FELSEFE
Felsefe Kavramı
…iyi ve doğru bir tanım, tanımlanan şeyin ayırt edici özelliğini
gözler önüne sererek ne olduğunu ortaya koyar.
Felsefe bizatihi düşünme süreci/formu olduğu için felsefenin
kendisi hakkındaki sorunun cevabı, düşünürlerin dünyaya bakışı ve düşünme
biçimlerinin çeşitliliği nispetinde farklılıklar arz eder.
Felsefenin erken devirlerinde Antik Yunanistan’daki
sorusu/gündemi varlık hakkında idi. Aynı dönemde Çin ve çevresinde düşüncenin
odağı pratik sorunlardı.
Felsefe; muhakeme etme, sorgulama, eleştirme sürecidir.
Bilgelik Sevgisi Olarak
Felsefe
Thales, “bir şeylerin neden var olduğunu” merak ediyordu.
Felsefeyi ve bilimi yaratan da onun bu merakıydı.
Merak ve hayret duygusunun peşindeki sorgulamalar felsefenin
erken dönemlerinin içeriğini teşkil eder.
Erken yaşlarında merak ve hayret duyguları insanların
tümünde etkindir. Ancak yaş ilerledikçe alışkanlıklarımızın içinde bu merak ve
hayret duygularımızı yitirmeye başlarız. Sıradan insanlarla felsefeciler
arasındaki temel ayrım budur. Felsefeyle meşgul olan kişi sormaya/sorgulamaya
ve cevap aramaya devam eder.
Felsefe sözcüğü Antik Yunancada philosophia sözcüğüyle karşılanır ve bunun anlamı da bilgi sevgisi
/ hikmet arayışı olarak tanımlanır.
Phileo = Sevmek
Sophia = Bilgelik
Felsefe ve Diğer
Disiplinler
Platon varlığı görünüşler ve idealar dünyası olarak ikiye
ayırır. Nihai gerçeklik İdealar dünyasıdır. Duyularımızla algıladığımız
görünüşler bu ideaların yansımalarıdır. Düşüncenin idealara ulaşabilmesi
felsefeyle mümkündür. Bu nedenle de diğer tüm bilimlere kıyasla felsefe üstün
konumdadır.
Bütün canlılar için hayatta kalmak ve hayatını idame
ettirmek öncelikli konumdadır. İnsanı diğer bütün canlılardan ayıran bir
özelliği bu noktada kendini gösterir: insan aynı zamanda içinde yaşadığı
çevreyi ve dünyayı anlamaya anlamlı kılmaya ve açıklamaya çalışan bir
varlıktır. Felsefe tarihinde bu tanımı layığıyla hak eden tek isim
Sokrates’tir.
İnsanın dünyayı açıklama çabası dört farklı eksende
gerçekleşir; din, bilim, sanat ve felsefe.
Mitolojik dönemde dünyada olup bitenler Olympos dağında
yaşayan tanrıların eylemleriyle açıklanır. Muthos/mitos efsane anlamına gelir
ve Antik Yunan’daki tanrılara ait hikâyeleri içerir.
Logos ise (kelam, Tanrı sözü/buyruğu) günümüzde aklı işaret eden
bir manaya sahiptir.
Doğal olayların doğaüstü nedenlerle değil de rasyonel
nedenlerle açıklamaya kalkışan ilk isim olarak Batı medeniyeti Thales ismini
karşımıza koyduğu için Thales’i ilk
filozof kabul ederiz.
Felsefe, akıl ekseni üzerinde diğer bilim dallarıyla bir
aradadır. Ancak Rönesans’tan sonra yavaş yavaş diğer bilim dallarıyla
felsefenin yolu ayrılmıştır. Bunun nedeni felsefenin keyfi, öznel bir faaliyet
oluşudur. Fizik ve kimya gibi disiplinlerde ise keyfiyete yer yoktur, nesnellik
belirleyicidir. Dolayısıyla formel yapısı felsefeyi diğer bilimlerden
ayırmaktadır.
İkinci Düzey bir
Etkinlik Olarak Felsefe
Bilim, doğayı temel alarak kendine bir araştırma
alanı/çalışma sahası belirler. Bu haliyle bilim, birinci düzey bir etkinliktir.
Bilim felsefesi ise bilimin ne olduğunu açıklamayı üstüne vazife edinir. Bu
haliyle ikinci düzeyde bir açıklama sunmuş olur. Hâlbuki şeylerin ne olduğuna
dair düşünmek her daim birinci düzeyde bir çalışmadır. Zira bir şeyin ne
olduğuna dair bilgimizi temellendiremezsek asla doğru bir yolda olamayız.
“Kendi kanatlarıyla
uçamayan hiçbir kuş yükseğe çıkamaz.” William Blake böyle söylemiş. O halde
Varlık, varoluş ve ruh gibi, hakkında kesin bilgimizin olmadığı sözcüklere dair
kendi düşüncelerimizi ortaya koymalıyız. Bütün bu sözcükler insanların kayıtsız
kalamadığı ve verdikleri cevaplara göre hayatlarına biçim verdikleri büyük
sorulardır.
Felsefenin Kurucu,
analitik ve Eleştirel Boyutları
Kurucu felsefenin
içeriği klasik felsefe olarak niteleyebileceğimiz Thales’ten Heidegger’e uzanan ve ağırlıkla Varlık
sorusunun etrafında gelişme gösteren metafiziktir.
Analitik felsefe,
metafiziğe tepki olarak ortaya çıkmıştır. Dile dayalıdır ve ağırlıkla
kavramları analiz eder. Wittgenstein’ın
çalışmaları analitik felsefe başlığı altında değerlendirilir.
Felsefenin Kurucu ve
Bütünleştirici Boyutu
Klasik felsefe dış
dünyada gördüğümüz çokluğu, şeyleri bir ilk nedenle açıklamaya çalışırlar.
Platon, görünüşlerin ardındaki ilkeye, ilk nedene idea adını verir. Materyalizm
ise var olan her şeyin atomlardan yani maddi nedenlerden meydana geldiğini
ortaya koyar. Her iki teori de varolan her şeyi kapsıyor olmaları bakımından
kurucu ve bütünleştiricidir.
Felsefenin Analitik
Boyutu
Kavramsal bir açıklığa kavuşmadan, düşüncelerin bilumum
içerimlerini hesaba katmadan ve hepsinden önemlisi doğru ve mantıklı akıl
yürütmenin gerekli koşullarını sağlamadan anlamlı sentezler yapmak ve hakikate
ulaşmak mümkün değildir. Bütün bu işlemler analitik felsefenin çalışma alanını
oluşturur.
Bu konuda felsefe tarihinde karşımıza çıkan en önemli
isimler Sokrates ve Descartes’tir.
Sokrates’in karşımıza çıktığı Diyaloglarda Sokrates genellikle bir
şeyin ne olduğu sorusu etrafında akıl yürütür. Çünkü her şeyden önce kavramlara
açıklık getirilmelidir.
Descartes’in çalışmalarında da doğru akıl yürütmenin yöntemi ve
kuralları üzerinde durur.
Felsefenin Eleştirel
Boyutu
Kavramlar ve teoriler hakkında çözümlemeleri derinleştirip
yani anlam bağlamları açmaya yeltenen çalışmalar felsefenin eleştirel boyutunu
oluşturur.
Nietzsche’nin iyi ve kötü kavramları hakkındaki analizi ve
Foucault’nun bilgi hakkındaki analizleri buna örnektir.
Felsefenin Konularıyla
Alt Alanları
Kavramlar üzerinde açıklama ve anlamlı kılma girişimi
nedeniyle felsefenin ilgi alanı ve konuları çok geniştir.
Enformasyon bombardımanı altında yaşadığımız digital çağ
dolayısıyla “bilgi nedir” sorusu öncelikli önem arz eder. Bu noktada epistemoloji
de dediğimiz bilgi felsefesi bize yardımcı olur
ya da kafamızı iyice karıştırır.
Dil ile konuşur ve kendimizi ifade ederiz. Öyleyse dil nedir
ve anlam nasıl oluşur? Bu gibi sorular dil felsefesi
başlığı altında incelenir.
Bilim, insanların hayata bakışı ve gelecek vizyonları
nispetinde ilgi kurdukları bir disiplindir. Bilim ve teknolojide ilerlemiş
olan, geride kalanı tahakküm altına alır. Bu derece önemli olan bilim
hakkındaki sorular bilim felsefesinin konusudur.
Varlık ve varolanlarla Varlık arasındaki nedensellik, ruh,
madde ile zihin arasında bir nedenselliğin var olup olmadığı gibi dehşetli
sorular metafizik ve zihin
felsefesinin içeriğini teşkil eder.
Toplumsal hayatın ahengi ahlak kavramıyla direkt ilgilidir.
Bununla birlikte iyi ve doğru kavramları ve mutlu bir hayat hakkındaki
teorilerin tümü etik adını verdiğimiz disiplinin
içeriğidir.
Bireylerin içselleştirdiği ahlaki kurallar toplumun bir
arada ve huzur içinde yaşaması için yeterli olmayabilir. Ahlaki kuralların
biraz ilerisine geçerek yazılı kurallar koyarak toplumu disipline etmek hukuk felsefesinin ve siyaset
felsefesinin uğraş alanıdır.
Güzele hayatın her alanında ihtiyacımız vardır. Doğadaki
güzel ile sanat eserinde karşımıza çıkan güzel; güzel kavramının niteliği gibi
sorular estetik adlı disiplinin konusudur.
Din kavramını sulandırmak ya da dini konuları rasyonel
olarak açıklama teşebbüsleri din felsefesi başlığı
altında karşımıza çıkar.
Felsefenin Değeri
İnsan düşünür, çevresini ve içinde yaşadığı koşulları
kavramaya çalışır. Bu insan için doğal bir süreçtir. Modern dünya düşünceyi
adeta indirgeyip, bunu sadece felsefecilerin mesleği olarak gösterme
gayretindedir. Hâlbuki felsefe; modern dünyanın herhangi bir şey hakkında
düşünmeden sadece gündelik fayda üzere yaşayan ve tek niteliği tüketebilmek
olan insanını fark edebilmeye yarar.
Felsefenin Toplumsal
Düzeydeki Katkıları
İnsanlar için güvenlik ihtiyacı kendini ifade etme
ihtiyacından daha önceliklidir. Bunu, toplum içindeki insanların kendilerini
dışlanmamak ve güvende olabilmek adına belli bir çevreye entegre olmalarından
anlıyoruz. Hâlbuki insanlar arasındaki çatışmanın temelinde yatan da budur.
Epistemoloji
Episteme = bilgi
Logos = günümüzde anlam olarak bilim / mantık sözcüklerine daha
yakın tutulur.
Epistemooji, bilginin bilimidir.
Bilgi kavramı ve bilginin elde edilmesiyle ilgilidir.
Bilgi üzerine çalışmalar yapan ilk filozof Platon’dur. Ortaçağ’da Aziz Augustinus,
İbn Sina ve Farabi; Rönesans’tan sonra Descartes,
Leibniz, Locke, Hume, Kant vs. bu
konuyla ilgilenmişlerdir.
Bilginin Doğası
Bilginin üç kurucu öğesi vardır: bilen özne, bilgiye konu olan şey, bilen özne ile bilinen şey arasındaki ilişkinin ürünü olarak bilgi.
Üç Öğeli ya da Koşullu
Bilgi Anlayışı
Standart bilgi tanımı Platon’un
Theaetetos adlı diyalogunda karşımıza
çıkar.
Buna göre bilgi üç unsurludur; bilgi hem gerekçelendirilmiş
hem doğru hem de inanç olmak durumundadır.
Haklılandırma/gerekçelendirme konusunda çeşitli yaklaşımlar vardır;
İçselciliğe göre öznenin bir önermeye beslediği inancın
gerekçesi o öznenin içsel, zihinsel süreçleri ve bilinç halleridir.
İçselciliğin, bütün inançların üzerinde yükseldiği bir temel
inanca atıf yapan temelcilik adlı bir türü vardır. Temelciler, bütün
inançları temel inançlar ve temel olmayan inançlar diye ikiye
ayırırlar. Temel inançlar, başka inançların desteğine ihtiyaç duymazlar.
Bağdaşımcılık: buna göre bir inancın haklılandırılması ve bilgi olarak
kabul edilmesi öznenin inançları arasındaki bağdaşım ve tutarlılıkla ilgilidir.
Dışsalcılık: Haklılandırmanın gerekçelerinin öznenin dışında olmasına
atıf yapar. Bir önermenin güvenilirliği, doğruluk olasılığı gibi inancı haklı
göstermemize yarayan faktörlerin dışsal öğeler olduğunu söylerler. Yani, hiçbir
şey söylemezler…
Entelektüel Gelişme
Süreci Olarak Bilgi Anlayışı
Bilgiyi bilen özne veya zihin durumu (pathema) olarak tanımlayan ilk
filozof Platon’dur. Platon’da bilgi,
yüksek zihin açıklığı ifade eder (saphenia). Benzer bir tanıma Hegel’de rastlarız: Tinin
Fenomenolojisi’nde epistemolojinin konusunu bilincin belirli bir durumdan
daha yüksek bilinç durumlarına ilerleyişinin incelemesi olarak tanımlar. Hegel’in
bilgi anlayışının çıkış noktası bilginin tarihsel boyutudur.
Hegel’in bakış açısından, tek bir önerme ya da tek bir
kavram, bu en yüksek kavram bile olsa, bütün bir gerçekliği göstermez.
Hegel açısından hakikat ve bilgi, tıpkı rasyonel gerçekliğin
kendisi gibi, canlı bir süreçtir. Bu süreç, yani düşüncenin ilerlemesi onda diyalektik
adı verilen bir yönteme uygun olarak gerçekleşir. Buna göre bir düşünce zorunlu
olarak başka bir düşünceden türer.
Bilgiyi Nesnesiyle
Tanımlayan Bilgi Anlayışı
Bilgiyi nesnesiyle/konusuyla tanımlayan bilgi anlayışı da Platon’a aittir. Bu görüşe göre bilgi,
sanı ya da kanaatlerin bittiği yerde başlar. Platon’a göre sanı (doxa),
değişenle, maddi dünyanın değişen yönleriyle ilgilidir. Hareketin/değişimin
sürekli olması bu yolla bilgiye ulaşmayı güçleştirir. Bilgi, değişmez olanı
bulmalıdır. Platon bu noktada ezeli, ebedi ve değişmez olan idea
kavramıyla bilgi kuramını temellendirir.
Bilginin Doğruluğu
Doğruluk varlığın ya da gerçekliğin değil de bilgi ya da
önermenin bir özeliğidir.
Mütekabiliyetçi Doğruluk
veya Uygunluk Teorisi
Hakikat, zihin ile şeylerin uyuşması, şeylerle düşüncenin
uygunluğudur (Platon, Sofist).
Bu önerme mutlaka bir olaya ya da duruma işaret etmelidir.
“Kar beyazdır” önermesi kar beyaz olduğu için doğrudur (ne totoloji ama).
Doğruluğun buradaki örneklerde olduğu gibi gerçeklikle uygunluğu
mütekabiliyetçi doğruluk teorisi olarak kabul edilir.
Aristoteles, yalnızca haber kipindeki tümcelerin ve hüküm
ihtiva eden önerme ve tümcelerin doğruluk değeri alabileceğini belirtir.
Ölçütlerle Uyuşma Olarak
Doğruluk
Descartes’ten itibaren ortaya çıkan temsil epistemolojisi
geleneksel doğruluk anlayışını sorun haline getirir.
Temsil epistemolojisinde bilen öznenin zihni ile bilinen
nesne arasına şeylerin zihinsel temsilleri dâhil olurlar. Buna özne esas
itibariyle kendi zihnindeki şeylerin bilgisine sahiptir. Zihni dışındaki
şeyleri ise ancak temsili olarak bilebilir. Dolayısıyla mütekabiliyet artık
geçerli ve yeterli olmamaktadır.
Deneysel (a posteriori) ve deneysel olmayan (a priori)
ayrımı burada ortaya çıkar. Temsili epistemolojiye göre insan zihni deneysel
olmayan, tecrübe edilemeyen şeyleri de bilebilmektedir (buna örnek olarak
matematiği öne sürerler ki bu külliyen yanlıştır).
Doğruluk için bu durumda birtakım ölçütler belirlenir ve
bunun sonucunda açıklık ve seçiklik dediğimiz özellikler/nitelikler
karşımıza çıkar.
Açıklık:
dolayımsız olarak karşımızda duran, kolay ve kesin olarak zihnimizce kavranan
şeyin özelliğidir.
Seçiklik ise
açık olan şeyin başka şeylerden ayırt edilebilmesi olarak tanımlanabilir (tür
cins ayrımı gibi).
Bağdaşımcı doğruluk görüşü
bir şey hakkındaki önermeler arasında tutarlılığı esas alarak hükme varır. Göz
yanılabilir ancak yine de görünenin ne olduğunu doğru bilebilirim çünkü algı sürecime
yardımcı başka duyularım bana yardımcı olabilir.
Mutabakatçı doğruluk anlayışı, belli konuda ortaya atılan fikirler üzerinde varılan ortak
kanıyı esas alır (bilimsel bilgi iddia etmektedir ki evrenin varlığının ilk
sebebi Big Bang’dir, çünkü bütün bilim adamları bu tez etrafında
hemfikirdirler).
Pragmatist doğruluk anlayışı: faydalı ve yararlı olanı öne çıkaran bir disiplindir. William James ve John Dewey’e göre doğruluk, istenen sonuçlar için en uygun olandır.
Bilgi Türleri
Zorunluluk ve olumsallık
ayrımı bilginin kipi veya bilmenin tarzıyla ilgilidir. Bu iki bilgi türü
arasındaki ayrımı a priori ve a posteriori bilgi arasındaki ayrım tamamlar. A
priori, deney öncesi bilgidir, deneyimden bağımsızdır. Analitik önermeler a
priori bilgiye örnektirler. A posteriori bilgi ise deneye, gözleme
dayanır. Sentetik önermeler de a posteriori bilgiye örnektir.
Bertrand Russell’ın yaptığı ayrımda iki bilgi türü
konularına birbirinden ayrılır. Tanışıklık yoluyla nesneleri, betimleme
yoluyla da gerçekliğin doğru temsilleri olarak önermeleri bilebiliriz.
Bilginin Kaynağı
Akılcılık
Bilginin kaynağı olarak aklı esas alır. Temeli Parmenides ve
Platon’a uzanan disiplinin
kuramcıları Spinoza, Descartes ve
Leibniz’dir.
Akılcılık bazı kavramların doğuştan insanda var olduğunu
kabul eder. Bu kavramlar kimi filozoflarda tanrı, kimilerinde zihin, sezgi ve
madde olarak karşımıza çıkar. Bu kavramların ortak noktası saf olmaları,
töz/cevher olarak kabul edilebilmeleridir.
Deneyimciler ve de deneyciler zamansaldır, şimdiyle sınırlıdırlar
hâlbuki bilgi sınırlı değildir, sonsuzdur.
Deneyimcilik
Ampirik düşünürler insan zihninin doğuşta boş bir levha
olduğunu öne sürerler. Locke,
Berkeley, Hume, Mill ve Russell bu çizgideki filozoflardır.
Bilgi modeli olarak doğa bilimlerini, araştırma yöntemi
olarak da tümevarımsal akıl yürütmeyi benimserler.
Sentezci Yaklaşım
Akıl ve deneyimi bilgi için ortak katkıları olan mecralar
olarak kabul eden düşünürler arasında Aristoteles ve Kant isimleri öne çıkar.
Onlara göre bilgi deneyimle başlayıp akılla ilerlemektedir.
Aristoteles tümevarımsal akıl yürütmeye önem atfeder. Ona göre bilimsel
bilgi nedenlerin bilgisidir. Duyu algılarımız bize şeylerin nasılı hakkında
bilgi sağlar ancak neden sorusu akılla cevaplanır.
Kant’a göre de dış dünyaya ilişkin bilgimiz zihin tarafından
sağlanan form sayesindedir.
Sezgicilik
Temsilcisi Bergson’dur.
Kavramsal ya da rasyonel bilginin temelinde olan zekâ ya da akıl semboller
yardımıyla bilebilir. Demek ki ancak belli şemalarla bilgiye ulaşabilmektedir.
Tam da bundan dolayı Bergson bilimsel bilginin en önemli bilgi olarak
görülmesine karşı çıkar.
Bergson sezgi kavramını öne sürer. Sezgi,
kavramsallaştırılabilen bir bilgi değildir. Bergson’a göre sezgi, gerçekliğin
şemasını bizatihi özünü bilme imkânına sahiptir.
Bilginin İmkânı
Neyi, neleri bilebiliriz? Kuşkucular (septikler) bilginin
imkânsız olduğunda ısrarcıdırlar. Kuşkucular çeşitli kategorilere ayrılır:
inanç septiği, hiçbir inancın bir diğerinden üstün olamayacağı önermesi
üzerinden inancı reddeder. Radikal / genel septikler hiçbir bilgiyi kabul
etmezler. Lokal septik belli konularda inatçılık eder.
Septiklerin kökleri sofistlere kadar uzanır. Epistemolojik
disiplin ortaya çıkışında ise Pyrrhon
(360-271) ismi karşımıza çıkar. Modern dönemde Montaigne, Descartes, Hume ve
Pascal isimleri öne çıkar.
Descartes’in kuşkuculuğu kesin bilgiye ulaşmak için kullandığı bir
araçtır ve bu yüzden metodolojik kuşkuculuk olarak adlandırılır.
Çeşitli konulardaki farklı görüşleri birbiriyle kıyaslayan
septikler karşılaştıkları çelişkileri kendi tutumları için delil olarak öne
sürerler.
Görelilik de yine bir başka delilidir septiklerin (su,
birine sıcak bir başkasına soğuk gelebilir, öyleyse doğru nerede?).
Şüpheciliğin zıttı olan çizgiye/alana dogmacılık adı
verilir.
Bilginin Sınırları
Özne kendi dışındaki nesneleri gerçekte oldukları şekilde
bilebilir mi? Bu sorunun olumlu yanıtı insan bilgisine sınır çizilemeyeceğini
iddia eder. Buna epistemolojik realizm adı verilir.
Olumsuz yanıt ise zihni merkeze alır ve insanın gerçek
nesnelerin ancak zihindeki yansımalarını bilebileceğini öne sürer. Buna da
epistemolojik idealizm adı verilir.
Kant, bilginin sınırlı olduğunu, bilen öznenin bildiği şeyin
nesnenin veya varlığın bizatihi kendisi olmayıp sadece algısal deneyiminin
konusu olan şey yani fenomen olduğunu öne sürer. Yani, insan algılayamadığı,
kendisinden bağımsız olan, kendinde şeyleri, numenleri bilemez. Kant’ın bu
görüşleri transendental idealizm olarak kategorize edilir.
Metafizik
Batı felsefesinin ilk sorusu şeylerin kaynağına yöneliktir.
Varlığa ilişkin soruşturma şeklinde gelişen bu soru metafiziğin içeriğini
oluşturur.
Aristoteles filozofun öncelikli görevini doğadaki varlıkların özünü,
hareketi, töz ve maddenin özelliklerini araştırmak olarak belirler (fizik).
Filozof bundan sonra var olan her şey için geçerli olan hakikatleri, bütün
varlıkların tabi oldukları yasaları, ilkeleri, varlığın varlık olmak bakımından
karakteristiğini belirlemek üzere çalışır (metafizik).
Metafiziğin İmkânı
Metafizik varlık ile ilgilenirken kavram olarak tanrı bu
sitemi fazlasıyla meşgul eder. Modern dönemde metafizik bu nedenle, tanrı
kavramıyla ilgili olduğu için kötülenir.
Metafiziğe yönelik ilk keskin eleştiriler Hume’a aittir. O, metafizik ve ontoloji
kitaplarının yakılmasını tavsiye eder. Gerekçesi, metafiziğin ne deneysel ne de
saf aklın kavramlarıyla bilinemeyecek olmasıdır.
Comte’a göre de metafizik dinin bir uzantısıdır ve uzak
durulmalıdır. Entelektüel ilerlemenin merhalelerinden biri olan metafizik,
miadını doldurduğu için çağ dışıdır zira entelektüel ilerlemenin yeni basamağı
bilim felsefesi, pozitivizmdir.
Kant, Newton fiziğini felsefi olarak temellendirdi (bu söz
önemli, demek isteniyor ki; Kant, felsefeyi matematiğin kılavuzluğunda
rasyonalize etti, matematikleştirdi).
Kant’a göre insan sadece algıladığı şeyleri (fenomenleri)
bilebilir. Metafiziğin konusu numenler olduğu için insan bunları bilemez
diyebilmektedir. Metafizik alanda insan aklı sentezden yoksun önermelerle (antinomi) kısır döngüde kalır. Kant bu noktada
metafiziği ikiye ayırır. Ontolojiye genel metafizik adını verir. Özel metafizik
adını verdiği diğer alanda teoloji, psikoloji ve kozmolojiyi rasyonalize eder.
Bu yolla numenler üç kategoriye ayrılır:
a) Tanrı ile ilgili sorular (teoloji),
b) ruh ile ilgili sorular (psikoloji),
c) evrenin yapısı hakkındaki sorular (kozmoloji).
Varlık Sorusu
Varlık sözcüğünün anlamı üzerinde düşünmek gerekir, bu
telkin Heidegger’e aittir.
Heidegger, insanların düşünmekten ziyade yaşamakla meşgul olduklarını belirtir.
Bu sebeple de varlık sorusunu bir an bile düşünmeyiz.
Varlığın anlaşılması, var olmanın ne demek olduğu ve
varlığın anlamının ortaya konması Heidegger’in felsefesinin temel
meseleleridir.
Metafiziğin Konusu ve
Alanları
Aristoteles metafiziği üç ana dala ayırır: ontoloji,
var olana ilişkin kavramsal tartışmaları içerir. Cevher olarak varlığı ele
almaya çalışır.
Metafiziğin ikinci dalı teolojik-kozmolojik araştırmalardır.
Evreni neden ve amaçlarını sorgulayarak açıklamaya çalışır.
Üçüncü kategori ilkelere dairdir. Bu kategori nihai
ve çürütülemez hakikatlerin peşindedir.
Ontoloji
Ontoloji varlığa, varoluşa ve değişmeye/harekete dair
araştırmalardan meydana gelir. Dolayısıyla töz metafiziği, süreç felsefesi ve
varoluş felsefesi olarak üç kategoriye ayrılabilir.
Töz Metafiziği
Gerçeklik ve gerçekten var olana ilişkin araştırmaları
kapsar. Buradaki varlık durağandır/statiktir. Töz metafiziğindeki varlık,
Varlık’tır.
İki dönemde incelenir; klasik töz felsefesi ve modern töz
felsefesi.
Töz felsefesi dış gerçekliğin zihinden bağımsız olduğunu
söyler. Varlık, var olmak için
kendisinden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymayan bir tözdür.
Değişme ve hareket görünüş dünyasına aittir ve insan burada
kısıtlı tutarsa zihnini varlığı anlaması mümkün olmaz çünkü varlık bu değişme
hareketin ötesindedir.
Klasik Töz Metafiziği ve
Tümeller Problemi
Varlık başlığı altında bir sınıflandırma yaparsak soyut ve
somut her şeyi kategorize edebiliriz.
Fiziki nesneler ve sayılar somut ve soyut kategorilere
örnektir. Taş ve elma gibi nesnelere ontolojide tikeller adı verilir. Tikeller,
duyularımızla algılanabilirler. Tikeller, töz olanlar ve olmayanlar şeklinde
iki guruba ayrılır. Her bir insan, maddi nesneler töz kabul edilir. Münferit
olaylar ve çeşitli nitelikler töz olmayan somut varlıklardır.
Tikellerin özellikleri/nitelikleri tümeller
adı altında incelenir. Tümeller üç kategoriye ayrılır: özellikler, türler ve
ilişkiler.
Platon bazı soyut kavramları da tümellere dâhil eder (aşk ve
sayılar gibi). Platon mutlaka somut varlıkları değil de kendilerinden bir
şekilde söz edebildiğimiz şeyleri de tümellere dâhil eder. Biçim ya da öz
anlamına gelen eidos sözcüğünden türettiği eide ya da idea adını verdiği
tümellerin gerçekten var olduğunu iddia eder. Platon tikellerin değişme ve hareket
içinde olduklarını, onların sadece görünüşten ibaret olduklarını söyler.
Tikellerin varlığını idealardan pay almaklıklarıyla açıklar. Platon’un bu
görüşleri ontolojik realizm adıyla anılır. Tümellere
ayrı bir var oluş addettiği için Platon’un realizmi, radikal
realizm olarak da adlandırılır.
Aristoteles gerçekten var olanın somut varlıklar olduğunu
söyler. Bu somut varlıklara birinci dereceden tözler adını verir. Bunlar madde
ve formdan meydana gelen bileşik varlıklardır. Öz ya da tümeller onun için ayrı
bir kategori değildir. Tümeller ona göre bireysel varlıklara ve duyusal tözlere
içkindirler. Aristoteles’in bu görüşleri ılımlı realizm
olarak adlandırılır.
Realizm, dini inancı anlaşılır kabul edebilmek için
kullanışlıdır ve bu nedenle bütün orta çağ boyunca düşünce tarihinin hâkim
disiplini olmuştur.
Tümellerin varoluşunu reddeden görüşe nominalizm adı verilir. Nominalizm tümellerin ancak
dilde/sözde var olabileceğini iddia eder. Dini otoritenin zayışamaya
başlamasıyla birlikte nominalizm geniş bir hareket alanına kavuşmuştur.
Modern Töz Metafiziği
Metafizik ya tek tözlü ya da ili tözlü varlık anlayışına
dayandığı için ondan dört farklı metafizik öğreti çıkarılır. Birinci yaklaşım
tek bir tözün var olduğunu öne süren monizmdir. Monizmin
iki türü vardır; sadece maddenin varlığını töz kabul eden materyalizm ve
sadece ruh ya da zihnin varolduğunu kabul eden idealizm (spiritüalizm ya
da tincilik).
Materyalizm açısından zihin ve düşünme beynin faaliyetlerinden başka
bir şey değildir. Onlara göre zihin ve düşünce bir epifenomen ya da yan üründür
yani fazladan bir şeydir.
Materyalizm nedenselcidir. Rastlantıya yer bırakmaz
(determinizm).
Materyalizm, maddenin özü olan hareketin mekanik mi yoksa
diyalektik mi olduğu konusunda ikiye ayrılır. Mekanik materyalizmin
temsilcisi Hobbes; diyalektik
materyalizmin temsilcisi ise Marx
ve Engels’tir.
Maddeciliğe şiddetle karşı çıkan idealizm, maddenin zihinden bağımsız olarak düzene
kavuşamayacağında ısrar eder. Sanayi devriminin eşiğindeki Avrupa’da maddeci
görüşün insan düşüncesinde ve sonra da ahlakta yol açacağı tahribatı gören/sezen
Berkeley kolları sıvadı idealizmi
savunan vaazlar vermeye başladı. Ona göre var olmak algılanmış olmaktır, bu
sözüyle maddenin varoluşunu zihne indirgemiş olur.
İdealizmde zihni merkeze alan görüle öznel idealizm
denir. İnsanüstü, evrensel bir zihni merkeze alan idealizme de nesnel
idealizm denir. Hegel, gerçekte
var olan zihne Geist
adını verir. Geist, evrensel bir zihindir, akıldır.
Monizmin karşıtı ruh ve maddeyi ayrı tözler olarak kabul
eden düalizmdir. En önemli temsilcisi
Descartes’tir. Düalizm, maddeye biçim veren zihni yadsımaz. İnsanı hem madde
hem de zihinden müteşekkil bileşik bir varlık olarak kabul eder. Düalizmin en
büyük sorunu duyguları açıklayamamasıdır. Öyle ya, maddi olan nasıl olur da
maddi olmayanı etkileyebilmektedir? Descartes bu sorunu etkileşimcilik adı
verilen zırvalarıyla çözmeye çalışır. Ona göre bu etkileşim, beynin arkasında
bir yerde “kozalaksı bez” dediği bir bölgede gerçekleşmektedir.
Dördüncü yaklaşım bütün bu görüşleri reddeder. Buna göre
insan, görünüşleri aşarak maddeye ya da ruha erişemez. Bu görüşe göre varolan
yegâne şey fenomenlerdir. Buna da fenomenalizm denir.
Fenomen, görünüş demektir. Yani, kendisini insan bilincine
sunan varlık ya da olaydır.
Süreç Felsefesi
Töz metafiziğinden farklı olarak oluşa odaklanır. Varlık
ilk, en üst ise süreç felsefesi bundan hemen sonraki alanı inceler; varlık ve
yokluk, karşıtlıklar, dolayısıyla oluşu, hareketi inceler.
Madem her şey değişme halindedir öyleyse şeylerin tözü de
değişme, hareket olmalıdır.
Süreç ya da oluş felsefesinin önemli temsilcileri Whitehead ve Bergson’dur.
Bergson’a göre doğa bilimleri zekânın başarısıdır ve zekânın
işlevdeki sınırlarını yansıtır. Demokritos’un atomları, Platon’un ideaları,
Kant’ın sabit kategorileri hepsi zekânın, mantık kurallarına göre
birleştirilmiş ya da ayırt edilmiş sabit/statik birimlerini ortaya koymaktadır.
Bergson, bu kafayla değişmenin kavranamayacağını söyler. Ona
göre sürekli devam eden oluş, değişme ve gelişme içinde gerçekliği anlamın
yegâne yolu/yöntemi sezgidir.
Hayat tüm farklı eğilimleri bünyesinde barındırır ve onlarla
birlikte ayrı ayrı evrimleşecek olan türlerin birbirine karşı dizilerini
yaratır. Yaşamın bu hareketini oluşturan şeye Bergson, yaratıcı hayat hamlesi
adını verir. Yaratım süreklidir. Gerçekliğin süregelen varoluşunu süreklilik ve
gerçek hareket anlamlarındaki yaratıcı evrim
sözüyle karşılar.
Whitehead de sürekli değişime vurgu yaparak gerçekliğin görünen ve
algılanan şeyle sınırlı olduğunu öne sürer. Var olan her şeyin mutlaka bir
başka şeyle ilişki içinde olduğunu söyleyen Whitehead, statik, kendi başına bir
varlığı reddeder.
Sürekli değişme içindeki dünyada iki temel ilke vardır;
yaratıcılık ve süreklilik.
Varoluş Felsefesi
Varlığı, insanı merkeze alarak inceler. Varlığı insandan
yola çıkarak açıklamaya çalışır.
Varlık sorusunu soran, kendini tanımlayamaya çalışan insana
egzistans/varoluş adı verilir.
Heidegger’e göre insan olmak olmakta olanın varlığını ortaya sererek
anlamayı gerektirir. Dolayısıyla insan varlığının anlaşılması her şeyin doğru
ya da yanlış anlaşılması demektir. Daha da önemlisi varlık sadece insan var
olduğu sürece vardır veya anlaşılabilir. Başka bir deyişle varlık, insanın ona
ilişkin doğru bir kavrayışına ihtiyaç duyar.
Heidegger insan varlığı için dasein
terimini kullanır. Dasein’ın sabit ya da değişmez bir özü yoktur. Dasein
ontolojiye konu olabilecek bir yapıya sahipse de varlığı olduğu
kavrayabilmesi/anlayabilmesi hiç de kolay değildir. Çünkü Dasein özü itibariyle
dünyada-olma anlamına gelir. Dasein dünyaya aittir. İnsan ise bundan çok daha
geniş bir varlıktır. İnsanın varlıkla tanışabilmesi için önce nerede durduğunun
farkına varması gerekir. Bu nedenle Heidegger’in varoluş felsefesi insan
demeyip dasein demektedir.
Sartre, şeylerin varlığını kabul eder ancak kendi varoluşlarının
bilincinde olmadıkları için varoluşa sahip olmadıklarını söyler. Kendinin
bilincinde olan insandır ve bu bakımdan o kendi varoluşuna sahiptir. Diğer
bütün şeyler de insan içindir. Dolayısıyla insan, bilinciyle varlığı varoluşa
kavuşturur.
Varlık ve Hiçlik adlı eserinde varlığı kendinde varlık ve kendisi için
varlık olmak üzere iki kategoriye ayırır. Kendinde varlık, bilinç dışındaki her
şeyi kapsar. Varlık alanının ikinci bölgesi, varlığa anlam kazandıran kendisi
için varlık yani varoluştur. İnsan,
varoluşa sahip bir varlıktır ve bir doğası yoktur. Çünkü kendisi için varlıkta,
insanda varoluş özden öncedir. Çünkü insan, önceden tasarlanmış, belli bir
örneğe göre imal edilmemiştir. İnsan bu nedenle kendini tanımlamak, varoluşunu
tanımlamak, diğer bir deyişle özünü üretmek, yaratmak durumundadır. Kendinde
varlıklar içinse durum farklıdır. Onlarda öz, varoluştan öncedir. Çünkü diğer
şeyler tasarlanabilir.
Teolojik/Kozmolojik Metafizik
Teoloji Olarak Metafizik
Teoloji, Varlığı ve evreni Tanrı kavramıyla açıklar.
Teizm ve monoteizm evrenin varlığını Tanrı’nın yaratıcı
eylemiyle açıklar. İlk neden olarak Tanrı’yı kabul eder. Teizmin bir ekolü,
evren ve varlık alanının yaratıcı bir Tanrı’dan zorunlulukla
türediğini/sudur ettiğini söyler. Plotinos’ta
köklerini bulduğumuz bu düşünce, İslam filozofları arasında da taraftar
bulmuştur.
Teizmin üçüncü bir ekolü panteizm
olarak adlandırılır. Panteistler evreni ve Tanrı’yı, var olan her şeyi bir
bütün içerisinde tasavvur etmeye çalışırlar. Panteizmin önde gelen ismi Spinoza’dır.
Ateizm ise evrenin/maddenin yaratılmamış olduğunu, hep
varolduğunu söyler.
Metafiziksel Kozmoloji
Evrene dair kapsamlı metafiziksel açıklamaların ilk örneği
Platon ve Aristoteles’te karşımıza
çıkar. Platon “en iyi” ilkesi etrafında bir açıklamaya girişirken Aristoteles
nedenselliğin üzerinde durur. Var olan her şeyi belli bir nedene göre
açıklamaya çalışır. Söz gelimi bir tohum, her neyin tohumu ise o şey olmaya güdülüdür.
Aristoteles’in bu görüşleri canlı maddecilik diyebileceğimiz hilomorfizm
sözcüğüyle tanımlanır. Hilomorfizm maddenin formdan formun da maddeden ayrılmaz
olduğunu savunur.
Aristoteles’in nedenlerin altını çizen dayalı metafizik
kozmolojisi, modern dönemde mekanik kozmoloji anlayışına dönüşür. Hobbes’un başını çektiği mekanik
kozmoloji, şeyleri manevi bir nedene ihtiyaç duymaksızın Newton’un
mekaniğinde olduğu gibi matematik nedenlerle açıklamaya çalışır.
