29 Ağustos 2015 Cumartesi

Robert Maynard Pirsig – Lila

Robert Maynard Pirsig – Lila
Ahlakın Sorgulanması


Lila, orada bir adam olduğundan habersizdi.

Onu daha iyi tanımak isterdi.

Bu düşünce her şeyi yıkmıştı sanki.

Phaedrus, Lila’yı daha önce nerede gördüğünü düşünüyor, ama bulamıyordu.

…sonra anımsadı,
Karanlık yolda, iki kızın çok yüksek sesle gülüştüklerini duyup ne oluyor diye geriye dönüp bakmıştı. Kızlar birden bire susmuşlardı.
Ona gülüyorlardı.
Yüksek sesle gülmüşe benzeyen, Lila’ydı…

O günlerde kimsesi yoktu.

Herkes yaşama için zaman bulmuştu. Onları böylesine mutlu kılan boşluktu.

Bence bu teknelerle satın aldığımız şey boşluktur.
Hiçbir şeyin yapılamayacağı zamanın boşluğudur.
Onca parayı vermeye değer bu…

Lila: “bana benzeyen çok insan var” dedi.

Phaedrus onun “tip”i değildi; kız bunu anlamaya başlamıştı, ama bira işi götürüyordu. Bira farkları siliyordu. Yeterince bira oldu mu, her şey ait yere, saf biyolojiye indirgenirdi.

Kız, “haydi dans edelim” dedi.
“Ben iyi dans edemem” dedi Phaedrus.
“Önemli değil,” dedi kız. “İçinden gelen hareketi yap, ben sana uyarım.
Phaedrus öyle yaptı, kız da uydu ve Phaedrus buna şaştı. Bir tür girdaba girmişlerdi. Disko ışıklarıyla birlikte dönüp durdular ve çekildikçe çekildiler girdabın içine.

Sen o musun?

Çok anlamsız bu.

Donan bir teknenin tepesinde çıplak ayakla yürümek kadar uyandırıcı bir şey yoktur.

Taze çay içmek istiyorsanız fincanınızdaki eski çaydan kurtulmanız gerekir, yoka fincanınız taşar ve her şey sırılsıklam olur. Kafanız da o fincan gibidir. Kapasitesi sınırlıdır ve dünyayla ilgili bir şeyler öğrenmek istiyorsanız bunu alması için kafanızı boşalmanız gerekir. Tüm yaşamınızı fincanınızdaki eski çayın şapırtısıyla, bunun harika bir şey olduğunu düşünerek harcamak çok kolaydır; çünkü yeni bir şeyi gerçekte hiç denememişsinizdir, çünkü hiçbir zaman içeri alamamışsınızdır, çünkü eskisi onun girişini önlemiştir, çünkü siz eskisinin çok iyi olduğundan çok eminsinizdir, çünkü siz yeni bir şeyi hiç denememişsinizdir… bu böylece sürüp gider, sonsuz bir sarmal biçiminde… (s. 28)

Verne Dusenberry, beyin tümöründen öldü (1966)

Phaedrus tanıdıkça merakı daha da artmıştı. Dusenberry’nin karşısında onu şaşırtan, çevresine kendisinden bile daha yabancı görünen lisans çalışmasını Hindistan’ın Benares kentinde, Hint felsefesi üzerine yapmış ve kültürel farklılıklar üzerine birtakım şeyler bilen biri vardı.

Yeniden evinde olmak duygusu. Daha önce hiç bulunmadığı bir yerde evine dönmüş olmak.
Ama neden kendini evinde hissetsindi ki? Burası onun dünyada bunu hissedebileceği en son yerdi.
Aslında bunu hissetmiyordu. Onun yalnızca bir parçası evinde hissediyordu kendini. Diğer parça ise hâlâ yabancı olduğunu hissediyordu, analitik ve gözlemciydi. İki kişiye bölünmüş gibiydi sanki; bunların biri orada sonsuza dek kalmak, diğeri ise oradan hemen gitmek istiyordu. İkinci kişiyi anlıyordu ama bu ilk kişi kimdi? Bu ilk kişi bir sırdı.
Bu ilk kişi onun kişiliğinin çok ender konuşan ve kendini diğer insanlara göstermeyen gizli bir yanı, karanlık bir yüzü olsa gerekti. O yanını tanıdığını sanırdı. Onun hakkında düşünmekten hiç hoşlanmazdı. Bu yan somurtkan, sert bakışlıydı; otoriteyi sevmeyen, “asla bir baltaya sap olamamış” ve asla olmayacak bir yandı; bunu biliyordu ve onun için üzülüyor ama elinden bir şey gelmiyordu. O hiçbir yerde mutlu olmuyor, hep gitmek istiyordu. (s. 42)

Kızılderililer vakit öldürmek için konuşmaz.

Önyargı duvarı,
Duvarın içindeki hiç kimse sizi dinlemeyecektir bile; söylediğiniz doğru olmadığı için değil de o duvarın dışında diye bilindiğiniz için sadece. Phaedrus daha sonraları, nitelik metafiziği olgunlaştığında bu duvara esaslı, tam anlamını verecek bir isim buldu. “Kültürel bağışıklık sistemi” adını verdi ona. Ama şu anda tek fark ettiği, bu duvar delininceye dek Kızılderililer hakkında söyleyeceği şeylerle hiçbir yere varamayacağıydı. (s. 56)

Her kültürün belirli bazı değerleri olduğunu bilimsel olarak nasıl gösterebilirsiniz?
Gösteremezsiniz,
Bilimin değer yargısı yoktur.

Phaedrus, antropolojide değer yargısının olmadığı düşüncesini kafasında “hedef” diye işaretledi.

Nitelik,
Nitelik değerdi. Bunlar aynı şeydi. Değerler o duvardaki en zayıf nokta değildi yalnızca; kendisi de o noktaya saldıracak en güçlü kişiydi belki.

Kültürü tümüyle anlaşılabilir kılmanın temelini oluşturan tek şey değerlerdir, çünkü aslında tüm kültürlerin yapılanma biçimi öncelikle onların değerlerine dayanır. Bu, özellikle bir kültürü, değerlerini hesaba katmadan gözler önüne sermeye kalkışıldığında çok belirgin hale gelir. (s. 63)

Tüm antropoloji alanı entelektüel bataklık üzerine yapılmış bir evdir. Teorik ağırlığı olan bir veriyi bu eve sokmaya kalkışırsanız batar ve çöker. Bilimlerin en yararlı ve en verimlilerinden biri olmasını umduğumuz bu alan, içindeki insanların iyi olmamasından ya da konusunun önemsiz olmasından değil, üzerine oturduğu bilimsel ilkelerin onu taşımaya yeterli olmamasından ötürü batmıştır.

Metafiziğin iki tür düşmanı vardır. Birincisi, özellikle mantıksal pozitivistler diye bilinen bilimsel filozoflardır ki bunlar gerçeğin doğasını meşru olarak ancak doğa bilimlerinin araştırabileceğini; metafiziğin, gerçeğin bilimsel gözlemi için gereksiz, kanıtlanamaz varsayımlar toplamından başka bir şey olmadığını söylerler. Metafizik, gerçeği doğru anlamaya elverişli olamayacak kadar “mistik”tir. Bu elbette, Franz Boas’un dolayısıyla Modern Amerikan antropolojisinin ait olduğu gruptur.
İkinci grup düşman, mistiklerdir. Mistik terimi bazen esrarlı ya da doğaüstü ile büyü ve büyücülükle karıştırılır ama felsefedeki anlamı farklıdır. Tarihte en saygın filozoflar arasında mistikler de vardır: Plotinus, Swedenborg, Loyola, Shankaracharya ve daha birçokları. Mistikler, gerçeğin temel doğasının dildışı olduğu; dilin her şeyi parçalara böldüğü, oysa gerçeğin asıl doğasının bölünmemiş olduğu şeklinde ortak bir görüşü paylaşırlar. Mistik bir din olan Zen, bölünmüşlük yanılsamasının meditasyonla aşılabileceğini savunur. (s. 67)

Nitelik, entelektüel soyutlamalardan bağımsız ve ondan önce gelen, dolaysız bir deneyimdir.

…yozlaşmadan ödünsüzce, doktriner bir şekilde kaçınmak da başka bir tür yozlaşmadır. Bağnazlara özgü bir yozlaşmadır. Saflık, tanımlanırsa saflık olmaktan çıkar. Çevre kirliliğine karşı çıkışlar çevre kirliliğinin bir biçimidir. Dünyanın mistik gerçeğini sabit metafizik anlamlarla kirletmeyen tek kişi henüz doğmamış –ve doğması da düşünülmemiş- biridir. Geriye kalanlarımız daha az saf olmayı kabullenmek zorundayız.

Belki de Lila, göründüğünden daha iyidir.

Lila Blewitt
Rigel: “O, çok düşük nitelikli, çok zavallı biridir.”

Şimdiki halinden çok daha çekiciydi eskiden.

Üzerinde tam bir görüş birliği bulunan nitelik, her şeyin evrensel kaynağıdır. İnsanların üzerinde uzlaşamadığı nesneler ise ancak geçicidir.

Ben niteliğin daima, belirli bazı şeylerin deneyiminde olduğunu gördüm; gerçi bana hangi şeylerde nitelik olduğunu, hangilerinde olmadığını sorarsan hepsini teker teker saymadan cevap vermede zorlanırım. Ama genel olarak ve nitelik verme işleminin çoğunluğuyla ilgili olarak söylersem; nitelik, çocukluğumda ve birlikte büyüdüğüm, tüm yaşamımda kullandığım ve yanlış bulmadığım değerlerde bulunur. Bunlar, arkadaşlarla, aileyle, hukuk çevrelerindeki kişilerle ve diğer arkadaşlarla paylaşılan değerlerdir. Bu ortak değerlere inanmamız sayesinde birbirimize karşı ahlaklı davranabiliyoruz. (s. 83)

(Phaedrus) Çevresinde Rigel gibi bir sürü problem kişi olduğunu ama en kötülerinin ahlakçı pozu takınanlar olduğunu düşündü. Bedava ahlak. Kendilerine hiçbir maliyeti olmadan başkalarını düzeltmek için harika yöntemlerle dolu. Ego da içinde. Ahlakı, bir başkasını alçaltıp böylece kendilerini daha iyi göstermek için kullanırlar.
Ahlak kuralları değişir ama kötülük ve egoizm aynı kalır.

Ünlü bir kişi olduğunuzda sizi alaşağı etmeye çalışmak bazı kişilerin hoşuna gider ve bu konuda yapabileceğiniz pek fazla bir şey yoktur.

Sizi, olmak istedikleri şey olduğunuz için severler, ama onların olmadığı bir şey olduğunuz için sizden nefret ederler.

Yaşlı Kızılderililer bu konuya nasıl yaklaşacaklarını bilir.
İnsanların isteyebileceği her şeyden kurtulmuştur o…

Nitelik ahlaktır.
Bu konuda hata yok.
İkisi özdeştir.
Ve eğer nitelik dünyanın temel gerçeğiyse o halde bu, ahlakın da dünyanın temel gerçeği olduğu anlamına gelir.
Dünya temelde bir ahlak düzenidir.

Değerler maddenin alt türleri değildir.
Madde, değerin bir alt türüdür.
Bu içerme işlemini tersine çevirir ve maddeyi değerlere dayanarak açıklarsanız muamma ortadan kalkar: Madde, inorganik değerlerin kararlı bir biçimidir.
O zaman sorun ortadan kalkar. Nesneler dünyasıyla değerler dünyası birleşir.

Phaedrus alışılmış özne-nesne metafiziğinin değerleri açıklamadaki yetersizliğini gösteren örneğe ornitorenk adını vermişti.

Dünyanın özne-nesne sınıflamasında nitelik, ornitorenkle aynı durumdadır. Bu işin uzmanları, onu sınıflayamadıkları için, onda bir yanlışlık olduğunu iddia etmişlerdi. (s. 105-106)

Bilimsel gerçek
Gerçek, dünyadaki ancak bir avuç, en ileri fizikçinin anlayabileceği bir şey olmak zorunda mıdır? En azından, insanların çoğunun onu anlaması gerekir. Gerçek yalnızca, kullanmak için üniversite düzeyinde matematik bilgisi gerektiren sembollerle mi ifade edilmek zorundadır? Gerçek, yani bilimsel teoriler formüle edildikçe yıldan yıla değişecek bir şey olmak zorunda mıdır?

Nedensellik
Ampirik olarak neden diye bir şeyin olmadığı yüzyıllardır söylenir.

Nitelik metafiziğinde
A, B’nin nedenidir demekle B, A ön koşuluna değer verir demek aynı şeydir.

Kuantum fiziğinde (…) parçacıklar, yaptıkları şeyi tercih ederler.

Kültürel antropoloji
Kültürle, kültür olmayan bir şeyi birbirinden ayırt edebilecek hiçbir bilimsel laboratuvar aleti geliştirilmemiştir. (s. 109)

Tanımlanamayan bir şey metafiziğin dışındadır / tanımlayamadığınız bir şey üzerinde tartışamazsınız.

Uyumsuz, bazı şeyleri açıklıyor gibi görünüp de açıklamayan sözcüklerden biridir.

Her kültürün değişmez yasalarından, geleneklerinden ve bunların temelindeki değerlerinden türemiş kendine özgü statik iyi modelleri vardır. Bu statik iyi modelleri kültürün temel yapısıdır ve onu belirler.

Bir d dinamik iyi vardır. İyi ve kötü tümüyle kabile geleneğiyle ilgili bir sorun değildir. Eğer öyle olsaydı hiçbir kabilede değişim olamazdı; çünkü gelenek, geleneği değiştirmez.

Gerçeğin temel ayrımı özne ile nesne değil, statik ile dinamikti.

Özne-nesne metafiziğinde ahlak ve sanat ayrı dünyalardır; ahlak, özne niteliğiyle, sanat ise nesne niteliğiyle ilgilidir. Nitelik metafiziğinde ise böyle bir ayrım yoktur. İkisi aynı şeydir. Neyin öznel, neyin nesnel olduğuna bakmaktan tümüyle vazgeçilirse ve bunun yerine neyin statik, neyin dinamik olduğuna bakma yolu seçilirse bunların ikisi de daha anlaşılabilir hale gelir.

Radyoda çalan sizin daha önce hiç duymadığınız bir müziktir ama öyle fantastik, öyle güzel bir müziktir ki sizi yolunuzdan alıkoyar.

Kulak kesilip adını öğrenirsiniz,
Kasetçi dükkânına koşar onu satın alırsınız,
Çalarsınız onu,
Bir kez daha çalarsınız,
Ertesi gün yine çalarsınız, iyidir ama bir şeyler azalmıştır.
Ara sıra arkadaşınıza çalarsınız ve belki aylar ya da yıllar sonra, bir zamanlar düşkünü olduğunuz bir şeyin anısı olarak dolaptan çıkarırsınız.
Şimdi, ne olmuştur?
Şarkı niteliğini yitirmiş midir?
Eğer iyiyse neden çalmıyorsunuz?
İyi değilse neden arkadaşınıza onun iyi olduğunu söylüyorsunuz?

Sizde kaseti alma isteği uyandıran ilk iyi, dinamik nitelikti.
Dinamik nitelik bir tür sürpriz gibi gelir.
Müziğin yaptığı, sizin var olan statik biçimlerinizi bir an, dinamik niteliğin tüm çevrenizde parlamasını engelleyemeyecek şekilde zayıflatmaktı. Özgür bir şeydi bu, statik biçimde uymuyordu. İkinci iyi, yani ona karşı hevesinizi yitirmiş olsanız da onu bir arkadaşınıza tavsiye etmenize yol açanı ise statik niteliktir. Statik nitelik, normalde beklediğiniz şeydir. (s. 121)

Yaşam, yalnızca dinamik nitelik içinde var olamaz. Onun dayanma gücü yoktur. Herhangi bir statik biçim olmaksızın, yalnızca dinamik nitelikte kalmak, kaosta kalmaktır.

(Lila’nın) yaşamı gittikçe kötüleşiyordu.

O eski duygulara kapılıyordu yine. Dert demekti bu.

Daima olan bir şey vardır.
Sen hiçbir şey olmuyor dediğinde ancak senin bir şeyin ne olduğu hakkındaki klişene uyan hiçbir şeyin olmadığını söylüyorsundur.

(Lila) Başka bir dünyada yaşıyordu o. Ve bu dünyaya kendi tarzlarınızı dayatarak giremezdiniz.

Lila nitelikli mi?
İşte en önemli soru bu.
Ama eğer “evet” dersen ya da “hayır” dersen.
Yitirirsin kendi niteliğini.
Mumon (Zen şiiri)

Niteliği içeren Lila değildir; nitelik Lila’yı içerir. Hiçbir şey niteliği içeremez. Bir şeyi içermek ona sahip olmaktır ve bir şeye sahip olmak ona hükmetmektir. Hiçbir şey niteliğe hükmedemez. Eğer bir hükmetme ve sahip olma varsa Lila’ya hükmeden ve ona sahip olan niteliktir. O kız onun tarafından yaratılmıştır. O kız bu niteliğin değişen statik biçimlerinin birleşimidir. Onda bundan başka bir şey yoktur. Lila’nın kullandığı sözcükler, aklından geçen düşünceler, koruduğu değerler tüm dünyanın üç buçuk milyar yıllık tarihinin sonuç ürünleridir. O kız, evrimsel değer biçimlerinden oluşmuş bir tür cangıldır. O kız, tüm onların nasıl bir araya geldiğini, bir cangılın kendisinin nasıl oluştuğunu bilmesinden daha fazla bilmez.

Dinamik bir ilerleme, kendisini, ilerleme yapılmadan önceki, duruma dönecek şekilde yozlaşmaktan koruyacak bir statik biçim bulamadığı sürece anlam taşımaz.

Yaşamı inorganik gerçek biçimleri yaratıyorsa, nitelik metafiziği de onların bunu daha iyi olduğu için yaptıklarını ve bu daha iyi olma kavramının yani dinamik niteliğe karşı ilk yanıtın her tür iyi ve kötünün dayanağı olan etiğin temel öğesi olduğunu postüla olarak benimser. (s. 161)

Toplum mu düşünceye hükmedecek, yoksa düşünce mi topluma? Ve eğer toplum kazanırsa düşünceden geriye ne kalacak? Ve eğer düşünce kazanırsa toplumdan geriye ne kalacak? Evrimsel ahlakın her şeyden daha çok aydınlattığı konu buydu. Toplum, biyolojinin ne kadar uzantısı ise düşünce de toplumun o kadar uzantısıdır; daha fazla değil. Düşünce kendi yoluna gidiyor ve bunu yaparken de toplumla savaş halinde ve ona boyun eğdirmeye, onu kilit altında tutmaya çalışıyor. Evrimsel ahlak, düşüncenin böyle davranmasının ahlaka uygun olduğunu söyler, ama bir de uyarı içerir; insanların fiziksel sağlığını bozan bir toplum nasıl istikrarını tehlikeye atarsa toplumsal temelinin sağlığını bozan ve yok eden entelektüel biçimler de kendi istikrarını tehlikeye atar. (s. 168)

…kendini iyi hissediyordu. Bağırıp çağırdıktan sonra kendini hep böyle iyi hissederdi. Nedenini bilmiyordu ama hep böyleydi.

Schliemann daha yeni kentlerin altında daha eski kentleri bularak bir tabakadan sonra diğer tabakanın nasıl kazanılacağını gösterdi.
Senin dilini ve değerlerini parçalarına ayırabilir ve yüzyıllar önce yerleştirilmiş ve seni sen yapan eski kalıplara dek bunların izini sürebilirim.

(Lila) kızım öldü.
Üzerini yanlış bir şekilde örttüm, boğuldu.

Sen kadın değilsin. Bilmezsin. Erkekler seviştiklerinde aslında seni yok etmeye çalışırlar.
Ama bunların hepsi başarısız kalır, çünkü kendi kafalarındakinden başka yok edecek hiçbir şey yoktur.
Kadınlar çok derindir.
Ama erkekler asla anlayamaz bunu. Onlar çok bencildir. Hep kadınlar onları anlasın isterler. (s. 195)

Herkes Lila’yı başka birisi yapmak istiyor.
Ama bana işlemez. Ben yalnızca Lila’yım ve hep böyle kalacağım. Ver erkekler benim tarzımı beğenmiyorlarsa çekip gidebilir. Onlara ihtiyacım yok. Benim kimseye ihtiyacım yok. Ölürüm de muhtaç olmam. Ben buyum.

Bu her zaman böyleydi. Aklın anlayışı yaşamak için hiçbir neden göremez ama yine de yaşamaya devam eder; çünkü hücrelerin anlayışı ölmek için hiçbir neden görmemektedir.

Heyecan tükenir tükenmez depresyon gelir.

Hep bunalarak yaşanmaz.

Toplumları ve kentleri yaratan insansa neden tüm toplumlar ve kentler insanı bunaltıyor?

Madde, yaratıcı gücün ardında bıraktığı statik biçimlerden biridir sadece.

Özgürlük yalnızca olumsuz bir şeyden kurtulmaktır.

Hava kararıyor… Soğuyor… Bir sıkıntı yaklaşıyor…

Lila nereye gittiğini bilmiyordu.

Beni başka bir şeye çevirmeye uğraşma.
Benim yaşama tarzımı beğenmiyorsan çeker gidersin. Sana ihtiyacım yok. Benim kimseye ihtiyacım yok. Ölürüm de muhtaç olmam. Ben buyum işte. İşte böyle söylemeliydi o herife.

Lila’nın yapmak istediği neydi peki?

Yapmak istediği hiçbir şey yoktu. Asıl mesele buydu. İnsanlarla bir şey yapmak istemiyordu artık. Bıkmıştı insanlardan. Tek istediği şey çekip bir yere gitmek, kendi başına ve yapayalnız kalmaktı.

Hollywood ünlüleri ne denli büyükseler o denli geç kalırlardı.
George Burns’ün bir esprisini anımsadı: gittiği bir partide davetliler öylesine ünlüydü ki, hiçbiri gelmemişti.
(Robert) Redford koridorda duruyordu. (s. 244-245)

“Bu kitabın film haklarını almayı gerçekten istiyorum” dedi Redford.
“Aldınız” diyor Phaedrus.

(Redford) kendi içinde bir yerlere çekiliyor. O kendini kaptırmış hali yok artık.

Phaedrus, ne istediğini bilmiyordu.
Boşlukta kalmışlık dalgası geldi.

Kültür şoku, işte buydu. Tanrılar, Phaedrus yıllardır onlar tarafından izlenmişti, Tanrılar, statik kültür biçimleriydi. Asla vazgeçmediler. Bunca yıl onu başarısızlıklarla öldürmeye çalıştıktan sonra şimdi vazgeçmiş gibi yapıyorlardı. Bu kez de öteki yolu, onu başarıyla elde etmeyi deniyorlardı.

Karşılaştığınız her insan farklı bir aynadır.

Ağacın biçimi topraktaki minerallere bağımlıdır ve onlar olmazsa ölür, ama ağacın biçimi toprağın kimyasal biçimi tarafından yaratılmamıştır. Ağacın kimyasal biçimine düşmandır o. Toprağı sömürür, kendi amaçları için gövdeye indirir, kedinin kedi mamasını kendi amaçları için gövdeye indirmesi gibi tıpkı. Bu anlamda biyolojik insan, esas olarak biyolojik yapısına düşman olan sosyal biçimler tarafından sömürülür ve gövdeye indirilir.
Aynı şey akıl ve toplum için de geçerlidir. (s. 266)

Bir düşüncenin bir toplumu yok etmesi bir toplumun düşünceyi yok etmesinden daha iyidir.

İnsanları gerçekten seversen seni bu yüzden öldürürler.

İnsanlardan nefret etmek ve onları da senden nefret ettirmekten başka yapabileceğin bir şey yoksa yaşamanın ne anlamı vardır ki?

Lucky’ydi bu (köpek)
Kız onun peşinden giderken Lucky’nin ayaklarının yere pek değmediğini gördü, hiç ağırlığı yokmuş gibiydi (Lila bir şizofren, burada yine hayalle gerçek birbirine karışıyor).

Üşümek istemiyordu artık.

Herkesin, hiçbir baskı görmeksizin, herkesin karşılıklı iyiliği için, herkese seve seve yardım edeceği dengeli bir toplum ideali, mahvedici bir hayaldir.

Eğer sen akıllılarla aynı fikirdeysen bu onlar için büyük bir rahatlık ve güvence demektir, ama onlarla aynı fikirde değilsen iş değişir, o zaman tehlikeli olurlar.

Akıllılar kendilerinin iyi olduğunu daima bilir, çünkü kültürleri böyle söyler onlara. Bundan farklı bir şey söyleyen biri hastadır, paranoiddir ve tedavisi gerekir. (s. 321)

Soralım, “eğer dünyada tek bir kişi olsaydı o deli olabilir miydi?
Delilik daima başkalarına göre vardır. Delilik sosyal ve entelektüel bir sapmadır, biyolojik bir sapma değildir.

Antropologların bulguların göre şizofreninin en sık rastlandığı grup, kültürel geleneklerle bağları en zayıf kişilerdir.

Psikiyatri koğuşunda (…) hastaların gösterdiği şey ortak bir karakter değil de, ortak bir karakterin eksikliğiydi.

Dharmakaya ışığı
Bu ışığın (…) fiziksel gerçeğe dayandığından emindi.
Ama kimse onu görmez; çünkü neyin gerçek, neyinse gerçekdışı olduğu hakkındaki kültürel tanımlama Dharmakaya ışığını yirminci yüzyıl Amerikan gerçeğinden dışarı süzdürüp atmıştır.

(Jamie) karı beni öldürmeye kalktı!

(Phaedrus) neden yaptın bunu?
(Lila) o benim bebeğimi öldürdü.

Phaedrus, New Jersey kıyılarına doğru yol almaya başladı.

Kız ona bakmıyordu.
Bakışı Phaedrus’u geçip daha uzaklara yöneldi.

Katatonik trans. Kız her şeyden kopmuştu.

Bu kız benim burada olduğumu biliyor.
Ama bunu onaylamıyor…

Kızın gidebileceği üç yol var.
Birincisi hiç düzelmeyip sürekli o deli hayallerine dalabilir.
İkinci olasılık (…) kavga ettiği şey neyse ona boyun eğmek ve uyum sağlamayı öğrenmektir.

Asıl soru, “insanları deli eden ne?” değildir. İnsanları akıllı eden ne?
Deliliği gerçekten ele almanın yolu, durumu tersine çevirmek… (s. 357)

Her şeyi düşünemezsiniz.

Üçüncü olasılık, Lila’nın anlayışında bir mucizenin gerçekleşmesi ve Lila’nın (…) dinamik niteliği görmesi ve sonra geri dönüp tüm bu karmaşık durumu, onun tarafından yok edilmeden çözmesiydi. (s. 362)


Kavramlarla gerçek arasında daima bir çelişki olsa gerektir. Çünkü kavramlar statik ve süreksizdir ama gerçekler ise dinamiktir ve akıp gider.

Ah, uyumak ne güzel!

Dinsel mistisizm entelektüel çöptür.

Nitelik metafiziği dinsel mistisizmi dinamik nitelikle bir tutar. Özne-nesne görüşündeki insanların dinsel mistisizmi delilikle bir tutmalarının hemen hemen haklı olduğunu söyler.

Şokun tüm yaptığı şey, hastanın kafasına bir beysbol sopasıyla vurulmasının yaratacağı etkiyi ikiye katlamaktır.

Arete
Art
Retorik
Worth
Ritüel
Aritmetik
Right (…)

Rt
Ahlaki ve estetik doğruluğun ilk olarak yaratılmış, yineleyen düzeni anlamına geliyordu.

Rta
Sanskritçe bir sözcüktü bu
Rta, “her şeyin kozmik düzeni”

Evrenin fiziksel düzeni aynı zamanda evrenin ahlaki düzenidir.
Bunların ikisi de Rta’dır.

Rta
Sanskritçede hemen hemen hiç kullanılmaz. Aynı düşünce dharma adı altında (…) çok önemli bir yer tutmaktadır.

Dharma da Rta gibi, bir arada tutan anlamına gelir.

Phaedrus dönmeliydi / Lila’ya

O bebek neden saygıda kusur etmeksizin gömülmesin (oyuncak bebek)?

Rta. Onun yaşamında eksik olan buydu işte. Ritüel.

Dinsel ritüelleri uyguladığımız için Tanrı’ya inanırız.

(Rigel, Lila’yı kastederek) Ben Rochester’dan ayrıldıktan sonra New York’un her yerinde beni takip ettiğini anlattı mı sana?
(Phaedrus) hayır, bana bunu anlatmadı.

O gece barda seninle takılması rastlantı değildi. Senin benim arkadaşım olduğunu gördü.

Lila Blewitt ilkokuldayken (…) ağırbaşlı en iyi huylu kızdı.
Peki ne oldu da değişti?
Bilmiyorum, sanıyorum hepimize olan şey oldu. Büyüdü ve dünyanın bizim çocukken sandığımız gibi olmadığını fark etti.

(Rigel) Lila benimle geri dönmek istiyor.

Lila onu Rochester’a geri götürmemi istedi (…) çünkü sen onu öldürmeye çalışıyormuşsun.

İntihar yalnızca biyolojik biçimleri öldürür.

Lila o bebeği geride bırakmıştı.

İyi, isimdir
Tüm nitelik metafiziği bir sıfattan çok bir isim olan iyidir. (s. 410)
---
Lila
An Inquiry into Morals
Türkçeleştiren: Süha Sertabibğlu
Ayrıntı Yayınları

Şubat 1998

28 Ağustos 2015 Cuma

Javier Marias - Yazınsal Yaşamlar

Javier Marias - Yazınsal Yaşamlar
Ünlü Yazarların Gizli Yaşamları


William Faulkner at sırtında
Elektrik enerjisi sağlayan bir santralde çalıştı.
Mississippi Üniversitesi’nin postanesinde memurluk yaptı.
Parayla arası iyi değil, sürekli borçlu…
Başlıca gider kalemleri; at yarışı, tütün ve viski

İlk kızı doğumdan beş gün sonra öldü.
Gazetecilerin soru yağmuruna tutulduğu bir yemekte, verdiği her cevapla birlikte geriye doğru adım attığı (geri çekilir/kaçar gibi) rivayet edilir.
Asık suratlı, ketum, sessizliği seven biriydi.
Don Quijote’yi her yıl okurdu.
Kutsal Sığınak’ı para için yazdığını söylerdi.
At binmeyi severdi (ancak atlar onu pek sevmezdi), sürekli düşermiş.
Bir kazada ciddi biçimde yaralanan Faulkner (yine attan düşmüştü) hastane odasında öldü.

Joseph Conrad karada
İyi bir denizci olmasına karşın yolculuk etmekten nefret ederdi.
Dalgın ve telaşlı biriydi.
Oğlu Borys Dünya Savaşı’nda cepheye gider. Conrad oğlunun öldüğünü hayal eder ve bu hayale inanır.
En çok nefret ettiği yazar Dostoyevski’dir.
İngilizceyi yabancı bir aksanla konuşurdu.

Yaşlı Isaac Dinesen
Sanatta gizem yoktur, görebildiğin şeyleri yap, onlar sana göremediklerini gösterecekler…

Afrası tafrasıyla James Joyce
Kendini kıskanç, yalnız, tatminsiz ve kibirli bir adam olarak tasvir etmiştir.
Gençliğinde de tantanacı ve ukala biriydi.
Dikkatini, İrlanda’ya ve İrlandalılara duyduğu nefrete odaklamıştı.
Bir dâhi olduğuna ilişkin büyüklenmelerinden ve afra tafralarından geçilmeyen sanatçılar sınıfındandı.
Hassas olan gözlerine çok dikkat ederdi.
Romanlarındaki geveze tiplemelere karşın kendisi suskun biriydi (kibirden).
Sabahlara dek içerdi.
Çok sayıda batıl inancı vardı.
Köpeklerden çok korkardı ama en çok fırtınalardan korkardı (dolabın içine gizlenecek kadar).
Kendisini dövebilmesi için karısından şişmanlamasını isterdi.
Joyce bir koprofildi (bir çeşit sapık).
Dokuz kardeşinden beşi çocuk yaşta öldü.
Kızı Lucia akıl hatasıydı.
Karısı Nora Barnacle onun için şöyle demiştir: “kaçığın biridir.”

Giuseppe Tomasi di Lempedusa sınıfta
Yaşarken, yazdıklarının bir satırı bile yayımlanmamış.
Doymak bilmez bir okurdu.
Şişmandı bir sigara tiryakisiydi.
Topluluk içinde utangaç, asık suratlı, yalnız ve hüzünlüdür.

Henry James ziyarette
Apaçık konuşayım derken konuşması dolambaçlı ve belirsiz bir hal alırmış.
Evlenmek onun içi bir gereklilik değil, lükslerin en aşırısı ve en pahalısıdır.

Arthur Conan Doyle ve kadınlar
Boks yapmış ve bu hünerini gerektiğinde kullanmaktan çekinmemiştir.
Yılarca Sherlock Holmes’a yazılmış mektuplar aldı.
Birçok defalar hayali karakteriyle karıştırılmıştır.
Mektupların yönlendirdiği dramatik ve karmaşık iki vak’ayla bizzat ilgilendi.
Doyle, Holmes’u soğukkanlı bir hesap makinesi olarak görüyordu.
Başarısının, anlattığı hikâyeyi zorlamamasından kaynaklandığını söylerdi.

Robert Louis Stevenson suçlular arasında
Tüberküloz hastasıydı.
Kötülük her zaman ilgisini çekmiş.
Cömertti ve bu hasleti onu kolay lokma yapardı.

İvan Turgenyev
Karamsar
Annesi Varvara Petrovna, zalim, dar kafalı ve barbar ruhlu bir kadındı.
Bir arkadaşının tiyatrosunda Osmanlı sultanı kılığında sahneye çıkmışlığı vardır.
Tolstoy’la girdiği bir tartışma iki yazarı düelloya kadar götürdü. Turgenyev’in özür dilemesiyle olay tatlıya bağlandı. Tolstoy onu ödleklikle suçlayınca düello daveti tekrarlanır. Bu şekilde tam on yedi yıl boyunca düello gerginliğiyle yaşadılar.
Tolstoy ve Dostoyevski Batı yolculuklarında paralarını kumar masalarında kaybettikten sonra çareyi Turgenyev’de bulurlar. Turgenyev her ikisine de borç vermiştir.
Hayatı boyunca herkesin onu enayi yerine koymasına izin verdi.

Thomas Mann ve ufak tefek rahatsızlıkları
Thomas Mann’a göre ironik olmayan her roman tanım gereği sıkıcıdır.
Mann, gözlerini genç erkeklerden alamazdı.
Kadınlarla ilgilenmez, delikanlılaraysa bayılırdı.
Ölümünün ardından insanı hayal kırıklığına uğratan zarfları…
Mann, yaşadığı her şeyin kayda değer olduğunu zannederdi (sabah kaçta kalkmış, hava nasılmış, ne okuyup ne yazmış vs.).
Arzuladığı yönetim biçimi, aydınlanmış diktatörlüktü.
İki kız kardeşi ve oğlu Klaus intihar etmiştir.

Nabokov kendinden geçince
Takıntılı ve garazlı…
Şu sevimsiz ihtiyar…
Ders vermekte çok zorlanırdı, her zaman önceden hazırladığı bir metni kürsüden yavaş yavaş, duraklayarak, kendi kendine konuşurmuş gibi okurmuş.
Tüm yazarlardan nefret ederdi.
Joyce’un Ulysses’ine hayrandı.
En çok Freud’dan nefret ederdi (Viyana ördeği dermiş ona).
Soyağacının izini 14. Yüzyılda yaşatan Tatar prensi Nabok Murza’ya kadar sürebilmekle övünürdü.

Rainer Maria Rilke esin perisini beklerken
Başlarda işi gücü dalkavukluk etmektir. Başkalarının çalışmalarına ölçüsüz ve abartılı hayranlığını saklayamazdı.
1910-1914 yılları arasında elli farklı yerde bulundu.
Tüm hayatını esin perisinin gelmesini bekleyerek geçirdi.
Hayatı boyunca fiziksel veya ruhsal rahatsızlıklarından şikâyet etti.
Rilke kısa boyu ve hasta görünüşlüdür.
“y” harfini çok sever bir de kadınları ve yolculukları…

Her daim derbeder Malcolm Lowry
Giysilerini bir şişe cinle takas edecek kadar alkolik…
Nesnelerin bile ona karşı olduğunu düşünen biri…

Madam du Deffand ve salaklar

Şaka kaldırmaz Rudyard Kipling
Tek arkadaşı Walcott Balestier, o da genç yaşta öldü. Arkadaşının kız kerdeşi Caroline ile evlendi.
Kipling’in ismi, anne – babasının kıyısında tanıştıkları gölün adıdır.

Büyük kızı Josephine altı yaşındayken öldü.
Oğlu John cephede kayboldu.
Kipling şaka kaldırmaz, özel yaşamına müdahale edilmesine katlanamaz, fotoğraf çektirmekten kaçınan biriydi.
Her zaman olduğundan daha yaşlı görünür.

Arthur Rimbaud sanata karşı
Erken ürü veren her yazar, Rimbaud’ya kıyasla geç kalmış sayılır.
İki ya da üç yılda bir mutlaka kendinden sıkılır ve hayatını topyekûn değiştirir (ben bir başkasıdır).
Tanıkların söylediğine göre giysilerini hiç değiştirmiyor ve bu nedenle çok kötü kokuyordu.
Verlaine, Mathilde’i (Verlaine’in karısı) yaralar ve hakaret eder; Rimbaud, Verlaine’i yaralar ve hakaret eder ama kimse kimseyi terk etmezdi.
Hiçbir işi yolunda gitmezdi.
Dizi iltihaplanır. Kanserdir. Bacağı kesilir. Ancak enfeksiyon devam eder.
Hastalık ilerler ve sonunda kolları ve bacağını hareket ettiremez hale gelir.

Sesi soluğu çıkmayan Djuna Barnes
Tanınmış kişileri başarıyla taklit edebilirdi.
Küstah ve ağız dolusu gülüşüyle tanınan biriydi.
İki saykosu vardı: Anais Nin ve Carson McCullers
Nin, yapıtlarında mutlaka Djuna adında bir karaktere yer verirdi.
Carson McCullers onu görmek için çok ısrar eder ve hakaretle geri çevrilir.
Faulkner da ondan hoşlanmazdı. Ancak, düzyazı tarzını büyük ölçüde Barnes’a borçludur.
Erkek sevgililerinin sayısı kadınlardan fazladır. En büyük aşkı ise Thelma Wood’dur.

Oscar Wilde hapisten çıkınca

Yukio Mişima ve ölüm
Grip ateşini bahane ederek ordudan kaçan biridir o.
Hayatının son döneminde paramiliter Tatenokai’yi kurar.
Yüz kişilik bir ordudur bu.
25 Kasım 1970’de Tokyo’daki bir askeri üsse girip generali rehin alırlar. Mişima tabura dönüp bir bildiri okur. Tabur onunla ve bildirisiyle alay eder. Sonra da Mişima seppuku yapar.

Laurence Sterne’e veda ederken
Cambridge’de eğitim gördü.
Yorkshire’da kilise papazı oldu.
Tristram Shandy’nin başarısı o dâhil herkesi şaşırttı. Bu başarı onun hayatını değiştirdi. Seyahatler yaptı.
Gittiği yerlerde herkes onunla tanışmak istedi.

Gelip geçen kadınlar
Lady Hester Stanhope
Vernon Lee
Adah Isaac Menken
Violet Hunt
Julie de Lespinasse

Suskun lider Emily Bronte
Üçü meşhur ise de aslında beş kız kardeştirler (bir de erkek kardeşleri vardı).
Maria ve Elizabeth çocuk yaşta veremden ölürler.
Anneleri, Emily üç yaşındayken ölür.
Emily silahla ateş etmeyi çok sever.
---

Türkçeleştiren: Pınar Savaş
Can Yayınları