Robert Maynard Pirsig - Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı
Elimi motosikletin sol
gidonundan kaldırmadan saatin, sabahın sekiz buçuğu olduğunu görebiliyorum.
Dakota’ya doğru uzanan (…)
Central Plains bölgesindeyiz. (s. 11)
Burası sanki hiçbir yer değil, ünlü olan hiçbir şeyi yok ve işte bu yüzden güzel
Böylesi eski yollardayken
insanda gerilim diye bir şey kalmıyor.
Motosikletle gezerken her şeyi
farklı görürsünüz.
Motosiklette bir kafes yoktur.
Her şeyle doğrudan temastasınızdır. Artık, izlemekten öte sahnedesinizdir, bunu
kuvvetle hissedersiniz.
On bir yaşındayken, kızıl
kanatlı karatavuklardan pek etkilenmez insan.
Bunun için yaşlanmak gerek. (s. 12)
Chris ile ikimiz arkadaşlarla
birlikte Montana’ya doğru gidiyoruz, belki daha da öteye gidebiliriz. (…) bir
yere varmaktan çok, gezmeyi amaçlıyoruz.
İyi vakit geçirmek
istiyoruz, "iyi", "vakit"e ağır basıyor.
Bunun yerini değiştirirseniz tüm
yaklaşım değişir.
…bu yolların (…) çevresinde
yaşayan insanların yaşam ritmi ve kişilikleri tümüyle farklıdır. Onlar bir
yerlere gidiyor değiller. Kibar olmak için çok fazla çaba harcamazlar. Nesneler
hakkında tüm bildikleri burdalıkları ve şimdilikleridir. Ötekiler, yıllar önce
kentlere göçenler ve onların yitik kuşakları bunu unutmuşlardır.
Bunu bu kadar geç anlamış
olmamıza şaşıyordum. Görmüş,
ama gene de görememiştik.
Gerçek kapınızı çalıyor ve siz "Git buradan,
ben gerçeği arıyorum" diyorsunuz ve o da gidiyor. Gerçekten garip. (s. 13)
O yollarda gittikçe öğrenecek,
öğrenecek şeyler olduğunu bulduk.
Bir yere varmak stresinin
olmayışı çok işe yarar; bu yolla tüm Amerika bizim olur. (s. 14)
Yeni nedir? İlginç ve sonsuza dek
uzanan bir soru, fakat üzerine gidilse ortaya çıkan, boş şeylerin ve modanın
sonsuz şaklabanlığı, yarın dibe çökecek bir çamurdur. Bunun yerine "En
iyi nedir?" sorusuyla uğraşmayı yeğlerim ki bu soru enine değil
de derinlemesine hareket ettirir insanı; ona verilecek yanıtlar, dipteki çamuru
söküp akıntıyla götürmeye eğilimlidir.
…ortak bilincimizin akıntısı
kendi kıyılarını bozuyor, ana doğrultusunu ve amacını yitiriyor, çukur yerleri
basıp, tepelerin karayla bağlantısını kesip yalıtıyor ve tüm bunlar kendi iç
momentine körlemesine uymaktan başka hiçbir amaca dayanmıyor. Kanalı biraz
derinleştirmek lazım galiba. (s. 16)
Evlilikte uyumsuzluk, oldukça
yaygındır.
Konu böylece havada kaldı, bir
sır olarak bırakıldı, çünkü olmayan yanıtı tekrar
tekrar aramanın hiçbir anlamı yoktu (s. 21)
Bir musluğun damlamasını durdurmaya çalışıp da
başaramazsanız artık sizin yazgınız, damlayan bir muslukla yaşamaktı.
Ve bir gün damlama sesini bastırarak konuşmaya
çalışırken çocuklar gelip konuşmasını kesince kontrolünün kaybetti. Görünen o
ki, o konuşmaya çalışırken çeşme damlamasaydı çocuklara bu denli kızmayacaktı.