İlk İlkelerin Bilimi
Olarak Metafizik
Doğanın yapısıyla ilgili problemlerin başında dünyanın zaman
ve mekân bağlamında kuruluşu sorusu gelir. Bunun ardından özdeşlik sorusu
gelir. Nedensellik/determinizm ve endeterminizm, doğadaki şeylerin bir nedeni
olup olmadığını araştırır.
Determinizm, doğadaki şeylerin değişmez yasalara tabi
olduğunu, her şeyin nedensellik bağlantısı içinde gerçekleştiğini savunur.
Determinizmin çıkış noktası hiçten hiçbir şeyin çıkamayacağı tezidir.
Modern dönemde nedensellik/determinizm, şeylerin bir
özelliği olmayıp, onlara ilişkin algımız ve bilgimizle ilgili bir kategori
olarak kabul edilmiştir.
Hume’a göre nedensellik zihinsel bir alışkanlıktır.
Rasyonalistlere göre nedensellik, a priori bir düzenleyici
ilkedir. Dolayısıyla bilimin bir sonucu değil bilakis bir ön kabuldür.
Bilim Felsefesi
Bilim felsefesi özellikle bilimin doğasına, kavramlarına ve
yöntemine odaklanan felsefi bir disiplindir.
Bilim Felsefesinin
Konuları
Bilim felsefesinin konuları üç ana başlık altında
incelenebilir:
a) Bilimsel sistemlerin mantıksal yapısına ilişkin
araştırmalar.
b) Bilimsel varsayımlar ve hipotezlerin araştırılması,
c) Bilimlerin sınırlarını belirleyen tasnif çalışmaları…
Mantıkçı Pozitivist
Bilim Anlayışı
Pozitivizm 19. yüzyılda Comte tarafından kurulmuş bir
akımdır. Mantıkçı pozitivizm bu ekolun bir uzantısıdır. “Viyana Çevresi”
tabiriyle atıf yapılan mantıkçı pozitivistlere neopozitivistler de
denilmektedir. Moritz Schlick, F. Waismann,
Kurt Gödel ve Rudolf Carnap ekolün önde gelen isimleridir.
Mutlak anlamda akılcıdırlar. Viyana Çevresi çalışma
yaptıkları dönemlerde, tarihsel olarak zirvesini yaşamakta olan Alman faşizmini
besleyen romantik ve irrasyonel tutumu ortadan kaldırmayı kendilerine vazife
edinmişlerdir. Katı mantıkçı ve akılcı tutumlarının bir nedeni budur.
Klasik mantığın imkânlarının bilim dili için yeterli
olmadığını gören mantıkçı pozitivistler ilk iş olarak yeni bir mantık dili
ortaya koymaya çalıştılar.
Doğrulanabilirlik İlkesi
Bilimi metafizikten tamamen arındırmak için bilimsel bilgiyi
doğrulanabilirlik ön koşuluna bağladılar. Buna göre deneysel olarak
doğrulanamayan önermeler bilim dışı kalacaktır.
Doğrulanabilirlik ilkesi, tümcenin, önermenin anlamını o
tümcenin doğruluk koşullarıyla ortaya koyar.
Doğrulamayı olgusal ve mantıksal olmak üzere iki kategoride
ele alabiliriz. Olgusal doğrulama doğrudan ya da dolaylı olabilir. Bazı
önermeler doğrudan gözlemle doğrulanabilir bazılarıysa (tümel ifadeler mesela)
ancak bir başka önerme yardımıyla doğrulanabilir.
Olgusal doğrulamada mantıksal kategorilere ihtiyaç duyulmaz.
Olgusal önermeler gözlem yoluyla doğrulanır.
Olgusal olmayan mantıksal önermelerin doğrulaması söz konusu
olduğunda önermenin gramatik yapısı incelenir (“bütün köpekler dört ayaklıdır”
önermesi söz konusu olduğunda tek tek dünyanın bütün köpeklerini gözlemlemek
yerine önermenin öznesi ile yüklemi arasındaki ilişkiye bakarız).
Mantıkçı pozitivistler doğrulanabilirlik ilkesiyle
metafiziğe ait hiçbir önermenin doğrulanamayacağı sonucunu önümüze koyarlar.
Bilimin Birliği
Mantıkçı pozitivistler doğrulanabilirlik ilkesi uyarınca
metafizik ve dininin yanı sıra sosyal bilimlere de karşı çıkarlar. Sosyal
bilimlerde pek çok muğlaklık bulunmaktadır ve bunlar doğrulanabilirlik ilkesine
tabi tutularak yok sayılmalıdırlar.
Bilimin birliği tezi: iki ana varsayıma dayanır. Maddi dünyayı oluşturan temel
öğeler/yasalar tek bir teori ile açıklanabilir (fizikalizm). Olgu bildiren
bütün önermeler bu ana teoriye bağlanabilir (indirgemecilik).
Mantıkçı pozitivistler maddecidirler. Dolayısıyla madde
üzerinden bütün evreni açıklayabileceklerine inanıyorlardı.
Bilimin birliği tezi bize şunları söyleme imkânı verir:
mantıkçı pozitivistler bilginin kümülatif olarak ilerlediğini düşünürler. Bilim
birikimsel (kümülatif) bir süreçtir. Bilimsel yöntem belli yasaları merkeze
alır ve bilim adamlarının her yeni buluşu bu temel yasaların bir uzantısı
olarak karşımıza çıkar.
Bilimde Keşif ve
Pekiştirme Bağlamı
Mantıkçı pozitivistler bilim felsefesini diğer bilgi
dallarından üstün görürler çünkü bilim felsefesi bilimsel bilginin tanımına
dolayısıyla bilimselliğe ve deneysel olarak doğrulanabilir bir içeriğe
sahiptir.
Bilim felsefesini keşif ve doğrulama/pekiştirme şeklinde iki
ana bağlama ayırırlar. Keşif bağlamı genel teorileri, hipotezleri içerdiği için
tümevarıma dayanır. Doğrulama ve pekiştirme bağlamı ise genel teorilerden
hareketle özel durumları açıklamaya çalıştığı için tümdengelime dayanır.
Mantıkçı pozitivizm deneye ve doğrulamaya öncelik verdiği
için genel olarak tümevarımcı bilim anlayışı olarak kategorize edilir.
Mantıkçı pozitivizme göre bilimsel süreç gözlem ve deneyle
başlar, hipotez ve teoriye doğru gider.
Mantıkçı pozitivistler için bilimsel açıklama çok önemlidir.
İki tür açıklama modelleri vardır. Kapsayıcı yasa modeli; belli olguyu
mevcut yasalardan birine indirgeme esasına dayanır. Nedensel açıklama modelinde
bir olgunun nedeni sebep-sonuç zinciri içerisinde ifade edilir.
Mantıkçı Pozitivizmin
Eleştirisi
Doğrulanabilirlik ilkesi etrafındaki eleştiriler 60’lı
yılarda yoğunlaştı. Bilimsel yasalar doğaları gereği hiçbir zaman kesin sonuçlu
olarak doğrulanamazlar dolayısıyla doğrulanabilirlik ilkesi bilim için, sırtını
yaslayabileceği bir yasa/ilke değil ancak bir tehdittir.
İkinci handikap tümevarım problemidir. Tümevarım problemi;
bilimsel yöntemin dayanağı olan tümevarımın temellendirilememesini ifade eder.
Zira tümevarımda öncüller belli bir zamana aitken sonuç önermesi tüm zamanları
kapsamaktadır. Yani gramatik olarak çürüktür.
Yanlışlamacı Bilim
Anlayışı
Karl Popper, Viyana Çevresi’nin dogmatik akılcılığına eleştirel
akılcılıkla karşı çıkmıştır.
Viyana Çevresi deney ve gözlemden hareketle teoriye
ulaşırken Popper, belli bir teoriden bağımsız olarak gözlem ve deney
yapılmadığına dikkat çeker.
Tekil gözlemlerden hareketle tümevarım yoluyla elde edilen
önermelerin mantıksal bir kesinlikten yoksun olduğunu söyledi.
Bilimsel önermelerin hiçbirinin kesin doğru olamayacağını,
varılan sonuçların ancak kısmen doğru kabul edilebileceğini belirtti.
Buna göre bilimsel bilginin ölçütü doğrulanabilirlik değil
yanlışlanabilirlik olmalıdır çünkü bilimsel bilgi, iddia edildiği gibi
doğruların birikimi değil; yanlışların ayıklanmasıyla ilerlemektedir.
Doğrulanabilirlik
İlkesinin Reddi
Popper’ın yanlışlanabilirlik ilkesi bilimsel bilgi için bir
ölçüt olmakla birlikte bilim ile bilim olmayan/sözde bilimi belirlemekte
oldukça işlevseldir. Yanlışlanamayan (bir bakıma ölçülemeyen) teoriler
(Marksist tarih teorisi ve Freud’un psikanalizi gibi) bilim dışı / sözde
bilimdir.
Onun bakış açısından bilimle ilgili en temel, en belirleyici
mantıksal olgu, bilimsel teorilerin ampirik (deneysel) verilerle sınanabilmesidir.
Yanlışlanabilirlik
Ölçütü
Bilim tümevarım olmadan da ayakta durabilir. Bir teoriyi
(kesin ve nihai olarak) doğrulamak için sonsuz sayıda gözlem yapmak gerekir, bu
ise imkânsızdır. Hâlbuki bir teorinin yanlışlığı, teoriyi yanlışlayan tek bir
gözlem ile mümkündür.
Popper’a göre, bilimsel ve dolayısıyla yanlışlanmaya elverişli
hipotezlerin en önemli özelliği, onların yanlış olma riskini alarak birtakım şeylerin
olmasını yasaklamalarıdır. Belirli şeylerin olmasını yasaklama becerisi
bilimsel hipotezleri güçlü kılan şeydir.
Keşif ve Pekiştirme
Bağlamı
Popper tümevarıma şiddetle karşı çıkar. Onun önerisi önce
teorinin, hipotezin oluşturulması ve ondan sonra cesaretle bu
teorinin/hipotezin sınanması yönündedir. Burada dikkat edersek; Popper’ın
yaratıcı muhayyileye önem verdiği görülür.
Bilimde çıkış noktasının, tıpkı günlük hayatta olduğu gibi,
bir problem veya problematik bir durum olduğunu söyleyen Popper’a göre, bunu
çözüm denemeleri takip eder. Her hipotez ya da teori, problemi çözme yönünde
bir denemedir.
Bilimde basitlik, yanlışlanabilirlik ve ampirik içerikle bir
ve aynı şeydir.
Devrimci Bilim Görüşü
Thomas Kuhn’un devrimci bilim görüşü, bilimi mantıksal yapısından
ziyade tarihsel gelişimi içerisinde ele alır.
Bilim felsefesinden yöntem ve mantıksal araştırmalar
içselciliğe, bilim felsefesinin tarihsel koşulları ise dışsalcılığa karşılık
gelir.
Bilimin İlerleme Tablosu
Kuhn, bilimin değişik aşamalardan geçtiğini ve bilimsel
araştırmanın karakterinin bu evre ve aşamalın her birinde değiştiğini belirtir.
Bilim tarihini belli evrelere ayırır:
1) Bilim öncesi veya olgunlaşmamış bilim dönemi. Bu dönemde
bilim adamlarının belirginleşmiş bir bakış açısı yoktur. Zaman içinde bir teori
öne çıkar ve bilim çevrelerinde kabul görür.
2) Olgun bilim dönemi. Bu dönemde bilim adamlarının belli
teorileri, yöntemleri ve paradigmaları vardır. Kuhn bu dönemin bilim
adamlarının çalışmalarını bir tür bulmaca çözme faaliyetine benzetir.
3) Mevcut paradigmalarla çözülemeyen anomalilerin ortaya
çıktığı kriz dönemleridir.
4) Eski paradigmalarla çözülemeyen anomalilerin yeni bir
buluşla çözüme kavuşturulduğu devrim dönemidir.
Kuhn bilimsel devrimlerin dairesel bir seyir izlediğini söyler.
Bilimsel araştırmalarda karşılaşılan anomali durumları, bilimi yeniden birinci
evresine döndürür ve bundan diğer süreçlerin benzerleri yeniden yaşanır. Her
anomali durumu muhakkak yeni bir bilimsel devrimle sonlanacak ve bu döngü devam
edecektir.
Paradigma: Kuhn’un görüşlerini anlamak için bu kavram
önemlidir. Olağan bilim döneminde oluşturulan/ortaya atılan ve kabul gören bir
teoriden bilimsel araştırmalara uygulanabilecek yeni bir bakış açısı, model
olarak tanımlanabilir paradigma kavramı.
Kuhn’a göre Newton fiziği kusursuz bir paradigmadır. Çünkü
şu dört öğeye sahiptir:
1) Yeni teorilere imkân veren zengin arka planı.
2) Birbirleriyle etkileşim halindeki maddi parçacıklardan
oluşan metafiziksel dünya tasavvurunu da içine alan bir makine olarak evren
imgesi.
3) Paradigmanın özünü oluşturan harekete dair yasalar ve
yerçekimi yasası.
4) Temel yasaların başka olgulara uygulanabilmesini mümkün
kılan matematiksel modeli.
Belli bir paradigmanın bilim çevrelerinde kabul görmesinden
sonra bilim adamları bu paradigma yardımıyla doğayı anlamaya, önlerindeki
soruları cevaplamaya devam ederler.
Kuhn’un devrim kavramı siyasal içeriğinden bağımsız
değildir. Eski paradigmanın anomaliler karşısında zayıflaması, yeni
paradigmanın kolayca kabul edildiği anlamına gelmez. Bilim çevrelerinin yeni
paradigmayı kabulü siyasal devrimlerde olduğu gibi şiddetli ve sancılı
olabilir.
Bilimsel Değişmenin
Doğası
Kuhn bilim tarihinin hakikate doğru, doğrusal bir ilerleme
izlediği inancına karşı çıkmıştır. Bilim tarihi bize gösterir ki bilim
çevreleri çeşitli zamanlarda oldukları yerden ileriye değil geriye dahi
gitmişlerdir (Antik Yunan’da yaşanan ilerlemenin bütün bir Ortaçağ’da görmezden
gelinmesi, İslam toplumunun bir dönem özellikle Endülüs’te yakaladığı
ilerlemeyi bir daha hatırlayamaması gibi).
Kuhn, nesnel hakikat inancına da karşı çıkar. Bilim
çevrelerinde söz konusu olan hakikat ger zaman mevcut paradigmaya izafe edilir.
Yani, hakikat görelidir.
Eş Ölçülemezlik ve Teori
Yüklülük
Eş ölçülemezlik, iki paradigma ya da teorinin birbiriyle
kıyaslanmasının veya hangisinin doğru olduğunun belirlenememesini ifade eder.
Çünkü belli bir paradigmayı savunan bilim adamı bütün her şeyi o paradigmanın
penceresinden görmektedir, dolayısıyla bundan vazgeçmesi kolay değildir.
Teori yüklülük: mantıkçı pozitivistlerin iki teoriyi
birbirleriyle kıyaslarken teorilerden bağımsız olgulardan yararlanmak
düşüncesine şiddetle karşı çıkan Kuhn’un teori yüklülük kavramı, teori
bakımından yansızlığın mümkün olmadığına atıf yapar.
Çoğulcu Bilim Görüşü
Feyerhabend çağdaş bilimin hasta olduğunu söyler. Çünkü bilim modern
dünyada insanları köleleştirici bir tutum içindedir. Hâlbuki bilimin amacı
insanların mutluluğu olmalıdır. Bilimin değeri insanın özgürlüğüne yaptığı
katkı kadardır. Mevcut bilim, dünyadaki kültürel zenginliği tektipleştirmek
suretiyle yok etme eğilimindedir.
Feyerhabend bilimin içine düştüğü hastalığın tedavisi için
metodolojik çoğulculuğu önerir.
Disipliner Çoğulculuk
17 ve 18. yüzyıllarda bilimle özgürleşmeye başlayan insan
yine bu dönemde bilimi putlaştırmaya başlamış ve zaman içinde onun kölesi
durumuna gelmiştir. Feyerhabend der ki; bilim, yıktığı Hristiyanlığın yerini
almıştır. Aynı zorbalığı devam ettirmektedir.
Feyerabend, bilimin değer ve statüsünün ancak ve ancak bilim
ciddi rakiplerle karşı karşıya kaldığı zaman, eleştirel bir gözle değerlendirilebileceği
kanaatindedir. Böyle bir durumda bilim adamları bilimi cazip kılabilmek için
daha çok çalışmak durumunda kalacaktır. Bu ise bilimin ve insanlığın lehinedir.
Teorik Çoğulculuk
Feyerabend’ e göre, dünya tek bir şey türünden meydana
gelmeyip tam tersine hiç biri bir diğerine indirgenemeyen sayılamayacak kadar
farklı şey türünden meydana gelir.
Feyerabend, dünyadaki farklı olguların ancak alternatif
bilimsel teoriler yoluyla ortaya çıkarılabileceğini öne sürer. “Teorilerin çoğaltılması
bilime yararlıdır. Çünkü tek teorinin egemenliği eleştiri gücünü zedeler.”
Metodolojik Çoğulculuk
Feyerhabend, bilim adamının, bilimde ilerleme kaydetmek
durumundaysa eğer, her tür yöntem kuralını ihlal etmesi gerektiğini belirtir. Yöntem
bakımından bilim adamına getirilecek herhangi bir sınırlama, bilimsel
ilerlemeyi engeller. Zira en çok ilerleme sağlayan bilim adamları, Galileo
gibi, kuralları ihlal edenlerdir.
Feyerabend, bu yüzden yöntem olarak önce, tümevarım yoluyla
erişilmiş teorilerin metodolojisiyle açık karşıtlığı ima edecek şekilde karşı-tümevarımı
önerir. Bilimsel ilerlemeyi engellemeyecek, ona göre, tek bir metodolojik kural
olabilir: “Ne olsa gider.”
Etik
Etik, ahlaklılığın felsefesi olarak tanımlanabilir.
Felsefeden bağımsız bir alan olarak ahlak, bir kurallar
sistemidir
Ne kadar ilkel olursa olsun, en eski toplumlar için bile,
bir ahlaktan söz etmek gerekir.
Ahlak, biri din diğeri de toplum sözleşmesi diyebileceğimiz
iki kaynaktan beslenir.
Ahlak ve ahlaklılık olgusal ve tarihsel olarak yaşanan bir şey,
belli bir pratiktir.
Etik ise söz konusu pratiğin teorisi olmak durumundadır.
Ahlakın yerel olduğu yerde, etik evrenseldir.
Bireyin ahlaki gelişimi gelenek öncesi dönemden başlayıp
onun bir geleneğe dâhil olması, üyesi olduğu topluluğun ahlaki kural ve değerlerini
içselleştirmesiyle devam eder.
Teorik Etik: 1) Normatif
Etik
Geleneksel anlamı içinde etik, olması gerekeni bildiren
kural koyucu ya da normatif bir disiplin olmuştur.
Metaetik, analitik felsefenin etik alanındaki tavrını ya da
yaklaşımını ifade eder.
Onlara göre, filozofun
görevi ahlak alanına giren kavramları, ahlaki yargıları analiz etmek, ahlaki
eylem ölçütlerini tartışmak, bu kavramların anlamlarını açıklığa kavuşturmaktır.
Metaetik normatif etiğin koymuş olduğu ahlaki yargılar
üzerine konuşur,
bu yargılarda geçen kavramları analiz eder ve söz konusu
kavramlarla yargıların anlamlarını, mahiyetlerini ve birbirleri karşısındaki
durumlarını inceler.
Etik teorileri:
1) “en yüksek iyi” problemini alan etik teoriler
2) “doğru eylem” problemini temel ya da başat problem olarak
alan etik teoriler oluşturur.
3) “sağlam bir karakter” üzerinde yoğunlaşan teoriler
bulunur.
Normatif Etik: 1)
Teleolojik Etik
Teleolojik etik teorilerinin ahlaki eylemin değerini
belirleyen şeyin eylemin ürettiği sonuç olduğunu öne sürdükleri söylenebilir.
Mutluluk etiği ve yararcılık bu kapsamdadır.
Mutluluk Etiği
Sokrates, insan hayatının, ahlaki yapıp etmelerinin nihai amacını,
en yüksek iyiyi ifade edecek şekilde eudaimonia
olarak tanımlamıştı.
Sokrates ona ancak erdemli olmak, birtakım erdemleri hayata
geçirmek suretiyle ulaşılabileceğini ileri sürdü.
Platon ise erdemleri bir ahlak psikolojisi geliştirerek insan
ruhunda temellendirdi.
Platon eudaimoniayı ahlaki özne ya da failin olması gerektiği
gibi olduğu bir durum olarak “kendini gerçekleştirme hali” diye tanımladı.
Sokrates’ten etkilenen diğer filozoflar eudaimonia veya
mutluluğa erişmenin hayattan elde edilecek hazlarla mümkün olabileceğini
savunmuşlardı. Hazcılığın savunuculuğunu yapan bu filozoflar, ikiye ayrılır.
Bunlardan Kireneli Aristippos’un hazcılığı niceliksel bir hazcılık olarak anlaşılır.
Epiküros hazlar arasında bir ayrım yaparak insanın ruhsal varlığıyla
ilgili olan manevi hazların fiziki varlığının tatminiyle ilgili maddi hazlardan
üstün olduğunu söylerken niteliksel bir hazcılığın savunuculuğunu yapmıştı.
Yararcılık
Jeremy Bentham tarafından
ortaya konmuş fakat John Stuart Mill
eliyle geliştirilmiştir.
Liberal ve kapitalist dünya görüşünün değer anlayışını
temsil eder.
Hobbes tarafından geliştirilmiş olan etik egoizmin epeyce
yumuşamış ve rafine hale gelmiş versiyonudur.
Bentham, kişinin mutluluğa erişebilmek için hazza yönelmesi,
hayattan olabildiğince çok haz elde etmeye çalışması gerektiğini savunur.
Bentham’ın yararcılığı alabildiğince sığ ve sınırlı bir iyi
hayat telakkisine yol açmaktaydı.
Mill, Bentham’ı mutluluğa dönük vurguyu fazla öne çıkarttığı
gerekçesiyle eleştirip amacın mutluluğu artırmak yerine, öncelikle mevcut
mutsuzluğun ortadan kaldırılması ya da en azından azaltılması olması gerektiğini
öne sürdü.
Mill, öte yandan hazların birbirlerinden sadece nicelik değil,
nitelik bakımından da farklılık gösterebilmesinin önemine vurgu yaptı.
Normatif Etik: 2) Deontolojik
Etik
Sonuçtan ziyade doğru eylem problemi üzerinde yoğunlaşır.
Eylemde niyete atıf yaparak ahlakın temeline ödevi yerleştirir.
Eylemin doğruluğunu temele alır.
Dini Etik
Deontolojik etiğin ilk ve en iyi örneğini dini etik oluşturur.
Buna göre “doğru” Tanrı’nın irade ettiği şey anlamına
gelirken “yanlış” da O’nun iradesine aykırı olanı ifade eder.
Ödev Etiği
“Deon” sözcüğü Antik Yunancada ödev anlamını verir.
Deontolojik etik dendiğinde direkt olarak ödev etiği/ahlakı anlaşılır. Bunun da
en yetkin kuramcısı Kant’tır.
Kant, evrensel bir ahlak yasasının varlığını kabul eder.
Etik açısından belirleyici olanın, sonuç yerine doğru eylem
olduğunu söyler.
Kant’ın etiğinin temel kavramı özgürlüktür.
Kant, biz insanların ahlaki olan şeyi yapmamız gerektiğini
bildiğimiz zaman, doğallıkla onu yapabileceğimizi de bildiğimizi söyler. Böyle
bir şey ise sadece özgür olduğumuz takdirde mümkün olabilir. Eylemde özgürlük,
bizim kendimiz dışındaki herhangi bir şey tarafından belirlenmemiz ihtimalini dışta
bırakır.
Kant, bu dünyada mutlak veya koşulsuz olarak iyi olan tek
bir şey bulunduğunu öne sürer. Bu biricik şeyi “iyi
irade” olarak tanımlar.
Kant, insanın iki şey üzerinde kontrolü olmadığını söylüyordu:
Eylemin sonuçlarıyla duyguları. Dahası duygular herkeste ortak değildi. Bu
yüzden, ahlaklılığı akıldan türetme yoluna gitti.
Kant’ın ahlak yasasının veya kategorik buyruğun birinci formülasyonu,
bütün kültürlerde var olan Altın Kural’ın özel bir versiyonunu oluşturur: “Sana
yapılmasını istemediğin şeyleri sen de yapmamalısın!”
Kant, insanların kendilerini asla bir istisna olarak
görmemeleri gerektiğini söyler. Ahlak yasasının ikinci formülünde şunu söyler; “İraden,
kendisini evrensel bir yasa koyucu olarak görsün!”
Kant, ahlak yasasını üçüncü kez formülleştirirken “İnsanı,
her zaman bir amaç olarak görecek şekilde eylemde bulun!” der.
Normatif Etik: 3) Erdem
Etiği
Erdem etiği yalıtılmış müstakil eylemlerden ziyade failin
karakteriyle ilgilenir, ahlaklı bir kimse olmanın önemine vurgu yapar.
Aydınlanma sonrası dünyada büyük bir ahlaki kriz yaşandığını
öne süren Alasdair MacInytre, bu
krize karşı erdem etiğini önerir.
Erdem etiğinin MacIntyre’daki versiyonunda
“pratik”, “gelenek”, “anlatı” gibi üç temel kavram öne çıkar.
Pratik, her türlü insan faaliyetine işaret eder. Kişinin
eylemleri/pratikleri bir noktada geleneği oluşturur.
Anlatı kavramı ise hayatın ancak bir bütünlük olarak algılandığı
zaman anlamlı olabileceğine işaret eder.
Teorik Etik: 2) Metaetik
Metaetik, ahlaki kavramların anlamını dil ve ahlak ilişkisi
içinde analiz eden bir düşünme tarzıdır.
Realizm ve Anti-Realizm
Realizm ahlaki failden bağımsız olarak var olan birtakım
moral olguların bulunduğunu, dolayısıyla ahlaki terimlerin moral olgulara karşılık
gelip ahlak yargılarının bu olguları ifade ettiğini dile getirir.
Anti-realizm ise ahlaki olgular olmadığını öne sürer. Moral
yargıların dış dünyada olgusal bir karşılıkları yoktur
Etik nesnelcilik, ahlaki değerlerin insandan bağımsız bir
gerçekliğe sahip olduğunu, mutlakçılık ise onların çağdan çağa, toplumdan
topluma değişmediğini savunur.
Bilişselcilik
Bilişselcilik, özde değerler ve ahlaki ilkeler üzerine inşa
edilmiş ayrı bir ahlaki alan bulunduğunu, bu alanla ilgili etik bilginin mümkün
olduğunu öne sürer.
Bilişselcilik kapsamı içinde karşımıza iki metaetik öğreti çıkar.
Bunlardan birincisi, doğalcılıktır.
Doğalcılık büyük ölçüde indirgemeci bir görüşü temsil eder.
Bilişselci yaklaşım deyince, günümüzde aklımıza esas itibarıyla
sezgicilik gelir.
Sezgiciliğe göre, ahlak yargıları doğru ya da yanlış olabilir
ve onların doğruluk ya da yanlışlıkları sezgi yoluyla bilinir.
Gayrı-Bilişselcilik
Gayri-bilişselcilik, etiğin gerçekte bilişsel bir değeri
olmadığını, onun insanın rasyonel boyutundan ziyade, konatif ya da isteme boyutuna
dayandığını öne sürer. İki temel tez öne sürer:
1) Ahlaki inançlar, yargılar ve argümanlar bilimsel yargılarla
argümanlardan tamamen farklıdır. Ahlaki
terimlerin betimsel bir anlamı olmadığını öne sürer.
2) Ahlaki terim ve yargılar birtakım duyguları dışa vurur;
başka insanlar üzerinde bir etki uygulamaya, örtük
olarak belli eylem tarzlarını emretmek suretiyle insanlarda belli birtakım
tercihlere yol açarlar.
Ahlaki bir yargı ortaya koyan önermelerin bilişsel anlamı
olmasa bile, duygusal bir anlamı vardır.
Uygulamalı Etik
Uygulamalı etik 1970’li yıllarda ortaya çıkmıştır.
Biyoetik, siyaset etiği, gazetecilik etiği, çevre etiği ve
çeşitli meslek etikleri
uygulamalı etiğin dallarına örnek oluşturur.
Uygulamalı etik normatif düzeyde elde edilen teorik
birikimin çeşitli alanlara tatbik edilmesi suretiyle problem çözmeyi amaçlar.
Kürtaj
Kürtaj konusunda çatışan en temel iki etik ilke hayatın değeri
ilkesiyle bireyin kendi bedeni ve hayatı üzerinde devredilemez haklara sahip
olduğunu savunan bireysel özgürlük ilkesidir. Kürtaj bağlamında cevaplanması
gereken en temel soru ise insan yaşamının ne zaman başladığı, ona hangi
noktadan itibaren değer verilmesi gerektiği sorusudur.
Ölüm Cezası
Ölüm cezasına karşı çıkanların belli başlı argümanları arasında,
her şeyden önce
hayatın değeri ilkesinin ihlaline vurgu yapan argüman gelir.
Ölüm cezasının savunuculuğunu yapanlar, nihayet katillerin
ceza olarak haklarını kaybetmelerini temel bir argüman olarak öne sürerler.
Kökleri Locke’a kadar geri giden bu argümana, insanın yaşama hakkının doğal bir
hak olmasına rağmen, bir kimsenin bir başkasının yaşama hakkını ortadan kaldırdığı
zaman, kendi hakkını yitirdiğine ve dolayısıyla kendisine saygı duyulacak bir
insan olmaktan çıktığına işaret eder.
Siyaset Felsefesi
İnsanın toplumla ve politik otoriteyle nasıl bir ilişki
içinde olması gerektiği sorusuyla başlayan siyaset felsefesi, farklı yönetim ve
sosyal varoluş biçimlerini ele alır.
Siyaset felsefesiyle aynı konuları ele alan siyaset bilimi, olanı,
mevcut politik kurum ve ilişkileri ele alması bakımından siyaset felsefesinden
ayrılır.
SİYASET FELSEFESİNİN
TEMEL PROBLEMLERİ
Kim yönetmeli, en iyi yönetim biçimi hangisidir?
Platon ve Aristoteles
bu sorularla meşgul olmuş ve yönetim türlerini tek kişinin (monarşi), belli bir
zümrenin (aristokrasi) ve çoğunluğun yönetimi (demokrasi) şeklinde üçe
ayırmışlardır.
Demokrasiye çok da iyi bir gözle bakmayan bu iki filozof, iyi
bir yönetimi belirleyen şeyin, yöneticilerin sayısından ziyade, yöneticilerin
hukuka bağlılıkları, bilgelikleri ve kendi çıkarları yerine bir bütün olarak
halkın çıkarlarını gözetmeleri olduğunu ileri sürmüştü.
Platon, Yasalar
adlı eserinde devlet yönetimini filozoflara bırakmış ve onları hayatlarının
büyük bölümünde eğitmek gerektiğini söylemiştir.
Siyaset felsefesinin ilk dönemlerinde ahlak sorunu
önemliyken modern dönemde ekonomik istikrar ahlaki kaygıların önüne geçmiş ve
siyasi düşünceyi şekillendirmede belirleyici olmuştur.
Siyaset felsefesinin problemleri kavramsal ve normatif
problemler olarak ikiye ayrılabilir. Kavramsal problemler; hukuk, adalet,
iktidar, refah gibi kavramlarla ilgilidir. Normatif problemler; sosyal adalet
ve en iyi yönetim şekli gibi ideallere ulaşmak için nasıl bir yol/yöntem
izleneceği ile ilgilidir.
Devlet Nedir?
Toplumdaki egemen yönetim örgütüdür.
Geleneksel devlet, dini temeller üzerine kurulu devlet
yapısını anlatır.
Modern devlet, din otoritesini kontrolü altına alan devlet
yapısıdır.
Max Weber’e göre, devletin en önemli veya yegâne özelliği, güç kullanımını otorite ile bütünleştirmiş olmasıdır.
Devlet, belirli bir toprak parçası üzerinde yaşayan bireyler
için bir düzen tesis eden siyasal örgüttür. Bu yüzden onun bir başka temel
özelliği coğrafi alan özelliği olmak durumundadır. Buna ilave olarak devletin
nüfuz alanını düşünmek, dünyanın nasıl bir siyasal forma gittiği konusunda
fikir verecektir.
Devlet, sosyal hayatın örgütlenmesinden sorumlu kurumlar
bütününü ifade eder.
O, bundan dolayı sivil toplumdan ayrılır. İşte buradan
hareketle devletin bir başka temel özelliğinin kamusallık
olduğu söylenebilir.
Devleti belirleyen bir başka temel özellik hükmetme özelliğidir.
Bu özellik, devlet otoritesinin “zor”la desteklenmesini, onun yasalarına itaat
edilmesini ve yasaların ihlalinin cezalandırılmasının sağlanmasını ifade eder.
Meşruluk,
devletin toplumun daimi çıkarlarını ve “ortak iyi”yi yansıtma özelliğini tanımlar.
Devlet ve Anarşizm
Faşizm,
devletin bireyler üzerinde mutlak bir otoritesi olması gerektiğini savunur.
Devlet, onda hayatın bütün yön ve unsurlarını kontrol ederken bir yandan da
bütün değerlerin belirleyicisi olarak ortaya çıkar.
Muhafazakârlık, devletin
birey karşısındaki önceliğine vurgu yapar. Muhafazakârlık
devlet, devlete itaat alışkanlığı veya egemene sadakat olmadığında; birey,
aile, sivil toplum ve düzenin de olamayacağını savunur.
Liberalizme
göre devlet, kendi başına bir varlığa sahip değildir; o, bireyler için, onların
temel hak ve hürriyetlerini korumak, birlikte yaşamalarını mümkün kılan
çerçeveyi temin etmek için vardır.
Liberalizmin kurucusu olan Locke’un ifade ettiği şekliyle
devlet, sadece düzen tehdit edildiğinde hizmete çağrılan bir gece bekçisi olmak
durumundadır.
Yeni liberalizmle birlikte devletin hakiki bireyselliğin ve yurttaşlık
erdeminin gelişmesinde etkin bir rolü olduğunu düşünmeye, onu toplumun ekonomik
ve sosyal hayatının tamamlayıcı bir parçası olarak görülmeye başlanmıştır.
Sosyalizm de
devlete genellikle olumsuz bir biçimde yaklaşır.
Sosyalizm devletin, herhangi bir politik düzende herkesin çıkarlarını
temsil etmediğini, sahip olduğu ideolojik aygıtlarla egemen sınıfın baskı aygıtı
olduğunu iddia eder.
Anarşizm,
devlete bütünüyle karşı çıkar. Aslında yekpare veya monolotik bir görüş ya da
ideoloji değildir. Bununla birlikte, bütün anarşist görüşler, insanların
devlete itaat etme gibi bir yükümlülükleri bulunmadığını, böyle bir yükümlülüğün
insanın moral özerkliğine zarar verdiğini savunma noktasında birleşirler.
William Godwin’e
göre, devlet, toplumu eşitsiz ve düşman sınıflara bölmek suretiyle insanın
mutluluğuna zarar veren mülkiyetin yerleşik yönetimine sağladığı destek dolayısıyla
ve rekabetin sınırlarını zorlama eğilimiyle zararlı bir kurum olmak durumundadır.
Devlete karşı çıkışın bir başka gerekçesi, doğaya içkin olan
veya doğadan türetilebilir olan bir ahlak yasasının olduğu kabulüne dayanır.
Tolstoy, evrensel kardeşlik düşüncesinin sınıfsal ayrımlar yaratmak
suretiyle insanlar arasına aşılmaz engeller koyan devletlerin varoluşuyla bağdaşmaz
olduğuna işaret eder.
Pyotr Kropotkin, evrimsel
gelişmede başat faktörün, tür içinde rekabet değil, dayanışma olduğunu savunur.
Kropotkin’e göre, devletin insanoğlunun bu en temel doğa yasasına uymasını
engellediği için, yıkılması gerekir.
TOPLUM SÖZLEŞMESİ
Devleti açıklamaya yönelik bir teori olarak onu bir sözleşmeye
dayandıran toplum sözleşmesi teorisi Hobbes, Spinoza, Locke, Rousseau, Kant ve Rawls
benzeri düşünürler tarafından geliştirilip benimsenmiştir.
Doğa durumu, devletin veya politik otoritenin olmadığı bir
durumdur.
Hobbes, doğa durumundaki insanla ilgili olarak olumsuz bir görüş
benimsemiştir. “İnsanın, insanın kurdu olduğunu” söyleyen Hobbes, söz konusu doğa
halinin mutlak bir anarşiye, herkesin herkesle savaş durumu içinde olmasına
neden olacağını belirtmiştir.
İnsanlar, kendi kendilerini yönetme haklarını bir hakeme
devrederek kolektif düzeni veya sivil toplumu kurmuşlardır. Hobbes’a göre,
zorunlu olan bu sözleşmenin, o bir şekilde güçlendirilmediği sürece, hiçbir değeri
olamaz.
Akıllı insan varlıkları, egemen gücün bir canavar (Leviathan) olmasına
özen göstereceklerdir.
Locke, doğa durumunu insanların doğa ya da aklın yasasına uygun
olarak eşitlik, özgürlük ve barış içinde yaşadıkları bir düzen olarak tanımlar.
Her ne kadar insanların büyük bir çoğunluğu düzenli bir şekilde
yaşasa da hayatı, hürriyeti ve mülkiyeti tehdit eden bazı insanların ortaya çıkması
kaçınılmazdır. Politik otoriteye duyulan
ihtiyaç, devletin doğuşuna yol açmıştır.
Locke, insanların sözleşme ile devleti oluştururken ona doğa
durumunda sahip oldukları hak ve özgürlükleri koruma ve bunları ihlal edeni
cezalandırma görevi verdiklerini söyler.
Rousseau, insanın doğa halindeyken iyi, özgür ve mutlu olduğunu,
mutlak bir bağımsızlık hali içinde bulunduğunu, doğal insanın kimsenin kötülüğünü
istemediğini, kimseye fenalık yapmadığını, ihtiyacı olmayan hiçbir şeye göz
dikmediğini ileri sürer. Bu durum, ona göre, bir arazinin etrafını çitle
çevirerek “burası benim” diyen insanın mülkiyet talebiyle bozulmuş ve en
nihayetinde mülkiyet haklarını korumak üzere, kurumlar tesis edilmiştir.
İnsanın doğal özgürlük kaybını sivil ve ahlaki özgürlük kazanımı
dışında elde edeceği eşitlikle telafi eder.
Devleti Hobbes’un güvenlik, Locke’un özgürlük ve
Rousseau’nun eşitlik zemini üzerinde meşrulaştırma cihetine gittiği yerde, Rawls politik otoriteyi en temel şey,
en öncelikli değer olduğuna inandığı adalet üzerinden meşrulaştırır.
Rawls’un adalet kavramı iki temel ilke üzerinde yükselir: birincisi,
her bireyin, herkes için benzer bir özgürlükle bağdaşan en yüksek derecede eşit
özgürlük hakkına sahip olduğu ilkesidir. İkinci özel ilke ise a) toplumsal ve
ekonomik eşitsizliklerle en olumsuz, en dezavantajlı durumda bulunanlara en
fazla yarar sağlayacak şekilde mücadele edilmesi, b) hizmet ve konumların,
hakça bir fırsat eşitliği temeli üzerinde, herkese açık olması gerektiğini
bildirir. Ona göre, bu iki adalet ilkesinin etkili bir biçimde uygulandığı bir toplum
iyi ve adil bir toplum olacaktır.
DEMOKRASİ
Demokrasi, “halkın, halk tarafından, halk için yönetimi”
anlamına gelir. Tanımdaki “halk tarafından yönetim” bileşeni, doğrudan ve katılımcı
demokrasiyi ifade ederken “halk için yönetim” ifadesi temsili demokrasiyi anlatır.
Demokrasi, Yunanca halk anlamına gelen “demos” ile güç, iktidar, yönetim
anlamına gelen “kratia”
sözcüklerinden türemiştir.
Doğrudan demokrasi (klasik demokrasi), eski Atina’daki
demokrasi modelinden çıkan bir demokrasi türüdür. Köleler, kadınlar ve çocuklar
dışında kalan bütün yurttaşların politik karar alma süreçlerine doğrudan ve
sürekli bir biçimde katılımını mümkün kılan doğrudan demokrasi, yöneten ve
yönetilen, devlet ve sivil toplum ayrımlarını tamamen ortadan kaldırmaktaydı.
Modern dünyada demokrasi doğrudan değil temsilidir. Temsili
demokraside halkın kendi kendisini yönetme hakkı temsilcilerine devredilir.
Temsili demokraside
politik kararlara değer biçmede iki çatışan ölçüt ortaya çıkar. Bunlar politik
kararın kim tarafından alındığı ölçütüyle onun kimin çıkarlarına hizmet ettiği
ölçütleridir.
Birinci ölçüt, Batı demokrasilerinde kullanılan bir ölçüt
olarak bir rejim ya da devletin, alınan her önemli politik kararı halka bağlamanın
bir yolu bulunduğu takdirde demokratik olduğunu ifade eder. Buna liberal
demokrasi denilir.
İkinci ölçüt, politik kararların halkın gerçek çıkarlarına
hizmet ettiği sürece demokratik olduğunu dile getiren bir ölçüttür. Bu ise halk
demokrasisidir.
Liberal demokrasi açısından demokratik sürecin esası halkın
siyasetçilerden hesap sorabilme kapasitesinde bulunur. Liberal demokrasi de
anayasa, halk demokrasisinde halkın çıkarlarını koruyup gözetmeyi şiar edinmiş
öncü bir siyasi parti önem kazanır.
Demokrasinin Temel
Özellik ya da Unsurları
Halk demokrasisinin en büyük eksiği ve liberal demokrasinin
en önemli unsuru serbest seçimler olarak karşımıza çıkar.
Bazı düşünürler serbest seçimlerin varlığını demokrasinin
yeter koşulu olarak görürler.
Demokrasi, esas ifadesini yöneticilerin yönetilenler tarafından
seçilmesi düşüncesinde bulurken kurucu bir ilke olarak eşitlik fikrine,
yani toplumdaki iktidar sisteminin, insanlar arasındaki farklılıklara göre değil
de benzerliklere dayanması gerektiği tezine dayanır.
Demokrasi hiçbir zaman çoğunluğun azınlığa tahakküm etmesi
olamaz. Bu ise çoğunluk
ilkesinin çoğulculuk ilkesiyle örtüşmesini kaçınılmaz hale getirir.
Demokratik otoriteye tabi olan yurttaşların yasalar tarafından
tanımlanan birtakım korunmuş alanlara sahip olmaları vazgeçilmezdir.
Demokrasinin bir başka temel özelliğinin hesap verebilirlik
olduğu kabul edilir.
Demokrasinin Meziyetleri
ve Kusurları
Demokrasinin en büyük erdemini, onun hataları telafi etme
imkânın bulunduğu yegâne yönetim şekli olmasıdır.
Demokrasi en basit tabirle çoğunluğun yönetimi olduğu için
Türkiye gibi ülkelerde azınlık kavramını kalkan edinen kesimlerce yıpratılır.
Demokrasinin yol açtığı en büyük sorun; avamın/vasatın hiçbir zaman çığır
açıcı, ilerici olamayacak olmasıdır.
SİYASET FELSEFESİNİN
METAFİZİKSEL BOYUTU
Bir grup siyaset filozofu bireyi ya da kişiyi etik ve
politik açıdan en temel gerçeklik, en yüce değer olarak alır. Buna mukabil, azımsanmayacak
bir grup filozof da bireyi bir grubun, bir cemaat ya da topluluğun üyesi olarak
ele alırken, en yüce değeri grup ya da topluluğa verir.
Liberalizm
Bireyi temele alan ideoloji ya da siyaset felsefesi anlayışı
liberalizm olarak geçer ve bireycilik felsefesi üzerine yükselir.
Liberalizm açısından toplum ne kadar önemli olursa olsun,
birey hem toplumdan daha gerçektir hem de ondan önce gelir.
Liberalizmde bireysel arzu ve çıkarların egemen olması
gerektiği düşünülürken akıl bireyin amaçlarına erişebilmesinin yegâne aracı
olarak değerlendirilir.
Bireyin en yüksek değer kaynağı olması nedeniyle, onu sınırlayabilecek
bir moral ya da politik öğreti olamayacağını öne süren liberalizm açısından
bireyin amacı, onun kendisini gerçekleştirmesinde yatar.
Rasyonel bir hayat, kişinin kendisini gerçekleştirdiği,
kendi çıkarlarına göre yaşadığı bir hayat olduğuna göre, böyle bir hayat
ihtimalini en yüksek düzeye çıkaran düzenleme biçimi serbest pazar ve dolayısıyla,
kapitalizmdir.
Komünoteryanizm
Liberalizmin karşısında politik analizin merkezine cemaat ya
da topluluğu koyan komünoteryanizm bulunur. Negatif ve pozitif olmak üzere iki
boyutu vardır.
Negatif komünoteryanizm ya da cemaatçilik, esas itibarıyla
bir bireycilik ya da liberalizm karşıtlığıyla belirlenir.
Cemaat, bireysel kimliğin toplumsal köklerini ifade eder. Komünal
iyinin, sosyal değerlerin bireysel haklardan önce geldiğini söylerken de
adaletin sadece gelenekle ve herkes tarafından paylaşılan bir iyi telakkisiyle
ilişki içinde meşrulaştırılabileceğini savunur.
Komünoteryanizm pozitif olarak ele alındığında ilk olarak
insan hayatı için cemaatin daha iyi ve yararlı olduğu teziyle karşımıza çıkar.
Bunun ardından da ekler, cemaat sayesinde liberalizmin soyut bireyinin
karşısına cemaat sayesinde toplumun cisimleşmiş bir kopyası olan bireyi
çıkarır.
SİYASET FELSEFESİNİN
EPİSTEMOLOJİK BOYUTU
Siyaset felsefesiyle epistemoloji arasındaki en önemli temas
noktası, aklın toplumsal meselelerde ve politik hayattaki rolüyle ilgilidir.
Politik rasyonalizm, toplumsal düzenin tesisi ve politik
hayatın kuruluşunda akla başat bir konum yükleyen tutumdur. Liberalizm ve
sosyalizm politik rasyonalizmin açılımları olarak görülebilir.
İrrasyonalizm, toplumsal meselelerde aklın etkinliğinin
olmaması veya sınırlı olması gerektiğini öne sürerek aklın yerine duyguları,
kültürel veya dinî değerlerle beklentileri, sembolleri ya da mistik sezgi
formlarını ikame eder. Çeşitli muhafazakâr tutumlar politik irrasyonalizm etiketlenerek
küçümsenebilir.
Muhafazakârlık
Muhafazakârlık soyut, a priori akıl yürütmelere güvenmez o
tamamen geleneğin verilerini temel alır. Bireylerin içinde üyesi oldukları
toplum ve toplumların da tarih tarafından biçimlenmeleri olgusuna özel bir önem
atfeder. Burke, Tocqueville ve Hegel
muhafazakâr denildiğinde akla gelen isimlerdir.
Estetik
Terimi felsefeye sokan Alman düşünürü Alexander Baumgarten (1714-1762)’dir.
Estetik, güzelliğe yönelen duyumsal bilgiyi konu alır.
Estetik, iki ana parça ya da bölümden oluşur. Bunlardan ilki
estetik özne ve nesneyi, estetik yargıyı/değeri/tutumu vb. bütün boyutlarıyla
ele alan estetiktir. Diğeri ise sanatın özü üzerine soruşturma yapan sanat
felsefesidir.
ESTETİK FENOMENLERİN
FELSEFESİ OLARAK ESTETİK
Estetik esas olarak estetik değer ya da güzellik üzerinde yoğunlaşır.
Estetik nesneyi nasıl anlamamız, açıklamamız gerekir?
Estetik bir nesne her şeyden önce onu algılayacak bir özneye
muhtaçtır. Dolayısıyla öznenin güzel algısı, çözümlenmesi gereken problemlerden
biridir.
Estetik Nesne
Estetik nesne bir yönü itibarıyla fiziki bir şeydir ama
estetik tutum veya dikkatin konusu olan nesne, fiziki bir şey olmayıp onun
ifade ettiği şey veya anlamdır (sırf Picasso imzası taşıdığı için kübik bir
portreyi, bir portre olarak beğenmek, fiziki değil soyut/anlam içeriği ile
ilgilidir).
Estetik Değer
Estetik nesne ya da sanat eseri için form, onun dış görünüşü
veya şeklinden ziyade, parçalarının karşılıklı ilişkilerinin belirlediği genel
yapı, bütünsel organizasyondur.
Estetik nesne veya sanat eserinin söz konusu duyumsal ve
formel değerleri, birlikte, onun en temel değeri olarak güzelliği meydana
getirir.
Antik çağda Yunanlı düşünürler, güzelliğin tanımlanabileceğini
savunup onu düzen, birlik, uyum, oran, ölçü ve iyilik gibi niteliklerin bir
birleşimine indirgerken bazı modern düşünürler güzelliğin tanımlanamayacağını savunmuşlardır.
Buna göre, İlk ve Orta Çağ düşüncesi, güzelliği nesnel bir nitelik olarak değerlendirir.
Modern çağda nicelik kıymet ifade ettiği için güzelliğin
mutlak değil göreli olduğu kabul edilmiştir.
Pythagorasçı gelenek güzelliğin esas itibarıyla doğada,
müzikte ve matematiksel teoriler türünden entelektüel yapımlarda örneklendiğini
düşünür.
Pythagorasçılara göre, dünya, unsurları arasında belli bir
ölçü, orantı, düzen ve ahenk olduğu için
güzeldir.
Pythagorasçılar güzellikle özdeşleştirdiği ahengi sayıya indirger.
Platon’a göre, duyusal dünyada var olan somut şeylerin güzelliği
değişebilir veya yok olup gidebilir. Güzelliğin bu zamansal ve göreli cisimleşmelerinin
üstünde ve ötesinde, ezeli ve ebedi bir Güzellik İdeası vardır.
Yüce ve güzellik idelerimizin ve dolayısıyla, kavramlarımızın
kaynağını araştıran Burke, onların
nesnelerin bizatihi kendilerinden değil de deneyimlendiği şekliyle nesnelerden
geldiğini söyler.
Hume, güzellik değerinin gerekli psiko-fiziksel donanıma ya da
bir “beğeni mekanizması”na sahip insan varlıklarına bağlı bulunduğunu öne sürer.
Estetik Özne
Estetik alanı ve bu arada estetik öznenin kendisini anlamaya
yönelmiş filozofun kendisidir. Nesnenin taşıyıcısı olduğu
güzellik değerini alımlayan kişidir.
Estetik Tutum
Estetik özneyi estetik nesneye bağlayan, onunla büyük ölçüde
özel diyebileceğimiz bir ilişki tesis etmesini mümkün kılan şey estetik
tutumdur.
Estetik tutumun yarar amacına dönük pratik tavrın tam karşıtı
olduğu söylenebilir. Onun kendi dışında bir
amacı yoktur. “Amacı kendinde”
(auto telos)’dir.
Estetik Yargı
Estetik değer yükleme edimini tanımlar.
Beğeni yargıları olarak estetik yargıların doğruluğundan söz
edilemez.
Doğrudan doğruya kişisel tanıklığı gerektirir. Bu tanımlar
estetik nesnelciliğe karşıt olarak Hume ve Kant tarafından geliştirildi.
Estetik nesnelcilik, “ideal
orantı”, “yetkin ahenk”, veya “simetri” gibi formel özelliklerle ifade edilir.
Estetik öznelcilik, estetik niteliklerin nesnelerde bulunduğu
tezini reddeder.
Estetik yargıya temel teşkil eden estetik deneyimin özsel
unsuru, hazdır.
Kant güzellikle ilgili estetik bir yargının ayırt edici
yönünün, onun mantıksal biçimi bakımından tekil bir yargı olmasına karşılık,
evrensel bir onay talep etmesinden oluştuğunu söyler.
SANAT FELSEFESİ
Sanatların Sınıflandırılması
Sanat, üç ayrı faaliyet türünden biriyle ilişkili olarak
ortaya çıkar (Aristoteles).
Birincisi anlama, öğrenme veya bilme (theoria); ikincisi,
eylemde bulunma (praxis); üçüncüsü de üretim faaliyetidir (poiesis).
Üretim faaliyeti iki yönlüdür: insan ya kullanım değeri olan
bir şey üretir (zanaat sözcüğü bu alanı işaret eder) ya da estetik haz veren
bir şeyler üretir.
Platon sanatı hakikate erişme yolunda bir yanılsama/engel olarak
değerlendirdiği için tasarladığı devlette sanata ve sanatçılara yer
vermemiştir.
Bir başka idealist düşünür Hegel ise sanata yüksek değer
biçmiştir.
Sanat eserlerinin hiyerarşik düzene göre tasnifi: bu konunun
içeriği tamamen filozofların öznel yargılarına göre şekillenmektedir. Hegel,
tamamen maddi unsurlardan meydana geldiği için mimariyi en alt/aşağı sanat
olarak kabul eder. Bunun ardına heykeli ekler. Resim ondan sonra gelir. Bu üç
ürününün önünde müzik yer alır. En üst kademe ise şiirindir.
Sanatları nesnel ölçülere göre sınıflamak da mümkündür. Ölçü
olarak sanatta kullanılan malzemeyi esas alırsak bugün yaygın olarak kabul
gören tasnif karşımıza çıkar.
Görsel sanat; mimari, resim, heykel…
İşitsel sanat; sesle ilgilidir (ne enteresan bilgi).
Sembolik sanat; edebiyat
Karma sanatlar; opera, bale
Plastik sanatlar; mimari, resim…
Ritim sanatı; dans, müzik…
Sanat Teorileri
Özcülük, bir şeyi belirleyen, her ne ise o yapan birtakım özellikler
bulunduğu görüşüdür. Özcü teoriler sanatın
özünü ya sanatsal faaliyette (temsil) ya sanatçıda (ifade) ya da sanat eserinde
(form) arar.
Temsilin önemine vurgu yapan sanat anlayışı sanatı mimesis, taklit olarak tanımlar.
Sanatın özünü ifadede arayan akım, sanat eserinin duyguların
arınmasına (arınma = katharsis) katkı yapan
özelliğine dikkat çeker. Aristoteles’in ortaya attığı katharsis kavramı yakın
geçmişte de destekçi bulabilmektedir (Hume, Croce).
20. yüzyılda Clive Bell,
anlamlı formun sanatın yegâne özü olduğunu söyler.
Wittgenstein, sanatın özü hakkındaki yorumların hiçbirinin yeterli
olmadığı söyledikten sonra ekler: belki de sanatın bir özü yoktur. Analitik
felsefe bu çıkışıyla sanatta öz arayışlarının sona ermesini sağladı.
Özcü Kuramlar
Temsil ya da Taklit
Olarak Sanat
Platon dünyanın metafiziksel ve ahlaki bir düzeni olduğunu
öne sürer.
Onun gözünde sanat, gerçeğin ya da gerçekten var olanın
bilgisine sahip olamadığı için, ezeli-ebedi olan tümellerle değil de gelip
geçici olan tikellerle ilişkili olmak durumundadır.
Taklitçi sanatlar, İdealarla değil, yalnızca tikellerle ilişkilidirler;
bu yüzden bize gerçeğin kendisini değil, yalnızca “gölgenin gölgesini”
verirler.
İfadeci Sanat Anlayışı
İfadeci sanat anlayışı, sanatı içsel dünyaya, sanatçının
duygu yaşantılarına ve bu duyguların ifadesine bağlar.
Estetik ifadeyi diğer duygusal faaliyet ya da tezahürlerden
ayıran şey ise özgünlüktür.
İfadeci sanat anlayışının temel kategorileri, sezgi, ifade,
yaratıcılık, özgünlük ve deha kavramlarından oluşur.
İfadeci sanat anlayışının en önemli temsilcilerinden biri
Robin George Collingwood (1889-1943),
diğeri Benedetto Croce’dir.
Bütün sanatlar son çözümlemede duyguların ifadesi olmak
durumundadırlar.
Formalist Sanat Anlayışı
Sanatın özünü sanat eserinin formunda bulur.
Formalist yaklaşım, her sanat eserinin, biri formel yönü, diğeri
ise formel olmayan boyutu olmak üzere, iki ayrı boyutu ya da yönü olduğunu
varsayar.
Formla en dar anlamı içinde duyusal parçaların birbirleriyle
ahenkli ve düzenli yapısal ilişkilerinin anlatılmak istendiği teoride,
formalistler sanattaki formun doğadaki formla olan sürekliliği konusunda farklılık
gösterirler. Kant, sanatsal formun doğadaki
formla bir süreklilik arz ettiğini söylerken formalizmin en yeni temsilcisi
olan Bell, formun sadece sanata özgü
olduğunu bildirir.
Bell, sanat eseri için yeter koşulun “anlamlı form”
olduğunu söyler. Bell, “anlamlı form” kavramını, sanat eserinin alımlayıcısında
yarattığı “estetik duygu” yoluyla açıklamaya çalışır.
Özcülük Karşıtı Kuramlar
Marksist Sanat Anlayışı
Marksist perspektiften bakıldığında, sanat her şeyden önce
entelektüel bir faaliyet olarak anlaşılır. Bununla birlikte, Marksist praxis düşüncesi
dikkate alındığında, bir entelektüel faaliyet olarak sanata, tıpkı felsefeye
olduğu gibi, dünyayı anlamak yanında, dünyayı değiştirmek görevi yüklenir.
“Sanatın toplum için olduğunu” ileri süren Marksist sanat
anlayışı, aynı zamanda gerçekçi sanat teorisi olarak da bilinir.
Frankfurt Okulu teorisyenleri sanata topluma rehberlik etme
işlevi yüklerler. Söz gelimi, sanatın toplumsal gerçekliği yansıtmak yerine, bu
gerçekliğin yetkin bir gerçeklik olması, yani yanlışlıktan ve çarpıklıktan
kurtulması için, ona rehberlik etmesi gerektiğini söyleyen Adorno’ya göre,
gerçek sanat, burjuva sanatının sahip olmadığı bir düzen ve hakikati içerir. Bu
yüzden, ona düşen, topluma söz konusu düzen ve hakikat yönünde nizam ve biçim
kazandırmaktır.
Kurumsal Sanat Anlayışı
“Evrensel sanat” tasavvurundan uzaklaşarak neyin sanat eseri
olarak görüleceğinin zamana ve yere bağlı olarak değiştiğini savunur.
George Dickie tarafından ortaya atılmıştır.
Dickie, insan elinden çıkmış olmak ve belli bir sanat
çevresinin varlığı ilkeleriyle bütün sanat eserlerini açıklama yoluna gider.
Kurumsal sanat anlayışı sanatın normatif boyutuyla hiç
ilgilenmez. Bu nedenle biz de bu konuyla daha fazla ilgilenmeyelim.
Tarihsel Sanat Anlayışı
Arthur Danto modern ve postmodern sanatın doğuşu, yani
statüleriyle ilgili olarak belli bir öz-bilince sahip sanat formlarının ortaya
çıkışıyla birlikte, sanatın yeni birtakım felsefi sorulara yol açtığına işaret
eder.
Danto’ya göre, sanatın ne olduğu, belli bir sanat eserinin
nasıl yorumlanacağı, sanat eserinin üretildiği tarihsel, kültürel, hatta
politik koşullara bağlıdır.
Sanat üretiminin daha önceki tarihinin bir sonucu olarak
sanat dünyasında onun için hazırlanmış bir yer olmadığı takdirde, sanat eseri
haline gelemeyeceğini söyler. Sanatın şimdisi, geçmişi tarafından belirlenir.
Eğitim Felsefesi
Eğitim felsefesi, eğitimin ne olduğunu tartışan, onu
belirleyen faaliyetleri ve eğitim alanını meydana getiren kavramları sorgulayıp
çözümleyen felsefe disiplini olarak anlaşılır.
Eğitim ilişkisi içinde bulunan öğretmenlerle öğrenciler ve
bu ikisi arasında kurulan eğitim ilişkisi, eğitim felsefesinin ontolojisini oluşturur.
Öğretilen bilgi ve eğitimin bilgiyle ilgili bölümü eğitim
felsefesinin epistemolojisini oluşturur.
Neyin öğretileceği, hangi değerlerin insana aktarılacağı,
eğitim felsefesinin etik boyunu oluşturur.
Eğitim felsefesinde üç temel yönelim öne çıkar.
Bunlardan ilki normatif veya buyurucu yönelimdir. Klasik
eğitim felsefesinde somutlaşır. Eğitimin ne olması, öğretim faaliyetlerinin nasıl
düzenlenmesi gerektiğiyle ilgili olarak felsefi bir biçimde savunulup haklılandırılmış
bir eğitim felsefesi öne sürer.
Analitik eğitim felsefesi, kendisini belli bir felsefi
tevazuuyla dışa vurur. Onlar sadece eğitim alanına karşımıza çıkan kavramların
analiziyle meşgul olurlar.
Eleştirel eğitim felsefesi, ağırlıkla hataları (ideolojik
alışkanlıkları) gidermeye odaklanır.
KLASİK EĞTİM
FELSEFESİNDE TEMEL AKIMLAR
İdealist Eğitim
Felsefesi
İdealist eğitim felsefesi, birtakım ahlaki amaçlar üzerine
yükselir ve eğitimi çoğu zaman ahlakın bir aracı haline getirir.
Platon’da eğitim, devleti ve sosyal düzeni iyilik idesine ve
adalet ilkesine göre inş edip örgütleme amacına hizmet eder.
İdealist eğitim felsefesi, eğitim kuramı olarak daimiciliği
benimser. Daimicilik insanlara her zaman ve her yerde kalıcı bir öneme sahip
olan şeylerin öğretilmesi gerektiğini ileri savunur.
İdealist bakış açısından eğitimin en yüksek hedefi, insanın
ya da kişinin kendisini gerçekleştirmesi, hayatını hakikat, iyilik ve güzellik
değerlerine göre şekillendirmesidir.
İdealist eğitimin müfredatında baş sırayı felsefe,
matematik, tarih, teoloji ve sanat benzeri disiplinler alır.
Realist Eğitim Felsefesi
Realist eğitim anlayışının eğitim teorisi özcülüktür. Özcülük,
eğitime düşen şeyin insanı akademik bilgi ve karakter gelişiminin unsurlarıyla
donatmak olduğunu söyler. İlk temsilcisi Aristoteles’tir.
Realist eğitim programında, doğallıkla sadece olgu bilgisi değil,
formel yapılara ilişkin bilgi de verilir.
Realist eğitim anlayışı nihayet öğretmen merkezli bir eğitim
anlayışını ifade eder.
Natüralist Eğitim
Felsefesi
Realizmin modern versiyonudur. Natüralizm, doğanın
gerçekliğin tamamı olduğu kabulüne dayanır. İnsan da doğanın bir parçasıdır ve
onun eğitimi doğanın düzeni hakkında kademeleri olarak bilgilendirilmesi
demektir. Dolayısıyla öğrenci merkezli bir eğitim sistemini tercih eder. Bununla
beraber çocuğun yaparak, keşfederek öğrenmesini temin eden natüralist öğretmen,
natüralist eğitim anlayışının her koşul altında en belirleyici kişisi olmak durumundadır.
Eğitime Kültürel
Yaklaşım
Kültürel yaklaşım Alman romantikleri eliyle geliştirilmiş
bir kuramdır (Goethe, Schelling).
Eğitimli insanı, insanlığın en yüce ve en yüksek değerleriyle
bezenmiş, kültürlü insan olarak normatif bir ideal diye öne süren kültürel
yaklaşımda söz konusu ideal, eğitimden hiçbir şekilde ayrılmaz olup zaten esas
eğitim süreci içinde gelişir.
Kültürel yaklaşımın temsilcileri, öğrenme ve bilginin
tefekkür amacına dönük olduğunu iddia ederler.
Bireyselliğin gelişiminin ilk ve temel koşulunun özgürlük
olduğunu söyleyen romantiklerle irrasyonalistler, insanın kendisini tam olarak
gerçekleştirmesinin yolunun eğitimden geçtiğini öne sürerken eğitimi çocuğun
mevcut potansiyel ve güçlerinin evrensel kültür yoluyla şekillenmesi olarak
anlarlar.
Pragmatist Eğitim
Felsefesi
Charles Sanders Pierce
(1839-1914), William James ve John Dewey (1859-1952) tarafından geliştirilmiş
olan pragmatizm bireyin her şeyin belirleyicisi olması anlamında öznelciliği
benimseyip hakikatin ve ahlakın kurucu unsuru olduğunu düşündüğü şeyler olarak
sonuçları öne çıkaran bir akımdır.
Pragmatist eğitim anlayışı, eğitimin bireysel olduğu kadar
sosyal boyutuna da vurgu yapar.
Eğitim, yetişkinlerin kültürel mirasını toplumun henüz
olgunlaşmamış üyelerini meydana getiren çocuklara aktarmak suretiyle kültürel
sürekliliği temin ettiği için, zorunlu olarak muhafazakâr olmak durumundadır.
Eğitimin en yüksek amacının sonraki deneyimlerin
yönlendirilmesini mümkün kılacak şekilde gelişme olduğunu ileri sürer.
Pragmatist eğitim felsefesi, gelişmeyi en temel amacı yaptığı
eğitimi, eğitilen insanın deneyimin sürekli bir biçimde değişen dünyasına
uyarlanması süreci olarak görür.
Egzistansiyalist Eğitim
Felsefesi
Nesnel hakikat çağında unutulan öznel hakikate dönüşün
önemine vurgu yaparken bireyden hareket eder. Ahlak üzerine yoğunlaşır.
Egzistansiyalist eğitim anlayışında en yüksek amaç, öğrenciyi
kendisine döndürmek, bireyin varoluşunun tüm yükü ve sorumluluğunu üzerine
almasını sağlamak ve bir kişisel kimlik bilinci kazanarak kaderinin
belirleyicisi olmasını temin etmektir.
Söz konusu genel amaç, egzistansiyalist eğitimde gerçek
anlamda eğitimli bir kişi idealine bağlı olarak beş alt başlık altında ifade
edilir. Bu amaçlar da, daha sahici olmak, daha manevi bir şekilde yaşamak, eleştirel
bir bakış açısına sahip olmak, bir kişisel kimlik duygusu oluşturmak ve
nihayet, başkalarına karşı empatik bir bilinç geliştirmek olarak sıralanabilir.
Egzistansiyalist eğitimin müfredatında en önde gelen bilimler
insan bilimleriyle toplum bilimleridir.
ANALİTİK EĞTİM FELSEFESİ
Eğitim Teriminin Anlamı
Analitik eğitim felsefesi eğitim iki yönünü ortaya koyar.
Bunlardan birincisi eğitim başlığı altında toplanan kavramlar kümesi diğeri ise
bu kavramlar kişiye aktarmaya çalışan kurumlar ve düzenlemelerdir.
Eğitim terimi üç farklı şekilde kullanılır: sosyolojik,
kurumsal ve aydınlanmaya dayalı eğitim kavramı.
Sosyologlar, eğitim terimini bir halkın veya bir toplumun çocuk
yetiştirme pratiklerini tanımlamak için kullanırlar.
Toplum içinde insanlar eğitim terimini ağırlıkla eğitim
kurumlarına vurgu yapacak şekilde kullanırlar.
Eğitimin Amaçları
Asli ve arızi olmak üzere iki kategoride incelenirler.
Asli amaçlar eğitim alan kişiye gönderimde bulunur. Arızı
amaçlar kastedildiğinde eğitimin neye hizmet ettiğine atıf yapılır.
Eğitimin bireysel, asli, özel amaçları arasında özerklik,
eleştirel düşünme ve ahlak öne çıkan kavramlardır.
Eğitimi Belirleyen Temel
Ölçütler
Eğitimin üç temel ölçütü; değer, bilgi ve usul ölçütüdür.
ELEŞTİREL EĞTİM
FELSEFESİ
Eleştirel eğitim felsefesi, analitik eğitim felsefesiyle klasik
eğitim felsefesinin bir sentezini temsil eder. Akademik karşılığı eleştirel
pedagojidir.
Doğayı tahakküm altına almayı hedef edinmiş modern dünyada
eğitim sitemi yoluyla insanın da bu kapitalist sistemde tahakküm altına
alındığına işaret eder. Eleştirel pedagojiye göre eğitim özü itibariyle politik
bir faaliyettir.
En önemli kuramcısı Paolo
Freire’dir.
Eğitim yol açtığı baskıyla ezilenler, statükonun
çıkarlarının kendi çıkarları olmadığını göremezler. Mevcut durumlarıyla ilgili
olarak kaderci olmaya ve onu doğal bir süreçmiş gibi algılamaya başlarlar.
Freire eleştirdiği geleneksel eğitim anlayışına “bankacı” ya
da “yığmacı eğitim” adını verir.
Freire bankacı eğitim anlayışının teoriyle pratik arasındaki
bir ayrıma dayandığını ve hayattan kopuk teorik bilgileri insan zihnine yığmak
veya depolamak suretiyle, özellikle sosyal dünyaya yabancılaştırdığını ileri
sürer.
Çözüm adına, sorun tanımlayıcı eğitimi önerir. Sorun
tanımlayıcı eğitim, bilgiden değil de somut problem durumlarından, öğrenenin
içinde bulunduğu yaşam durumlarından yola çıkar.
---
(Buraya kadar ki malumatın kaynağı: Felsefe, Editör/Yazar: Ahmet Cevizci, Anadolu Üniversitesi, Mayıs 2012)
Felsefe Tarihi
Hesiodos
MÖ. 8. yüzyılda yaşamış, Theogonia adlı 1022 dizelik şiirinde evrenin
oluşumunu anlatır.
Esere göre evrende her şeyden önce Khaos (boşluk)
vardı.
Khaos, Gaia (toprak)
ve Eros (sevgi) her şeyden önce vardırlar.
Khaos, geceyi (Nyks); gece, ışığı (Aither),
Gaia’da gök (Ouranos) ve denizi (Pontos) doğurur.
Erga kai Hemerai adlı diğer eserinde gündelik hayatı anlatır. Eserin ilk
bölümü çalışma ve adaletten söz eder. Öğüt vermek üzere yazılmış bu eser ahlak
düşüncesinin gelişiminde dikkat değerdir.
Hesiodos, insanların ilk zamanlarını mutluluk ve bolluk
içinde tasvir eder. Bu huzurlu gidişat, paranın icadından sonra bozulmaya
başlar.
Yedi Bilge
Kleobulos, Rodos adasındaki Lindos’da yaşamıştır. Ölçülü olmayı
öğütlemiştir (“Dinlemeyi sevmeli, hazza hükmetmeli, zorla hiçbir şey yapmamalı”[1]).
Yedi bilgeden ikincisi MÖ. 7. yüzyılda yaşamış olan Atinalı
devlet adamı Solon’dur.
Khilon (“Kendini bil”[2]),
Lesboslu Pittakos (“Yapmak
istediğini söyleme”[3]),
aceleciliğe karşı olan ve insanların çoğunluğunun kötü olduğunu söyleyen
Pireneli Bias (zengin bir tüccardı),
Korinthoslu Periandros ve Thales antik dönemin yedi bilgesidir.
Periandros
MÖ. 6. yüzyılda yaşadığı bilinen Periandros “sömürgeler
prensi” lakaplı bir devlet adamıydı.
“Hiçbir şeyi para için yapmayınız. Rahatlık güzel,
atılganlık tehlikeli, kâr çirkin bir şeydir. Zevkler geçidir. Muvaffak
olursanız alçakgönüllü olunuz. Yenilgiye uğrarsanız bilge olunuz.”[4]
“Bütünü düşün. Yaralayan iyi eder. Güzel şey güçtür. En
iyisi doğmamış olmaktır, olabildiğince erken ölmek ondan sonra gelir.”[5]
Thales
Tanrılara ihtiyaç duymadan dünyayı anlamaya/açıklamaya
çalışmıştır. Bu nedenle müfredatta ilk filozof olarak anılır.
Varlıkların ilk kaynağı olarak, töz olarak ‘su’yu öne sürer.
Yaratıcı vasfını maddeye yükleyen Thales, maddelerin
tanrılarla dolu olduğunu söyleyerek harekete açıklık getirmeye çalışmıştır.
Yaratılışa kaynak olarak maddeyi işaret ettiği için
materyalist, her şeyin nedenini ‘bir’e indirgediği için monist, maddeyi canlı
ve yaratıcı kabul ettiği için de hilozoisttir.
Parlak bir devlet adamıydı.
Mıknatısın diğer metalleri çekme kuvvetini göstermiştir.
MÖ. 28 Mayıs 585 tarihli güneş tutulmasını önceden
hesaplamış olması ona büyük ün kazandırmıştır.
Mısır’daki piramitlerin yüksekliğini gölgelerinin uzunluğunu
hesaplayarak bulmuştur.
Hayatı boyunca birçok seyahat yaptığı söylenir. Mısır ve
Sümer ülkesine yaptığı seyahatlerden sonra Atina’ya dönerek öğrendiklerini
ifade etmiştir.
Anaksimandros
Miletosludur.
Thales’in öğrencisi ve yakını olduğu söylenir.
Her şeyin kaynağı olarak sınırlı olan ‘su’yu değil Aperion adını verdiği sonsuzluğu
önerir. Ona göre sonsuzluktan ilk önce sıcak ve soğuk ayrılmıştır. Sıcak ve
soğuğun çatışmasından su ortaya çıkmıştır. Hava, toprak ve ateş daha sonra oluşmuşlardır.
Anaksimandros, görünen her şeyin zıtlaşmalar, çatışmalar ürünü olduğunu söyler.
Aperion dışındaki şeyler karşıtlarıyla birlikte
mümkündürler. Apreion sonsuz, sınırsız olduğu için insan aklıyla kavranamaz.
Dünyayı evrenin merkezi olarak kabul eder.
Dünya, hava boşluğunda, hiçbir şeye dayanmadan durmaktadır.
Başlangıçta tamamı suyla dolu olan dünyadaki hayat, suda başlamıştır. Suların
çekilmesi ve kara parçalarının ortaya çıkmasından sonra suda yaşayan bazı
canlıların karaya çıkmasıyla farklı hayat biçimleri mümkün olmuştur.
İnsan ruhunun kendini yarattığını söyleyen Anaksimandros,
ruhun dağılıp daha sonra kendini yeniden yarattığını iddia eder. Hiçbir zaman
yok olmayan ruhun bu hareketi sürekli olarak devam eder.
Güneş saatini keşfeden Anaksimandros, Yunanistan’ın ilk
coğrafi haritasını çıkaran kişidir.
Anaksimenes
Anaksimandros’un öğrencisidir. Temel tözü tek ve sonsuz
olduğunu söyler.
Temel töz ona göre “hava”dır.
Hava üzerine kozmogoni inşa eder. Var olan bütün her şey havadan, ya yoğunlaşma
yoluyla ya da seyrekleşme yoluyla çıkarlar.
Anaksimenes’in temel tözü, Arkhe’si hava, buğu ve sis
anlamlarına gelen “aer”dir.
Ruhu solunan hava olarak kavramaya çalışır.
Canlı ve cansız ayrımı yapar.
İnsanın ölümü, havanın/ruhun onu terk etmesiyle gerçekleşir.
Dünyayı düz bir tekerlek olarak tasvir eder. Hiçbir şeyden
destek almaksızın öylece havada durmaktadır.
Hava gevşeyince ateş, sıkışınca önce buhar ve duman daha
sonra bulut ve yağmur, su olur. Su sıkışınca çamur, toprak ve son olarak da taş
olur.
Pneuma (soluk) öğretisi Anaksimenes’e aittir. Pneuma sona
erdiğinde beden de ölüm gerçekleşir. Pneuma öğretisi etkisini geç stoacılara
kadar sürdürecektir.
Soluk ve ruh pneuma kavramı içerisinde birbirlerine çok
yakın anlamlarda kullanılmışlardır. Hava sonsuz bir ruhtur. İnsanın ruhu da
havadır (soluk aldığı sürece).
Milet Okulu M.Ö. 494 yılında Perslerin saldırısı sonucu
dağılmıştır. Felsefi ilerleme bir süre duraklamıştır.
Bu durgun dönemde Orfeusçuluk etkinliğini sürdürmüştür.
Orfeusçuların tanrısı Dionysos’tur. Dionysos’un ölüp tekrar
dirildiğine inanan Orfeusçular bu nedenle reenkarnasyona inanırlardır. Ruhların
ölümsüz olduğuna inanırlardı. Şarabın kaynağı olduğu için asma kutsal bir
bitkidir onlar için. Sarhoşluk hali de onlar için kutsal bir durumdur.
Tanrıları Dionysos’la ancak sarhoşken bütünleşebildiklerine inanırlardı.
Pythagoras
Ünlü bir mücevher yontucusunun oğludur.
Samos’ta doğdu.
Polykrates’in despot yönetiminden kaçıp İtalya’nın
güneyindeki Kroton’a yerleşmiştir. Okulunu da burada kurmuştur.
Kurduğu okul daha çok bir tarikattır. Okulunda ruhların göçü
esasına dayalı bir inanç sistemi geliştirdi. Bu inanç, temelde bütün canlıların
kardeşliğini esas alıyordu.
Reenkarnasyona inanan Pythagoras, önceki yaşamında bir
fahişe olduğunu söylemiştir.
Pythagorasçılar garip alışkanlıkları, kuralları olan bir
tarikattı; et yemezdiler, hayvan öldürmezdiler. Bu iki yasağın nedeni
reenkarnasyon inancıdır.
Kendi içlerinde uyguladıkları çok katı kuralları vardı;
günahkâr bir yaşamın bedelinin bir sonraki yaşamda aşağılık bir canlı olarak
dünyaya gelmek olduğuna inanırlardı. Bu sebeple ahlak kuralları söz konusu
olduğunda son derece katıydılar.
“Beden, ruh için bir hapishanedir” bu söz onların temel
şiarıdır.
Pythagorasçıların çalışmaları matematik ve müzik
alanında yoğunlaşır. Kozmosu uyumlu sesler veren bir “birlik” olarak kabul
etmişlerdi. Evrendeki her şeyin temelinin sayı
olduğunu kabul ederek maddenin aslı için maddi bir töz yerine soyut bir töz
önermişlerdir.
Pythagorasçılar Anaksimandros’un zıtlıklar öğretisinden
etkilenmişlerdir; dünyadaki her şeyi ikilik olarak kabul ederler, karşıtlar uyum yaratmak için bir aradadırlar.
Matematiği geometriye dayandırmaya çalışarak her sayıyı
geometrik bir şekille ifade etmişlerdir.
Pythagorasçıların geometri konusundaki çalışmaları arasında
bizzat Pythagoras’a ait olduğu bilinen ve kendi adıyla anılan teorem; dik açılı
bir üçgenin uzun kenarının karşısına gelen kısa kenarlarının üzerine
yerleştirilen karelerin toplamının uzun kenarın üzerindeki karelerin toplamına
eşit olduğunu ifade eder.
Platon, Pythagorasçıların ruh ve yazgı hakkındaki düşüncelerinden
etkilenmiştir.
Pythagorasçıların önde gelen ismi Alkmaion’dur. Tıp alanında çalışmalar yaptığı bilinir. Beyin ve
sinirlerin önemini ve algının oluşması için dıştan gelen bir uyarıcının
sinirler aracılığıyla beyne aktarılması gerektiğini o keşfetmiştir.
Duyu algılarının nedeni beyindir; bunlardan bellek ve
tasavvur doğar. Bellek ve tasavvurdan bilgi meydana gelir.
Alkmaion’a göre sağlığın temel dayanağı; soğuk ile sıcak,
acı ile tatlı ve bunlar gibi kuvvetler arasındaki denkliktir. Bunlardan birinin
diğerine üstünlüğü hastalık nedenidir.
İnsanların yok olup gitmelerinin nedeni başlangıcı sona
bağlayamamalarıdır.
Pythagorasçılarda kutsallık, bütün zıtlıkların birliğiyle
özdeşleşmiştir.
Elea Okulu
Ksenophanes’in akıl yürütmeleri etrafında başlayan felsefi
tartışmaları ifade eden bir kavramdır.
Ksenophanes
565 yılında Kolophon’da doğdu. 540 yılında Med istilası
nedeniyle Kolophon’u terk etti. Lukanya kıyılarında Elea denilen bölgeye
yerleşti.
Halkın o zaman dek benimsemiş olduğu Tanrı kavramı
etrafındaki düşünceleriyle tanınmıştır. Bu nedenle filozoftan çok bir din
yenilikçisi olarak tanınır.
Onun zamanında antropomorfizm yaygın bir düşünce biçimiydi.
İnsan biçimli tanrı anlayışı beraberinde tanrılara insanlara özgü nitelikler
atfeden antropopatizmi de güdümlüyordu. Ksenophanes’in asıl savaşı bu
düşünceyledir. Tanrısal varlığı insan biçiminden ve diğer her türlü biçimden ve
insanlara özgü tutkulardan arındırmaya çalışmıştır.
Çok tanrıcı düşünceye de karşı çıkan Ksenophanes, tanrı
düşüncesine ahlaki bir temel üzerinden yaklaşır.
Tanrı Bir’dir. Her yerdedir. Her şeyi işitir, görür ve
bilir. Hareket etmez. Sonsuz gücüyle evrendeki her şeyi, bütün hareketleri düzenler.
Tanrıyı bir anlamda evrenle özdeşleştirmiştir.
Anaksimenes’in tanrısal özü olan havayı insan yaşamının en önemli maddesi
olarak kabul eder. Anaksimandros’un başlangıçta her şey suyla kaplıydı
önermesine de aynen katılır.
Ksenophanes, mitolojik tanrıcılığı sona erdiren kişidir.
Herakleitos
Zengin bir aristokrat aileye mensuptur. Yaklaşık olarak, 540
yılında Efes’te doğmuştur.
Politikadan nefret ederdi. Babası öldükten sonra kendisine
önerilen yasa koyuculuk görevini reddetmiştir.
Dostu Hermodoros devlet işleriyle ilgilendiği dönemde
Efes’ten sürgün edilmiştir.
İnsanlara gerektiğinden fazla güvenmez. Kendini doğanın
seyrine verir. Doğadaki sürekli değişime dikkat çeker.
“Aynı sudan iki defa geçilemez” diyerek bu değişime atıf
yapar.
Doğadaki sürekli değişim dikkate alındığında doğaya dair
gerçeklik anlayışının yanıltıcı olacağını söyler. Duyuların güvenilir bilgi
sağlamayacağını söyler.
Doğada var olan her şeyin zıtlıklar sonucu var
olabildiğini gösterir (acı-tatlı, sıcak-soğuk vs.).
Doğada var olan bu zıtlıklar arasında bir çatışma
olduğunu söyler.
Miletoslular gibi o da evrenin ilk maddesi aramaya koyuldu.
Onun için ilk madde ateştir.
Ateş de değişim içerisindedir. Evrende aşağıdan yukarıya ve
yukarıdan aşağıya doğru bir değişim içerisindedir ateş.
Yukarıya doğru olan değişimin sonucu yıldızlar evrenidir.
Hava, su ve toprak ateşin aşağıya doğru değişiminin sonucudur.
Bütün bu değişimin içinde değişmeden kalan ve değişimi
yönlendiren kuvveti de logos olarak belirler.
Logos, tanrısal sözdür. Evrensel akıldır (yazgı ya da
kader).
Bir olan logostur. Diğer her şey değişim içindedir. Logos,
evrenin ruhudur.
Duyuların/algı verilerinin yanıltıcı olduğunu söyleyen
Herakleitos insanlara akıl yolunu göstermiş ve o yolda ilerlemelerini
söylemiştir.
İnsanlara kendi ben’lerini kontrol etmelerini ancak bu yolla
ahlaklı olunabileceğini söyler.
Kendi söylemi dışındaki sözleri alaya alıp yadsımıştır.
Varlık bir şey değildir, oluş her şeydir.
Değişimin ötesinde mutlak olanı aramak, Herakleitos
düşüncesindeki bu çizgi diyalektik düşüncenin de temelidir.
Herakleitos, sistematik bir felsefeye sahiptir. Bu nedenle
ilk filozof olarak kabul edilmelidir.
Evreni nesne değil özne olarak ele almıştır.
Aklı felsefenin merkezine koyarak düşünce yolu açmıştır.
Logos ortak da olsa
sanki kendilerine özgü bir düşünceleri varmış gibi yaşar insanlar.
Ters gelenler uyuşur.
Eşekler samanı altına
yeğ tutar.
Kim kaçabilir ki
kaçmayandan.
Beklemezse bulamaz
beklenmezi, bulunmaz ve ulaşılmazdır o.
Dinlemeyi bilmedikleri
için konuşmayı da bilmezler.
İnsan ışığa değer
gecenin içinde, öldüğünde, gözünün feri söndüğünde. Diriyken ölüye değer
uykuda, gözünün feri söndüğünde. Uyanıkken uyuyana değer.
Bu evren, her şey için
aynı, ne bir Tanrı ne bir insan yarattı onu. Vardı var ve var olacak. Hep canlı
kalan ateş, ölçüyle alevlenip ölçüyle sönecek.
Ruhlar için ölüm, suya
dönüşmektir, su içinse toprak olmak. Su topraktan doğar, ruh da sudan.
Ruhun sınırlarına
ulaşamaz yolculuğunda, tüm yolları denese de insan, öylesine derindir ondaki
logos.
Doğa saklanmayı sever.
Soğuk ısınır, sıcak
soğur, kuru nemlenir, nemli kurur.
Toprağın ölümü, suya
dönüşmek, suyun ölümü havaya, havanın ölümü ateştir; ve tersine.
Yay’ın anlamı yaşam,
işlevi ölümdür.[7]
Aynı ırmaklara gireriz
ve girmeyiz. Biziz ve değiliz.
Gelen ateş ayıracak ve
ele geçirecek her şeyi.
…yolun gittiği yeri
unutan kişiyi.
Ruhlar için haz ya da
ölümdür nemlenmek.
Biz onların ölümünü
yaşarız, onlar bizim ölümümüzü.
Zordur tutkularla
savaşmak. Ruhla ödenir.
Kendimi aradım.
Tümüyle yazgıdır
zorunluluğu belirleyen.
Parmenides
Hocası Ksenophanes’in öğretilerini bilimsel bir temele
oturtmuştur.
“Varonlanlar çok
şeyse, aynı şeylerin hem benzer hem de benzemez olmaları gerekir, bu da
olanaksızdır; çünkü benzer olanların benzemez, benzemez olanların benzer
olmaları olanaksızdır.”[8]
“Çok şeyin varolması
olanaksızdır.”[9]
“Varolan tek bir
şeyken, bu kendisini çok şey olarak gösterecek olursa buna şaşıracağım.”[10]
“İdeaların kendileri
doğada ilkörnekler olarak bulunurlar. Öteki şeyler bunlar gibi görünürler ve
bunlara benzerler, öteki şeylerin oluşmaları için idealardan pay almaları da
bunlara benzemekten başka bir şey değildir.”[11]
“Hiçbir parçası yoksa
ne başı ne sonu ne de ortası olabilir, çünkü bunlar onun parçası olur.”[12]
“Bir nesne bir nesneye
özdeş olduğunda bir olmaz.”[13]
Özdeşlik için yalnız bir öğe yeterlidir. Bir kendisindedir.
Kendisiyle özdeştir (A’dır deriz bunun için, özdeşlik için A=A formülü
hatalıdır).
“Bir, hiçbir biçimde
varlıktan pay almıyor.”[14]
“İster olsun ister
olmasın, o ve öteki nesneler hem kendi kendilerine göre hem de birbirlerine
göre birbirleriyle bütünüyle ilişki içindedirler ve değildirler; hem öyle
görünürler hem de öyle görünmezler. Çok doğru.”[15]
Deneyim, Pythagoras ve ondan önceki Miletosçular için
önemliydi. Onların düşüncelerinin temeli deneyimdi. Parmenides’i kendisinden
öncekilerden ayıran en belirgin tarafı buradadır. O evreni akıl yoluyla
anlamaya çalışmıştır. Bu nedenle felsefe tarihinin ilk mantıkçısı ve ilk
rasyonalist filozofu olarak kabul edilebilir.
Varlık vardır. Var olmayan var değildir. Varolan vardır.
Parmenides’in Varlık dediği mutlak, görünür, duyulur, hissedilir bir şey
değildir.
Onu hiçbir şekilde hülasa edemeyiz. Belirli bir niteliği
yoktur. Onun tek özelliği varlık olmasıdır. Parçası olmayan ve bölünemeyen bir
tanrıdır. Kendisiyle özdeş olan bu varlık dışındaki tüm şeyler sadece
görünüştür hiçbir gerçeklikleri yoktur, aldatıcıdırlar.
Evren, mutlak varlıktır, tek gerçekliktir ve değişmeyendir.
Parmenides böylece ana madde arayışına yeni bir boyut kazandırmıştır.
Parmenides iki ayrı olgu ortaya koyar: birincisi akıl yolu
ki bu yola Bir’i anlamak mümkündür; diğeriyse görünüşler dünyasıdır ki şeylerin
dünyası, görünüş dünyasında bu hiçbir şeyin gerçek olmadığı görünüşler
dünyasında doğruyu aramak hataya götürecektir, yanlış olacaktır.
Parmenides, mutlak varlığı izah ederken, görünüşler
dünyasının, sahte gerçeklikler dünyasının nasıl oluştuğunu açıklamaz.
Bu konudaki açıklamaları öğrencisi kabul edilen Melissos yapmıştır.
Melissos, yaşadığımız dünyayı var kabul etmez. Sürekli
değişim içinde olan şeyler yoktur. Varolan değişmez. Olmayan şey için açıklama
yapmak gereksizdir der.
Parmenides’in varlık anlayışı ontolojiye özdeşlik açılımı
bağlamında büyük katkılar yapmıştır. Metafiziğin temelini attığını söylemek
yanlış olmaz. Varlık Varlık’a Varlık’tan gelmiştir. Bu sözüyle Varlık’ın
kendinde olduğunu, başı sonu olmadığını, ezeli ve ebedi olduğunu vurgulamıştır.
Elea Okulu’nun Herakleitos’un düşüncelerine yönelik
eleştirileri felsefe tarihindeki ilk felsefi tartışmadır. Herakleitos değişimi,
zıtlıkları evrenin temel ilkesi olarak kabul etmişti. Parmenides ise değişen
bir şeyin varlığını en baştan reddeder. Bir, Bir’dir. İki türlü varolamaz.
Herakleitos, ateşi insan ruhuyla özdeşleştirirken,
Parmenides, başı ve sonu olan ateşe böyle bir nitelik atfetmenin
olanaksızlığına vurgu yapar.
Herakleitos ile Parmenides’in tek ortak yanları her ikisinin
de duyular dünyasından edinilen bilgileri güvenilir kabul etmemeleridir.
Zenon
Varlık’tan hiçbir şeyin çıkmadığını söyleyen Parmenides,
görünen tüm şeylerin aslında var olmadığını söylemiş olur. Parmenides’in
değişim içindeki aslında var olmayanların varlığına ilişkin bir şey söylememesi
öğrencisi Zenon’un bu noktaya odaklanmasına neden olur.
Zenon bunun için felsefe tarihinin en meşhur paradokslarını
ortaya koyar. Paradoksların diyalektik yöntemi, felsefe tarihi için bir diğer
önemli vakıadır.
Savunduğu görüşe karşı yürütülen bir tezi, bu tezin içinden
çıkardığı bir başka tezle karşılaştırıp ilk önermeyi saçmaya indirgemek
koşuluyla kendi tezini ayakta tutar.
Hareket olgusunu tartışmaya açtığı paradoksunda zaman
kavramının göreli olduğu sonucunu ortaya koyar.
“…pistte devinenler
üzerine: bunlar eşit büyüklükte (cisimlerden oluşmuş yine eşit büyüklükte) iki
öbek, yine eşit büyüklükte (cisimlerden oluşmuş olup devinenlere eşit) bir öbek
önünden karşıt yönlerde deviniyorlar. Bir öbek pistin sonundan öteki ortasından
başlıyor devinime, hızları da eşit. Burada (Zenon) yarı zamanın iki misli zaman
eşit olmasının söz konusu olduğunu düşünüyor. Ne ki yanlış akıl yürütme şurada:
hem devinen hem de duran nesne boyunca, eşit uzunluğun sabit hızla eşit zamanda
geçildiğinin kabulü. Oysa bu yanlış: söz gelişi diyelim ki, duran birine eşit
cisimler A A; bunlarla sayıca ve büyüklükçe eşit cisimlerden oluşan B B
devinime ortadan başlıyor. Sayıca ve büyüklükçe bunlara eşit olan ve B
öbeğindekilerle eşit hızda olan C C öbeği devinime sondan başlıyor. Söz konusu
olan şu; karşılaştıklarında ilk B, ilk C ile aynı anda sınırda oluyor. Yine C
tümüyle B’leri geçmiş bulunuyor. B ise (A’ların) yarısını geçmiş bulunuyor.
Dolayısıyla zamanda yarısı oluyor, çünkü her biri birbirleriyle karşılaştırıldıklarında
eşit. Aynı anda şu da oluyor; ilk B bütün C’leri geçmiştir. Nitekim ilk C ile
ilk B aynı anda karşıt sınırlarda olacaklardır (nitekim onun dediğine göre
B’lerin her biri için söz konusu olan zaman, A’ların her biri için söz konusu
olan zamana eşit). Çünkü her ikisi de A’nın önünden eşit zamanda geçiyor. İmdi
temellendirme bu, dayanağı da az önce sözünü ettiğimiz yanılgı.”[16]
Empedokles
Her şeyin temeli; toprak, hava, ateş ve sudur. Bunları bir
arada tutan sevgi, bunun karşısındaki güç ise nefrettir. Sevgi ve nefret
üstünlüğü ele geçirmeksizin sonsuz bir döngü içinde birbirlerinin yerini
alırlar.
Empedokles’in Sicilya’nın Agrimentum kentinde doğduğu
söylenir (MÖ. 490). Yaşadığı kentin politik ortamında etkin görevler
üstlenmiştir. Meşhur olmak pahasına kendini Etna’ya atarak öldüğü rivayet
edilir.
Gogias, onun için büyüler yaparak insanları iyileştirdiğini
bizzat gördüğünü söyler. Nabız atışının ritmiyle soluk alıp verme arasında
ilişki kurmuştur. İçerisinde çok fazla cevher barındıran kanı önemsemiş ve
düşünceye kaynaklık ettiğini öne sürmüştür.
İnanç yönüyle Pythagoras’a yakındır. Ruhun ölümsüzlüğüne
inanırdı. Kurban ayinlerine karşıydı ve de et yemezdi.
Ayın, güneşten aldığı ışığı yansıttığını söylemiştir. Güneş
tutulmasını da doğru biçimde açıklamıştır.
Her şeyi temelinde dört elementi görür.
Evreni dolduran bu tözlerin sürekli hareket halinde olduğunu
söyler.
Bu dört elementi hareket ettiren güç, sevgi anlamına
gelen Sphairos idi.
Her şey sevgiyle bir araya gelir.
Hareket iki yönlüdür bu nedenle Sphairos’un karşısına Akosmia dediği sevginin değilini, nefreti
koymuştur.
Bu iki güç arasındaki gel-gitlerin sonsuza dek devam
edeceğini söyler.
Dört öğe bir aradaysa insan canlı, aralarında dengesizlik
varsa insan hasta, ayrılmaları halinde ise insan ölüdür.
Anaksagoras
Batı Anadolu’da yaşamıştır. Uzun süre Atina’da kalıp
Perikles’le yakınlık kurmuştur. Tanrıtanımazlıkla suçlanınca Atina’dan kaçıp
bugünkü adıyla Çanakkale’ye yerleşmiştir.
Anaksagoras evreni kaos olarak tasavvur eder.
Evrenin sonsuz sayıda elementten bir araya geldiğini
savunur.
Bunları bir arada tutan güç hava ve ateştir.
Kaostan kozmosa geçişi Nous
adını verdiği bir kavramla açıklamaya çalışır. Akıl, zihin anlamına gelen Nous,
evrene düzen verir.
Nous, sadece düzenler, bir amaca hizmet etmez. Dolayısıyla
Tanrı değildir.
Varlık ve yokluk yerine birleşme ve ayrılma kavramlarına yer
verir.
Nous her varlıkta aynıdır. İnsanı ayrıcalıklı kılan onun
eylemidir. Bu nedenle Anaksagoras insan eline özellikle önem verir.
Zayıflığından dolayı insanın hakikati idrak edemeyeceğini
söyler.
“Diğer şeylerin her
maddede payı vardır; Nous ise sonsuz ve başına buyruktur, hiçbir şeyle
karışmamıştır; zira yalnız kendi içinde bulunmayıp da başka bir şeyle karışmış,
yani her hangi bir şeye karışmış olsaydı, o zaman her şeyde payı olurdu. Çünkü
daha önce açıkladığım gibi, her şeyde her şeyden bir parça vardır. Ve Nous’la
karışmış maddeler onu sadece engelleyecekti, ve böylece yalnız kendi için
olduğu zamanki gibi şeylere aynı tarzda hükmedemeyecekti. Çünkü o her şeyin en
incesi ve en arısıdır. Şeyler hakkında her çeşit bilgiye sahiptir, en büyük güç
ondadır, ruhun sahip olduğu büyük küçük her şeye, bütün bunlara Nous hükmeder.
Önce çepeçevre dönmeye başlayan toplam burgaç hareketine de Nous hükmeder. Bu
hareket ilk olarak belirli küçük bir noktadan başladı; ama git gide yayılıyor
ve daha da yayılacak, birbirine karışmış, yalıtlanmış ve birbirinden ayrılmış
olan her şeyi Naou idrak eder. Her şeyin nasıl olması gerektiğini (şimdi artık
mevcut olmayan şeyin) geçmişte nasıl olduğunu, bütün bunları Nous düzenledi,
üstelik bu burgaç hareketini de; ki bu hareketi şimdi yıldızlar, güneş ve ay
icra etti. Tıpkı birbirinden ayrılan hava ve aither gibi. Onların ayrılmasına
işte bu burgaç hareketi neden oldu. Ve seyrekten sık, soğuktan sıcak,
karanlıktan aydınlık, nemliden kuru çıktı. Ne ki maddelerin pek çok parçası
vardır. Nous dışında başka hiçbir şey diğerinden tamamen çıkmaz ya da ayrılmaz.
Büyük küçük her Nous aynı türdendir. Ancak hiçbir şey diğeri gibi aynı türen
değildir. Tersine bir şeyde hangisinden fazla miktarda varsa, o şeyde en göze
çarpan bu şeydir ve bu şeydi.” [17]
“Nous kendi içindir.”[18]
“Görünen şeyler
görünmeyenleri idrak etmenin emelini oluşturur.”[19]
Hippon
Tales’in düşüncelerine sarılıp suyun ilk öğe olduğunu
yinelemiştir.
Arkhelaos
Oluş üzerine kafa yorar.
Oluşun nedenleri sıcak ve soğuktur. Sıcak hareketi getirir,
soğuk ise devinimsizliktir.
Sıcak ile soğuğun ayrışmasıyla hareketin başladığını söyler.
Adalet ve estetik yargıları doğada var olmadıkları için
insanların uydurmaları olarak görür.
Diogenes
Apollonialı Diogenes, tanınmış bir hekimdi. Çalışmalarıyla
Hipokrat Okulu’nu etkilemiştir. Anaksimenes’in düşüncelerini savunmuştur.
Evrenin doğası havadır.
Leukippos
Atomların en temel, parçalanamaz/bölünemez yapı taşları
olduğunu öne sürdü.
Epiküros atomculuğu anlattığı yapıtlarında Leukippos’u
reddeder. Böyle birisinin hiçbir zaman var olmadığını söyler. Aristoteles,
Leukippos’u atomculuğun kurucusu olarak takdim eder.
Demokritos
M.Ö. 460 yılında doğdu. 370’de öldü.
Abderalı Demokritos, İran ve Mısır dâhil olmak üzere birçok
kenti gezip görmüştür.
Varoluşu bir nedene ve rastlantıya bağlamaz.
“Harman yaparken buğdayı samandan ayırmak istersem, havaya
savururum. Böylece ağır olduklarından, buğday taneleri bir yana, hafif
olduklarından saman tanecikleri başka bir yana ayrılırlar.”[20]
Varlığı devinim ve zorunlulukla izah eder.
Oluş için tanrısal neden aramaz, oluş için hareket
yeterlidir der.
Atom, bölünemeyecek kadar küçük parçalardır. Evreni bu
sonsuz sayıdaki atomlar oluşturur.
Evrenin yarısını atomların oluşabilmesi için boş kabul eder.
Somut maddeyi soyut / boş bir mekânda tasavvur ederek olanı olmayanın içinde
var etmiş olur.
Atomlar, dağınık haldedirler. Herhangi bir maddeyi
oluşturmaları için başka bir güce ihtiyaç duymazlar. Birleşerek/bir araya
gelerek maddeleri oluştururlar.
Demokritos, Herakleitos’un hareket/oluş vurgusunu
Parmenides’in Varlık’ın yok olmasının mümkün olmadığı yönündeki görüşlerini bir
noktada birleştirir.
Ruhun yapısının ateş olduğunu söyler. Ateş da atomlardan
oluşmuştur.
Bilginin akıl yoluyla edinildiğini söyler.
Algı konusunda düşünen Demokritos, en güvenilir algı
verisinin dokunma duyusu yoluyla edinilen bilgi de olduğu sonucuna ulaşmıştır.
Parmenides’in varlık ve yokluk yanılsamadır önermesine
paralel olarak görme duyusuna yanıltıcı olduğu için itibar etmez.
Ahlak üzerine olan düşünceleri, insanları mutluluğa
götürecek yolların araştırılması şeklindedir.
“Vücut nelere muhtaçsa, bunlar herkes için zahmetsiz ve
meşakkate ihtiyaç gösteren ve hayatı acılarla dolduran neler varsa vücut
bunları arzulamaz, bunları arzu eden, düşüncenin kötü cinsidir.” [21]
Mutluluk için kişi ilk önce tutkularını dizginlemelidir.
Bedene egemen olmak, mutluluğun ön koşuludur. Bedenin arzuları sonlu
şeyleredir. Ruh ise ölümsüz şeyleri arzular. Mutluluğa ruhun arzularını tatmin
ederek ulaşılabilir.
Tarih içinde insanı anlamaya çalışan Demokritos ilk insanı,
herhangi bir hayvandan farklı görmez. İnsanın ilkel şartlarını geliştirmeye
çalışması doğa karşısındaki çaresizliğinden dolayıdır.
Archytas
M.Ö. 430 ile 350 yılları arasında yaşamıştır.
Güneşi evrenin merkezine yerleştiren kozmogonisi ilgiye
değerdir.
Sofistlerin ortaya çıkışı Demokritos’tan sonraya denk gelir.
Evrenin oluşumu, bilginin edinimi konularında o zamana dek
ortaya atılan görüşler, kuşkucu bir gurubun ortaya çıkmasına zemin hazırladı.
Duyu algılarının yanıltıcı olduğu yolundaki önermelere
rağmen bilgiden nasıl emin olabiliriz? Sofistler bu sorudan/sorundan dolayı doğru
bilgi değil de yararlı olan bilginin izini sürerler.
Sofistlerin yararlı bilgi hakkındaki düşünceleri onları
söylev konusunda yetkinleştirdi. Sofistler iyi birer hatiptiler.
Mutlu olmak için mücadele etmek gerekir. Ticaret ve adalet
iyi konuşanın lehindedir.
Protagoras
M.Ö. 481 ile 411 yılları arasında yaşadı.
Thurioi kenti için kanunlar hazırladığı söylenir.
Tanrının varlığından şüphe eden sözleri nedeniyle
Atinalıların öfkesini üzerine çekti. Sicilya’ya kaçarken gemisi battığı için
öldüğü bilinmektedir.
Özdeşlik ilkesinden hareketle kesin ve gerçek bilginin
mümkün olamayacağı sonucuna ulaşır. Gerçek hakkındaki yargılar, insanların
sayısı kadardır. İnsan her şeyin ölçüsüdür. Dolayısıyla önemli olan yararlı
bilginin peşindedir.
Ölçü insan olduğu için, iyi ve doğru da rölatiftir.
Karşısındaki kişinin doğrularını çürütüp kendi önermelerini
haklı çıkarmak Protagoras’ın en önemli çabasıdır. Karşısındakine kendi
düşüncelerini kabul ettirmek hatiplikle mümkündür.
Yeterince iyi konuşan kişinin ağzında her hangi bir sav
diğerlerine üstünlük kurabilir.
Yasalar karşısında da adalet, iyi konuşanın yanındadır.
İnsanı her şeyin ölçüsü kabul etmek, her türlü
kurumsallaşmanın ortadan kaldırılmasını gerektirir. Bu durumda devlet otoritesi
/ yapısı da mümkün olamayacaktır.
Prodikos
Sokrates’in çağdaşıdır. Anlamdaş sözcükler arasındaki anlam
farkları üzerinde kafa yormuştur.
İnsanların kendileri için büyük önem taşıyan her şeyi tanrı
yerine koyduklarına dikkat çekip aslında tanrının var olmadığını söyler.
Sofistler gibi görelilik savunucusudur. Genel bir yargının
olamayacağını, her hangi bir şeyin kullananın maksadına göre bir değer
taşıyabileceğini söyler.
Kritias
Devlet adamıdır. 404’te Theasybule’un ordularıyla giriştiği
mücadelede ölmüştür.
Kötü huylu biridir. Sokrates’in öğrencilerindendi. Ne var ki
hocasının söylediklerine kulak vermemiştir. Dini kuralları halkın itaatini
arttıracağını düşündüğü için savunurdu. Buna karşın ruh ve tanrı kavramlarını
tanımazdı.
Hippias
Sokrates’in çağdaşıdır. Her şeyi bilip anlamak
iddiasındaydı. Çeşitli konularda söylevler verdiği bilinir. Bellek gelişimine
odaklanmıştır. Güçlü bir hafızası olduğu bilinir. Giyindiği ve kullandığı
eşyaları bizzat kendisi imal ederdi. Kendine yeterli olmak idealindeydi.
Phaleas
İsmine Aristoteles’in Politika adlı eserinde rastlarız.
Devlet kuramcısıdır. Servet dağılımındaki eşitsizliğin kavga ve savaşın nedeni
olduğuna dikkat çeker. Mülkiyetin eşit dağıtılması ve herkesin eşit eğitime
tabi tutulmasını salık verir. Suçun ortadan kaldırılması için tutkuların
kontrol edilmesi gerektiğine inanır.
Hippodamos
On bin nüfuslu site tasarlamıştır. Siteyi üç guruba ayırır:
esnaf, çiftçi ve savaşçılar. Arazileri de üçe ayırır: özel arazi, ulusal arazi
ve kutsal arazi. Devlet yöneticisini bu üç zümre kendi aralarından seçerler.
Devlet kuramıyla Platon’u etkilemiştir.
Gorgias
Sicilya’da doğdu. 427 yılında Leontini elçisi olarak
Atina’ya gittiği bilinir.
Empedokles’in öğrencisi olan Gorgias, Kallikles’e hocalık
etmiştir. Parmenides’in kendisiyle özdeş Varlık’ını üç sıra önermesiyle yok
etmiştir. Parmenides, Varlık’ı başlangıcı ve sonu olmayan, öncesiz ve sonrasız
sonsuzluk olarak ve de kendi kendisiyle özdeş olarak tasarlamıştı. Gorgias,
Hiçbir şey var değildir, var olsa bile insanlar onu anlayamazlar, anlasa da
başkasına iletemez demiştir.
Varolmayan Varolam
Yokluk Varlık
Yokluk yok olandır. Olmayan bir şeydir. Olmadığı için,
hakkında konuşmak anlamsızdır.
Varolan, yokluk var kabul edilirse mümkündür. Varlığı var
eden yokluktur. Yokluk reddedilirse varlığın varolması mümkün olmaz.
Yokluk dışarıda bırakıldığı halde varlıktan söz etmemiz
istenirse, bir şey var olsaydı, bu ya sınırsız, başlangıçsız, kendisiyle özdeş
olarak var olabilir.
Bu sonsuz varlık, sınırsızlığın da parçalardan meydana geldiği
dikkate alınırsa bölünebilir ve dolayısıyla özdeşliği olmayan bir varlık olarak
kalır karşımızda.
Sınırlı olarak düşünülürse, varlık daima başka şeylerle
birlikte tasavvur edilecektir. Varlık hem kendi, hem de bir başka şeyin içinde
varlık olarak düşünüldüğünde, bu düşünce bizi varlık hem vardır hem de yoktur
ikilemine getirir.
Her hal ü karda varlık hakkındaki argümanlar çelişiktir.
Düşüncenin tasarımlarını, düşünce kendi içinde üretir. Bu
tasarımların doğruluğu hakkındaki kıstası yine kendisidir. Bu nedenle de
bilinen iletilemez.
Bir şeyin kendisine ait olan bilgisini ben ancak kendi
bilgim ölçüsünde kavrayabilirim. Varlık hakkındaki bilgim, tam da varlık
hakkındaki bilgimle sınırlıdır. Bu bilgiyle varlığın bilgisi örtüşmez.
Dolayısıyla sahip olduğum bilgi varlığın bilgisini kavrayamaz. Varlık hakkında
aktaracağım bilgi, varlık hakkındaki bilgimin aktarımı olacaktır, varlığın
bilgisinin aktarımı değil.
Gorgias, bu noktada düşünceye değil söyleve yönelir. Varlık,
doğruluk gibi fikir birliğine varamayacağımız kavramları söylevlerinin dışında
tutmuştur.
Kallikles
İsmine Platon’un diyaloglarında rastlarız.
Doğacı bir düşünürdür. Kanunlar hakkında Prodikos ve
Kritias’ın çizgisindedir. Kanunların zayıf insanların icadı olduğunu söyler.
Kanunları halk için gerekli gören Kallikles, halkın ancak adalet ve ölçü
çerçevesinde mutlu olabileceği inancındadır. Yetkin kişiler ise ölçü ve adaleti
önlerinde bir engel olmaktan çıkardıklarında mutlu olabilirler.
Sokrates
M.Ö. 470 yılında doğdu.
Babası taş yontucusu bir zanaatkârdır (Sophronisk).
Annesi Phenaret
ise tanınmış bir ebedir.
Erken yaşlarda müzik ve geometri dersleri alan Sokrates,
gramer, spor, astronomi ve matematik alanında da dersler görmüştür.
Bazı kaynaklarda heykeltıraşlık yaptığı söyleniyorsa da
bunun nedeni yaşadığı dönemde bir adaşının heykeltıraş olmasıdır.
Sağlam yapılı ve sağlam karakterli biridir. Yiğit ve atılgan
olarak ünlenmiştir. Sürekli olarak yalınayak dolaşırdı.
Eşi Xanthipe için
katlanılması en zor kadın denmektedir.
Yaşadığı dönemde sofistlerin dilinde insan her şeyin
ölçüsüdür. Sokrates aynı entelektüel ortamda insana odaklanan düşünceler
geliştirir. Diyalogların hemen tümü de insani hasletlere dairdir.
Çocukluk arkadaşı Khaipephon,
Parnassus Dağı’nın eteklerindeki Fosis’te Delphi kâhini olarak bilinen bir
rahibeye Sokrates’ten daha bilge biri olup olmadığını sorar; “yoktur” cevabını
alır. Sokrates, tanrıların böyle söylemekle ne demek istemiş olabilecekleri
hakkında düşünmeye başlar. Bilge kabul edilen kişilerle konuşmaya başlar.
Sohbetleri sonucunda bilge bilinenlerin aslında hiçbir şey bilmediklerini
görür.
Kendisini hiçbir şey bilmediğini bilen biri olarak kabul
eden Sokrates bu erdemi sayesinde bilge geçinen kişilerden bir derece üstün
olduğunu kabul eder.
“Kendini Bil”
Delphi tapınağında okuduğu bu söz onun şiarıdır. İnsanların
ancak kendilerini bilmeleri koşuluyla mutlu olabileceklerini söyler.
Sokrates için bilgi, erdemle özdeştir. Bilgi, insanı
yanlıştan uzak tutar. Bilerek işlenen suç olmaz ona göre. Bilgelik iyilik ve
doğruluk getirir.
Sokrates bilginin doğuştan insanlara verildiğini savunur. Bu
düşünceden hareketle diyaloglarında karşısındaki kişinin içinde olduğuna
inandığı bilgiyi dışarıya çıkarmaya çalışırdı.
Diyaloglarında yanlış olduğuna inandığı düşünceyi o düşüncenin
savunucusu tarafından çürütülmesi için uğraşır. Buna karşın çoğu zaman doğru
olana dair kanıtlar ortaya koymaz.
Aristoteles bazı eserlerinde Sokrates için tümevarımın
kurucusudur der.
Sokrates için ahlakın amacı mutluluktur. Haz peşinde olanlar
iyi-kötü ayrımı yapamazlar. Doğru olan aklın kılavuzluğunda yol almaktır.
Sokrates bu temel üzerinde iyi olanı bilgece olanla özdeş tutmuştur.
Üzerinde herkesin mutabık kalacağı bir iyi bulmak kolay
değildir. Bu sorunu çözmek için adalet gereklidir. Ölçülü olmak, kişinin
davranışlarının bir başkasına zarar vermemesini gözetmesidir. Ölçü, adaletin
temelidir.
Sokrates’in Daimonion kavramı
içeriğine baktığımızda vicdan kavramıyla örtüşmektedir. Sokrates, Daimonion’u
içsel bir ses, tanrının insanlara seslenmesi olarak tasavvur eder. Sokrates’in
tanrı algısı da Anaksimandros’un Areiron varlığına benzer. Bir, sonsuz,
sınırsız ve mutlak olan tanrı düşüncesinden yanaydı. Atinalıların çok tanrılı
inancına karşıydı.
Sokrates’in çok tanrılı inanca muhalif olması, onu alt etmek
için fırsat kollayan sofistlerin elini güçlendirdi. Kuru söylevler çekerek para
kazanan sofistlerin tekerine çomak sokan Sokrates, gençleri baştan çıkarmakla,
onları çok tanrılı inançlarından uzaklaştırmakla suçlanır. Suçlamalara karşı
kendini savunmayan Sokrates M.Ö. 399’da kendisine reva görülen zehri içerek
öl(dürül)müştür.
[1] Walther Kranz, Antik Felsefe, Çev: Suad
Y. Baydur, Eylül 1994, Sosyal Yayınlar, s. 13
[2] Age. s. 24
[3] Age. s. 24
[4] Cemil Sena, Filozoflar Ansiklopedisi, Cilt
3, 1976, Remzi Kitabevi, s. 580
[5] Walter Kranz, s. 24-25
[6] Semih Rifat, Herakleitos: Bir Kapalı Söz
Ustasıyla Buluşma Denemesi, Kasım 1998, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul
[7] Yay / Bios sözcüğünün ikinci anlamı
“yaşam”dır.
[8] Platon, Parmenides, Çev: Saffet Babür,
İmge Kitabevi, 2. Baskı, Ankara, 1996, s. 30
[9]
Age. s. 30-31
[10]
Age. s. 33
[11]
Age. s. 38
[12]
Age. s. 46
[13]
Age. s. 50
[14]
Age. s. 54
[15]
Age. s. 104
[16]
Aristoteles, Fizik, Çeviren: Saffet Babür, Yapı Kredi Yayınları, Mayıs 1997, s.
295-297
[17]
Wilhelm Capelle, Sokrates’ten Önce Felsefe, 2. Cilt, Çev: Oğuz Özügül, Kabalcı
Yayınları, 1995, s. 30-31
[18]
Age. s. 31
[19]
Age. s. 40
[20]
Ernst Von Aster, İlkçağ ve Ortaçağ Felsefe Tarihi, Haz. Vural Okur, İm
Yayınları, İstanbul, Şubat 99, s. 84
[21]
Walther Kranz, s. 173
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder