5 Temmuz 2019 Cuma

Lozan Konferansı başlarken basın ile kurulan diyalog


Yrd. Doç. Dr. Ü. Gülsüm Polat - Lozan Konferansı başlarken basın ile kurulan diyalog 
Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi S. 53, (Lozan Antlaşması Özel Sayısı), 2013, s. 247-266

Türk delegeleri konferans için belirlenen Lozan’a gitmek üzere daha yola çıkmadan evvel Türk ve yabancı basın organları ile sürekli iletişim halinde olmuşlar ve Batı kamuoyunu Türk iddialarının haklılığına inandırmak ve sempatisini kazanmak için dikkatli davranmışlardı.

Lozan Konferansı’nın toplanmasından sonra Türk basın organlarına yansıyan haberlerin çoğunluğunu Londra ve Paris kaynaklı haberler ve resmi görevlilerin beyanatlarının oluşturduğu görülmektedir.

…konferansa dair gecikmeyi duyduktan sonra İsmet Paşa durumdan duyduğu rahatsızlığı müttefiklere bir nota vererek bildirmiş ardından da gazetecileri çağırarak durumu açıklamıştı.

Bu dönemde Türk gazetelerinde yabancı basında çıkan haberlere bolca atıfta bulunuluyordu.

Osmanlı Devleti’nde Batı basınının İngiliz haber ajansı Reuter ve Fransız haber ajansı Havas’a ödediği aylık 200 Lira tahsisat karşılığında takip edildiği ve gerekli haberlerin servis edildiği görülmektedir.

Ajans Havas ve Reuter’in Lozan Konferansı süresince de bu görevi sürdürmesi bekleniyor yani Batı kamuoyuna Türkiye hakkında aldığı tahsisatın da karşılığı olarak doğru ve güvenilir haber vermesi isteniyordu.

İsmet Paşa’dan gelen yazıda Avrupa matbuatında bu iki ajans kaynaklı çıkan haberlerde olumsuz bir Türkiye imajının çizildiğine değinilmekteydi. Kararın kesinleşmesinden evvel Adnan [Adıvar] Beğ’in bu ajanslarla çalışmaya son verilmesinin Türkiye açısından olumsuz olacağı yönünde yazdığı yazı da kararı değiştirmemişti.


Lozan Görüşmeleri sürecinde Türkiye’nin Trakya ve Boğazlara yönelik aldığı askerî önlemler


Dr. Hüsnü Özlü - Lozan Görüşmeleri sürecinde Türkiye’nin Trakya ve Boğazlara yönelik aldığı askerî önlemler 
Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi S. 53, (Lozan Antlaşması Özel Sayısı), 2013, s. 201-246

Lozan’da görüşmeler devam ederken, Lord Curzon, Fransızların Ruhr bölgesini işgal etmeleri üzerine, 15 Ocak 1923’de konferansı bitirmeye çalışarak, Türklere bazı ödünler verilmesinden yana olan Bompard ve Garroni’nin konferansı geciktirmesi taktiklerini göz önünde tutarak, Lozan’ı terk etme tehdidini yaptı.

Gunaris ile Yorgo Hacıanestis’in Yunanistan’da idam edilmesi üzerine İngiltere’nin Atina Büyükelçisi Yunan Hükümeti’nden pasaportlarını talep ederek İngiltere ile Yunanistan arasındaki ilişkiyi kesintiye uğrattı.

26 Eylül 1922’de İstanbul’daki İtilaf Devletleri Komutanı General Harrington Mustafa Kemal Paşa’ya bir mektup yazarak Türk birliklerinin tarafsız bölgeden çekilmesini istemesi üzerine, kendisine verilen cevapta; İngiliz birliklerinin Erenköy ile Çanakkale arasında tahribat yaptığı, Çanakkale civarındaki binaları yıktığı, Türk birliklerinin yakınında top atışı yaptıkları, Yunan uçaklarının Ezine üzerinde sürekli taciz uçuşu yaptığı belirtilmiş (Genelkurmay ATASE Daire Başkanlığı Arşivi, İstiklal Harbi Katalogu, İSH, K.1992, G.97, B.97-2.).

Lozan Konferansı döneminde İstanbul’da Kolordu yetkisinde ve komutanlığını da Miralay Abdurrahman Nafiz Bey’in yaptığı bir komutanlık kurulmuştur.

…yapılan görüşme ve haberleşmeler Türk ordusunun, barış sağlanamaması halinde derhal savaşa girecek şekilde hazırlık yaptığını ortaya koymaktadır.

6 Şubat’ta İzmir Limanını 1000 tondan büyük savaş gemilerine kapatan Türk devleti, limandaki savaş gemilerinin 7 Şubat’a kadar limanı terk etmelerini istedi ve bu talep, Hariciye Vekâleti tarafından 6 Şubat’ta İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiser Vekili Henderson’a ve Fransa Dışişleri Bakanlığına bildirildi.

General Harington 25 Aralık’ta İngiltere Savaş Bakanlığı’na gönderdiği gizli telgrafta şunları söylemektedir; “Ankara Türk ordusuna hazır ol emri vermiştir. Konferansta kesinti olabilir. Burada hepimiz hazırız.

22 Ocak 1923 itibarı ile İngilizler Çanakkale bölgesinde Albay Shuttleworth komutasındaki 28’inci İngiliz Tümeni iki tugayı ile birlikte konuşlandı, bu tümenin dört piyade taburlu bir tugayı Çanakkale Boğazı'nın Anadolu yakasında Barbaros hattını savunmak üzere, bir tabur Nara burnu bölgesinde, üç tabur Çanakkale içinde tertiplendi.

İngilizlerde hakim olan kanaate göre Türklerin istekleri o kadar değişik ve dayanılması güçtür ki Lozan Konferansı’nın bir netice alınmadan dağılması ihtimali yüksektir.
(İngilizler) Kumkale ve Gelibolu Yarımadası’nın çeşitli yerlerine ağır toplar konuşlandırdı ve tahkimata hız vererek bu işlerde kullanılmak üzere 800 uzman Rum ve Ermeni işçi görevlendirdi.

11 Mayıs 1923 tarihli istihbarat raporuna göre, Yunanistan’da genel seferberlik ilan edildi.

Lozan Konferansı’nın ikinci bölümü devam ederken ve sona yaklaşılırken dahi Türk ordusu hazırlıklarına devam etti.


Lozan Görüşmeleri sırasında Mecliste ortaya çıkan II. Grup Muhalefeti ve basına yansıması


Yrd. Doç.Dr. Bengül Salman Bolat - Tekin Demiraslan - Lozan Görüşmeleri sırasında Mecliste ortaya çıkan II. Grup Muhalefeti ve basına yansıması 
Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi S. 53, (Lozan Antlaşması Özel Sayısı), 2013, s. 29-60

Mustafa Kemal Paşa 10 Mayıs 1921’de I. Grup da denilen, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubunu kurmuştur. Buna karşın, muhalefette kalanlar, Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey liderliğinde bir araya gelmişlerdir. Bu oluşum ise II. Grup olarak adlandırılmıştır.

…tartışmalar yoğunlukla Musul Meselesi ile iktisadi ve mali meseleler üzerinde olmuştur.

Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey, Misak-ı Milli’nin tesisinde tüm milletin emeği olduğunu ancak şimdi, I. Grubun bunu tek başına sahiplenmeye çalıştığı yönünde bir yorum yaparak, I. Gruba karşı ilk tepkiyi göstermiştir.

Grupta, kurucu olarak Hüseyin Avni Bey’in dışında,
Canik Milletvekili Emin Bey,
Erzurum Milletvekili Süleyman Necati Bey,
Kastamonu Milletvekili Mehmet Besim Bey,
Kayseri Milletvekili Rıfat Bey,
Sivas Milletvekili Vasıf Bey ve
Mersin Milletvekili Selahattin Bey yer almışlardır.

II. Grup’un kurulmasından sonra, Mecliste görüşülen hemen her konu iki grubun çekişmesine neden olmuştur.

2 Kasım 1922 tarihinde yapılan Meclis görüşmelerinde, Rauf Orbay’ın konferansa gidecek heyetin Hükümet tarafından seçileceğini açıklaması üzerine, II. Grup’un kurucularından Mersin Mebusu Selahattin Bey, “Bu kadar azim mesuliyeti olan bir vazifeye, Meclisi Alinin itimadına mazhar olmaksızın Hükümet nasıl murahhas tayin eder ve nasıl mesuliyeti üzerine alır?” Diyerek itiraz etmiştir.

Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey, “Büyük Millet Meclisi istenildiği zaman ifayı vazifeden menedilemez... Heyet-i Vekile bu konuda söz sahibi değildir.” Diyerek Rauf Bey’in fikrine karşı çıkmış ve tartışmalar devam etmiştir.

İsmet Paşa, 21 Şubat 1923 tarihindeki gizli celsede Lozan Görüşmeleri konusunda Meclise izahat vermiştir (TBMM GCZ, Birinci Devre, Cilt 3, s.1290–1301.).

27 Şubat 1923 tarihindeki gizli oturumda ise barış görüşmelerinin tekrar başlaması halinde hükümetin takip edeceği politika ve hükümet tarafından hazırlanan mukabil projenin esasları Mecliste görüşülmeye başlanmıştır.
Hüseyin Avni Bey: “Efendiler, bir teklifim vardır. Gerek Heyeti Vekile ve gerek Büyük Millet Meclisi, Misakı Milli’den zerre kadar feda ederse, icabı namus ve milli için çekilip gitmeli... Yalnız İsmet Paşa Hazretlerinden ricam şudur: Askeri sahada fikirlerini hürmetle dinlerim, iktisadi müdafaalarını dinlemem. Mali fikirlerini dinlemem. Adli mesailde Adliye Vekili çıkmalı, mesaili maliyede Maliye Vekili çıkmalı, hem müşavirleriyle bizi ikna edecek ve bir karar alabilecek şekilde çıkmalıdır. Bu gün bu kadar kafi. Gitsinler, hazırlansınlar gelsinler. Eğer bundan fazla hazırlanamıyorlarsa, mevkilerini hazırlanacak adamlara terk etmelidirler.” Diyerek eleştirilerini ve önerilerini dile getirmiştir (TBMM GCZ, Birinci Devre, Cilt 3, s. 1307–1308.).

Erzurum Mebusu Durak Bey ise mukabil projeden haberdar olmadıklarını, bildikleri tek şeyin Musul’dan vazgeçilmesi olduğunu belirtmiş ve “Musul'un bir sene sonraya taliki demek arkadaşlar, Türkçede bir darbı mesel vardır, sona kalan dona kalır. Musul'u gaip etmek demektir. Musul'u kayıp ettikten sonra, senin Şarkta bir yerin kalmamıştır.” Diyerek Musul Meselesi’nin ertelenmesini eleştirmiştir (TBMM GCZ, Birinci Devre, Cilt 3, s. 1309.).

Mustafa Kemal Paşa: Musul Meselesi’ni bir sene sonraya ertelemenin Musul’dan vazgeçmek anlamına gelmediğini söylemiştir. Diğer taraftan bazı mebusların Misak-ı Milli’yi tam olarak anlayamadığını ifade eden Mustafa Kemal Paşa, Musul’un konferans gündeminden çıkartılarak İngilizlerle karşı karşıya halletmenin milli menfaatler açısından daha faydalı olacağını söylemiştir (TBMM GCZ, Birinci Devre, Cilt 3, s. 1317-1378.).

(3 Mart 1923) Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey ise “Beyefendiler; esas bozuk olunca onun üzerine konulacak bina çürük olur. Binaenaleyh müzakeratın esası çürüktür. Çürük olduğu için bu müzakerat bir şey intaç etmez. Sebebi: Efendiler; bütün illet bir noktadadır. O da Meclisimiz icrai ve teşrii salahiyeti haiz bir Meclistir. Fakat Hükümetimiz adeta kalbine usulü veçhile siyaset tedvir etmek istiyor. Yani yaptığı projeyi bizden saklıyor. Bu da bir siyasettir. Fakat maalesef Meclisimizin bu günkü vaziyetiyle kabili telif değildir. Ben icrai salahiyeti haiz olduğum halde böyle gizli olarak hükümetin değil, hükümetin etrafına toplanacak büyük bir zümrenin dahi yapacak olduğu işten mesuliyet kabul edemem.” Diyerek eleştirilerini dile getirmiştir (TBMM GCZ, Birinci Devre, Cilt: 4, s, 36.).

(5 Mart 1923) İzmit Mebusu Sırrı Bey, İsmet Paşa’yı Misak-ı Milli’yi tam olarak anlayamamak ve Misak-ı Milli’ye aykırı hareket etmekle suçlamıştır.
Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey ise Heyet-i Murahhasa’nın, Mehmetçiğin süngüsü ile kazanılmış toprakları masa başında kaybettiğini ve göreve devam etmemesi gerektiğini söyleyerek eleştirilerini dile getirmiştir (TBMM GCZ, Birinci Devre, Cilt: 4, s.108; 130-132.). Aydemir, Ali Şükrü Bey’in konuşmalarının onu, Mustafa Kemal Paşa ile kavganın eşiğine kadar getirdiğini ve bu krizin I. Meclisin sonunu getiren olay olduğunu ileri sürmüştür (Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam Mustafa Kemal 1922–1938 Remzi Kitapevi, İstanbul 1999, s. 79–81; 5 Mart 1923 tarihli Meclis görüşmeleri için; TBMM GCZ
Birinci Devre, Cilt: 3, s. 106–147.).

TBMM, 1 Nisan 1923’te Meclisin yenilenmesine karar vermiştir.
Tevhid-i Efkâr Gazetesi, 1 Mart 1923 tarihinde yayımladığı bir haberde, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Lozan Barış Konferansı’nda katiyyen taviz vermeyeceği hususları aktarmıştır. Bunlar;
1.Karaağaç’ın Yunanlara terki
2.Musul’dan feragat edilmesi
3.Adli kapitülasyonlar
4.Mali ve iktisadı mevad
5.Yunanların tazminat ve tamirat bedeli vermeleri

Tan Gazetesi, Büyük Millet Meclisi’nde muhalefet yoktur İkinci Grubun yegâne gayesi Misak-ı Milli’de mündemiçtir ve Misak-ı Milli’den ibarettir diyor (“Vatan Yolunda Birlik” Tan, 28 Şubat 1923.).

Velid Ebuzziya: “Bugün yapılacak yarım bir sulhün yarın pek müthiş yeni bir harb tevlid etmeyeceğini kim temin edebilir (Velid Ebuzziya,“Sulh Misakımıza Doğru” Tevhid-i Efkâr, 7 Mart 1923.).”
Velid Ebuzziya’nın Misak-ı Milli’den taviz verilmemesi yönündeki bu sözleri II. Grup üyelerinin Mecliste söyledikleri ile aynı paralellikte olmakla beraber, Hüseyin Avni Bey’in 4 Mart 1923 tarihli Meclis toplantısında söylediği sözlerin bir bölümünün Velid Ebuzziya’nın bu makalesinde yer alması, gizli oturumda görüşülenlerin basına sızdırıldığı hissini uyandırmıştır. Nitekim 24 Mart 1923 tarihindeki Meclis oturumunda Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey, gizli oturumlarda konuşulanların ifşa edildiğine dair bir beyanat vermiş ve bunu “Namussuzluk ve alçaklık” olarak nitelendirmiştir (TBMM ZC. Birinci Devre, Cilt 4, s. 194–195.).

Velid Ebuzziya, 2 Nisan 1923 Tarihli Tevhid-i Efkâr Gazetesi’nde yayımlanan “İyi mi Fena mı” başlıklı makalesinde, seçim kararının Türkiye’yi iyice zayıflatacağını ileri sürmüştür. 3 Nisan 1923 tarihli “Yeni İntihabat” başlıklı makalesinde de Lozan görüşmelerinin devam ettiği bu dönemde alınan seçim kararının Avrupalıların TBMM’deki ayrılıklardan istifade etmesine yol açacağını söylemiş ve seçim kararını “muzır bir iş.” Olarak değerlendirmiştir (Velid Ebuzziya, “İyi mi Fena mı” Tevhid-i Efkâr).

Lozan müzakereleri ile ilgili olarak
Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi hükümetin Lozan’da izlediği politikaya ve hükümete ve Heyet-i Murahhasa’ya güvenilmesi gerektiği yönünde yayınlar yapmıştır. Tanin Gazetesi ise genel olarak Lozan’da elde edilenlerin başarılı olduğunu söylemiş ve görüşmelerin kesilmesi yönündeki kararı eleştirmiştir. Diğer taraftan, II. Grup’un yayın organı olan Tan Gazetesi ve bu gruba yakınlığı ile bilinen Tevhid-i Efkâr Gazetesi, Hükümetin Lozan politikasına şiddetle karşı çıkmışlar, Misak-ı Milli’de taviz verildiğini ileri sürmüşler ve Misak-ı Milli’nin haricinde bir barışın kabul edilemeyeceğini savunmuşlardır. Fakat Lozan Barış Antlaşması’nın ardından Tevhid-i Efkâr Gazetesi’nin yayınlarında çok büyük bir değişiklik yaşandığı görülmüştür. Musul Meselesi tehir edilmiş olduğu halde antlaşmayı büyük bir zafer olarak duyurmuştur.


Lozan Barış Konferansı’nın ilk aşaması ve konferansın kesintiye uğradığı dönemde Yunanistan


Çiğdem Kılıçoğlu Cihangir - Lozan Barış Konferansı’nın ilk aşaması ve konferansın kesintiye uğradığı dönemde Yunanistan 
Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi S. 53, (Lozan Antlaşması Özel Sayısı), 2013, s. 129-154

20 Kasım 1922’de toplanan Lozan Barış Konferansı’nda Yunanistan bir yandan konferansta kendisinden istenen taleplerle yüzleşmiş, diğer yandan iç politikada bu felaketten sorumlu tutulanlarla hesaplaşma yoluna gitmiştir.

Şubat 1923’te çıkmaza girmiş ve görüşmelere Nisan 1923’e kadar ara verilmiştir. Bu ara dönemde Türkiye Lozan Konferansı’nda dile getirdiği taleplerinden vazgeçmezken, Yunanistan Trakya ordusunu yeniden yapılandırarak Türk taleplerine karşı bir baskı unsuru yaratmaya çalışmış,

Yunanistan’ın 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgali ile başlayan süreç, Yunanistan cephesinde Megali İdea doğrultusunda işgal sahasını genişleterek bünyesine yeni topraklar katma çabasına girmiştir.
10 Ağustos 1920’de İtilaf Devletleri ile Osmanlı Devleti arasında Sevr Barış Antlaşması imza edilmiştir.
Yunanistan’da coşkuyla karşılanan Sevr Antlaşması’nı Türkiye hiçbir zaman uygulamamıştır.
Kasım 1920’de yapılan genel seçimlerde göstermiş, seçim sonucunda iktidara Venizelos karşıtı Kral yanlıları taşınmıştır.
Kral yanlılarının Küçük Asya’daki Yunan ordusuna atadığı yeni komutanlarla Ocak 1921’de Türklere karşı ileri harekâta geçilmiş, ancak Yunan ordusu Eskişehir’in batısında İnönü’de durdurulmuştur.
İtilaf Devletleri bir durum değerlendirmesi yapmak ve Sevr Antlaşması’nı yeniden gözden geçirmek için 21 Şubat-10 Mart 1921 tarihleri arasında Londra’da bir barış konferansı düzenlemişlerdir. Konferansta Sevr Antlaşması koşulları kısmen yumuşatılmış bir biçimde Türk tarafına sunulmuş, ancak müzakereler sonuçsuz kalmıştır.
Yunan ordusu, özellikle 1921 yılının Ağustos ve Eylül aylarında gerçekleşen Sakarya Meydan Muharebesi ve 1922 Ağustosundaki Türk Büyük Taarruzu sonrasında kesin bir yenilgiyle geri çekilmek zorunda kalmıştır.

Aleksandros Pallis, 1915-1922 yıllarında Yunanistan’ı ve Yunanistan’ın Anadolu macerasını konu edindiği kitabında, Anadolu felaketinden, Kral Konstantinos, dönemin başbakanlarından Dimitrios Gounaris ve arkadaşları kadar Venizelos’u da sorumlu tutmaktadır. Ancak onların sorumluluk payının Yunanistan’ı hem Birinci Dünya Savaşı’nda hem de Türk-Yunan Savaşı’nda “bir piyon gibi” öne süren büyük devletlerin yöneticilerininkinden çok daha az olduğunu ifade etmektedir. İstanbullu tarihçi Stefanos Yerasimos, Yunanların yenilgisinin sorumluluğunu İngiltere’nin omuzlarına yükleyerek, İngiltere’nin Ortadoğu politikasının bedelini, hem Yunanistan’ın hem de Küçük Asya’da yaşayan Rumların çok pahalı ödediklerini ifade etmektedir (Stefanos Yerasimos, Milliyetler ve Sınırlar, (Çev. Şirin Tekeli), 6.B., İletişim Yayınları, İstanbul, 2010, s. 77.).

Yenilginin ardından 10/23 Eylül 1922’de Midilli ve Sakız adasında başlayan askeri hareket kısa sürede bütün Yunanistan’ı etkisi altına almıştır.
14/27 Eylül’de Kral Konstantinos ikinci kez tahttan indirilmiştir.

Yunanistan tarihine “Altılar Davası/İ Diki ton Eksi” olarak geçen bu süreçte Anadolu Seferi’ne çıkan komutanlar, sefer sırasında iş başında olan başbakan ve bakanlar askeri mahkemede yargılanmışlardır.

İhtilal Komitesi’nin ilk işlerinden biri de Paris’te bulunan Venizelos’u bilgilendirmek olmuştur. İhtilal Komitesi üyeleri, kendisinden yurtdışında Yunanistan’ı temsil etmesini talep etmiş ve bu konuda kendisine duydukları güveni dile getirmişlerdir.

Venizelos, Atina’ya gönderdiği 3 Ekim 1922 tarihli telgrafında, Yunanistan’ın askeri ve diplomatik açılardan tamamıyla yalnız kaldığı gerekçesini öne sürerek İhtilal liderlerine düşmanca davranışlardan vazgeçmelerini söylemiş, onları Mudanya Konferansı’na katılmaya, Doğu Trakya’yı boşaltmaya ve Trakya’da bulunan Yunan ordusunu yeni baştan düzenlemeye çağırmıştır.

Mudanya Mütarekesi’nin imzalanmasının ardından Yunanistan Doğu Trakya’dan Müttefiklerin yardımıyla çekilmeye başlamıştır.

Barış konferansına her ülkeden, biri kabine bakanı olmak koşuluyla iki temsilcinin çağrılması kararı verilmiş olmasına rağmen, Yunanistan Lozan’da toplanan bütün heyet başkanlarının aksine hiçbir resmi görevi olmayan ve Atina’ya danışmadan her türlü belgeyi kesin olarak imzalama yetkisine sahip olan Venizelos’u Yunan heyetinin başkanı olarak belirlemiştir.

Lozan Konferansı öncesinde ve esnasında önemli bir tartışma konusu halini alan Trakya sorunu, Lozan Konferansı’nın ilk aşamasında bir çözüme bağlanamamıştır.

30 Ocak 1923 tarihinde Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol ile Sivil Rehinelerin Geri Verilmesine ve Savaş Tutsaklarının Mübadelesine İlişkin Türk-Yunan Anlaşması imzalanmıştır.

Lozan Barış Konferansı kapitülasyonlar, özellikle adli kapitülasyonlar konusunda çıkmaza girerek 4 Şubat’ta kesilmiştir.

Venizelos konuya ilişkin Lozan’dan Atina’ya gönderdiği telgrafta, “Eğer Trakya’ya başarıyla saldıracak yetenekli bir ordumuz varsa Türklerin inadını kırabiliriz. Onların karşısında müttefikler uzlaşmacı, teslimiyetçi görünüyorlar.”

(konferansın kesintiye uğradığı dönemde) Müttefikler de Trakya ordusunu müzakerelerin bir silahı gibi kullanmışlardır.

Yunanistan ile Türkiye arasında Mart ayında karşılıklı teklifler sunulmuştur. Hazırlanan Türk tasarısında Yunanistan’dan savaş tazminatı isteğinin yinelenmesi, Yunanistan’ın tasarıya tepki göstermesine yol açmıştır. Nitekim Yunan basını da savaş tazminatının çok ağır olduğunu ve Yunanistan’ın yeniden savaşa girmeyi bu tazminatı ödemeye tercih ettiğini sütunlarına taşımıştır.

Yunanistan, içinde bulunduğu trajik durumu gizlemek istercesine Trakya ordusunu güçlendirerek adeta savaş çanları çalmaya başlamıştır

Lozan Barış Antlaşması ve Ege Adaları


Fuat İnce - Lozan Barış Antlaşması ve Ege Adaları 
Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi S. 53, (Lozan Antlaşması Özel Sayısı), 2013, s. 101-128

Ege Denizi’ndeki adalar yüzyıllarca Osmanlı hâkimiyetinde kalmıştır.
Bu adalar iki grupta toplanabilir. Birinci grupta, Yunanistan’ın bağımsızlığını elde ettiği 24 Nisan 1830 ile Lozan Barış Antlaşması’nın imzalandığı 24 Temmuz 1923 arasındaki dönemde Yunanistan’a bırakılan adalar bulunmaktadır. İkinci grupta ise, Lozan Barış Antlaşması ve 10 Şubat 1947 Paris İtalyan Barış Antlaşması ile gayri askerî statüde olmaları kaydıyla Yunanistan’a bırakılan adalar bulunmaktadır. Bunların dışındaki ada, adacık ve kayalıklar için egemenlik devri yapılmamıştır.

Ege Denizi’nin kuzey-güney istikametinde yaklaşık olarak 660 Km boyunca uzandığı görülmektedir. Yüzölçümü 214.000 Km² civarında olan bu denizin genişliği ise, kuzeyde 270, ortada 150 ve güneyde 400 Km kadardır.

Ege’yi diğer denizlerden ayıran en önemli özelliği değişik büyüklükteki 1.800 kadar kara parçasının deniz yüzeyine adeta serpilmiş olmasıdır.
…bu kara parçalarının toplam yüzölçümü 23.000 km2 civarındadır.

Oniki Ada / belli başlı yirmidört ada ile birçok adacık ve kayalıktan oluşmaktadır.

Osmanlı İmparatorluğu Ege adalarını üç safhada ele geçirmiştir. Birinci safhada, 1456’da Taşoz, Semadirek, Limni, Gökçeada ve Bozcaada, 1462’de Midilli, 1470’de Eğriboz Adası ve Şeytan Adaları ile 1479’da Sisam Osmanlı Devleti hâkimiyetine girmiştir. İkinci safhada, 1522’de Rodos ve diğer Menteşe Adaları, 1534-1545 yılları arasında Kerpe, Çoban ve Kiklat Adaları’nın tamamı ile 1566’da Sakız ve civarındaki adalar Osmanlı Devletine dâhil olmuşlardır. Üçüncü ve son safhada ise 1669’da Girit 1718 yılında İstendil Adası Osmanlı topraklarına katılmıştır.

Ege Denizi’ndeki adaların tamamı 1830 tarihine kadar Türk egemenliğinde kalmıştır.

1830 yılına kadar kesintisiz olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkimiyeti altında kalan Ege adaları, Yunanistan’ın bağımsızlığını elde etmesiyle beraber Türk egemenliğinden çıkmaya başlamıştır. Trablusgarp Savaşı esnasında İtalya’nın Menteşe Adalarını ve Balkan Savaşları sırasında da Yunanistan’ın belli başlı diğer adaları işgâl etmesi ve bu işgâllerin I. Dünya Savaşı boyunca devam etmesiyle Ege adaları üzerindeki Türk hâkimiyeti fiilen sona ermiştir.

Komisyon kararı gereğince / Limni adasının da Gökçeada, Bozcaada ve Semadirek adası gibi Boğazlar sorunu ile birlikte incelenmesinin uygun olacağı kararını almıştır.

Türkiye’ye bırakıldığı teyit edilen adalar dışında kalan adalar isimleri belirtilerek ve Altı Büyük Devlet Kararı’na atıf yapılarak egemenlik devrine konu olmuşlar, Yunanistan’a bırakılan adalar askerden arındırılmış ve Türkiye’ye tehdit olmaktan çıkarılmışlardır.
(Antlaşmanın) İşbu antlaşmada aykırı bir hüküm bulunmadıkça, Asya kıyısından üç milden az uzaklıkta bulunan adalar, Türk egemenliği altında kalacaktır.” şeklindeki onikinci maddesi ile Menteşe Adaları dışında kalan kesimde Türkiye ile Yunanistan arasındaki statü belirlenmiştir.

Yunanistan’a devredilen adaların askerî amaçlarla kullanılmama durumları Türkiye sahillerine çok yakın olan Saruhan Adaları; Midilli, Sakız, Sisam ve Ahikerya adalarının isimleri belirtilerek düzenlenmiştir.
Megali İdea ile Büyük Yunanistan’ın Tuna ve Fırat Nehirleri arasında bulunan topraklarda kurulması amaçlanmıştır.

Kırım Savaşı’ndan Lozan Barış Antlaşması’na Osmanlı dış borçlarının tarihsel gelişim süreci (1854-1923)

Yrd. Doç. Dr. Necdet Aysal - Kırım Savaşı’ndan Lozan Barış Antlaşması’na Osmanlı dış borçlarının tarihsel gelişim süreci (1854-1923)
Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi S. 53, (Lozan Antlaşması Özel Sayısı), 2013, s. 1-28

1854’te Kırım Savaşı’nın başlamasıyla birlikte artan bütçe açıkları, Osmanlı Devleti’nin Avrupa para piyasalarından borçlanma sürecini başlatmıştır.
Bu gelişmelerin sonucu olarak Osmanlı Devleti, acı tecrübeler yaşayarak ve ağır bedeller ödeyerek tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalmıştır.

Osmanlı Devleti’nin kuruluşu fetih esasına, ekonomisi ise tarımsal üretime dayanmakta, her ikisi de sosyal yapı ve örgütlenme bakımından askeri bir nitelik göstermektedir. Devletin bir diğer özelliği de savaş ve akınları bir gelir kaynağı sayması ve ekonomisini bu temeller üzerine oturtmasıdır.

Padişah I. Abdülhamit (1774-1789), mali bunalım karşısında devlet büyüklerinden para toplanmasını ve bir çeşit iç borçlanmaya gidilmesini düşünmektedir. Ancak bu yolda da başarı sağlanamamış ve zenginlerden ümidini kesen Padişah, Şeyhülislam’dan fetva alarak Osmanlı tarihinde ilk kez dış borçlanmayı deneyecektir.
İlk teşebbüs Felemenk’ten borç para istenmesi şeklindedir.
Fakat bu borçlanma gerçekleşmemiştir.
III. Selim (1789-1807) döneminde de mali bunalım devam etmiştir. Babası Abdülhamit’in gerçekleştiremediği borçlanma için İspanya elçisine başvuran III. Selim’in isteği reddedilmiştir.
1788’de devlet içerisinde bütün değerli madenlere el konulmasına karar verilmiş, vezirler, ulema, halk, “kadın ziyneti ile altın ve gümüş silahlar” dışındaki bütün altın ve gümüş eşyasını darphaneye teslim etmeye çağrılmıştır.
…bir yandan Galata bankerleri olarak adlandırılan büyük sarraflardan borç paralar almış öte yandan tedavüldeki sikkelerin tağşişi yoluyla ek gelir sağlamaya çalışmıştır.
…ayrıcalıklar, zamanla tüm Avrupa ülkelerine tanınmış ve Avrupalı tüccarların yerli tüccarlara karşı daha üstün bir hale gelmesinin önü açılmıştır. Bu anlaşmalar, Osmanlı hazinesinin gelir kaybına uğramasına zemin hazırlamış ve hammaddelerin çok ucuz bir şekilde yurtdışına ihraç edilmesi ise Osmanlı sanayisini olumsuz yönde etkilemiştir.
…bütçe açıklarını kapatmada yeterli olmayınca 1839 yılında “Kaime-i Nakdiye-i Mutebere” çıkarılmasına karar verilmiştir.
…para ile tahvil arası bir niteliğe sahip olan kaimeler, ekonomide yine enflasyonist etki yaratmıştır.
1814’te Osmanlı kuruşu 1 İngiliz sterlinine eşitken, 1839’a gelindiğinde 104 Osmanlı kuruşu 1 İngiliz sterlini etmeye başlamıştır.
…son derece bozuk olan bu mali durum 28 Ocak 1854’te Kırım Savaşı’nın başlamasıyla daha da bozulmuştur.
Dönemin Padişahı Sultan Abdülmecit, 4 Ağustos 1854’te 5 milyon İngiliz lirası (5,5 milyon Osmanlı lirası) bir borçlanma anlaşması için hükümete yetki vermiştir. Hükümet, 24 Ağustos 1854’te Londra’dan Palmer & Co., Paris’ten Gold Schmit et. Ass. İsimli kuruluşlarla masaya oturarak 3.300.000 Osmanlı lirası tutarındaki ilk borç antlaşmasını imzalamıştır.
Osmanlı Devleti’nin, 1854 yılından 1875 yılına kadar olan 21 yıllık süre içerisinde dış borçlanmaları her geçen gün artmış ve devletin bütçe gelirleri o yıl ödenecek borçlara yetmediğinden açıklar vermeye başlamıştır.

1875 yılında gelindiğinde devlet, almış olduğu dış borçların anaparasını ödemek şöyle dursun faizini dahi ödeyemeyecek duruma düşmüş ve 6 Ekim 1875’te iflasını bir kararname ile resmen ilan etmiştir.

1876 Nisanında ise bütün dış borç taksitlerinin ödenmesi durdurulmuş ve bu durum 20 Aralık 1881 “Muharrem Kararnamesi” ne kadar sürmüştür.
…kararname ile dış borçlar yeni bir düzene bağlanmış ve alacaklı devletler, “Düyun-u Umumiye” adıyla bir örgüt kurarak borçlara karşılık gösterilen devlet gelirlerini direkt olarak toplamaya başlamışlardır.
Yabancılara verilen imtiyazların sürekli olarak arttırılması, İmparatorluğu sömürgeci Batılı Devletlere hammadde sağlayan ucuz bir pazar haline getirmiştir.
Azınlıkların kontrolünde bulunan ticarette ise milli tüccar bir türlü ön plana çıkamamıştır.
Osmanlı Devleti, 1914 yılına kadar yüksek faizlerle 41 adet dış borçlanma gerçekleştirmiş ve dış borçlar toplamı 104 milyon 212 bin Osmanlı lirasına ulaşmıştır.
…yıllık borç servisi 13 milyon Osmanlı lirasına ulaşmaktadır
Aynı yıl Osmanlı bütçesinin ise 30 milyon…
Birinci Dünya Savaşı boyunca Almanya’ya 150 milyon lira civarında borçlanılmış ve bu borçların büyük bir kısmını Ulusal Bağımsızlık Savaşı boyunca gerekli olacak silah ve malzeme alımlarında son derece ihtiyaç duyulacak sterlin, mark ve frank gibi yabancı paralarla ödemek zorunluluğu doğmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Dünya Savaşı’nın başında yaklaşık olarak 1.710.000 kilometrekare yüzölçümü, çeşitli ırk, din ve dillerdeki 22 milyonluk nüfusa sahipti.
İmparatorluğun Türk nüfusu Balkan Savaşı’ndan sonra yapılan nüfus istatistiklerine göre yaklaşık 11 milyon olarak tespit edilmiş, fakat Birinci Dünya Savaşı ve kayıplarının da göz önüne alınmasıyla bu miktar 8 milyon civarına inmiştir.
Batılı devletleri bir araya getirmiş ve 18–26 Nisan 1920’de San Remo’da toplanan konferansta Osmanlı topraklarının paylaşım planına son şekil verilmiştir.
Sevr Antlaşması ile Osmanlı Devleti tarih sahnesinden silindiği gibi, Türk topraklarının paylaşılmasıyla ilgili projelerde de son aşamaya gelinmiştir.

Büyük Millet Meclisi, 7 Haziran 1920’de kabul ettiği bir yasa ile 16 Mart 1920’den sonra, TBMM onayı olmaksızın İstanbul Hükümeti’nce yapılmış ve yapılacak her türlü antlaşmayı geçersiz saydığını duyurmuştur.

Türk heyeti Mudanya Mütarekesi’ni esas almaktadır. Buna karşılık İtilaf Devletleri, konferansı Milli Mücadele’nin bir sonucu olarak değil, Birinci Dünya Savaşı’nın devamı olarak görmüşler ve bu nedenle de galip taraf olduklarını iddia etmişlerdir.

Konferansın ilk döneminde Türk tarafı, en fazla İngiltere ile karşı karşıya gelmiştir.

Lozan Barışı’nın 46. maddesine göre Türkiye, borçların önemli bir kısmını ödemeyi kabul etmiştir.

6 Ağustos 1924’te yürürlüğe giren Lozan Barış Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu’nun toplam dış borç miktarı 129.604.910 lira olarak belirlenmiştir.
Bu borçtan Türkiye Cumhuriyeti’ne düşen pay 84.597.495 lira olmuştur. Ancak, bu miktara ödenmemiş taksitler ve avanslar dâhil edilince, Türkiye’nin payı 105.559.623 lira olarak hesap edilmiştir.

25 Mayıs 1954 tarihinde 100 yıllık dış borçlanma dönemi acı tecrübelerle kapanmıştır.

Ebuzziyazade Velid Bey’in kaleminden Lozan Konferansı Dönüşü İsmet Paşa’yı Gülcemal Vapuru’nda Köstence’de beklerken (10-16 Şubat 1923)


Prof. Dr. Serpil Sürmeli - Ebuzziyazade Velid Bey’in kaleminden Lozan Konferansı Dönüşü İsmet Paşa’yı Gülcemal Vapuru’nda Köstence’de beklerken (10-16 Şubat 1923) 
Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi S. 53, (Lozan Antlaşması Özel Sayısı), 2013, s. 267-284

İsmet Paşa ve beraberindeki Türk Heyeti yurda dönmeye karar vererek, 7 Şubat 1923’te Lozan’dan ayrıldı.
…heyeti Köstence’de karşılayıp getirmek üzere, TBMM Hükümeti tarafından Gülcemal Vapuru tahsis edildi.
Vapurda on gazeteci arasında bulunan Tevhid-i Efkâr Gazetesi sahibi ve başyazarı Velid Bey, Köstence yolculuğunu ve burada geçen altı günlük bekleyişi nihayet İsmet Paşa ile dönüş yolunda gerçekleşen görüşme ve izlenimlerini kaleme aldı.

(Köstence) Şurası nazar-ı dikkatimizi celbetti ki, karaya ayak basar basmaz ilk karşımıza çıkan sivil zabıta memurları mükemmel Türkçe biliyorlardı.

İsmet Paşa: Lozan’a herkes istediklerini cebine koyup gelmişti. Çok mücadele ettik… Galiba geçen Pazar günüydü. İngiliz murahhasları Lozan’dan hereket ettiler. Ertesi sabah Mösyö Bompard ile görüştüm. Sordum, Ne olacak? dedim. İnkıtaın resmen tebliğini istedim. Mesuliyetin ağırlığından bahsederek, vaziyetin Mudanya Mütarekenâmesi’nin hitamı lüzumuna amir olduğunu beyan ettim. Mösyö Bompard, hayır dedi. Konferans inkıta bulmamıştır.

Müttefikler bizden tamirat namı altında hasarat-ı harbiye de istiyorlardı.
Bizde birinci tertip evrak-ı nakdiye karşılığı olarak Viyana Bankası’nda iken, müttefiklerce vazıyed edilen 5 milyon altın lira ile İngiltere’ye bedelleri tesviye edilmiş olan dretnotların iadesinden bilmukabele vazgeçtik ve bu suretle takas yaptık.

Yunanlılar aramızda anlaşacağız. Yunanlılar memleketimizde çok geniş tahribat ika ettiler. Bunların tamir ve telafisi için 4 milyar altın frank istedik. Anlaşacak ve mesele hükme havale edilecektir, dediler. İngiliz heyet-i murahhası bu meselede çok mukavemet gösterdi. Nihayet muahedeye böyle bir madde girmesi karargir oldu.

Boğazlar ve hudutlar meselelerinde bilhassa bidayette muhteriz davrandım. Binbir millet oraya toplanmıştı. Hepsinin başka başka nokta-i nazarları vardı. Evvelâ beni söyletmek istiyorlardı. Bu ihtizazımda haklı idim.

Demokrat Parti Dönemi’nde Lozan algısı


Ahmet GülenDemokrat Parti Dönemi’nde Lozan algısı
Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, S. 53, (Lozan Antlaşması Özel Sayısı), 2013, s. 77-100

Milli Mücadele’yi yürüten kadro, Kurtuluş Savaşı’nı ‘‘diplomatik zafer’’e dönüştüren Lozan Barış Antlaşması’na özel bir önem atfetmiş ve Antlaşma’nın imzalandığı tarih olan 24 Temmuz’u kutlamaya önem vermiştir.
29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyet ilan edildikten sonra bağımsızlığın simgesi olarak kabul edilen Lozan Antlaşması’nın yıldönümleri, ‘‘Lozan Günü’’ adı altında kutlanmaya başlamıştır.
Lozan’a bağlılık CHP kadar, DP tarafından da benimsenmiştir.

Demokratlara göre Lozan da tıpkı İstiklal Harbi gibi, 9 Eylül gibi millete mal olmuştur.

DP, ayrıca iktidarda kaldığı süre boyunca Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk’ü daha ön plana çıkarmaya çabalamıştır. Bu hamlenin asıl hedefi CHP’yi ve onun genel başkanı İsmet Paşa’nın karizmasını yıpratmak olmuştur.
25 Temmuz 1951 tarihinde de Atatürk’ü Koruma Kanunu TBMM’den geçmiştir.
DP iktidara geldikten sonra uygulamaya başladığı bu stratejilerin bir sonucu olarak da tek parti döneminde kutlanan ‘‘Lozan Günü’’ uygulamasından vazgeçmiştir.

Tek parti devrinde kutlanmasına özen gösterilen ‘‘Lozan Günü’’, DP devrinde unutulmaya yüz tutan bir etkinlik olarak dikkat çekmiştir.

DP’nin iktidarı devralışından iki ay sonra Lozan Antlaşması’nın yıldönümü İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde bir törenle kutlanmıştır. Az sayıda katılımcının yer aldığı törende Lozan’ın ‘‘memleketin mukadderatı üzerinde yarattığı tesirler anlatılmış’’ ve ‘‘Lozan barışının milli vahdeti kurduğu’’ vurgulanmıştır.

İsmet İnönü: Lozan temel fikir olarak milli devletin kurulmasını, istiklali, milletlerarası hak ve hukuk eşitliği mefhumlarını gaye ittihaz etmiş bir konferanstır. Münevverlerimiz ve gençlerimiz bu zihniyetle muahedeyi mütalaa ederlerse siyasi tarihimizin geçirdiği başlı başına birçok değişiklikleri çok iyi kavrarlar (Hürses, 25 Temmuz 1952, Yıl: 2, Sayı: 570, s. 1-6.).

1955 yılı Lozan kutlamalarının en önemli özelliğiyse bu dönemden itibaren çeşitli yerlerdeki törenlerin yasaklanmaya başlamasıdır.

Lozan günü kutlamalarının yasaklanması yalnızca İstanbul ile sınırlı olmamıştır. CHP İzmir İl Başkanı Dr. Lebit Yurtoğlu, Lozan’ın yıldönümünde yapmak istedikleri törene izin verilmediğini açıklamıştır.

DP’lilere Lozan’ı anımsatan en önemli olay, hiç kuşku yok ki Kıbrıs sorunu olmuştur.
Kıbrıs konusunun gittikçe büyük önem kazandığı 1956 yılının 24 Temmuz tarihine, Lozan Antlaşması’nın 33. yıldönümüne, hükümet yanlısı basın da ilgi göstermiştir.

İsmet İnönü: Lozanda tespit olunan Kıbrıs statüsünün değişmesi[nin] Lozan muahedesinin ihlali olduğuna şüphe yoktur (Son Posta, 25 Temmuz 1956, Yıl: 26, Sayı: 3706, s. 1-7.).

Lozan’ın kutlanması ile ilgili tartışmalar 1959 yılında da tüm hızıyla devam etmiştir.

Ali Naci Karacan’ın Gözüyle Lozan Konferansı ve İsmet Paşa


Yrd. Doç. Dr. Fatih Tuğluoğlu - Ali Naci Karacan’ın Gözüyle Lozan Konferansı ve İsmet Paşa

Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, S 53, (Lozan Antlaşması Özel Sayısı), 2013, s. 285-328

Milli mücadele yıllarında halkın büyük saygı duyup itibar ettiği Osmanlı saltanatına karşı herhangi bir girişimde bulunulmamış ve milli hareketin amacının padişahı kurtarmak olduğu ısrarla anlatılmaya çalışılmıştır.

Konferansta Türk tezini savunacak heyete verilecek talimatname hükümetçe hazırlanmış ve Misak-ı Milliye uygun bir şekilde barış yapılması için dikkat edilmesi gereken asgari şartlar tespit edilmek istenmiştir.

Ali Naci Karacan, Türk basın tarihinde önemli bir mevkie sahiptir. 1896-1955 yılları arasında yaşayan ve lise çağlarından itibaren yazıları Servet-i Fünun ve Rubab Dergilerinde yayınlanan Karacan, Mondros Mütarekesi’nden sonra Akşam Gazetesinde Milli Mücadeleyi destekleyen yazılar kaleme almıştı. Lozan’a giden Türk heyeti ile birlikte Konferansın ikinci döneminde Lozan’da bulunmuştu. Daha sonraları İkdam, Tan, İnkılap ve Bugün Gazetelerini çıkarmış ancak asıl şöhretini 1950’li yıllarda kurduğu ve bugüne kadar gelen Milliyet Gazetesi ile elde etmiştir.

İsmet Paşa 11 Kasım akşamı Lozan’a ulaştığında konferansın 20 Kasım tarihine ertelendiğini öğrenmişti. Paşayı karşılamaya gelen Fransız Konsolosu seyahatin Paris’e kadar uzatılmasını önermişse de İsmet Paşa Lozan’a inme kararı almıştı.

O dönemde İsviçre kamuoyu, Türkiye konusunda hiç iyi olmayan bir düşüncelere sahipti.
Lozan’a gelen Amerikalı ve Avrupalılar da bu propagandalardan etkilenmekteydiler.
İsmet Paşa Lozan’a ulaştığı gün, kendisini Paris’e davet eden Fransa Devlet Başkanı Raymond Poincare ile görüşmek üzere 14 Kasım’da beraberine Münir, Tevfik ve Atıf Beyleri alarak Paris’e gitmişti.

Barış konferansından istediği sonucu alamaz ise kuvvet kullanma taraftarı olan
İngilizlere karşın Türkiye’de büyük yatırımları olan ve Düyun-ı Umumiye’nin en büyük alacaklısı olan Fransa’nın uzlaşmacı bir yol izleyeceği düşünülmekteydi.

Ali Naci Karaca’a göre İngiliz Başdelegesi Lord Curzon uluslar arası siyasetin en kurt politikacılarından biri olmakla bilinmekte, her şeye yukarıdan bakma ve yüksekten konuşma meraklısıydı.

Konferansın ismi “Doğu İşleri Konferansı” olarak belirlenmişken İsmet Paşa’nın itirazıyla “Yakındoğu İşleri Hakkında Lozan Konferansı” olması kararlaştırılmıştı.

Ali Naci Karacan, Konferansın müzakereler dışındaki saatlerin Müttefikler Başdelegelerin özel görüşmelerine ayrıldığını yazmaktadır.

Boğazlar Meselesi
19. yy. boyunca Boğazların statüsü konusunda İngiliz-Rus rekabeti yaşanmıştı. O dönemde İngiltere boğazları Rusya’ya kapatmaya çalışırken Rusya ise her vesile ile boğazların açılmasında ve serbest geçişte ısrar ederdi. Fakat Lozan günlerinde tarafların pozisyonu değişmiş ve beklentileri de farklılaşmıştı. Sovyet Rusya, boğazlardan geçişi sınırlayarak Karadeniz üzerinden kendisine gelecek muhtemel tehlikeleri önlemeye çalışmakta Lord Curzon’un temsil ettiği İngiltere ise boğazların serbestliğini aynı zamanda askerden arındırılmasını savunmaktaydı.

Lord Curzon’un başkanlık ettiği askerlik ve topraklar komisyonu (1.Komisyon) boğazlar meselesinin ilk görüşmesine 4 Aralık 1922’de başlamıştı.

Balkan ülkelerinin desteğini alan Müttefikler ise boğazların askerden arındırılarak bir komisyon tarafından yönetilmesini, savaş gemilerinin geçişinin Türkiye’nin savaştaki pozisyonuna göre belirleneceği bir teklifi önermekteydi.

9 Aralık’ta yaptığı toplantıda İsmet Paşa, boğazlar konusundaki Türk tezini açıklamıştı. Paşa’ya göre; boğazlar bölgesinin silahsızlandırılması Marmara, Trakya ve İstanbul’un güvenliğini tehlikeye düşürecekti.
Boğazlar toplantısının sonucunda Türkiye kendi güvenliğini sağlamak şartıyla boğazlardan geçişin serbest olmasını kabul edeceğini açıklamaktaydı.

31 Ocak günü
Lord Curzon’un bir oldubitti yaratarak “vaktimiz yok, antlaşmayı imza edeniz!” sözüne karşı Türk heyeti teklif edilen projenin tam 26 noktasına itiraz edecekti. Kabul edilmeyen en önemli husus Musul’un geleceği konusuydu. Yunanistan’dan tazminat talebi, Düyun-ı Umumiye, imtiyazlar, Trakya ve Gelibolu’da bulundurulacak asker sayısı ve Türkiye’de yaşayan yabancıların tabi olacakları adli usul de diğer anlaşmazlık konularını oluşturmaktaydı
Türk heyeti, Müttefiklerin projesine karşın kendi projesini hazırlamış ve 4 Şubat Pazar günü Müttefiklere ulaştırmıştı.
Lord Curzon, daha fazla görüşmeye vakit olmadığını söyleyerek İsmet Paşa’nın kesin cevap vermesini istemişti. Fakat İsmet Paşa, Türk hâkimiyetine aykırı hiçbir kaydı kabul etmeyeceği söyleyerek Müttefik önerisini reddetmişti.
Konferans 4 Şubat Pazar günü Lord Curzon’un Lozan’dan ayrılması ile fiilen kesilmişti.

Lozan Barış Konferansının yarıda kalması üzerine Ankara’ya dönen Türk heyeti, görüşmeler ve genel vaziyet hakkında TBMM’de bilgi vermişti.
Mecliste görüşmeler 24 Şubat ile 6 Mart arasında yapılan gizli oturumlarda müzakereler değerlendirilmiş ve tartışmalar yaşanmıştı.

Meclis’in delege heyetine verdiği güvenoyu üzerine Müttefiklerin antlaşma projesine cevap verme kararı alınmıştı. Vekiller Heyetinin hazırladığı 8 Mart 1923 tarihli cevabi nota ve antlaşma projesi İngiltere, Fransa ve İtalya’ya İstanbul’da bulunan temsilcileri vasıtasıyla ulaştırılmıştı. 100 sayfa uzunluğunda antlaşma projesi ve 15 sayfalık notada da Türkiye’nin barışa ulaşmak için yaptığı fedakârlıklar anlatılmıştı.

Müttefikler, Türk projesini notasını aldıktan sonra Londra’da görüşme yapmaya ve Türkiye’ye karşı cephe birliği sağlamlaştırmaya çalışmışlardı. 28 Mart’ta cevap vererek 23 Nisan 1923’de Lozan’da toplanmayı önermişlerdi.

Fransız Dış İşleri Bakanlığının fikirlerine tercüman oldukları iddiasıyla yayınlanan haberlerde: “…Türkiye hükümeti birkaç ay evvelinden şüphesiz daha zayıftır. Bugünkü meclisin vaziyeti muvakkattir. Yeni meclis ise şimdikinden daha iyi olmayacaktır. İsmet Paşa yeni meclisin tesiri altında müzakereleri idare edecektir. Türkler, Yunan ordusuna karşı taarruza geçecek kudrette değildirler. Bu hal Türk murahhaslarını Lozan’da bir hal çaresi aramaya mecbur edebilir…”

İkinci dönem toplantıları 23 Nisan pazartesi günü saat 17’de Chateau d’Ouchy’de başlamıştı.

İsmet Paşa, artık fedakârlık yapmak niyetinde görünmemekteydi ve Müttefikler arasında verilmek istenen görüntünün aksine bir cephe birliği bulunmamaktaydı. Karacan’ın ifade ettiği şekliyle bu durumun sebepleri şunlardı: İngiltere ve Türkiye arasında anlaşmazlığa sebep olan konular Konferansın birinci döneminde gündeme gelmiş ve çözüm yoluna girmişti. Sıkıntılı ve halen çözümlenmemiş maddeler nedeniyle İngiltere’nin Türkiye’yi savaşla tehdit etmesi mümkün görünmemekteydi.

Sovyet Rusya’yı temsil eden Vorovski’nin öldürülmesi, Türkiye’de tedirginliğe neden oldu…

Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yy’ın ikinci yarısından itibaren aldığı dış borçların ve faizlerin nasıl ve hangi para ile ödeneceği meselesi tüm konferans boyunca tartışılan bir meseleydi.

Ali Naci Karacan, Konferansın en şiddetli ve en sert tartışmaların yaşandığı dönem olarak 23 Haziran-17 Temmuz tarihlerini vermektedir.

Antlaşmanın imzasının ardından İkdam Gazetesinin 24 Temmuz 1923 tarihli sayısında Ankara’da 101 pare top atışı yapılacağı ve ertesi günün de sulh bayramı olarak kutlanacağı ifade edilmiştir.

Osmanlı borçlarının hangi para birimi ile ödeneceği konusunda Fransızların uzlaşmaz tutumu nedeniyle Konferans uzamıştı.


3 Temmuz 2019 Çarşamba

Yeni Gün Gazetesi (1918 - 1923)


Yeni Gün Gazetesi (1918 - 1923) 
Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2007

Yeni Gün, yayın hayatına 2 Eylül 1918’de İstanbul’da başlamıştır. 24–27 Ocak 1919 ve 11–22 Şubat 1919 tarihlerinde aldığı kapatılma cezasına, pek çok gazetenin yaptığı gibi uymayarak Eski Gün adıyla yayınını sürdürmüştür. Gazete, 27 Mart 1919–11 Ekim 1919 tarihleri arasında, ülkenin içinde bulunduğu olağanüstü koşullar ve Yunus Nadi’nin Bekirağa Bölüğü’ne sürgün edilmesi nedeniyle yayınlanamamıştır. 11 Ekim 1919’da yeniden yayınlanmaya başlayan Yeni Gün, İstanbul’un 16 Mart 1920 tarihinde İtilaf kuvvetleri tarafından işgal edilmesi ve matbaasının bu kuvvetler tarafından basılması nedeniyle 16–20 Mart 1920 arasındaki günleri kapsayan süreçte yayınlanamamış, 21 Mart’ta yeniden yayına başlamış ve 12 Nisan 1920’ye kadar yayınını sürdürmüştür. İstanbul’da Milli Mücadele yanlısı bir gazete olarak yayın yapmanın zorluğu ve mücadelenin merkezinin Anadolu olarak belirlenmesinin ardından Nadi matbaasını Ankara’ya taşımış ve 10 Ağustos 1920’den itibaren gazete Anadolu’da Yeni Gün adıyla yayınlanmaya başlamıştır. Sakarya Savaşı sıralarında matbaası Kayseri’ye taşınmış, 1 Eylül 1921 – 7 Ekim 1921 sayıları burada yayınlanmış, bu sırada gazeteyle Kemal Salih Sel ilgilenmiştir. 22 Kasım 1921’de yeniden Ankara’ya dönen Yeni Gün, 8 Mayıs 1924’den itibaren Cumhuriyet adıyla yayınlanmaya başlanmıştır (s. 16).

20 Kasım’da Lozan Barış Konferansı açılmıştır ve Nadi’ye göre Batılı devletler ve özellikle de İngiltere artık savaşacak durumda olmadığından, Türk tarafının istekleri kabul edilmek zorundadır (Yunus Nadi, “Lozan Konferansı”, 20 Kasım 1922).

Musul ve kapitülasyonlar meselelerinde anlaşma sağlanamamasının da tetiklemesiyle “İtilaf devletlerinin asıl saik-i hareketleri” açığa çıkmıştır. “Doğrudan doğruya ticaret hırsıyla hareket eden bu devletler istiklal uğrunda fedakârlıkların en büyüğünü yapmış olan Türkiye’ye karşı, o istiklali hiçe sayacak teklifler dermiyan etmişlerdir (“Konferans dağılacak gibi: Kapitülasyonlar meselesinde İhtilaf”, 4 Aralık 1922.).

Yeni Gün’ün Lozan muhabirliğini yapan Şükrü Kaya ise, Lord Curzon’un İsmet Paşa’ya müracaat ederek iki ülke arasında “suret-i hususiyede anlaşmanın imkân dâhilinde olduğunu”, “Trakya’da Karaağaç’ı ve şimendiferlerin tamamını, Musul ve havalisinin hâkimiyetini Türkiye’ye” bırakmaya hazır olduğunu bildirmiştir (“Curzon, İsmet Paşa’ya Müracaatla Bizimle Suret-i Hususiyede Anlaşmak İstediğini Karaağacı, Trakya Şimendiferlerini ve Musul Hakimiyetini Bize Terke Amade Olduğunu Bildiriyor”, 8 Aralık 1922.).
                                                  
İsmet Paşa, barış görüşmelerinin kapitülasyonlar meselesi yüzünden değil, Musul meselesi yüzünden kesintiye uğradığını açıklamıştır. Ankara, Musul’un “Irak’ta değil, Anadolu’da kâin” olduğunu ve Mütareke’nin imzalanmasından sonra işgale uğradığını ve bu nedenle de bu şehir üzerinde tasarruf hakkının kendisine ait olduğunu savunmaktadır (“Musul hakkındaki Türk mutallebatı haklıdır”, 8 Ocak 1923.).

Aynı sıralarda İngilizler, İstanbul’dan Lenington vapuru ile Dedeağaç’taki Yunanlılara, binlerce sandık dolusu cephane, bomba, mitralyöz, tayyare göndermişlerdir (“İngilizlerin Yardımı, Yunan ordusuna malzeme gönderiyorlar”, 10 Ocak 1923.).

“Bu devletler İngiltere’nin şahsında insanlığın baş belası olan emperyalistliğin, Fransa’nın şahsında sermayedarların ve bankerlerin esiridirler. İtilaf Devletleri’nin teklif ettiği barış kabul edilemez. Böyle bir barışı TBMM kabul etse görevini yapmamış olur. Millet de bu şekildeki bir barışı iptal etmeye çalışır. Çünkü Türkiye, Bulgaristan, Yunanistan sınırında askersiz bölge, Boğazlar’da Cemiyet-i Akvam’ın egemen olması, Akdeniz adalarının Yunanlılar ile İtalyanlar’ a paylaştırılması tekliflerini kabul edemez (Yunus Nadi, 31 Ocak 1923.).”

4 Şubat 1923’de Lozan görüşmeleri kesilmiştir.
Yeni Gün, “Söz Mehmetçiğindir!” demektedir. İsmet Paşa ise “Türkiye’ye dönüşünün yeni bir savaş demek olmadığını ve konferansın yeniden akdi tarihinin müttefiklere ait olduğunu” söylemiştir (“En Son Vaziyet ve Türkiye, İsmet Paşa trende Daily Mail muhabirine beyanatında”, 11 Şubat 1923.).

Nadi, Lozan’ı Babil Kulesi’ne benzetmekte ve işin silahlara kaldığını tehditkâr bir dille tekrarlamaktadır (“Lozan Labirenti”, 1 Mart 1923.).

Yabancı basın, Meclis’in Müttefiklerin barış teklifini reddetmesini, Türkiye’nin savaş taraftarlığının bir göstergesi olarak sunmuş ve Avrupa kamuoyunu Türkiye aleyhinde etkilemeye çalışmışlardır.

1 Nisan 1923 Lozan Antlaşması’na Türk halkından yeni itimat oyu almış olarak çıkmak için meclis kendini fesh etmiştir.

Yunanlılar Türk iddialarının haklılığına rağmen “mali vaziyetlerinin kararsızlığı sebebiyle” tazminat veremeyeceklerini belirtmiş ve Karaağaç’ın Türkiye’ye bırakılmasını kabul etmişlerdir. “İsmet Paşa hazretleri memleketin sulhperver hissiyatına yeni bir misal olmak üzere tazminattan feragat ettiğini ve bu suretle yeni bir fedakârlık yaptığı, mamafih mesail-i maliyenin halli esnasında Yunan tazminatından vazgeçilmesi üzerine bir kat daha müşkülleşmiş olan Türkiye vaziyet-i maliyesinin müttefiklerce nazar-ı itibara alınmasını temenni ettiğini söylemiştir (Konferans Yunan Tamirat Meselesini Münakaşa Etmiş ve Atideki Esaslar Dâhilinde İtilaf Husule Gelmiştir”, 28 Mayıs 1923.).”

21 Temmuz’da ise “Hükümetin kemal-i ehemmiyetle nazar-ı dikkatine” alt başlığı ile ve yalnızca “L” imzalı olarak yayınlanan makalede, üç gün sonra barış anlaşmasının imza edileceğinin kesinleştiği haber verilmektedir (L, “Sulh ve Piyasa”, 21 Temmuz 1923.).

Hindistan’da yayınlanan bir makaleye göre, Türkiye’nin zaferi aslında Doğu’nun zaferidir ve Doğu Türkiye’nin açtığı yolda ilerlemelidir (“Asya’nın Her Evinde Alkışlanan Zafer”, 31 Temmuz 1923.).

Lozan Antlaşması TBMM’de 14 muhalif oya karşılık 213 oy ile onaylandı (. 244).

Wilson Prensipleri Cemiyeti


Wilson Prensipleri Cemiyeti - YLT
Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2006

Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin kuruluşu, 1830 Ticaret ve Dostluk Antlaşması ile başlayan ve zaman içerisinde gelişen Türk-Amerikan ilişkilerinin bir sonucudur.

(Mondros sonrasında) Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik dar boğaz, siyasi çalkantılar, istikrarsız hükûmetler, ardı arkası kesilmeyen savaşların getirdiği sosyal problemler, dış borçlar, azınlıkların ayaklanması, ordunun dağıtılması gibi nedenlerden dolayı Wilson Prensipleri Cemiyeti mensupları ülkenin kurtuluşunu Amerikan mandasında görmüştür.

ABD Başkanı T. W. Wilson 8 Ocak 1918 Salı günü Amerikan Kongresi’nde Wilson Prensipleri olarak ünlenen 14 maddelik barış programını açıklamıştır.
1. Bütün barış anlaşmaları açık olacaktır. Bu anlaşmalardan başka, uluslararası gizli anlaşmalar yapılmayacak. Bundan böyle diplomasi açık olacak, gizli diplomasi kaldırılacak.
2. Savaşta ve barışta denizlerde tam serbesti.
3. Barışı kabul eden ve onun idamesi için birleşen bütün milletlerin arasında mümkün mertebe bütün iktisadi engellerin kaldırılması, ticaret alanında eşit hakların tesisi.
4. Milletlerin silahlarını, iç emniyetlerini sağlayabilecekleri en düşük seviyeye indirmeleri hususunda yeterli teminat alınması ve verilmesi.
5. Bütün müstemleke talepleri, hâkimiyet meselelerinin tayininde ilgili halkın menfaatleri, burayı müstemleke olarak idare edecek olan devletin hakkaniyete uygun talepleriyle, aynı önemi haiz olması prensibine sadık kalmak suretiyle serbestçe, açıkça ve tamamen tarafsızca ayarlanacaktır.
6. Bütün Rus arazisinin tahliyesi.
7. Diğer hür milletlerle birlikte hükümranlığı hiçbir surette kısıtlanmaksızın Belçika’nın tahliye edilmesi ve eski hâline getirilmesi.
8. Bütün Fransız arazisi tahliye edilmeli ve işgal edilmiş kısımları eski hâline getirilmeli ve 1871 yılında Alsas-Loren meselesinde Prusya tarafından Fransa’ya yapılan haksızlık düzeltilmelidir.
9. İtalya hudutlarının yeniden tespitinde İtalyan milliyetinin açıkça kabul edildiği hat esas olarak alınmalıdır.
10. Milletler arasındaki mevkilerinin muhafaza ve teminat altına alınmasını istediğimiz Avusturya ve Macaristan halkları muhtariyete kavuşmalı ve kendilerine geniş gelişme imkânları sağlanmalıdır.
11. Romanya, Sırbistan ve Karadağ tahliye edilmelidir; işgal edilmiş bölgeler eski hâline getirilmelidir; muhtelif Balkan Devletleri’nin birbirleriyle olan münasebetleri tayin edilmelidir.
12. Osmanlı İmparatorluğu’nun, Türklerle meskûn kısımlarına tam bir hükümranlık sağlanacak, fakat şimdi Türk hâkimiyetinde bulunan diğer milletlere tam bir yaşama emniyeti ve muhtar bir gelişme imkânı temin edilecektir. Çanakkale Boğazı milletlerarası bir teminat altında bütün milletlerin gemilerine ve ticaretine daimi olarak açık bulundurulacaktır.
13. Leh olduğu şüphe götürmeyen ahali ile meskûn bölgeleri içine alan bağımsız bir Lehistan Devleti kurulmalı ve bu devletin denizle emin ve serbest bir irtibatı olmalıdır.
14. Küçük, büyük bütün devletlere karşılıklı olarak siyasi bağımsızlık ve arazi bütünlüğü sağlamak maksadıyla özel anlaşmalarla bir genel Milletler Cemiyeti teşkil olunmalıdır.

Wilson Prensipleri’nin doğrudan doğruya Osmanlı Devleti’ni ilgilendiren 12. maddesinde başlıca üç mesele söz konusu edilmektedir:
a) Devlet’in Türkler ile meskûn arazisinde Türk hükümdarlığının ibkası.
b) Türk hâkimiyetinde bulunan diğer milletlere geniş bir muhtariyet tanınması.
c) Boğazların milletlerarası bir idarenin teminatı altında bütün milletlerin ticaret gemilerine açık bulundurulması.

Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra Avrupa’daki Prens Sabahattin Bey taraftarı Jön Türkler de Prens Sabahattin Bey ile beraber Cenevre’ye gelmiş ve orada bir kongre toplamışlardır. Bu kongrede Wilson Prensipleri incelenmiş ve bu prensiplere uyularak Türklerle meskûn memleket topraklarının Türklerin elinden alınmaması için Kongrede bazı kararlar almışlar ve Kongre’de alınan kararları ihtiva eden bir beyanname hazırlamışlardır. Bunu Wilson’a, İtilaf Devletleri Başvekillerine, Hariciye Nazırlarına, İsviçre’deki sefirlere ve bütün matbuat ve ajanslara göndermişlerdir.

Wilson’un dünya barışına sağlayacağına inandığı ilkelerini ilân etmesinden itibaren Türk basını Wilson Prensipleri’ni Osmanlı Devleti’nin kurtuluş çaresi olarak görmüş ve büyük umutlar bağlamıştır. Türk kamuoyu Wilson Prensipleri’nin 12. maddesine güvenmiştir.

Dönemin önemli aydınları Wilson Prensipleri’nin uygulanması ile meydana gelebilecek bir barış ortamına başlangıçta olumlu bakmışlardır. Cenap Şahabettin, Hâdisât gazetesinde yazdığı bir makalesinde beklentilerini ortaya koyarak, Wilson ilkelerini tatbik edebilme imkânını tartışmış ve programın temel ilkelerinin kuvveden fiile çıkarken ne dereceye kadar uygulanabilir olduğunu sormuştur.

Mondros Mütarekesi sonrasında çok çeşitli amaç ve düşünceler etrafında birtakım Türk cemiyetleri kurulmuştur. Bu cemiyetlerden bazıları Wilson Prensipleri’ne inandıkları için, bazıları cemiyetlerinin faaliyetleri lehinde kullanmak maksadıyla, bazıları da karşı oldukları için Wilson Prensipleri’ni programlarına dahil etmişlerdir.

Wilson Prensipleri’nin Türk kamuoyunda kabul görmesinin temel sebebi, Türk milletinin Misak-ı Millî ile sistemleştirdiği ve gerçekleştirmeye çalıştığı Millî Mücadele’nin prensiplerin 12. maddesiyle sağlanacağı yönündeki yaygın kanaat olmuştur. 12. madde ile paralellik arzeden Misak-ı Millî, Wilson Prensipleri uygulandığı takdirde savaşılmadan ve kan akıtılmadan gerçekleştirilmiş olacaktı.

Mütareke’nin 7. maddesine göre kendi çıkarları gereği el koymayı plânladıkları yerleri işgal ederken, Türk bayrağını yırtarak, 16 Mayıs günü İstanbul’da seyahat eden sadrazamın arabasını durdurarak ve uzun bir süre Veliaht Abdülmecid Efendi’yi Dolmabahçe Sarayı’nda gözetim altında tutarak, siyasi ve diplomatik nezaket kurallarını hiçe saymışlardır. İngilizler, bu davranışlarıyla işgal olayına değişik bir boyut kazandırmış ve Türk milletinin onurunu kırıcı bir tutum içinde olmuşlardır.

Wilson Prensipleri Cemiyeti, 4 Aralık 1918 Çarşamba günü, kuruluş yeri ve merkezi İstanbul’da Vakit gazetesi idarehanesinin üst katındaki Matbuât Cemiyeti’ne ait oda olmak üzere faaliyete başlamıştır. Bu Cemiyetin kurucuları, Halide Edip Adıvar Hanım, Celaleddin Muhtar Özden, Ali Kemal ve Hüseyin Avni Beylerdir. İlk idare heyetinde Halide Edip Hanım, Refik Halit Karay, Ali Kemal, Hüseyin ve Kâtip Ragıp Nurettin Beyler bulunmuştur. Faaliyet heyeti üyeleri ise şu isimlerden oluşmuştur: Âtî ve İkdam gazetelerinin başyazarı Celal Nuri İleri, Akşam gazetesi başyazarı Necmettin Sadık, Zaman gazetesi başyazarı Cevat, Sabah gazetesi başyazarı Ali Kemal, Yeni gazete başyazarı Mahmut Sadık, Vatan gazetesi başyazarı Ahmet Emin Yalman, Yeni Gün gazetesi başyazarı Yunus Nadi Abalıoğlu.

Cemiyetin nizamnamesi
1) Memleketin Akvâm Cemiyeti’nde müsavi hukûku haiz bir uzuv ve beynelmilel mücadelede belli başlı bir âmil olabilmesi içi ihtisaskâr bir hükûmet mekanizmasına mazhar olması, kendi ihtiyaclarına göre metin ve sâlim bir surette inkişâf edebilmesi.
2) Bütün ahalinin Osmanlı vatandaşı sıfatıyla hayât-ı memlekette iştirâk husûsunda müsavî hukûk ve vazâife mazhar olmasına ve istirahât, i’timât ve saadetlerinin te’mîn edilmesini kâfil bulunacak şerâit ihdâsı.
3) Efkâr-ı umumiyesinin bir kısmında hakkımızda adem-i i’timât ve sû-i teveccüh bulunan İtilaf Devletleri ile Amerika’ya i’timât i’kası.
4) Hâricen siyasî ve iktisadî istiklâlimizin te’mîni, ecnebî sermayesinin memlekete siyasî değil iktisadî bir esas üzerine girmesi. İktisadî menâtık-ı nüfûs tefrîkine mahal kalmaması ve umûr-ı dâhiliyemize müdahale ihtiyâtlarına karşı kavî bir sed vücûda getirilmesi.
5) Haricten izzet-i nefsimizi cerihadâr edecek murakâbe ve vesâyet teklîfleri serdine mahal bırakmaksızın sırf kendi ihtiyaclarımızı ve arzularımız nokta-ı nazarından haysiyetimize muvâfık ve İtilaf Devletleri’yle Amerika için şâyân-ı kabûl bir millî programla ortaya çıkmak ihtiyâcı, müstakil ve asrî bir millet sıfatıyla idâme-i mevcudiyet etmemiz için te’mîni mutlaka icâb eden bu noktayı câmî bir tarz-ı tevsiye bulmak maksadı ile ve Avrupa’da bugün mevcud vaziyet-i umûmiyeyi göz önünde bulundurmak sûretiyle muhtelif şuûbât-ı idarede esaslı ıslâhât icra etmek üzere memleketimize muayyen bir zaman için Amerikalı mütehassıslardan mürekkeb hey’et-i ıslâhiyeler celbi ve bu nokta-ı nazarın sulh müzakerâtından evvel Amerika’ya ve Avrupa devletlerine isma’ı muvâfık görülmüştür (s. 49-50).

Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin esas amacı, Amerika’nın dostluğunu kazanarak Wilson Prensiplerine uygun bir barışın gerçekleştirilmesi için çalışmak olmuştur.

Wilson Prensipleri Cemiyeti mensupları 5 Aralık 1918’de Wilson’a, İngilizce yazılmış bir muhtıra göndermişlerdir. Aynı gün İtilaf Devletleri’ne de Fransızca yazılmış bir mektup göndermişlerdir.

Wilson Prensipleri Cemiyeti İtilaf Devletleri’ne gönderdiği mektupta, Barış Konferansı’nın belirleyeceği sınırlar dahilinde bağımsızlıklarının garanti altına alınmasını ve ülkede yapılacak reformlar için Amerika tarafından bir komisyon oluşturulmasını isteyerek bu konuda İngiltere’nin hakemliğini talep etmişlerdir.

Kurulduktan iki ay sonra Amerikan sempatisinin Ermenilerin tarafında bulunduğu ortaya çıkınca Cemiyet faaliyetlerine son vermiştir (s. 70).

Türk Ortodokslar


Türk Ortodokslar - YLT 
Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, 2005

Lozan Antlaşması sonucunda Fener Rum Patrikhanesi’nin İstanbul’da kalmasına karşın Türk Ortodoksları mübadele ile Yunanistan’a gönderildiler.

Lozan Konferansı’nda mübadele ile ilgili ilk oturum 1 Aralık 1922 yılında toplandı.

Rıza Nur’a göre
Rumlar aleyhlerinde bulundukları bir millet ile yan yana yaşayamayacakları düşüncesine sahip olduklarından Anadolu’yu terk edip gitmişlerdir. Ancak Kayseri’de sakin olan Türk Ortodoksları için bu durum geçerli değildir. Rıza Nur, Türk Ortodokslarının Türkçe konuşup Türk adetlerine bağlı olduklarını ve aynı zamanda bir Türk kabilesine mensup olduklarını söyleyerek, Türk Ortodokslarını Anadolu’dan göç eden diğer Rumlardan ayırır.

Lozan’da mübadele meselesiyle yapılan görüşmelerden sonra 30 Ocak 1923 tarihinde “Türk ve Rum Nüfus Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol” imzalandı. Bu protokole göre; Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyrukluları ile Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyrukluların, 1 Mayıs 1923 tarihinden başlayarak zorunlu mübadelesine başlanacak.

Papa Eftim önderliğindeki Türk Ortodoksları Milli Mücadelenin başlangıcından itibaren Müslüman Türklerle birlikte hareket etmişler Fener Rum Patrikhanesi’nin propagandalarına karşı koymuşlardı.

…mübadele döneminde sayıları 50.000 olan ana dili Türkçe olup ırken Türk olduklarını iddia eden bu halk mübadeleye tabi tutuldular. Genellikle Anadolu’da Ankara, Niğde, Kayseri, Nevşehir ve Safranbolu’da yaşayan bu halk, kendilerini Mersin’e ulaştırtacak olan trene binmek için ya yaya olarak ya da kağnılar ile Ulukışla’ya gittiler, oradan bindikleri tren aracılığıyla Mersin’e ulaşanlar, Mersin’den Yunanistan’dan gelen gemilerle Ege’nin diğer yakasına taşındılar.

…mübadele sözleşmesi gereği zorunlu olarak göç ettirilen bu halk, içlerindeki Türkiye özlemini Yunanistan’daki yeni iskân edildikleri yerlerde de devam etmiştir.
Karamanlı Hıristiyanlar 13 Ağustos 1924 günü Gelveri (Güzelyurt) den ayrılırlar. Yunanistan’da Kavala’nın dışındaki bataklık bir alana iskân edilirler ve orada Yeni Gelveri anlamına gelen “Nea Karvali” Köyünü kurarlar.

Bu halkı sadece Hıristiyan oldukları için Anadolu’dan ve Trakya’dan Yunanistan’a göndermiştik.

Lozan Konferansı’nda Türk heyetinin uğraştığı en önemli konulardan bir tanesi de Fener Rum Patrikhanesi’nin yurt dışına çıkartılmasıydı. Türk heyeti Fener Rum Patrikhanesi’nin uzaklaştırılmasını istemiş…
Fakat buna karşılık İngiliz ve Yunan heyetleri başta olmak üzere halkları Ortodoks olan Romanya ve Sırbistan heyetleri de patrikhanenin manevi varlığının önemi üzerinde durmakla beraber, patrik İstanbul’u terk ederse Rum Ortodoks cemaatinin dini başkanlarını kaybedeceğini öne sürmüşlerdir.

Papa Eftim gazetelere verdiği demeçlerde Ortodoks halkının Milli Hükümet’e bağlı bir patrik görmedikten sonra Türk Ortodoksları açısından Fener Patrikhanesi’nin varlığı ile yokluğu arasında bir fark olmadığını belirterek, patrik makamında bulunan Meletios’a istifa çağrısında bulunur.

…yapılan oylamada 11 Metropolitin 10’unun oyunun alan Grigorios, patrik seçildi.

Milli Mücadele döneminden itibaren Fener Rum Patrikhanesi’nin Bizans Megali İdea’sını canlandırma faaliyetlerine karşılık olarak bir Türk Ortodoks Patrikhanesi kurarak, tüm Hristiyan Türk vatandaşlarını Fener Patrikhanesi’nin bu politikasından uzak tutmak isteyen Papa Eftim, 14 Mart 1968’te ölür. Onun ölümünden sonra büyük oğlu 24 yıllık diyagos’u Turgut Erenerol “II. Papa Eftim” unvanı ile Papa Eftim’in kaldığı yerden görevini devem ettirir. Turgut Erenerol’un ölümünden 8 Mayıs 1991’de ölümünden sonra Selçuk Erenerol, “III. Papa Eftim” unvanıyla görevi üstlenmişti. Fakat o da 19 Aralık 2003 tarihinde ölmüştür. Bunun üzerine boşalan patriklik makamını “IV. Papa Eftim” unvanıyla patrik olarak Paşa Ümit Erenerol seçilmiş ve halen görevini sürdürmektedir.

Türk Basınında Siyasi Bir Gazeteci Hüseyin Cahit Yalçın


Türk Basınında Siyasi Bir Gazeteci Hüseyin Cahit Yalçın - YLT

İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1994

Hüseyin Cahit; Daha Lozan öncesinde saltanatın kaldırılması sonucu yazdığı "inkılâb" başlıklı makalesi Ankara hükümetinin müdahalesine yol açar. Yazısında yeni devletin niteliğini tanımlamaya çalışan Hüseyin Cahit, bir dünya devleti ve imparatorluğu olan Osmanlı'dan sonra oluşturulan bu yeni devlete ismini çok çabuk koyar:
“...Şekl-i idaremiz vakayiin ihtiyaçlarına vücuda getirdiği bir hususiyet arz etmekle beraber esas itibariyle bir cumhuriyet olduğu aşikârdır..." / Tanin, 4 Teşrîn-i evvel 1338 (1922).
Fakat bu zamansız tanımlama Ankara hükümetini rahatsız etmiştir. Dönemin matbûât Müdürü Ağaoğlu Ahmet Bey gönderdiği haberde Hüseyin Cahit'i cumhuriyet sözcüğünü kullanmaması yönünde ikaz eder (s. 85).

Lozan barış görüşmeleri başladığı zaman Hüseyin Cahit gazeteci sıfatıyla orada bulunmaktadır.
(iddiaya göre) Hüseyin Cahit'in kardeşi Hüseyin Suat'ın oğlu İsviçre'de mühendislik eğitimi görmektedir. Başarılı bir öğrencidir, ama para sıkıntısı içerisindedir. Söylentiye göre Hüseyin Cahit Türk delegesinden özellikle de İsmet Paşa'dan kardeşinin oğlu için yardım istemiş, ismet Paşa da bu İsteği reddedince ikisi arasında bir kırgınlık meydana gelmiştir (s. 86).

İkinci Lozan görüşmeleri
Hüseyin Cahit Türk delegeleri ile aynı trende İsviçre'ye giderken görüşmelerin basın işleriyle uğraşan Nihat Reşat Bey, İsmet Paşa'nın Tanin'de Rıza Nur'a karşı hücum eden Hüseyin Cahit'le görüşmeyeceği haberini kendisine verir (s. 87).

Hüseyin Cahit'e yöneltilen en ağır suçlama ise Osmanlı borçları görüşülürken Fransız sermayesinin yanında yer aldığı yönündeki iddialardır. Eski Dayinler Vekili olması bu iddianın dayanağını oluşturmaktadır.
Hüseyin Cahit'e bu yöndeki ilk suçlama Tevhîd-i Efkâr başyazarı Velit Ebuziya'dan gelir (s. 88).

Lozan'da görüşmeler sürerken İsmet Paşa ile sürekli çelişen Rauf (Orbay) Bey hükümetten çekilmiş, yerine Fethi Bey (Okyar) başbakan olmuş, bu vesile ile Halk Fırkası kurulmuştur (s. 93).

Hilâfet Tartışmaları ve İstiklâl Mahkemesi
İsmailiye mezhebine mensup Ağa Han ve arkadaşı Emir Ali'nin gönderdikleri bu mektubun yerine ulaşmadan Tanin, İkdam (5 Aralık 1923) ve Tevhid-i Efkâr (6 Aralık 1923)'da yayınlanması siyasi bir krize yol açar.

Hüseyin Cahit, gazetenin siyasi çizgisini "radikal layık cumhuriyetçi" olarak açıklıyor. Bu çizgiye aykırı yazı ya da makaleleri gazetesinde yayınlamadığını ancak bu yazı ya da makalenin "gazetecilik açısından" değerlendirilmesi Onun için temel ölçü olmaktadır. Duruma göre bazen kendisi, bazen de Baha Bey tarafından yazıların incelenerek yayınına izin verildiğini söylüyor.
Mahkeme başkanı (Topçu Ihsan Bey) özellikle Ağa Han'ın kimliği ve kişiliği üzerinde duruyor. Hüseyin Cahit Ağa Han'ın nerede oturduğunu bilmediğini, farklı bir mezhepten olmasının da kendisi için bir önem taşımadığını belirtiyor. Ağa Han'ı gerek mütareke ve gerekse Lozan görüşmeleri sırasında Türk davasına hizmet etmiş birisi olarak tanımlıyor.
Mektubun gazetede yer almasını ise şöyle açıklamaktadır. Mektup Londra'dan posta vasıtasıyla hem Tanin'e hem de diğer gazetelere yollanmıştır (s. 102).

2 Ocak 1924 günü Hüseyin Cahit ve diğer gazeteciler beraat ederler.

Tanin'in muhalefetini Lozan görüşmelerinden başlatmak mümkün. Görüşmeler öncesinde kurtuluş hareketini açıkça desteklemektedir. Fakat şunu belirtmekte fayda var. Hüseyin Cahit'in Tanin'de yürüttüğü muhalefet hiç bir zaman Cumhuriyet'in ilkelerine karşı değildir. Bunu da kendisi sık sık belirtmektedir (s. 178).

Türk Basınına Göre Atatürk'ün İstanbul'daki Faaliyetleri (01 Temmuz 1927-10 Kasım 1938)


Türk Basınına Göre Atatürk'ün İstanbul'daki Faaliyetleri (01 Temmuz 1927-10 Kasım 1938) - Doktora tezi 
Marmara Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, 2011

T.B.M.M’nin Seçim Kararı Alması
Mustafa Kemal Paşa, 4 Şubat 1923’te Lozan görüşmelerinin kesilmesi üzerine Ankara’ya geri dönmekte olan İsmet Paşa ile 18 Şubat’ta Eskişehir’de buluşarak, onunla birlikte Ankara’ya döner. İsmet Paşa’nın Meclis’e bilgi vermeden önce Mustafa Kemal Paşa ile buluşarak bilgi vermesi Ankara’daki siyasi ortamı germiştir. Meclis’te 27 Şubat 1923’te Lozan görüşmeleri üzerine başlayan oturumlar, 6 Mart 1923’e kadar şiddetli bir şekilde devam eder (s. 4).

1 Nisan 1923’te Aydın Milletvekili Esat Bey ve 120 arkadaşı tarafından önerge verilerek, B.M.M’nin vatan savunması amacıyla toplanarak bunu gerçekleştirdiği vurgulanarak, “Şimdi memleket mesail-i sulhiyeyi terakkiyat-ı iktisadiyeye istihdaf ettiği için, ara-yı millete, yeniden müracaata ihtiyaç hasıl olmuştur” denmiş ve derhal seçim çalışmalarına başlanması istenmiştir (s. 5).

İngiltere’de yaşayan, ‘sözde’ Hint Müslümanları liderlerinden Ağa Han ve Emin Ali’nin 24 Kasım’da Başbakan İsmet Paşaya gönderdiği ve Hilafetin güçlendirilmesini isteyen mektup, daha Başbakanın eline geçmeden, 5 Aralıkta Tanin ve İkdam, 6 Aralıkta Tevhid-i efkar gazetelerinde yayınlanınca, tüm dikkatler bir kez daha muhalif İstanbul basını üstüne toplanır (s. 34-35).

İsmet paşa, Meclis gizli oturumunda yaptığı konuşmada (…) İstiklal Mahkemesi’nin kurulmasını teklif eder.

Tanin, Tevhid-i Efkar ve İkdam gazetelerinin sahipleri ve sorumlu müdürleri, Hüseyin Cahid, Velid Ebuzziya ve Ahmet Cevdet Bey ile Hayri Muhiddin ve Ömer İzzettin Bey’in Hıyanet-i Vataniye ve devletin iç ve dış güvenliğini ihlal ve hükümet şeklini değiştirmek istedikleri gerekçesiyle İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmak üzere göz altına alınmalarına karar verir.

İstanbul gazetecileri, İzmir’de bulunan Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’i ziyaret eder.
2 Şubat 1924’te İzmir’e hareket ederler ve 4-5 Şubat günleri Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa ile bir araya gelirler. Ancak, Tevhid-i Efkar gazetesi Başyazarı Velid Ebuzziya, 1 Şubat 1924 günü yayınlanan bir yazısında, söz konusu ziyaretin Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa’nın isteği üzerine gerçekleşeceğini yazmış olmasından dolayı, Cumhurbaşkanı tarafından kabul edilmez (s. 41).

Gazi Hz. ‘Lozan Sulhu’nun Türk tarihinde bir devrim noktası olduğunu ve Türk milleti için siyasi bir zafer teşkil eden bu antlaşmanın Osmanlı tarihinde emsali bulunmadığını ve milletimizin bununla çok iftihar edebileceğini ve Türk milletinin yüksek bir eseri bulundukları bu antlaşmanın büyük kıymetini takdir etmesi lazım gelen gençliğin bunu mazide imzalanmış antlaşmalarla mukayese etmesi icap ettiğini’ söyledi… /  Cumhuriyet Gazetesi, 28.07.1927, s.1 ve 2 (s. 80)

1935
Musollini’nin ölçüsüz ve saldırgan tavırlarına karşı hükumet, muhtemel bir Anadolu çıkartması seçeneğini göz ardı etmemektedir. Ayrıca konuya ilişkin Atatürk’ün değerlendirmesi şu şekildedir: ‘ Bizim için sulh esastır; tarafımızdan harbe girişmek, hatta harbi temenni etmek katiyen varit değildir. Fakat Musollini bize taaruz etmek cinnetine kapılırsa, sahillerimize bir çıkarma yaparak gelmelerini temenni ederim. Sahillerimiz açıktır; arazi itibariyle müsait gördükleri herhangi bir bölgeye her zaman çıkarma yapabilirler, buna mani olmayız. Yalnız asıl çıkarma yeri belli olduktan sonra bütün kuvvetlerimizi toplayıp üzerlerine gider, gelenleri behemahal denize dökeriz. Bu suretle yurt korumadaki eşsiz azim ve kudretimizi, cihana bir kere daha göstermiş oluruz. Fakat böyle bir şey yapamazlar çocuk! Türkiye’ye karşı bir harekete karar verirlerse, ilkin Arnavutluk’a asker çıkarmak ve orayı işgal etmekle işe başlayacaklardır. Bunu kolayca yapabilecekleri aşikardır. Ondan sonrada Bulgarlarla işbirliği teminine ve Bulgarlarla beraber Boğazlara inmeye, diğer Balkan devletleriyle irtibatimizi kesmeye gayret edeceklerdir. Bence taaruzu oradan beklemek ve tedbirlerimizi ona göre alıp mütemadiyen uyanık bulunmamız gerekir.’ Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, 4.Baskı, İstanbul, Y. K. Yayınları, 2008, s.504. / s. 386

İstanbul Belediyesi tarafından iki ayda bir çıkarılan İstanbul belediye mecmuasının son çıkan sayısındaki yazılar arasında, “Yabancı göz ile İstanbul” adile İngilizce bir kitap tefrika edilmeğe başlandı.
Georges Yung isimli bir İngiliz’in eseri olan bu kitap, Fransızcaya tercüme edilmiş ve Fransızcadan da değerli yazıcı arkadaşımız Kemal Ragıp tarafından Türkçeye çevrilmiştir
Georges Yung diplomattır ve mesleki hayatının bir kısmını İstanbul’da geçirmiştir. Türkleri de Türkiye’yi de pekiyi tanımıştır.
Eserin Fransızca müterciminin yazdığı
başlangıçtan şu satırları lütfen okuyunuz:
“Büyük bir düşünce kitaba hakim olmaktadır: Bir Hristiyan beldesi olan İstanbul, günün birinde Hristiyan olacaktır. Başkalarının bir gerileme diye gösterdikleri hadiseler, Yung için ulusal bir rönesans alametidir. Türklerden nefret ettiği için değil, fakat Georges Yunga göre Türkler, İstanbul’da hiçbir zaman kendi yerlerini bulamamışlardır. Türkiye Cumhuriyetinin merkezini Ankara’ya götüren Mustafa Kemal (Atatürk) de bunu pekiyi anlamıştır (s. 407).

1934 te Türkiye hükümeti, İngiltere ve Fransa ve İtalya ya yaptığı müracaatta Almanya’nın silahlanmasına müsaade edildiği takdirde, Çanakkale Boğazının tahkimi hakkını isteyeceğini bildirmişti. Sonradan Almanya ile Avusturya sulh muahedelerinin menettiği orduları vücuda getirdiler. Almanya Rendeki gayri resmi mıntıkayı işgal etti.
Neticede, Türkiye, İngiltere ye Milletler Cemiyetinin zayıfladığını ve boğazların emniyet ve selametini koruyamayacağını haber verdi (s. 419).

Türk Boğazları olarak da bilinen Çanakkale Boğazı, İstanbul Boğazı ve bunun ikisi arasında kalan deniz yolu sürekli olarak büyük güçlerin dikkatini çekmiştir. Bölge dışı ülkeler bu deniz yollarının uluslar arası ticari ve diğer tüm gemi ticaretine açık olmasını, tek bir devlet ya da devletler topluluğunun bu yoldaki geçişleri sınırlayamamasını savunurken, özellikle Karadeniz’e kıyısı olan ülkeler ya boğazlara sahip olmak istemişlerdir, ya da boğazlardan geçişin Karadeniz’e saldırı ve müdahalelere yol açmayacak düzeyde olmasını tercih etmişlerdir. Bu güçlerin başını Rusya çekmiştir. Önce Osmanlı Devleti, ardından da Türkiye ise boğazların kendi egemenliğinde topraklar ve sular olduğunu savunmuş ve buralarda tam egemenliğini muhafaza etmeye gayret göstermiştir. Ne var ki 1. Dünya Savaşı ve sonrasında Lozan düzenlemeleri Türk yaklaşımının tam tersi bir sonuç doğurmuş, Türkiye Cumhuriyeti Mondros ve Sevr’e göre çok daha arzu edilir bir belgeye ulaşsa da boğazlar bölgesindeki egemenliğine sınırlamalar getirildiğini düşünmüştür. Lozan Barış Antlaşması’na ek Boğazlar Sözleşmesi üç temel ilke üzerine oturmaktaydı: Boğazlar evvela askersiz hale gelecekti. Boğazlar’dan geçiş Türkiye’ye bırakılmıyor, bunun için Boğazlar Komisyonu kuruluyordu ve bu komisyon geçiş düzenlemeleri ve diğer konularda Milletler Cemiyeti’ni bilgilendirecekti. Bu dönemde henüz Türkiye Milletler Cemiyeti’nin üyesi dahi değildir. Türkiye’nin bu bölgedeki güvenliğini ise Milletler Cemiyeti, özellikle de İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya garanti edecekti. Görüleceği üzere Türkiye bu dönemde güvenliğini bu ülkelere teslim edemezdi. Özellikle İngiltere, Fransa ve İtalya Türkiye’yi işgal etmiş ülkelerdi ve İngiltere ile sorunlar hala devam etmekteydi. Güvenliğin ötesindeki mesele ise egemenlikti. Türkiye, kendi topraklarının bir bölümünde asker bulundurup bulunduramayacağı konusunda başka devletlerden izin almış oluyor, bu da asker bulundurmamakla sonuçlanıyordu. Böyle bir durum milli egemenliğine önem veren hiçbir devlet için kabul edilemezdi (s. 434-435).

1930’larda siyasi-askeri dengeler değişmeye başlamıştır ve Türkiye de haklı olarak mevcut gelişmeleri gerekçe göstererek daha 23 Mayıs 1933 Londra Silahsızlanma Konferansı’ndan itibaren Sözleşme’nin değiştirilmesini talep etmeye başlamıştır. Türkiye’nin argümanı eski düzenlemelerin kendi güvenliğini tehdit edecek boyutta olduğu şeklindedir. Bu döneme kadar Milletler Cemiyeti’nin çeşitli alanlardaki garantilerinin de işlemediğinin görülmesi, bizzat Milletler Cemiyeti’nin garantör olması beklenen üyelerinin ihlallerde bulunması Türkiye’nin gerekçelerini güçlendirmiştir.
Türkiye’nin talepleri konusunda izlediği yol ilgili devletlere başvurmak ve onları yeni bir konferans için ikna etmek şeklinde olmuştur. Bu taleplerin ardından 22 Haziran 1936’da Montrö’de bir konferans toplandı. Montrö Boğazlar Sözleşmesi de 20 Temmuz 1936’da imzalanmıştır (s. 435).

Mustafa Kemal; “…Lozan Montrö'de tedviç olunmuştur. Lozan tamdır. Ve tamamiyetini daima tarihte okutacaktır. Fakat onu mustarip eden ufak bir şey, Boğazlar vardı.... İşte o Montrö'de hallolunmuştur. Eğer Türk yüksek hassasiyeti bununla alâkadarsa mutlak sevinmektedir. Seviniyor ve sevinmelidir.” / s. 439

Resmi Tebliğ: Çanakkale ve İstanbul Boğazları mıntıkasında şimdiye kadar mevcut olan gayri askeri mıntıka kaldırılmış ve bu mıntıka Türk ordusu tarafından 21 Temmuz 1936 Salı günü öğleye kadar fiilen işgal olunmuştur (s. 443).

Nyon Konferansı
Nyon’daki görüşmeler esnasında su yüzüne çıkan görüş ayrılığı, davette, Orman Çiftliği ve bira fabrikasının işletilmesi bahsinin açılması ile geri dönüşü olmayan bir yola girecektir. İkinci Tarih Kurultayı nedeniyle İstanbul’daki programda bulunması gereken Atatürk ve İnönü, 18 Eylül 1937’de trendeki görüşmeyi müteakip, Atatürk’ün isteğiyle, mesai arkadaşlığına son vereceklerdir.

1936 yılının Temmuz ayında, İspanya’da sağcılar ile solcular arasında çıkan iç harbi, bir buçuk seneye yakın bir zamandan beri devam edip duruyordu. Evvelce de söylediğim gibi bu harbi alttan alta hazırlayıp körükleyen ve destekleyenler, iki ayrı ideolojiye sahip yabancı devletlerdi.
Gemilere taarruz hadiseleri bizim kıyılarımıza, hatta kara sularımıza da sirayet etmiş 1937 senesi Ağustos ayında biri Çanakkale Boğazı açıklarında, diğeri de yine o havalide kara sularımızın içinde iki İspanyol gemisi torpillenmişti (s. 601).


Sevr Antlaşmasının Hakimiyet-i Milliye ve İkdam Gazetelerine Yansımaları


Sevr Antlaşmasının Hakimiyet-i Milliye ve İkdam Gazetelerine Yansımaları - YLT 
Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2010

Ateşkesten çok, tam manasıyla bir işgal ve paylaşım karakteri taşıyan Mondros Ateşkes Mütarekesi’nin imzalanmasından kısa bir süre sonra gerçekleşen işgaller, başlangıçta antlaşmanın kamuoyunda oluşan “…korkulan, elverişsiz ve tehlikeli bir mahiyetten uzak ve oldukça müsait telakki edilecek bir karakter taşıdığı” intibaını yıkacak mahiyetteydi.

Mondros Ateşkes Mütarekesi’ni imzalamasından sonra müttefik devletler yenilen devletlere imzalattırılacak barış anlaşmalarının hazırlanması için 18 Ocak 1919’da Paris Barış Konferansı’nı toplamışlardır. Konferansın kararlarına hâkim olan sadece beş devletti: Amerika, İngiltere, Fransa, Japonya ve İtalya. Bu devletlerin başbakan ve dışişleri bakanlarından meydana gelen bir “Onlar Konseyi” (Conseil des Dix) kuruldu.

17 Haziran 1919'da Damat Ferit Paşa, Paris'te Onlar Meclisi’ne Osmanlıların savaş konusunda kabahati olmadığı, kabahatin Almanlarda ve İttihatçılarda olduğu hakkında açıklamalar yaptı.
Konferansta, Osmanlı Heyeti’nin hiçbir şey olmamışçasına esas itibariyle savaş öncesi sınırlarını istemesi, müthiş bir haddini ve kendini bilmezlik olarak yorumlandı.
23 Haziran tarihli yeni bir muhtıra (…) bir taraftan Wilson ilkelerine uyarak Arap topraklarına özerklik verilebileceğini ilan ederken diğer taraftan da yine Wilson ilkelerine dayanarak belirlediği yeni sınırlarının kabulünü istemekteydi.

Misak-ı Millî
22 Ocak 1920 tarihli gizli oturumunda ele alınmış, üzerinde çok az değişiklik yapılarak 28 Ocak 1920 tarihinde kabul edilmiştir. Gizli oturumda kabul edilen Misak-ı Millî esasları 17 Şubat 1920 tarihinde dünya kamuoyuna ilan edilmiştir.

Misak-ı Millî, İstiklal Harbi sırasında Türk milletinin maksatlarını özetleyen ve Millî Mücadele’nin başından sonuna kadar değişmeyen bir programın adı olmuştur.

Misak-ı Milli’nin tüm dünyaya ilan edildiği dönemde toplanma aşamasında olan Londra Konferansı’nda üzerinde durulan ağırlıklı konu Osmanlı mirasının paylaşımı olmuştur.
Bunun üzerine Hint Müslümanları da ülkelerinde ve temsilcileri aracılığıyla Londra’da yazılar yayınlayarak ve gösteriler düzenleyerek tepki göstermişlerdir.

Sevr Antlaşması’na göre
Osmanlılar, antlaşma hükümlerine saygı göstermezler ve uymazlarsa, İstanbul da ellerinden alınacaktı.
Boğazlar, savaş zamanında bile bütün devletlerin gemilerine açık bulundurulacak ve kendisine mahsus bayrağı ve bütçesi olan bir Avrupa Komisyonu tarafından kontrol edilecekti.
Türk silâhlı kuvvetleri, Müttefik komisyonlarının kontrolü altında bulunacaktı.
Antlaşmanın uygulanmasına başlandıktan bir yıl sonra Kürtler, Doğu Anadolu'da bağımsız bir kuruluş meydana getirmek isterlerse ve onların bu istekleri, Cemiyet-i Akvam tarafından kabul edilip Osmanlılara tavsiye edilirse Osmanlılar bu tavsiyeyi yerine getireceklerdi.
Van, Erzurum, Bitlis ve Trabzon illerinin bulunduğu alanda, bir Ermenistan Devleti Kurulacak, Bu devletin sınırlarının ta'yini Amerika Reisicumhuru’nun hakemliğine bırakılacaktı.
Oniki Ada, İtalyanlara, Akdenizdeki öteki adalar da Yunanlılara bırakılacaktı.
İzmir şehri ile Tire, Ödemiş, Akhisar ve Bergama'yı da içine alan bir bölgedeki Osmanlı hâkimiyeti hakkının icrası Yunanistan'a bırakılacak, yalnız Osmanlı hâkimiyetine işaret olmak üzere, İzmir kalelerinden birine Türk bayrağı çekilecekti.

Birinci Londra Konferans’ında Boğazlar bölgesinde Marmara kıyıları hariç tüm İstanbul, Osmanlı Devleti’ne bırakılmıştı. Ancak San Remo Konferansı sırasında İstanbul’la ilgili haberler basında yer almaya devam etmiştir. Chicago Tribuna Gazetesi Türk barışını konu aldığı bir makalesinde İstanbul’la ilgili olarak müttefiklerin aldığı kararda İstanbul’un 10 km ve bir hinterlant ile İngiliz, Fransız, İtalyan ve şekil aldıktan sonra Rusya ve isterse Amerika’dan oluşan bir ulusal idare altına alınacaktır. Yunanistan, Romanya, Gürcistan, Ermenistan ve Türkiye’ye de bir oy hakkı verilecektir. Bu uluslararası idarenin basında ikişer sene arayla büyük hükümetlerden biri mandatör olacak ilk iki sene İngiltere’ye ait olacaktır. İkinci sene kimin olacağı ise belirtilmemiştir.

Türk kamuoyunda üzerinde en çok durulan mesele İstanbul ve bununla ilgili olarak hilafet ve boğazlar meselesi olmuştur.

5 Temmuz tarihli “Türk Sulhü: Papalığa Benzetiyorlar” başlıklı başyazıda San Remo kararlarıyla İstanbul ve Boğazların, içinde Yunanlılar, Romanyalılar ve Japonlarında bulunduğu bir heyet tarafından yönetileceğine dikkat çekilerek, halifenin hiçbir salahiyeti kalmayacağını ve “halifeyi Boğaziçi’nde hudutları sarayının duvarlarına aşamayan bir esir vaziyetine getirdikten sonra, ona papaya verildiği kadar muhafız tayin” edileceği belirtiliyor (Hakimiyet-i Milliye, 5 Temmuz 1920, no: 43.).

Lloyd Georg’un İstanbul gazetelerinde de yer alan 4 Ocak 1920 tarihli İstanbul ve Boğazlar hakkındaki nutkunda özetle; İstanbul ve Boğazların uluslar arası bir komisyona havale edileceği, Fransa ve İngiltere’nin boğazlar üzerinde hâkimiyetinin olacağı, Türk Hükümetinin yeni merkezinin Anadolu’da bir yere nakledileceği, Sultan’ın, Müslümanların halifesi olarak tanınacağı ve İstanbul İslam’ın dini payitahtı kalacağı belertiliyordu. 20 Ocak 1920 tarihli Hakimiyet-i Milliye Gazetesinin başyazısında (“Türkiye Mukadderatı ve Boğazlar”, Hakimiyet-i Milliye, 20 Ocak 1920 no:3) bu nutkun eleştirisi yapılmış, Mustafa Kemal Paşa, gazetelere ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne gönderdiği 11.1.1920 tarihli telgrafta bu durumu protesto etmiştir.

Lloyd George’un ‘Boğazlar, İstanbul ve Halife-Sultan’ hakkındaki Pall Mall Gazete’ye verdiği beyanatın 4 Ocak 1920’de Türk basınında yer almasından itibaren İstanbul ve buna bağlı meseleler yoğun olarak yer almış ve tartışılmıştır. Zira bu demeçte Lloyd George, İstanbul ve Boğazlara uluslararası bir statü verilmesi gerektiği, Türk Hükümetinin Anadolu’ya gönderileceği, padişahın tüm Müslümanların başkanı olduğu düşüncesiyle İstanbul’un salt bir dinî merkeze dönüştürülebileceği şeklinde beyanlarda bulunuyordu.

Londra’da /
Bütün devletler, boğazların uluslar arası bir hale gelmesi konusunda anlaşmışlardı. 5 Mart tarihli Londra çıkışlı bir yazıda müttefiklerin Karadeniz Boğazı ve Marmara sahillerinde Türkiye’nin kuvvetlerinin bulundurulmasını reddettiği haberi yer alıyordu. Ayrıca boğazlardan geçiş, uluslararası bir kurul tarafından güven altına alınacak ve bu kurul barış ve savaşta Boğazların açık ve serbest bulundurulması konusunda Sultan adına tam bir yetkiye sahip olacaktı.