5 yıl süreyle yapıldı ve süresi doldukça yenilendi.
Üçlü Anlaşma/İtilaf/Entente’nin
Oluşması
(Fransa, İngiltere,
Rusya 1891-1907)
Görüş ayrılıkları olmasına rağmen Fransa’nın öncülüğünde ilk
antlaşma Fransa ve Rusya arasında gerçekleşti (1891-1894). Bunun ardından Fransa-İngiltere
Dostluk Anlaşması(1904) ve nihayet Rusya-İngiltere Anlaşması ile Üçlü Anlaşma/İtilaf
tamamlanmış oldu.
Savaşın Başlaması
Avrupa’daki gerilim Avusturya veliahdı Ferdinand’ın
Saraybosna’da öldürülmesiyle zirvesine ulaştı ve savaş kaçınılmaz oldu (28
Haziran 1914).
Avusturya, 23 Temmuz 1914’te Sırbistan’a
48 saatlik bir ültimatom vererek çok ağır isteklerde bulundu. Bazı isteklerinin
reddedilmesi üzerine 28 Temmuz 1914’te Sırbistan’a savaş ilan etti ve Belgrat’ı
bombalamaya başladı. Almanya,
Avusturya’nın yanında yer aldı. Arkasından Almanya 3 Ağustos
1914’te Fransa’ya, 4 Ağustos 1914’te Belçika’ya saldırdı. Gelişen olaylar
üzerine İngiltere, müttefiki Fransa’nın yanında yer alarak 4 Ağustosta
Almanya’ya savaş ilan etti. Avusturya ise 6 Ağustosta Rusya’ya savaş ilan etti.
İtalya, önce tarafsız kalacağını açıkladı. Daha sonra blok
değiştirerek 20 Mayıs 1915’de Üçlü Anlaşma Devletleri tarafına geçti.
Bağlaşık Devletler, önce Osmanlı Devleti’ni ardından da
Bulgaristan’ı yanlarına çekmeyi başardı. Anlaşma Devletlerinin sayısı ise 12’ye
ulaşmıştı.
Osmanlı Devleti’nin Savaşa
Girişi
İttihatçıların çalışmaları sonucu Osmanlı Devleti, Almanya
ile ittifak kurdu (2 Ağustos 1914). Savaşların
başladığı dönemde devlet, tarafsızlığını ilan etti ve Meclis-i Mebusan dağıtıldı.
Osmanlı’yı savaş sokmak üzere donanmaya dâhil edilen iki Alman gemisi
Sivastopol yakınlarındaki Rus limanlarını bombaladı.
Osmanlı Devleti savaş boyunca 2 cephede taarruz hareketi
gerçekleştirirken (Doğu Cephesi: Kafkasya ve Süveyş Cephesi: Kanal Harekâtı) 9
ayrı cephede savunma pozisyonunda kalmıştır. Çanakkale Cephesi hariç, diğer
cephelerin tümünde bozguna uğramıştır. 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkes Antlaşmasını
imzalayarak savaştan çekilmiştir.
Avrupa Cepheleri
Her gün 10 km ilerlemeyi öngören Alman planlarına göre her şey
hazırdı.
Avrupa cephesinde üç sene boyunca 10 km’den fazla
ilerlenemedi.
Savaşın uzun sürmesi, onun geniş bir coğrafyaya yayılmasına
neden oldu.
28 Temmuz 1914’te başlayan Dünya Savaşı 11 Kasım 1918’e
kadar 4 yıl 3 ay
14 gün sürdü. Bu hâliyle dönemi itibarıyla tarihin
kesintisiz en uzun savaşıydı.
66.058.810 kişilik ordular karşı karşıya geldi (22.850.000
Bağlaşma (İttifak), 43.188.810 Anlaşma (İtilaf)].
Savaştaki insan kayıpları, 17 milyona yakını Bağlaşma, 22
milyonu Anlaşma devletlerine ait olmak üzere 39 milyonu aştı.
Başta uçak olmak üzere en etkili zırhlı araç tank, denizaltı
ve zehirli gazlar ilk defa bu savaşta kullanıldı.
Dünya Savaşı’nda İmzalanan
Gizli Anlaşmalar
İstanbul Anlaşması 18 Mart -10 Nisan 1915
Taraflar: İngiltere, Fransa, Rusya
Paylaşılması Tasarlanan Alan: İstanbul ve Çanakkale Boğazları
ve çevresi savaştan sonra Rusya’ya verilecek.
Londra Anlaşması 26 Nisan 1915
Taraflar: İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya
Amaç: İtalya’yı kendi yanlarına çekebilmek
Anlaşmaya göre, İtalyan işgalinde olan Rodos ve 12 Ada ile
Bingazi ve Derne (Trablusgarb)’deki Osmanlı hakları İtalya’ya geçiyor, ayrıca
Anadolu Asya’sı paylaşıldığında Antalya ve çevresi İtalyanlara vadediliyordu.
Sykes-Picot Anlaşması (26 Nisan 1916)
Taraflar: İngiltere, Fransa, Rusya
Amaç: Orta Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun paylaşımı
Buna göre paylaşım şu şekilde idi:
Fransa; Adana, Beyrut, Aladağ, Kayseri, Akdağ, Yıldızdağ,
Zara, Eğin arasında kalan toprakların tamamı ile, Şam, Sivas, Halep, Harput ve
Diyarbakır illerinin bir kısmını alacaktı. İngiltere’ye ise Bağdat ve Basra
illerini içeren Güney Irak verilecekti. Rusya; Anlaşma Rusya’nın onayıyla
yürürlüğe girecekti.
St. Jean de Maurienne Anlaşması ( 19-21 Nisan 1917)
Taraflar: İngiltere, Fransa, Rusya ile İtalya
Amaç: İtalya’nın Anadolu Asyası üzerindeki haklarının
belirlenmesini sağlamaya çalışması. Anlaşmaya göre Antalya, Konya, Aydın, İzmir
ve kuzeyi İtalya’ya bırakılıyordu.
Petrograt Görüşmesi (Mart 1916)
Taraflar: İngiltere, Fransa, Rusya
Amaç: Rusya’nın payının arttırılması
Ortadoğu ve Anadolu’nun bir kısmının paylaşıldığı Sykes
Picot Antlaşması Ruslara gösterildi. Rusya bu istekleri ancak Erzurum, Trabzon,
Bitlis illeri ile Muş, Siirt ve Türk-İran sınırını içeren kuşağın da kendisine
verilmesi karşılığında kabul etti.
Mc Mahon 1917
Taraflar: İngiltere (İngiltere’nin Mısır Valisi Mc Mahon)
(Hicaz Emiri Hüseyin bin Ali (Şerif Hüseyin) )
Amaç: Arapları Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırtmak, İngiltere
tarafından Araplara, Osmanlı Devleti’ne karşı savaşmaları halinde bağımsız bir
Arap Devleti (Krallığı) kurulacağı vaat edilmiştir. Ancak bu vaat gerçekleşmemiş,
Şerif Hüseyin saf dışı edilmiştir.
Balfour Deklarasyonu 1917
Taraflar: İngiltere-Siyonist Hareketin Lideri Rothschilde
Amaç: Gelecekte Filistin’de bir Yahudi Devletinin kurulması
İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Arthur James Balfour 2 Kasım
1917 tarihinde uluslararası Siyonist Hareketin liderlerinden Lord Rothschilde’
a bir mektup göndererek, savaştan sonra Filistin topraklarında Musevi Devleti
kurulması konusunda destek vereceğini bildirdi. Bu deklarasyon Orta Doğu’da İsrail
Devleti’nin kurulma sürecinde önemli aşamadır.
Türk Kurtuluş Savaşı
Mondros Ateşkesi’ni imzalanmasından hemen sonra, Anadolu İtilaf
Devletleri tarafından işgale başlandı.
Halk, bulunduğu bölgenin işgal edilmesini engelleyebilmek
için dernekler kurarak haklarını savunmaya çalıştı.
Türk Devrimi’nin önderi ve kuramcısı Mustafa Kemal’dir.
Halkını çok iyi tanıyan Mustafa Kemal, Kongreler yoluyla
örgütlenen halkı Sivas
Kongresi (4 -11 Eylül 1919)’nde bir araya getirip, İstanbul’un
işgali sonrasında
Ankara’da açılan yeni Meclis (23 Nisan 1920)’te tek çatı altında
birleştirdi.
Lozan Barış Antlaşması
Kurtuluş Savaşı’nda, Batı Cephesi’nde yapılan başarılı savaşlarla
zafere ulaşıldı. İtilaf Devletleri ateşkes istedi. Mudanya’da yapılan görüşmeler
sonucunda varılan anlaşma ile savaşın askerî yönü kapandı (Mudanya Ateşkes Antlaşması
11 Ekim 1922).
Lozan görüşmeleri tam anlamıyla diplomatik bir taktik savaşıydı.
Görüşmeler 24 Temmuz 1923’te yapılan anlaşmayla sona erdi.
I. DÜNYA SAVAŞI SONRASI
GELİŞMELER
I. Dünya Savaşı’ndan galibiyetle çıkanlar, sürekli bir barış
sağlayacak konferansın Paris’te toplanmasını kararlaştırmışlardı. Bu konferansa 32 devletin temsilcileri katılmıştı.
ABD, İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya; bu beş devlet
konferansta yetkiyi ellerine almıştı. Bu devletlerin başbakan ve dışişleri
bakanlarından oluşan Onlar Konseyi, en yetkili kurul kabul edilmişti.
Sorunlarun ağırlık merkezi Avrupa olduğu için Japonya, kimi konularda dışarıda
tutuldu. Belli noktalarda yaşanan anlaşmazlıklar yüzünden İtalya’nın konferansı
terk etmesi üzerine güç, üç ülkenin elinde kaldı. ABD, İngiltere ve Fransa.
Paris Barış Konferansı,
18 Ocak 1919’da açıldı. Konferansa, yenilen ülke temsilcileri çağrılmadı.
Konferans sonunda Almanya temsilcisi çağrılarak antlaşmayı imzalaması
emredildi. Paris’in banliyösü Versay’da imzalanan anlaşmaya göre Almanya bir
daha kendine gelemeyecek şekilde cezalandırılıyordu.
1919 Barış Konferansı’nın sonuçları:
Avrupa’da yedi yeni devlet yaratıldı: Çekoslovakya,
Yugoslavya, Finlandiya,
Polonya, Estonya, Litvanya, Letonya.
Wilson’un halkların kendi kaderini tayin hakkı
(self-determination) ilkesi benimsendi.
Almanya’nın ağır biçimde cezalandırılması Hitler’in iktidara
gelmesinin alt yapısını oluşturdu.
ABD Başkanı Wilson ve 14
İlkesi
Thomas Woodrow Wilson, Dünya Savaşı’na kadar Monroe Doktrini
ve Açık Kapı İlkesi adı verilen iki ana ilkeyi dış politika esası olarak
belirledi. Birincisi ile Avrupa devletlerini kıtadan uzak tutmaya çalışırken, diğeriyle
de Amerika’nın dışa açılımını sağlamak istedi. Buna karşın Almanya’nın
Asya-Pasifik bölgesindeki varlığı ABD’yi rahatsız ettiği için savaşa girildi.
Barış görüşmelerinin yapıldığı dönemde ABD ulusal
çıkarlarının belirlenmesi için bir komisyon oluşturuldu. Çalışmalardan sonra
ABD başkanı, 8 Ocak 1918’de kendi adıyla anılan ilkelerini ilan etti. Wilson
ilkelerinin 14. maddesi uluslararası bir milletler cemiyetini öngörüyordu. Bu
itibarla 8 Ocak 1920’de İsviçre’nin Cenevre kentinde Milletler Cemiyeti
kuruldu. Ancak istenilen amaca ulaşamadı. Zira o dönemde İngilizler, Türklerin
yaşadığı coğrafyaları almak istiyordu (örn. Musul) ve Milletler Cemiyeti’nin
prensipleri buna engel teşkil ediyordu.
Geçici Barış Dönemi
(1919-1929)
Paris Barış Konferansı’ndan sonra Fransa Almanya’yı kıskaca
alacak şekilde ittifak anlaşmalarına girişti.
Locarno Antlaşmaları (16 Ekim 1925): Almanya Başbakanı Streseman’ın 1925 Şubatında
Fransa, İngiltere, İtalya ve Almanya arasında bir saldırmazlık paktı imzalanması
teklifiyle başlayan görüşmeler, 16 Ekim 1925’te İsviçre’de Locarno Antlaşmalarının
imzalanmasıyla sonuçlandı.
Antlaşma, Almanya-Fransa, Almanya-Belçika sınırlarını kesinleştiriyordu.
Bu anlaşma, Almanya’yı tekrar uluslararası iş birliğine
sokması bakımından iki savaş arası dönemin önemli bir dönüm noktasıdır.
27 Ağustos 1928’de ilk önce 9 devlet (ABD, İngiltere,
Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, Polonya, Belçika ve Çekoslovakya) arasında
imzalanan Briand-Kellog Paktı veya Paris Paktı’na göre; bu ülkeler anlaşmazlıklarını
savaş yoluyla çözmeyeceklerini ve her zaman barışçı girişimleri ön planda
tutacaklarını taahhüt etmekteydi.
İzleyen süreçte yaşanan ekonomik ve siyasal krizler totaliter
rejimlerin gelişmesi için elverişli ortamı oluşturdu.
Rusya’da Bolşevik
Devrimi/Çarlıktan Sovyet Rusya’ya
13 Şubat 1917’de Rusya’nın başkenti Petrograd’da Barış ve Ekmek diye başlayan ayaklanma, kısa zamanda ülke
geneline yayıldı. 300 yıllık Rus Çarlığı, başkentinde yoğunlaşan kitle
eylemleriyle birkaç gün içerisinde yıkıldı.
Kurulan geçici hükümetin halktan kopuk oluşu Ekim ayında
gerçekleşecek olan asıl devrime zemin hazırladı. Ekim 1917’de sosyalist devrim
gerçekleşti ve Bolşevikler iktidar oldu. Toprak mülkiyeti kaldırıldı. Özel
çiftlikler devletleştirildi. İşçiler 8 saatlik iş gününe kavuştular. Lenin’in ölümünden sonra Stalin iktidara geldi (1924).
Stalin’in iktidarıyla birlikte totalitarist iktidarın en kanlı örnekleri
yaşandı. Baskının had safhada olduğu Stalin döneminde üç alanda çok ciddi
kalkınma hamleleri gerçekleştirilir; çiftliklerin kolektifleştirilmesi, hızlı
sanayileşme ve eğitimde devrim. Tüm dünya 1929 krizinin etkileriyle boğuşurken
Stalin Rusya’sı dünyanın en güçlü 2. sanayi ülkesine dönüştü.
İtalya’da Faşizm
1928-1939
Faşizm, bir kuramdan ziyade eylem biçimidir. Ortaya çıkışı
da bu şekilde olmuştur. Mussolini İtalya’da iktidar olduktan sonra faşizme
felsefi bir kılıf bulmak üzere Giovanni
Gentile’yi görevlendirdi. Hegel’in devlet kuramından hareketle devleti
kutsallaştıran bir ideoloji ortaya atıldı. Çıkartılan yasalarla demokratlar
haklar ortadan kaldırılıp diktatörlük inşa edildi. Sanayileşme atılımı
yapamayan İtalya, dış Pazar ihtiyacını Yugoslavya’nın Fiume bölgesini, ardından
Arnavutluk, Libya ve Habeşistan’ı işgal ederek gidermeye çalıştı. Böylece
Avrupa’da yeni bir savaş gerilimi tırmanmaya başladı.
Almanya’da Nasyonal
Sosyalizm (Nazizm)
1886’da doğan Hitler, Münih’te İşçi Partisi adlı küçük bir
milliyetçi gruba girdi ve bu partinin adını 1920’de Nasyonal Sosyalist Parti
olarak değiştirerek başına geçti. Bu parti yeni adıyla 1920-1924 arasında
toplumda giderek sivrildi. Hatta Hitler’in 1923’te Mussoli’nin Roma Yürüyüşü
benzeri, Berlin Yürüyüşü’nü düzenlemesi onun tutuklanmasıyla sonuçlandı. 5 yıl
ceza aldı ve Mein Kämpf (Kavgam) adlı
kitabını hapiste yazdı.
1929 ekonomik bunalımı yaşanırken partide militarist bir
örgütlenmeye giderek Hücum Kıtaları (SA) ve Muhafız Kıtaları (SS) oluşturdu.
1930 seçimlerinde oy oranını %18,3 (6.409.000 oy)’e
yükselterek 107 milletvekiliyle parlamentoda ikinci büyük parti haline geldi. 1932
seçimlerinde
Almanya’nın en büyük partisi oldu.
1934’de Almanya’nın Führer’i hâline geldi. Daha sonra bütün
partileri yasaklayarak diktatörlüğünü kurdu.
Japonya
Japonya I. Dünya Savaşı’ndan sonra, Uzak Doğu’nun en güçlü
devleti haline geldi.
1930’lardan itibaren bölgede yayılmaya başladı. İlk olarak
Mançurya’yı işgal etti. Hemen ardından Çin ile savaşa girişti ve ülkenin iç
bölgelerine doğru ilerledi. Asya-Pasifik bölgesindeki güç dengesi Japonya
lehine dönmeye başladı ve gerilim böylece zirveye ulaştı.
1929 Dünya Ekonomik
Bunalımı
Büyük Buhran, Wall Street Borsası’nın çöküşü ile başladı ve
bütün dünyaya yayıldı. Çöküşün nedeni artan üretime rağmen tüketimin yeterli
olmamasıydı. Buna karşın 1925’ten itibaren borsa üzerinden çok büyük kazançlar
elde ediliyordu. Borsa bir anlamda ülkenin ekonomik gerçeklerinden
uzaklaşmıştı.
Ekonomik bunalımın yarattığı işsizlik, açlık, yoksulluk geniş
halk kitlelerinin otoriter yönetimlere eğilimlerini artırdı.
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI
Savaşın Nedenleri
I. Dünya Savaşı’ndan sonra imzalanan antlaşmaların ağır
hükümleri,
İtalya’da faşizmin, Almanya’da Nazizm’in ortaya çıkışı,
1929 Dünya Ekonomik Bunalımı ve korumacı ekonominin getirdiği
yüksek gümrük duvarlarının devletlerarası rekabete ve sürtüşmelere yol açması,
Savaşın Başlaması
23 Ağustos 1939’da Hitler ve Stalin arasında yapılan Almanya
ile Sovyetler Birliği saldırmazlık anlaşmasından bir hafta sonra, Almanya’nın 1
Eylül 1939’da Polonya’yı işgaliyle savaş başladı. Hitler’in Fransa ve İngiltere’nin
birlikte verdikleri ültimatomu reddetmesiyle, bu iki devlet Almanya’ya savaş
ilan etti (3 Eylül 1939). Polonya’nın durumu SSCB’yi harekete geçirdi. Sovyet
orduları 17 Eylülde Polonya sınırını aşarak Alman-Sovyet Antlaşması’nda (23 Ağustos
1939) kendilerine ayrılan yerleri işgale başladı. Doğu sınırını güvenlik altına
alan Almanya batıya yöneldi. Danimarka, Norveç, Hollanda, Belçika ve
Lüksemburg’u işgal etti. Alman orduları kısa süre içerisinde Paris’e girdi. Yapılan
ateşkesle Fransa’nın kuzeyi Almanya’nın denetimi altına alındı.1941 yılına
gelindiğinde Almanya, Avrupa’nın büyük kısmına Balkanlar’a, Doğu Akdeniz’e ve
Ege Denizi’ne egemen olmuştu.
Japonya yayılmacı politikalarına hız verdi. Bu noktada ABD
ve Sovyet Rusya ile çıkarları çatışmaktaydı. Sovyet Rusya ile olan anlaşmazlığını,
13 Nisan 1941’de Moskova’da bir Tarafsızlık ve Saldırmazlık Anlaşması ile
giderdi.
Uzak Doğu savaşı Japonya’nın ABD’nin Hawaii’de Pearl
Harbour’da bulunan deniz üslerini bombalamasıyla başladı ve hızla genişledi.
Savaşın Sonucu
Müttefiklerin Normandiya Çıkarması ile Alman düşüşü başladı.
Uzak Doğu’da ise Japonya, ABD’nin 6 Ağustos 1945’te Hiroşima’ya, 9 Ağustos
1945’te Nagasaki’ye atom bombası atmasıyla kayıtsız şartsız teslim oldu. 1945 yılında
mihverin tamamı (Almanya-Japonya-İtalya) öne sürülen şartları kabul ederek savaştan
çekildi.
Atlantik Demeci/
Bildirisi (14 Ağustos 1941)
14 Ağustos 1941’de ABD Başkanı Roosevelt ve İngiltere Başbakanı
Churchill tarafından Atlantik’te bir savaş gemisinde imzalandı. 1 Ocak 1942’de Washington’da
26 devlet tarafından imzalandı.
Özetle Nazi istibdadının yıkılmasından sonra, bütün ulusların
güvence içinde yaşadıkları bir barışın sağlanmasını amaçlıyordu.
Kazablanka (Casablanca)
Konferansı (14-24 Ocak 1943)
Roosevelt ve Churchill arasında yapıldı. Rusya üzerindeki baskıyı hafifletmek için Sicilya’ya çıkarma
yapmak ve Balkanlar’da yeni bir cephe açmak için Türkiye’yi savaşa katılmaya
ikna etmeyi amaçlıyordu.
Washington Konferansı
(12-16 Mayıs 1943)
Roosevelt ve Churchill’in katıldığı bir konferanstır.
Konferansta şu kararlar alınmıştır: İtalya’nın işgal edilmesi; Türk havaalanlarından
yararlanılması (savaşa katılması); ikinci cephenin Fransa’da açılması; savaş
sonrası barışı koruma sorumluluğunun ABD, İngiltere, Sovyet Rusya ve Çin’e
verilmesi.
Quebec Konferansı (11-12
Ağustos 1943)
Churchill ve Roosevelt, Almanya’nın silahsızlandırılmasını
ve kontrol altına alınmasını; Türkiye’nin savaşa sokulmasını; ikinci cephenin
Balkanlar’da açılmasını görüştüler.
Moskova Konferansı (19
Ekim-1 Kasım 1943)
ABD, İngiltere, Sovyet Rusya ve Çin dışişleri bakanları 19
Ekim 1943’te Moskova’da bir araya geldi. Savaş sonrası senaryolar ve Türkiye’nin
savaşa sokulması görüşüldü.
Kahire Konferansı (22-26
Kasım 1943)
Tahran Konferansı’nın hazırlığı niteliğindeydi. Roosevelt ve
Churchill Uzak Doğu sorunlarının görüşüleceği bu toplantıya Çin Devlet Başkanı
Çan Kay Şek’i de çağırdılar.
Tahran Konferansı (28
Kasım-1 Aralık 1943)
Churchill, Roosevelt ve Stalin’in bir araya gelmesiyle oluşturulan
toplantıda savaş ve savaş sonrası düzen ele alındı. Türkiye’nin savaşa sokulması;
ikinci cephenin açılması; savaştan sonra barışın korunması için uluslararası bir
örgütün kurulması kararlaştırıldı.
Dumbarton Oaks Konferansı
(21 Ağustos-7 Ekim 1944)
Görüşmelerde Milletler Cemiyeti’in barışı koruyamaması da
göz önünde bulundurularak, kurulması tasarlanan yeni örgütün yapısı, görevleri,
işleyişi hakkında uzun tartışmalar yapıldı.
Yalta Konferansı (4-11 Şubat
1945)
ABD, İngiltere ve Rusya bir araya geldiği bu toplantıda savaş
sonrası dünyanın alacağı biçim üzerinde durdular.
Konferansta Türkiye ile ilgili olarak Montreux (Montrö) Boğazlar
Sözleşmesi’nde yer alan boğazların statüsünün Rusya lehine değiştirilmesine ve
durumun
Türkiye’ye bildirilmesine de karar verildi.
Potsdam Konferansı (17
Temmuz-12 Ağustos 1945)
Toplantıda, Almanya dört bölgeye ayrıldı. Bu bölgeler ABD, İngiltere,
Fransa ve Rusya tarafından yönetilecekti. Almanya’nın sanayisinin azaltılmasına
ve ordusunun lağvedilmesine karar verildi.
II. DÜNYA SAVAŞI SONRASI
Savaştan sonra Avrupa’nın gücünü yitirmesiyle dünya
politikasına iki yeni kuvvet, ABD ve Sovyet Rusya yön verir olmuştu.
Sovyet Rusya’nın komünist düzen ve ideolojiyi yayma girişimlerine
ABD de Truman Doktrini ve ardından Marshall Planı ile engel olmaya çalıştı. Bu
da iki kutuplu dünyada soğuk savaşın başlangıcı oldu.
Bu dönemin en önemli gelişmelerinden biri sömürgeciliğin
tasfiyesidir.
Bir başka önemli gelişmesi ise ABD öncülüğünde NATO’nun
kurulmasıdır (Kuzey Atlantik Paktı, 1949). Buna Sovyet Rusya’dan cevap
gecikmedi; ekonomik işbirliği ve koordinasyonu sağlayacak COMEKON ve Varşova
Paktı (1955) kuruldu.
Birleşmiş Milletler 1947’de İngiltere’nin önerisiyle
Filistin’i iki devlete ayırmayı önerdi. 14 Mayıs 1948’de İsrail devleti kuruldu
ve dünyanın enerji kaynaklarının büyük bölümünü barındıran bölgede sular bir
daha durulmayacak şekilde bulandırılmış oldu.
Soğuk Savaş Dönemi (1945-1960) ABD ile SSCB’nin barış
ortamını gerdiği ancak çatışmaya girmedikleri bir dönemdir. Bu yıllar
içerisinde özellikle Afrika’daki sömürge ülkeler bağımsızlıklarını kazanarak
dünya sistemine entegre olmaya başladılar.
21. YÜZYIL VE KÜRESELLEŞME
Çok uluslu şirketlerin dünyayı bir pazar olarak kullanabilme
imkânına sahip olması, iletişim teknolojilerinin dünyayı avucumuzun içine
taşımış olması ve ABD öncülüğünde tek kutuplu güç odağının varlığı,
küreselleşme kavramının görüntüleri olarak değerlendirilebilir.
Küreselleşmenin temel hedefi ulus-devletlerdir. Bağımsızlık
bir ulusa, çıkarlarını savunmak için gereklidir. Ne var ki günümüzün dünyasında
hiçbir ülke diğerlerinden bağımsız değildir. Dolayısıyla denebilir ki, ulusal
bağımsızlık diye bir kavrama da gerek yoktur. Ancak madalyonun bir de şöyle bir
yüzü var; işsizlik, yoksulluk ve terör gibi olumsuz olgular da günümüzün
dünyasında hızla küreselleşmektedirler. Ülke sınırları odaklı bir çatışmadan
ziyade dünya artık sistem odaklı bir çatışmaya doğru gitmektedir.
---
GENEL UYGARLIK TARİHİ
Editör: Taciser Sivas
Anadolu Üniversitesi, 2013
Hassuna Samara halaf kültürü ve daha birçok şey eksik
YanıtlaSil