Damlama ve çocuk gürültüsü bir araya gelince patladı.
Damlayan bir çeşmeye duyulan
öfke neden bastırılır? Çok merak ediyorum. (s. 22)
Büyük
bir kentin ağır sanayi bölgesine giderseniz o tümüyle oradadır, teknoloji yani.
Önünde, dikenli telden yüksek çitler, kilitli kapılar, GİRİLMEZ yazan
tabelalar, ve arkada, isli havanın içinde, amacı belirsiz, egemenleri asla
görünmeyen, metal ve tuğladan ibaret garip çirkin şekiller görürsünüz…
…siz
oraya ait değilmişsiniz gibi bir soğukluk ve yabancılaşma hissedersiniz…
Biçimi, görünüşü ve gizemliliği "defol" der. (s. 23)
Teknoloji ve sistem karşıtı
insanlar için "Beatnik" ya da "Hippy" gibi klişe adlar icat
edilmiştir, daha da edilecektir. Fakat kitle terimleri icat ediliyor diye bireyler kitle insanına dönüşmez…
Tam da kitle insanı olmamak
için ayaklanıyorlar aslında. Ve kendilerini kitle haline getirmeye çalışan
güçlerin teknolojiyle epey ilgisi olduğunu seziyor ve bundan hoşlanmıyorlar. (s.
24)
Fiziksel rahatsızlık ancak ruhsal durum iyi
olmadığında önem kazanır. Bu durumda, rahatsızlık yaratan
şeye takarsınız, bu da sizi iyice rahatsız eder. Fakat ruhsal durumunuz iyiyse fiziksel rahatsızlık fazla bir anlam taşımaz. (s. 25)
Çevremize yıldırımlar
düşüyordu. Yanımızdan geçen bir arabanın camından şaşkın şaşkın bize bakan bir
kadının yüzünü anımsıyorum; bu havada ne halt etmeye motosikletle yolculuk
yaptığımızı çok merak ediyor gibiydi. Eminim ki ona bunu anlatamazdım. (s. 27)
Aceleye getirmek istemiyorum. Zaten bu acelecilik kahrolası bir 20. yy tavrıdır. Bir konuda acele
etmek istiyorsanız ona pek özen göstermiyor, başka bir şeye geçmek istiyorsunuz
demektir. (s. 32)
Yarın tüm teknoloji ortadan kalksa bu insanlar nasıl
yaşayacaklarını bilirler. Zor olur belki ama yaşamlarını sürdürürler. Biz bir
haftada ölür gideriz…
Çıkmaz sokak gene de. Birisi nankörse ve siz ona nankör olduğunu söylerseniz, en fazla ona bir ad takmış olursunuz, ama hiçbir şeyi çözmüş olmazsınız. (s. 47)
Çıkmaz sokak gene de. Birisi nankörse ve siz ona nankör olduğunu söylerseniz, en fazla ona bir ad takmış olursunuz, ama hiçbir şeyi çözmüş olmazsınız. (s. 47)
Hiçbir şeyin ne anlama
geldiğiyle, ne olduğu kadar ilgilenmiyor. Nesnelere bakışındaki bu eksiklik hiç
de önemsiz değil. (s. 52)
Bazı şeylerin farkına varamazsınız, çünkü öyle
küçüktürler ki gözünüzden kaçırırsınız. Ama bazı şeyleri de çok büyük olduğu için göremezsiniz. İkimiz de aynı şeye bakıyoruz, aynı
şeyi görüyoruz, ama o bambaşka bir boyuttan bakıyor, görüyor ve
düşünüyor. (s. 54)
Buralarda öyle bir şey var ki sanki ruhunuzu
hafifletiyor ve her şeyin daha iyi olacağını düşündürüyor. (s. 65)
Klasik anlayış dünyayı, saklı
biçimin kendisi olarak görür. Romantik anlayış ise, o anki görünüşüyle görür.
Romantik tarz öncelikle
esinsel, düşsel, yaratıcı, sezgiseldir. Duygular olgulardan önce gelir.
"Sanat", "Bilim"le karşılaştırıldığında genellikle romantiktir.
Aklı ya da yasaları izlemez. Yalnızca duyguları, sezgileri ve estetik vicdanı
izler.
Klasik tarz, tersine, aklı ve
yasaları izler ki bunlar da düşünce ve davranışların saklı biçimleridir. (s. 67)
Sorunun kaynağı budur. İnsanlar
ya yalnızca bir tarzda ya da öteki tarz da düşünmeye ve bunu yaparken öteki
tarza ait olan şeyi yanlış anlamaya ya da küçümsemeye eğilimlidirler. Fakat hiç kimse kendi gördüğü gerçekten
vazgeçmeye niyetli değil ve bildiğim kadarıyla kimse bu iki gerçeği ya da tarzı
gerçekten birbiriyle uzlaştırarak yaşamıyor. Gerçeğin bu iki
görüntüsünün çakıştığı bir nokta yok.
(s. 68)
(s. 68)
Dünyayı parçalara bölüp bu
yapıyı kurmak herkesin yaptığı bir şeydir. Çevremizdeki milyonlarca nesnenin hep farkındayızdır. Şu değişen şekiller, şu
yanık dağlar, motorun sesi, gaza basma duygusu, her kaya, ot, çit direği ve yol
kıyısındaki atık parçalar tüm bunların farkındayızdır, ama alışılmadık bir şey olmadıkça ya da bize, görmeye
hazırlandığımız bir şeyi yansıtmadıkça gerçekten bilincine varamayız.
Bunların bilincine varamıyorsak ve hepsini anımsamıyorsak bunun nedeni belki de
kafamız bir sürü gereksiz ayrıntıyla dolu olduğunda düşünemeyecek hale
gelmemizdir. Tüm bu farkına vardıklarımız arasından
bazılarını seçmemiz gerekir ve seçip de bilincimizi yönelttiklerimiz
farkına vardıklarımızın asla aynısı değildir; çünkü seçme işlemi onları değişikliğe uğratır. Çevremizdeki, farkına vardıklarımızın oluşturduğu
uçsuz bucaksız araziden bir avuç kum alır ve bu bir avuç kuma dünya deriz. (s. 74-75)
Deli bir insana baktığınızda tüm gördüğünüz, onun deli
olduğu hakkındaki kendi bilgimizin bir yansımasıdır, yani bu onu hiç görmemektir. Onu görmek için, onun gördüğü şeyi görmeniz
gerekir ve bir delinin gördüğünü görmeye çalışıyorsanız ona varacak tek yol
dolaylı yoldur. Yoksa sizin kendi görüşleriniz yolu kapatır. Ona ulaşmak için, geçilebilir gördüğüm tek geçit ve gidecek tek
yolumuz var. (s. 76)
Büyük zekâlar,
insanlar daha uzun yaşasınlar diye hastalıkları iyileştirme savaşımı verirler
ama yalnızca deliler neden diye sorar. Uzun yaşamak için uzun yaşanır. Başka
amaç yoktur. (s. 77)
Bu gözler! İşin korkunç yanı da
bu işte. Şu anda baktığım, eldivenlerin içindeki, motosikleti yolda yönlendiren
bu eller bir zamanlar onundu. Bunun yarattığı duyguyu anlayabiliyorsanız,
gerçek korkuyu, ondan kaçılabilecek hiçbir yer olmadığını bilmekten kaynaklanan
korkuyu da anlayabilirsiniz. (s. 82-83)
Bize bir yağmur nasılda gerekliydi. (s. 84)
Sürekli çaba, tasarlanmış bir amaçtan ya da
programdan değil, doğrudan yürekten gelir.(s.
102)
Yanal hakikatlere bakan
herkesin yapacağı şey sürüklenmektir. (s.
109)
Eğer insan bilgisinin, bilinen
her şeyin koskoca bir hiyerarşik yapı olduğuna inanılıyorsa o zaman zihnin
yüksek ülkesi en genel, en soyut anlamda, bu yapının en üst erimlerinde
bulunur…
Oraya çok az insan yolculuk
yapar.
Hakikat nedir ve ona sahip
olduğunuzu nasıl bilirsiniz?... Gerçekten biz bir şeyi nasıl biliriz?
Bir şeyin anlamı şudur dendiğinde bununla ne demek
istenir? (s. 114-115)
Tüm doğu dinlerinde
büyük değer verilen ortak şey, Sanskrit Tat tvam asi (Sen busun) doktrinidir; düşündüğün her şeyin sen olduğunu anladığını düşündüğün
her şeyin bir bütün olduğunu savunur. Bu bölünmemişliği
tümüyle anlamak, aydınlanmak demektir.
Mantık, özne ile
nesne arasında bir ayrım olduğunu varsayar; bu nedenle mantık, asıl bilgelik
değildir. Özne
ile nesne arasında ayrım olduğu yanılsamasını ortadan kaldırmanın en iyi yolu,
fiziksel etkinliği ve duygusal etkinliği durdurmaktır. Bunun için pek çok
disiplin vardır. Bunların en önemlisi Sanskritçe dhyana,
Çince söylenişiyle "Chan" ve Japonca
söylenişi ile "Zen"dir.
Akıl hayaleti denen şeyi
kovalama işini bıraktı.
Bunu anlamak çok
önemli. Vazgeçmişti… (s128)
Vazgeçtiği için yaşamı yüzeyde
rahatladı. Çok çalıştı, geçinilmesi
kolay biri oldu. (s. 129)
Tümüyle güvendiğiniz bir şeye asla kendinizi adamazsınız. Kimse yarın güneşin
doğacağını fanatik bir biçimde haykırmaz. Çünkü güneşin yarın doğacağını herkes
bilir. İnsanlar, politik ya da dinsel inançlar ya da başka tür dogmalar ya da
amaçlar için kendilerini fanatikçe adıyorsa bunun nedeni daima, bu dogmaların
ya da amaçların kuşkulu olmasıdır.
(s. 135-136)
(s. 135-136)
Yolculuk etmek ulaşmaktan iyidir. (s. 137)
Nitelik…
ne olduğunu biliyorsunuz, ama yine de ne olduğunu bilmiyorsunuz. Ama bunda çelişki var. Ama bazı şeyler ötekilerden daha iyidir; bu onlar daha nitelikli demektir… Neden insanlar bazı şeylere bir servet ödeyip bir diğerini çöpe atarlar? Bazı şeylerin ötekilerden daha iyi olduğu anlaşılıyor… Ama "daha iyi olmak" nedir?
(s. 164-165)
ne olduğunu biliyorsunuz, ama yine de ne olduğunu bilmiyorsunuz. Ama bunda çelişki var. Ama bazı şeyler ötekilerden daha iyidir; bu onlar daha nitelikli demektir… Neden insanlar bazı şeylere bir servet ödeyip bir diğerini çöpe atarlar? Bazı şeylerin ötekilerden daha iyi olduğu anlaşılıyor… Ama "daha iyi olmak" nedir?
(s. 164-165)
Deneyimlerine dayanarak, gerçek
retorik öğretimine başlayabilmek için, taklit belasını yok etmek gerektiği
sonucuna vardı. Taklit, dış etkenlerin zorlamasıyla ortaya çıkıyor gibiydi.
Küçük çocuklar bunu bilmezler. Belli ki bu daha sonra, okulun etkisi sonucu
ortaya çıkar…
Okul size taklit
etmeyi öğretir. Öğretmenin istediği şeyi taklit etmezseniz kötü not alırsınız. (s. 174)
Nitelik, düşüncenin
ve anlatımın, düşünce dışı bir süreçle tanınan özelliğidir. Tanımlar katı ve
formel düşüncenin ürünleri olduğundan, nitelik tanımlanamaz. (s. 186)
Sonunda kendini
yüceltmeyi amaç edinen her çaba felaketle sonlanmaya yazgılıdır. (s. 190)
Niteliğin yok olmasından en az
etkilenenler saf entelektüel uğraşılardı. Nitelik düştüğünde yalnızca akılcılık
değişmeden kalıyordu. (s. 195)
Geçmiş,
yalnızca anılarımızdadır; gelecek yalnızca planlarımızdadır. Şimdi ise bizim
tek gerçeğimizdir. (s. 222)
İnsanların Nitelik hakkındaki farklı düşünceleri
Niteliğin farklı olmasından değil, insanların deneyim bakımından farklı
olmalarından kaynaklanır. (s. 225)
Nitelik, çevremizin, içinde yaşadığımız dünyayı yaratmamız için başımıza bela ettiği sürekli
bir uyarandır. Tümüyle, her parçasıyla.
O halde, dünyayı yaratmamıza neden olan şeyi alıp, yarattığımız dünyanın içine sokmak açıkça olanaksızdır. Niteliğin tanımlanamamasının nedeni budur. Eğer onu tanımlarsak Niteliğin kendisinden daha az şeyi tanımlıyoruzdur. (s. 226)
Niteliği gören ve çalışırken hisseden bir kişi, özen
gösteren biridir. Gördüğü ve yaptığı şeye özen gösteren kişi, niteliğin bazı
özelliklerini taşıması gereken biridir. (s. 247)
Tüm çözümler basittir -ama siz onlara
vardıktan sonra- Ama onlar ancak, siz onların ne olduğunu bildiğiniz
zaman basittirler. (s. 257)
İçsel kafa huzuru
düşüncenin üç basamağında oluşur. Fiziksel dinginlik başarılması en kolay
olanıdır, ama yeraltında günlerce gömülü kalarak yaşayabilen Hindu
mistiklerinin gösterdikleri gibi, bunun da birçok düzeyleri vardır. Ruhsal dinginlikte düşünceler arasında gezinilmez; bu
aşama daha zordur, ama ulaşılabilir. Ama arzular arasında
gezinilmediği ve yaşamın hiçbir arzu olmaksızın sürdürüldüğü değer dinginliği ise en zorudur. (s. 264)
Yapmayı gerçekten istediği bir işi yaparken...
…yaptığımız işle bütünleşiriz. Bu bütünleşmeye yol açan, bilincin keskin kenarında,
özne ve nesne ayrılığı duygusunun olmayışıdır.
Bilimsel konuşma
biçiminde bu özne-nesne ikiliğinin yokluğunu gösteren sözcükler seyrektir,
çünkü bilimsel kafalar...
…kendilerini bu
tür anlayıştan uzak tutarlar. (s. 265)
Özen göstermek budur, yaptığı işle özdeşleşme duygusudur. Bu duyguyu duyan kişi özen göstermenin iç yüzünü, yani niteliği
de görür.
Bu başarıldı mı
kalan her şey doğal olarak bunu izler. Kafa huzuru doğru
değerler üretir, doğru değerler doğru
düşünceler üretir. Doğru düşünceler doğru
eylemler üretir...
Dünyayı
düzeltmenin yeri ilk olarak kendi yüreğimiz, kafamız ve ellerimiz ve sonra
onlardan çıkan iştir. (s. 266)
...onaracaksanız en birinci ve en önemli gereç, yeterli
girişkenliktir. Eğer bu yoksa,
yapacağınız en iyi şey tüm öteki gereçleri toplayıp kaldırmaktır, çünkü size
bir yararları dokunmayacaktır.
Girişkenlik...
…bunu edinmişseniz ve nasıl
sürdüreceğinizi biliyorsanız dünyada hiçbir şey... …onarımı engelleyemez. (s. 272)
Nitelik, değer, dünyanın özne ve nesnelerini
yaratır. (s. 278)
Değer katılığıyla
ilgili olarak aklıma gelen en çarpıcı örnek,
etkisi değer
katılığına dayanan,
Güney Hindistan’a
özgü eski maymun tuzağıdır.
Tuzak, bir kazığa
zincirle bağlı, içi boşaltılmış bir hindistancevizinden ibarettir.
Hindistancevizinin içinde, eli küçük bir delikten sokarak avuçlanabilen pirinç
vardır.
Delik, maymunun
elinin girebileceği kadar geniş, ama pirinci kavramış olarak çıkaramayacağı
kadar dardır.
Maymun,
hindistancevizinin içine elini uzatır ve tuzağa düşer, sırf kendi değer
katılığı yüzünden.
Pirinçsiz
özgürlüğün pirinçle yakalanmaktan daha değerli olduğunu göremez.
Köylüler onu yakalayıp
götürmek üzere gelirler. Yaklaşırlar… Yaklaşırlar! Haydi! Böylesi bir durumda zavallı
maymuna hangi genel öğüdü verirdiniz?
Bu maymunun
bilmesi gereken bir olgu vardır: avucunu açarsa özgür olacak. Ama bu olguyu
nasıl bulacak? Pirinci özgürlükten daha üstün gören değer katılığını kaldırarak.
Nasıl yapacak bunu? Bir yolunu bulup (…) durmalı ve daha önce geçtiği yerlerden
tekrar geçmeli ve önemli olduğunu sandığı şeylerin gerçekten önemli olup
olmadığına bakmalı ve tabii elini çekiştirmeyi bırakmalı, bir süre yalnızca
hindistancevizine bakmalı. Az sonra, kendisiyle ilgilenip ilgilenmeyeceğini
merek eden olgu, oltasına vuracaktır. (s.
280)
Sıkıntı, girişkenlik
düzeyinizin düşük olduğu ve başka bir şey yapmayıp bu düzeyi yeniden
yükseltmeniz gerektiği anlamına gelir.
Sıkıldığınız zaman
bırakın!...
…eğer bırakmazsanız
ilk yapacağınız şey
büyük bir hatadır. (s. 283)
…eğer bırakmazsanız
ilk yapacağınız şey
büyük bir hatadır. (s. 283)
Zen sıkılma konusunda
da bir şeyler söyler. Onun başlıca pratiği olan
"yalnız oturma" dünyanın en sıkıcı etkinliği olsa gerek.
Hiçbir şey
yapmazsınız: kımıldamak yok, düşünmek yok, endişelenmek yok. Bundan daha sıkıcı
ne olabilir? Yine de tüm bu sıkıcılığın ortasında tam da, Zen budizmin
öğretmeye çalıştığı şey vardır. Nedir bu? Sıkıcılığın tam ortasında sizin
göremediğiniz nedir? (s. 284)
Neden karanlıktan
çıkamıyorsun? Sahi neye benziyorsun sen? Korktuğun bir şey var değil mi? Nedir
o korktuğun şey? (s. 297)
Umutsuzluk büyüyor şimdi.(s. 299)
Bir şeyi nitelikli diye gösterirseniz Nitelik gitmeye
yüz tutar. (s. 308)
Logos terimi, "mantık"
sözcüğünün kökenini oluşturur ve dünyayı akılcı olarak kavrayışımızın tüm
toplamını gösterir. Mitos ise logosun önceli olan,
tarihin başlangıcından ve prehistorik çağlardan kalma mitlerin
tüm toplamıdır. Mitos yalnızca Grek mitlerini
değil Eski Ahit'i Veda İlahilerini ve dünyayı bugünkü kavrayışımıza katkıda
bulunan tüm kültürlerin eski söylencelerini kapsar. (s. 315)
Din insanlar tarafından yaratılmadı. İnsanlar din
tarafından yaratıldı. (s. 317)
Platon'un sofistlerden nefret
etme nedeni...
Ustanızın da üyesi olduğu bir
ekolü hor göremezsiniz. Bunda Platon'un gerçek amacı neydi?
Platon'un retorikçilere duyduğu nefret, çok daha büyük bir savaşımın
parçasıydı; Sofistlerin temsil ettiği "iyi"
gerçeği ile, diyalektikçilerin temsil ettiği "doğru"
gerçeğinin, insanoğlunun gelecekteki düşüncesini belirlemek için giriştiği dev
bir savaşımın. Doğru kazandı, İyi kaybetti ve bu nedenle bugün, birine ötekinden daha fazla bağlı
olmasak da Doğru gerçeğini kabul etmede bu denli zorlanıyoruz.
Erken dönem Grek
felsefesi, insanlık durumları arasında ölümsüz olanı arayan ilk bilinçli düşünceleri simgeler. Ölümsüz olan şeyler o ana dek
tanrıların, mitlerin alanındaydı. Ama artık, Greklerin çevrelerindeki dünyaya
giderek daha tarafsız bakmalarının sonucu, eski Grek mitosunu vahiy olunmuş
gerçekler değil de imgesel sanat yaratıları olarak görmeye olanak sağlayan
soyutlama yeteneğinde bir artış olmuştur. (s. 335)
Ölümsüz ilke ilk olarak Thales
tarafından SU diye adlandırıldı. Anaksimenes ona HAVA dedi. Pisagorcular ona
SAYI dediler, Herakleitos, Ölümsüz İlke 'ATEŞ
dedi ve ilkenin bir bölümü olarak değişimi ortaya attı. Dünyanın karşıtların
çatışması ve gerilimi olarak varolduğunu söyledi. Bir
"tek"in ve bir de "çok"un var olduğunu söyledi. İlk
olarak Anaksagoras, bu TEK'i "zihin" anlamına gelen "nous"
olarak tanımladı.
Parmenides ilk kez,
Ölümsüz İlke'nin, TEK!in Doğru'nun, Tanrı'nın, görünüşlerden ayrı olduğunu
açıkladı; bu ayrımın önemi ve bunun
sonraki tarihsel dönemlere etkisi ne kadar vurgulansa yeridir. İşte klasik düşünce ilk kez burada, romantik kökenlerinden ayrılıp
"İyi ile Doğru'nun aynı olması gerekmez", diyerek kendi ayrı yoluna
gitti. Anaksagoras ve Parmenides'in, görüşlerini gelecek kuşaklara
taşıyacak Sokrates adlı bir öğrencisi vardı.
Burada sözü edilen Sokrates öncesi filozoflar hep, çevrelerinde buldukları dış
dünyadan evrensel bir Ölümsüz İlke yaratmaya çalıştılar. (s. 336)
Herakleitos'un yandaşları
Ölümsüz İlke'nin değişim ve hareket olduğunda diretiyorlardı. Ama Parmenides'in
yandaşı Zenon, bir dizi paradoks ile hareket ve değişimin yanılsama olduğunu
kanıtlıyordu. Gerçeklik hareketsiz olmalıydı. (s.
337)
Sokrates...
…hakikatin mutlak olduğunu
düşünenler, görece olduğunu düşünenler arasındaki savaşın içindedir. Bu savaşta
tüm gücüyle mücadele eder. Sofistler düşmandır.
Şimdi Platon'un
Sofistlere duyduğu nefret anlaşılır duruma geldi. O ve
Sokrates, kozmolojistlerin Ölümsüz İlke'sini sofistlerin yozlaşması olarak
niteledikleri şeye karşı savunmaktadırlar. Hakikat. Bilgi. Birilerinin
onun hakkında ne düşündüğünden bağımsız olan şey. Uğruna Sokrates'in can
verdiği ideal. Dünya tarihinde ilk kez yalnızca Yunanistan'ın sahip olduğu
ideal. Bu hâlâ çok nazik bir şeydir. Tümüyle yok olabilir.
Platon'un sofistleri hor görmesinin ve sonuna dek lanetlemesinin nedeni,
onların aşağılık ve ahlaksız kişiler olmaları değildir... …onları
lanetlemesinin nedeni insanoğlunun, hakikat idealini kavrama yolundaki yeni
başlangıcını tehdit etmeleridir. Tüm olanların aslı budur.
Sokrates'in şehid olmasının ve
Platon'un bunu izleyen eşsiz düzyazılarının sonuçları, bildiğimiz Batılı
insanın tüm dünyasından başka bir şey değildir. Eğer hakikat idealinin,
Rönesans tarafından yeniden keşfedilmeden ölmesine göz yumulsaydı bugün tarih
öncesi insandan çok daha ilerde olmamıza olanak yoktu. Bilim ve teknoloji
ideaları ve insanoğlunun diğer sistematik düzenlenmiş çabaları onun üzerine
odaklanır. O hepsinin çekirdeğidir. (s. 337)
Nitelik! Erdem! Dharma!
Sofistlerin öğrettiği işte bu! Ahlâki görecelik değil. Eski “erdem” değil.
Arete… Mükemmellik. Dharma!
Tözden önce, biçimden önce,
zihin ve maddeden önce, diyalektikten önce nitelik mutlaktı. Batı dünyasının o
ilk öğretmenleri niteliği öğretiyorlardı ve bunun için de seçtikleri araç
retorikti.
“Bir şey yitirmeden asla bir şey kazanamazsın” (Thoreau) (s. 340)
İnsanoğlu, doğanın
görüngülerini kendi güç ve zenginlik düşlerinin muazzam belirtilerine
dönüştürebilecek bilimsel yeterliliğe sahip imparatorluklar kurdu -ama bunu
almak için verdiği şey aynı büyüklükte bir anlayışın imparatorluğuydu: Dünyanın
bir parçası olmanın ve onun düşmanı olmamanın ne olduğunu içeren anlayışın.
Neden Arete'yi yok ettiler? (s. 341)
Platon onu kapsül
içine almıştı, sürekli, değişmez bir İdea
yapmıştı ondan.
İyi nedir? Biz onu nasıl tanımlarız? Farklı
insanlar onu farklı tanımladıklarına göre bir İyi'nin var olduğunu nereden
bileceğiz? Kimileri iyinin mutlulukta olduğunu söylüyor, ama mutluluğun
ne olduğunu nasıl bileceğiz? ve mutluluk nasıl tanımlanabilir? Mutluluk ve iyi, nesnel terimler değildir. Bunlardan bilimsel
olarak söz edemeyiz. Ve bunlar nesnel olmadığından yalnızca kafamızdalar.
Öyleyse mutlu olmak istiyorsan kafanı değiştir yeter. Ha hah ha...(s. 343)
Mantığın ana-babası olan
diyalektiğin kendisi retorikten gelir. Retorik de mitlerin ve Antik Grek
şiirinin çocuğudur... Şiir ve mitler, prehistorik çağdaki insanların,
çevrelerindeki evrene Nitelik temelinde verdikleri tepkilerdir. Bildiğimiz her
şeyi yaratan Niteliktir. Diyalektik
değil. (s. 352)
Bu ıssız vadiyi aşmalısın.
Her şeyden çok, alışkanlığın
verdiği bir güçle sürdürüyorum yaşamayı...(s. 378)
Zen and The Motorcycle
MaintenanceAn Inquiry into Values
Türkçeleştiren: Süha
Sertabipoğlu
Ayrıntı Yayınları
1995
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder