29 Mayıs 2010 Cumartesi

Michael Löwy - Franz Kafka, Boyun Eğmeyen Hayalperest

Kafka'nın ...düşkün bir dünyaya cevabıdır edebiyat. (s. 3)

Kafka'nın eserini, hangisi olursa olsun, herhangi bir politik doktrine indirgeyemeyeceğimiz açıktır.
Kafka söylem üretmez, kişiler ve durumlar yaratır ve eserinde duygular, tavırlar, bir stimmung ifade eder. Edebiyatın sembolik dünyası ideolojilerin söylemsel dünyasına indirgenemez; edebi eser, felsefi ya da politik doktrinler gibi soyut kavramsal sistem değil, kişilerin ve şeylerin somut hayali evreni'dir. (s. 9)

Her yönde sonsuz bir özgürlük açlığı...
"Kafka'nın kişilerini harekete geçiren özgürlük iradesi, düşüncesinin ve eserinin devrimci özelliğidir; daima mutlak bir özgürlük söz konusudur." Franz Baumer (s. 33)

Adorno, Kafka'nın edebiyat eserinin 'büyük ölçüde, sınırsız bir iktidara tepkiden kaynaklandığını' belirtmektedir. (s. 35)

Babanın otoriter karakteri, tahakkümünü en sert şekilde uygulayabilmek için bütün imkanları -hareketler, tehditler, yaralayıcı ironi- kullanmasında ve oğlundan, korku yoluyla, kendi iradesine mutlak itaat elde etmesinde ifade bulur. Bu tahakküm kelimenin tam anlamıyla sınırsızdır. (s. 36/37)

"Kafka, bu dünyaya karşı açtığı davaya yalnızca babasını katmakla kalmamış... bütün otorite figürlerini de katmıştır. Onun itaatsizliğinden, gizlilikten aldığı zevkten, her türlü ototrite biçimini küçümsemesinden tuhaf bir prestij doğuyordu: Büyük bir baştan çıkarma gücüne her zaman sahip olmuş uzlaşmazlığın prestiji." Max Pulver (s. 40)

Emirlere kör olmuşçasına itaat etmek, bir intihar biçimidir.

Direnmeden her şeye boyun eğen kişi sonunda bir köpek olur. (s. 43)
S. 40-50 arasında "Amerika"nın incelemesi yapılmış

"Ceza Sömürgesi"... otoritenin en ölümcül ve en adaletsiz yüzüyle kendini gösterdiği hikaye.

"Elle çalıştırmak gerekmez, alet bütünüyle tek başına işlemektedir." (s. 54)

İnsanların ürettiği fetiş olan bu şey onları köleleştirir, onlara egemen olur ve onları imha eder. (s. 54/55)

Kafka'nın edebiyatın imkanlarıyla aktardığı şey, gerçekliği yansıtmayan ama bunu kıyaslanamaz biçimde güçlü yeni bir ışıkla aydınlatan tuhaf bir hayali evrendir. (s. 57)

Dava'da kahraman Josef K.'nın milliyeti ya da belirli bir dini yoktur... Devletin yasal makinesinin kurbanlarının en yetkin temsilcisidir. (s. 68)

Bu davada kanun ortada görünmez. Bilinmeyen tanınması imkansız, hatta varolmayan bir şeydir. (s. 70)

Hangi utanç?
Kuşkusuz ki 'bir köpek gibi', yani boyun eğerek, gönüllü kölelik durumunda ölmenin utancı. (s. 73)

"Gökyüzü sessiz, yalnızca sessizliği yankılıyor." (s. 75)

Kanun Önünde
Taşralı adam gözünün korkutulmasına ses çıkarmadı: Onun içeri girmesini engelleyen şey güç değil, korkudur, kendine güven yokluğudur, otoriteye sahte itaattir, boyun eğmiş pasifliktir. Eğer kybetmişse, 'kendi kişisel kanunu, tiranlığı bekçinin kişiliğinde temsil bulan kollektif tabuların üzerine çıkarmaya cesaret edemediği içindir. (...) İnsanın kanuna ve yaşama doğru engeli aşamamasındaki derin neden, korku, tereddüt ve cesaret yokluğudur. Girme hakkı için yalvaran kişinin kaygısı kapıcıya yolu kesme gücünü özellikle veren şeydir. (s. 85/86)

Bu düşkün dünyada, yalanın karşısına hakikati çıkarma yönündeki -K.'nınki gibi- tek tek her teşebbüs yenilgiye mahkumdur. Kafka'ya göre, 'bir yalan dünyasında yalan kendi zıddıyla bile ortadan kaldırılamaz, onu ancak bir hakikat dünyası yok edebilir'. Başka deyişle mevcut dünyanın ortadan kaldırılması ve yerine yeni bir dünyanın konulması yoluyla. (s. 96)

kitabın 90 ve 110. sayfaları arasında Şato hakkında "hoş" yorumlar var.

Kitapta Kafka gerçekçimiydi diye bir soru var, net bir cevap veremeden geçiştirilmiş bu soru (Lucaks'ın yorumlarına yer verilmiş), şöyle söylersek isabet olur; kurgu bir geleceğe akmak endişesinde değil, geçmiş üzerinde sorgulama yapmıyor, kurguda sadece kendi zaman dizinine bağlı olay akışı işleniyor. Bir şey ne ise o olarak anlatılıyor. Kurgu, geleceğe doğru, bir hedefe doğru akmadığı için(Şato'da şatoya ulaşmaya çalışmayı bir hedef olarak kabul edersek hata yaparız, çünkü o bir semboldür ve kitap bunu açıkça işaret eder) Kafka için evet gerçekçidir demek gerekir.


Kafkaesk
"Baskıcı atmosfer'e (Robert); kişisellikten çıkmış uğursuz güçlerin insanlararası ilişkileri denetlediği, kabus gibi bir dünyaya (Twentlich Century Words, Oxford, 1999); esrarengiz, kaygılandırıcı (unheimlich) ve tehditkar (duden) bir duruma; yönünü şaşırmış bireyin kaybolduğu labirent biçiminde bürokratik ve totaliter, dolambaçlı yöntemlerle birlikte, saçma ve şizofrenik olarak rasyonel bir örgütlenmeye (Penguin Encyclopedia, 2003) gönderme yapar." (s. 122)

...sıradan insanlar tarafından yaşandığı haliyle bürokratik şeyleşmenin saçmalığı ve baskısı... (s. 123)

Pierre Dumayet - Kafka'yı Niçin Okumalı?

...hepimiz yüzyıllardır aynı şeyleri görüyoruz ama bunları bize ilk kez Kafka fark ettirmiştir.

Kafka'nın bir çok metni geleceğe gönderme yapar. (s. 47)

...yeteneğinin tek bir açıklaması vardır: Derin acısı. Açıkça çözülemeyen başka bir özelliği ise: Acı çeken Kafka ve kendisiyle uzlaşmaya çalışan, bu yazının öznesi olan Kafka'dır.
...Dava yalnızca bu acının içinde geçer. (s. 48)

Bu acı hayal ürünü değildir. Okur, Kafka'nın kendi acısı yüzünden düştüğü tuzağa (!!!) düşmez,

Kafka'nın çilekeş olmak için düştüğü tuzağa hiçbir okur düşmez/düşemez.

O gerçek bir çilekeştir ve İsa'nın çarmıha gerilmiş imgesinde çektiği gibi acı çeker. Ama gerçek çilekeş kimdir? Açık bir yaraya sahip olan insan.

Biraz babası, biraz hayatı, biraz da kendi yüzünden çarmıha gerilmiş bir çilekeş gibidir o.

Kafka'nın yapıtlarında gizem barındırmayan tek bir cümle yoktur. Bu rahatsız edicidir ama benim Kafka'da sevdiğim bir özelliktir. (s. 49)

O, insanları umutsuzca kendine inandırmak ister...

Onun acısı gerçektir.

Kafka bizi aldatmaya çalışmaz.

Kafka insanların gerçek yüzünü nasıl görebileceğini keşfetmiştir.

Şato'da duyduklarınız her zaman duyabileceğiniz şeyler değildir. Duymadıklarınızsa, önemli ve ilgilendiğiniz konuşmalardır.

Çeviren: Hatice Utkan
Notos, sayı 12, 2008

John M. Grandin - Kafka'nın Hayata "Bakan" Pencereleri

Kafka'da, pencereler ve kadınlar çoğu zaman birbirleriyle yakından ilişkilidir; pencere hayata açılan simgesel bir geçittir ve bir birliktelik, öbür yana geçiş için potansiyel olarak zorlayıcı bir nedendir. Pencereler dişiliği simgelediği için de, bu ikisi zaman zaman özdeştirler. (s. 23)

"Dünyaya açılan pencere'sinde oturup, bilinçsizce yolun karşısındaki tepelere, köprüye ve ırmağa bakarken..."

Pencereler burada (Amerika) iki dünya arasındaki ayırıcı sınırlardır; dış dünyaya bir geçit sağlarlar ama aynı zamanda da bir sanatçı olan baş kişi ile o dünya arasındaki engelleri oluştururlar. (s. 24)

O, kendi dünyasında bir tutuklu, yalnızca dışarıda akıp giden dünyayı izlemesine olanak veren ama asla kırıp dışarı çıkamadığı cam kalbinin içinde bir kötürüm olarak yaşar. (s. 27)

"Geçmişte defalarca, geceleyin pencerenin kenarında mandalla oynayarak ve pencereyi açıp kendimi -aşağıya- aşağı atmayı neredeyse bir görevmiş gibi addederek durdum." (s. 29)

Çeviren: Yonca Yalçın Çakmaklı
Notos, sayı 12, 2008

Kafka - Özdeyişler

Werner Hoffmann - Özdeyişler Üzerine

Kişisel bir Tanrıya inanç, yokedilemez bir şeye karşı bazen insanın içinde bilincine varılmaksızın kalabilen güvenin dışavurumun olanaklarından yalnızca biridir.
Kendi içinde yokedilemeze, madde ötesinde bir şeye sürekli güven duymaksızın yaşayamayacağı bilinci. (s. 20)

İnanmak, içindeki yokedilemezi özgür kılmak, daha doğrusu kendini özgür kılmak, daha doğrusu yokedilemez olmak, daha doğrusu olmaktır. (s. 22)

Tanrıyla uyum içinde yaşamak isteniyorsa, bizi ondan ayıran korkunç uzaklığı kavrayabilmemiz gerekiyor. (s. 23)

Acıdan kaçmakla insan sakınabileceği ve sakınması gereken tek acıyla karşı karşıya bırakır kendini. (s. 35)

İnanç -> Eylemlerimin sorumluluğunun bilinici / yaptıklarımın ve yapmadıklarımın bilinci

Suskun gökyüzünü konuşturmak ne kadar olanaksızsa, içteki derinliklere inebilmek de yine öyle olanaksızdır. (s. 43)

Psikoloji, sabırsızlıktır. (s. 51)

Madem dünyada ayakta kalacak güçten yoksundu, bu durumda vazgeçmekten başka yapacak şey kalmıyordu -kendisine- ve başka bir çarenin söz konusu olmayışı da onun için bir tür teselliyi içeremekteydi. (s. 60)

Davranışlarımızın hesabını vereceğimiz en yüksek derecedeki dünyevi mahkeme, içinde yer aldığımız halktır, onun örgütlenme biçimidir, devlettir. Kafka... bir vatandaşa düşen görevleri kılı kırk yaran bir titizlikle yerine getirmesine karşın, kendini yaşadığı toplumda hep bir yabancı gibi hissetti. (s. 72)

"Sen benim insan mahkememsin" diye yazar Felice'ye... (s. 74)

Yazmak tümüyle yer bitirir Kafka'yı, ondan geriye bir şey bırakmaz. (s. 74)

Hayatının tamamında "savunma" halinde, ancak asıl endişesi "savunamayacağı" düşüncesinde

Korkusunun bunaltıcı baskısından yazı yoluyla kurtulma isteğini gerçekleştirdi mi, yaratıcı etkinliğin sonucu olarak ortaya çıkacak katharsisi (arınma) varlığının tekeli yapacak ve böylece çalışmayı adeta ruhsal tedavi gibi kullanmış olacaktı, bunu doğru bir şekilde görmüştü. (s. 89)

Yazmak sevgi için gereken cesareti vermiştir Kafka'ya, ama sevilen kişiyle birlikte bir yaşam, yazmasını olanaksız kılmaktadır. (s. 91)

Yazmak, dünya nimetlerinden gerçekten el çekmeye değil, Kafka'yı ayartıp kendini yenmeye, dünya için ölü bir kişi olmaya, hatta ölümün kendisini düşüncelerinde yaşamaya yöneltmiştir. (s. 99)

Kafka'daki gökyüzü suskundur, Tanrı kendi dünyasından geriye çekip almıştır kendini, ama Tanrı tarafından terk edilmişde olsa dünya yine onun sayesinde sürdürür yaşamını, dünya Tanrıyı unutmuştur.
Kafka kendi zamanında tanrısal bir cezir (geriye çekiliş) gözüyle bakmış ve Tanrı da öncelikle yargılayıcı Tanrıyı görmüştür. Bu yüzdendir ki, korku kendisinde öylesine büyük boyutlara ulaşmış, Tanrının rahmetine beslediği umudun zayıflığı, bu korkuyu hiçbir zaman yatıştırıp hafifletecek gücü gösterememiştir. (s. 117)

Kişisel olarak Kafka'nın Tanrıyı sevmekten çok ondan korkması anlaşılır bir şeydir. (s. 124)

Bir noktadan sonra geriye dönüş diye bir şey kalmaz. Bu noktaya ulaşılması gerekiyor. (s. 140)

İyi, bir bakıma iç karartıcıdır. (s. 142)

Yalnız bilme ağacının meyvesinden yediğimizden değil, yaşam ağacının meyvesinden henüz yemediğimiz için de günahkar duruma düştük. (s. 150)

Dünyanın acılarından geride tutabilirsin kendini, bu özgürlük sana verilmiştir ve senin doğa'na aykırı yanı yoktur; ama kaçınabileceğin tek acı varsa, o da işte belki kendini bu geride tutuştur. (s. 154)

Aldatmacadan başka ne görebilirsin çevrende? (s. 155)

Hiçbir avuntu O'nu avutamuyor, çünkkü alt tarafı bir avuntudur, bir ceza evinde bulunmanın horyat gerçeğine karşı güçsüz ve baş ağrıtıcı bir avuntu. ama kendisine aslında ne istediği sorulsa, yanıt veremez; çünkü -bu da O'nun kendini savunmada başvurduğu en güçlü kanıtlardan- özgürlük üzerine bir düşüncesi yoktur. (s. 158)

Bütün erdemler kişisel, bütün kötülükler toplumsaldır.
Toplumsal erdem gözüyle bakılan şeyler, '^şaşılacak' ölçüde gücünü yitirmiş toplumsal kötülüklerdir. (s. 163)

Özgür bir yaşam korkutmazdı O'nu. Gel gelelim, böyle bir yaşam karşısına çıkmadı; ama bu da tasalandırmıyor O'nu, zaten kendi kendisiyle ilgili tasalara asla kapıldığı yok. (s. 165)

Bulunduğumuz yerden yaşama götürecek bir yol yoktur çünkü; oysa yaşamdan buraya gelmemizi sağlayan bir yolun varlığı gerekiyor. İşte yolumuzu böylesine şaşırmış durumdayız. (s. 170)

---

22 - Sen ödevsin. Uzakta yakında bir öğrenci yok

37 - Belki sahip olabilirsin, ama varolamazsın savına verdiği yanıt, yalnızca bir titreme ve yürek çarpıntısıydı.

48 - İlerlemeye inanmak, henüz bir ilerlemenin gerçekleşmediğine inanmaktır. Bunun tersi inanç sayılmaz.

50 - İnsan, içinde yok edilemez bir şeye sürekli güven duymaksızın yaşayamaz; ancak gerek yokedilemez, gerek ona duyulan güven kendisinden saklı kalabilir. Bu saklı kalışın dışavurumlarından biri de kişisel bir Tanrı'ya inanmaktır.

62 - Manevi dünyadan başka bir şeyin bulunmadığı gerçeği, umudumuzu alıp bize bir kesinlik bağışlar.

70 - Yokedilmez tek bir şeydir. Her insan tek başına bu yokedilmezdir; öte yandan, bütün insanlarda ortak özelliktir yokedilmez; dolayısıyla, insanları birbirine bağlayan eşsiz bir bağdır.

80 - Doğru bölünmez, bu yüzden kendini bilip tanıyamaz: Doğru'yu tanımak isteyenin yalan olması gerekir.


Çeviren: K. Şipal, Cem, 09

28 Mayıs 2010 Cuma

Walter Benjamin - Kafka, Ölümünün Onuncu Yıl Dönümü İçin

Kafka'nın ailelerinde baba oğlunun sırtından geçinir, devasa bir parazit gibidir. (s. 115)

El Greco gibi Kafka'da her jestin arkasındaki gökyüzünü yırtıp açar ama yine de -ekspresyonistlerin hamisi olan- Greco'da olduğu gibi jest belirleyici ve olayın merkezi olarak kalır. (s. 121)

Kafka'nın hayvan öykülerini, kahramanların insan olmadığını hiç algılamadan uzunca bir süre okuyabilir insan. Sonra maymun, köpek ya da köstebek olsun, yaratığın ismini görünce korkuyla irkilir ve insanların dünyasından çoktan uzaklaşmış olduğunu fark eder. Ama Kafka hep budur, insan davranışını geleneksel desteklerinden yoksun bırakır ve böylece onu bitip tükenmeyen düşüncelerin nesnesi haline getirir.
...
(Kafka'nın parabolleri), daha çok dinsel öğretilerle ilişkilidirler. ...ve zaten kendi başlarına ele alınamazlar; öyle yaratılmışlardır ki, alıntılanabilir, bir şeyi aydınlatmak için anlatılabilirler. (s.122)

Kafka sıradan insanlardan sayılmak istiyordu. Attığı her adımla anlamanın sınırına gelip dayanıyor, başkalarını da oraya itiyordu. Kimi zaman Dostoyevski'nin Büyük Engizisyoncusuyla birlikte neredeyse şöyle diyecek gibidir; öyleyse önümüzde kavrayamadığımız bir gizem var. Tam da bu sebepten, onu insanlara vaz'etmeye, insanlara özgürlüğün de sevginin de önemli olduğu/olmadığını, önemli olanın sadece, hiç düşünmeden hatta vicdanlarına karşı gelerek teslim olmaları gereken o bilmece, o gizem olduğunu anlatmaya hakkımız vardı." (s. 123/124)

Kafka ender rastlanır bir yetiye, kendi kendine paraboller yaratma yetisine sahipti. Gene de parabolleri açıklanabilir olan şeylerle tüketilemez, daha ziyade metinlerinin yorumunu engellemek için akla gelen bütün önlemleri almıştır. Bu metinlerin içinde özenle, temkinle hep diken üzerinde ilerlemelidir insan.

Kurtuluş varoluşa verilen bir pirim değil, Kafka'nın dediği gibi kendi alın kemiğinin yolunu şaşırttığı insanın son kaçış imkanıdır. (s. 124)

Kafka'nın metinlerini yanlış anlamanın iki temel yolu vardır, bunlardan biri onları natüralist bir perspektiften, ötekiyse doğaüstücü bir perspektiften yorumlamaktır. Gerek psikanalitik gerekse teolojik yaklaşımlar temel noktayı kaçırır. (s. 126)

Onun hikayelerindeki epik, Şehrazad'ın dilinde kazandığı anlamı yeniden kazanır: Geleceği ertelemek. Dava'da davalının umudu ertelemedir. (s. 127)

Kafka bir şeyi hep gestus olarak kavrayabilirdi. Anlamadığı bu gestus ise parabollerindeki bulanık noktayı oluşturur. Kafka'nın yapıtının çıkış noktası burasıdır.
Kafka'nın utancı, bu utancı yöneten yaşam ve düşünceden daha kişisel değildir, yaşamı ve düşüncesi için şöyle demiştir:: "kendi kişisel hayatını yaşamak için yaşamaz, kendi düşündüğünü düşünmek için düşünmez. Sanki bir ailenin kısıtlaması altında yaşamakta ve düşünmektedir... Bu bilinmeyen aile yüzünden... özgürlüğüne kavuşamaz." Bu meçhul ailenin kimlerden -hangi hayvanlardan ve insanlardan- oluştuğunu bilmiyoruz. Ancak şu kadarı açıktır ki, Kafka'yı yazarak çağları yerinden oynatmaya zorlayan odur. (s. 128)

"Dava'nın asıl konusu, hatta bu inanılmaz kitabın asıl kahramanı unutmadır, ...onun temel özelliğiyse kendi kendini unutmasıdır..." Willy Haas

Her unutulan, geçmişte unutulanlara -katılır- karışır, belirsiz ve değişken sayısız yeni melez oluşturur. Unutuş, Kafka'nın hikayelerindeki sonu gelmeyen ara dünyanın içinden çıkmaya çalıştığı kutudur. (s. 129)

Kafka'nın bütün yaratıkları arasında en çok hayvanlar düşünür. Adalet için yozlaşma neyse hayvanlar için de kaygı odur.
Ama en unutulmuş yabancı kendi bedenimiz olduğu için Kafka'nın kendi içinden kopup gelen öksürüğe neden "hayvan" adını taktığı biraz olsun anlaşılır. Öksürük büyük sürünün öncüsüdür. (s. 130)

...unutmak hep en iyi olanla ilgilidir (s. 133)

Cogito, Sayı 52, Güz 07, YKY

Ritchie Robertson - Kafka

Kafka
Ritchie Robertson
Çeviren: Elif Böke
Dost, Ankara, 2007


Kafka kendisini çok fazla sorgulayan, kimi zaman da kendisiyle ilgili sabit fikirleri olan bir yazardı. (s. 13)

Bizi Kafka'yla ilgilenmeye iten şey, onun yazdıklarının sınırsız bir şekilde yaşadıklarını aşmasıdır. (s. 14)

Kafka, annesinin kendisini kaprislerini hemen bir tarafa bırakıp evlenecek, diğer herkes gibi aile kuracak sıradan bir genç adam olarak görmesinden şikayet eder.
Onların yabancılaşması ve altta yatan sevgileri, Kafka'nın Felice'e yazdığı bir mektuba düştüğü notta verdiği dokunaklı bir andan doğmuştur. (s. 24)
Kafka'nın yaşamında çok önemli yer tutan iki meseleye Mektup'ta değinilmiştir ama bu konular daha fazla irdelemeyi hak etmektedir. Bunlardan ilki bir sonuca ulaşamayan evlenme arzusu, ikincisi de yazdıklarının onun için taşıdığı önemdir. (s. 25)

"Benim edebi ilgi alanlarım yok, ben edebiyattan ibaretim, başka hiçbir şey değilim, olamam." (s. 31)

Kafka'nın narin tarzının modern bir klasik olduğu görülmektedir. Onun yazdıkları tekrar tekrar okunabilir, her okuyuşta yeni bir şeyi açığa çıkarır, varoluşçuluktan yapısalcılığa ve sömürgecilik sonrası döneme kadar her eleştiri ekolü için malzeme oluşturur. Yapıtlarının çok yönlülüğü bunların büyüklüğünün de ispatıdır. Çünkü klasik bir eser tam olarak her açıdan yeniden keşfedilebilen eserdir. (s. 40)

Dünyevi olayları tutarlı bir şekilde dinin ebedi gerçeklikleriyle ilişkilendiren yazı tarzına alegori denir. Ama Kafka'nın yazdıkları alegori değildir. (s. 47)

Topaç
Filozof dünyayla ilgili bilgi edinmenin peşindedir. Dünyanın en ufak parçası ona bütünle ilgili bilgi vermeye yetecektir. Ne var ki, dünya olduğu yerde durmaz. Aynı dönen bir topaç gibi sürekli hareket halindedir ve filozofun kendisini tepeden tırnağa incelemesi için durmayacaktır. Eğer dünyayı -aynı filozofun yaptığı gibi- durdurursanız, size artık bir şey söylemez/söyleyemez. Bu yüzden de filozof aradığı bilgiye hiç ulaşamaz ve sürekli hareket halindeki hayata gürültüleri ve oyunlarıyla ondan daha yakın olan çocuklar tarafından kovulur. (s. 57)

Yumuşak mizah, amansız sorgulama ve kederden meydana gelen bu tuhaf karışım, genelde Kafkaesk terimiyle bağdaştırılan dehşet ve kafa karışıklığından çok, Kafka'nın özelliği olan duygusal bir hava oluşturur. Kafka mizahı aracılığıyla edebiyata, aynı renklerden oluşan yeni bir karışım ya da yeni bir müzik notası gibi, yeni bir tarz getirmiştir. (s. 66)

Kafka yorgun bir işçinin zihnini dev bir böceğin bedenine yerleştirerek, Batı kültürünün ana teması olan akıl-beden ayrımını dramatize etmiştir. (s. 67)

Kafka'ya göre beden sağlıklı bir yaşam sayesinde kurtuluşa ulaşır, ama aynı zamanda cezanın da en ulu mekanıdır. (s. 72)

Bedenle bilinçsiz zihin arasındaki bu alış-veriş Gregor'un insan zihniyle hayvan bedeni arasındaki karşıtlığını bulandırır. (s. 73)

Burada (Dönüşüm) ve Kafka'nın başka eserlerinde, bedensel arzu aklı tutarsızlığa sürükler ve Nietzsche'nin deyimiyle bedenin 'yüksek zekasının' beyinde bulunan küçük ve güçsüz akla nasıl hükmettiği gösterilir. (s. 79)

Açlık Kafka'nın imgeleminin temelini oluşturur. Fiziksel dünyadan vazgeçip muhtemel ruhsal bir dünyaya adım atma aracı olarak Kafka'yı büyüleyen aç kalma fikri, aynı zamanda onun kuşkuculuğunu da harekete geçirmiştir. (s. 82)

Kafka genelde bedensel varlığı, özellikle de cinsel anlamda, reddetme eğilimi gösterir. (s. 88)

"Tensel aşk kişiyi tanrısal aşkı göz ardı etmesi için kandırır; bunu tek başına yapamaz, ama bilinçsiz şekilde tanrısal aşkı içinde barındırdığından yapabilir." (s. 89)

Weber bürokrasinin teorisyeni; Kafka ise hicivcisidir. (s. 118)

Kafka bürokrasiyi tanımlarken modern kurumların bir başka özelliğini daha yakalar; yöneticilerin görünmezliği. Modern dönem öncesindeki kurumlar otoritenini resmi olarak kurmuşlardı. (s. 120)

Otorite diye bir şey yoktur ve bu tamamen insanoğluna ait bir karardır; ama insanlar, perişan ve anlamsız hayatlarına rağmen, sanki otorite altındaymış gibi yaşamakta ısrar eder. (s. 127)

Kafka'nın bazı karakterleri geçici bir özgürlüğe kavuşur. Gregor'un böcek olarak odasına hapsolması onu, ironik bir şekilde, ekonomik ve sosyal baskılardan bağımsız kılar. (s. 129)

(Şato)
Evlilik ilişkisi belki Frieda'nın sahiplenme duygusu -ve kesinlikle K.'nın bencilliği- nedeniyle yürümez. Her iki tarafın da yalnızlığa ilişkin takıntılardan kurtulmalarını gerektiren ve eşit iki insan arasındaki bir ortaklık sayılan evlilik kurumu burada yalnızca başarısız olduğu anda anlaşılan bir şey, bir ütopya, olarak karşımıza çıkar. Ama ne kadar güvenilmez olursa olsun, Kafka'da yazarın gayet iyi bildiği aile kavramına karşı bir karşı-ideal denemesini, otorite ve teslimiyet üzerine kurulmayan yeni bir toplumun potansiyel özünü temsil eder. (s. 141)

Kafka'nın... zihninin gitgide dinle ilgili sorularla daha fazla meşgul olduğu kesindir. (s. 153)

Aforizmalar her şeyden önce ruhsal bir krizin ifadesidir. Kişi kendini çözümü olmayan bir durumun içinde bulur; çözüm yalnızca zor değil, aynı zamanda hayal de edilemez olduğu için. (s. 159)

Kafka'nın kişiselden çok genel anlamda bahsettiği, öncelikle bir kendini yabancılaştırma durumudur. Bilincimiz, bilişsel tertibatımız gerçek varlığımızı bilemediği için bizi kendimizden ve gerçekten uzaklaştırır. Sorun kişinin gerçeği bilememsi değil, gerçeği bilememesi ve o gerçek olamamasıdır. (s. 160)

Kafka'ya göre bireyin görevi dünyaya karşı çıkmaktadır. Peki ama insan dünyayla ilgili hiçbir şeyi kesin olarak bilemiyorsa ona nasıl karşı çıkabilir? Daha da kötüsü, kişi kendine yabancılaştığı için, yabancılaştığı benlik dünyayla birleşip ona karşı geliyor olabilir. Ve yabancılaşma aklı bedenden ayırdığı sürece durum böyle olmaya mahkumdur, çünkü bizler bedenlerimizle, Kafka'nın en iyi şekilde aldatıcı, en kötü şekilde de kötü olarak değerlendirdiği duylar dünyasında kapana kısılmış haldeyiz. (s. 161)

Peki ama insan bu hapsolma durumundan nasıl kaçabilir?

"Kendinizi bilmeyin! Kendinizi yok edin!" Ve insan ancak çok aşağılara eğildiğinde "ki kendinizi olduğunuz şeye dönüştürebilesiniz" şeklindeki iyi kısmı duyabilir.

Kafka etkin bir kendi kendini yok etme talep etmektedir. Kişi ölmeli, ama bu fiziksel bir ölüm olmamalıdır.

"Kurtuluşunuz ölümde ama bu ölüm de değil."

İnsanlığın gelişmesi = Ölme gücünün artması (s. 162)

Kafka hayatımızın bir geçişten ibaret olduğundan bahseder gizemli bir şekilde. Ona göre, tek gerçeklik olan ruhani dünyaya girmemiz gerekmektedir.
Amacımız daha üstün bir hayata yükselmek, hatta sonsuz hayata erişmektir. (s. 163)

Kafka, yaşamın kişinin kendi dışındaki bir şeyle olan ilişkisine dayanması gerektiğini doğrulamaktadır. Bu şeyin kişisel bir Tanrı olarak düşünülüp düşünülmemesi konusunda kuşkuludur.

"Yıkılmaz olana inanmak zihinsel bir şey değildir, hareketlerle anlatılır. İnanç, insanın kendi içindeki yıkılmaz olanı serbest bırakması demektir; kendini serbest bırakması, ya da yıkılmaz olmak, ya da: Olmak."

Bu bilinçli olmakla, 'olmak' arasındaki uçurumu kapatmakta ve Kafka'nın din üzerine düşünen pek çok insanı kaygılandıran bir meselenin, daha net söylemek gerekirse, insanların çoğunun din üzerine düşünmeye gereksinim duymaması meselesinin, hiç çaba harcamadan üstesinden gelmesini mümkün kılmaktadır. (s. 166)

"Yıkılmaz olan tektir; her bir bireyin ta kendisidir ama aynı zamanda herkes içindir de. Bu yüzden de, insanlığın sıra dışı sağlamlıktaki birliğidir." (s.167)

Kafka'nın şahsi olmayan tanrısı -yıkılmaz olan- aslında her insanın içinde gizlidir. İnsanlığın görevi, bu yok olmayan özle iletişime geçmektir ve herkes bunu yaptığında insan yaşamı başkalaşacaktır. Bu amaca giden yolda da, acı çekmek gerekli ve değerlidir. (s. 168/169)

Acı çekeriz, çünkü bu dünyaya zorla itilmişizdir. Buradaki rahatsızlığımız bize sozsuzluğa ait olduğumuzu hatırlatır. (s. 169)

Aforizmaları ve edebi yapıtları ise keşfetmekle ilgilidir. Dinsel deneyimin ilk örnekleri arasında yer alan -suçluluk, umutsuzluk, yargılama, umut, kefaret ve sevgi gibi- durum ve temaları araştırırlar. Bunu da en az kavramlarla düşünmek kadar titiz olması gereken imgelerle düşünerek yaparlar. Okuyucunun hem aklına hem de duygularına hitap eden bir hayal gücü mantığı izlerler. Belki de bu kadar etkilenmelerini ve Kafka'nın canlı ama tuhaf bir şekilde soyut, duygusallıktan uzak olmaksızın entelektüel olan yapıtlarının bunca yıldır sayısız okura böylesine hitap etmesinin sebebi budur. (s. 170)

27 Mayıs 2010 Perşembe

Donald Hudson - Wittgenstein'in Din Felsefesi

Mistik olanın anlamlı(mantıklı) bir tartışması yapılamaz.

Hakkında sessiz kalınan konular, inanç karamları, ahlak, Tanrı vs.
Bu kavram ve konular yargı süzgecinden geçemezler. Doğru ve yanlış nitelemesinin yapılamadığı alandadırlar.

Aşkın olanlar karşısında anlamlı sözler üretemeyiz.

Dili öğrenmek o dilin dil oyunlarını öğrenmek demektir.

O, bir dil oyunun, dil ve bu dilin iç içe geçerek kendileriyle kaynaştığı aktivitelerden oluşan bir bütün olarak tanımlar.

Dini inanç, bir resmi kullanmaktır. Onun tüm hayatımıza şekil ve düzen vermesine müsaade etmemizdir. Onu sürekli olarak düşüncemizin ön planında tutmamızdır.

Gramer bir dilde neyi söylemenin anlamlı olup olmadığını düşünmek, göstermek zorundadır.
Teoloji ise bir dinde neyi söylemenin anlamlı olup olmayacağını göstermek zorundadır.

Çeviren: Ramazan Ertürk, A Yayınevi, Ankara, Eylül 00

Wittgenstein - Notlar

Ancak çok mutsuz bir insanın başka bir insan için üzülmeye hakkı vardır.(s.60)

Resmi yapılamayan hiçbir şey dünya içinde değildir.
Etik, estetik gibi tüm değerlerle ilgili cümleler, bilgi değildir.
(Ömer Naci Soykan, Wittgenstein'ın Felsefesi - Temel Kavram ve Sorunlar)

TLP
-İdeal Dil
-Cümlenin anlamı bu resimdir
-Metafizik, atomculuk, nesne, dünyanın yapıtaşı, nesne -> ad
-Yalnız benim anlayacağım dil
-Dilin sınırları <-> dünyanın sınırları
-Tekbencilik - Solipsizm

P(hilosophische) U(ntersuchungen)
-Gündelik dil
-Sözün anlamı onun kullanımıdır
-Dünya ve dilde yalın öğeler yoktur. Sözcükler, yalın / bileşik olarak ayrılmaz
-Solipsizme karşı bir tutum takınır, özel dilin olanaksızlığı kanıtlanır.

Görünür dünya - Nesneler dünyası
Resmedilebilen, üzerinde konuşulabilen dünya

Nesne -> Ad
Nesne -> Dünyanın yapıtaşı
Ad -> Dilin yapıtaşı

Mantık -> ideal Dil
Dilbilgisi -> Günlük dil

Her iki dönemdeki eserlerinde de ahlak ve değerlerle ilgili tavrı değişmez; ahlak bilgisi olanaksızdır.

Felsefenin görevi, metafiziği ortadan kaldırmak olmaktır.

Robert J. Fogelin, Wittgenstein'ın Felsefe Eleştirisi
Felsefenin bir yöntemi yoktur, ama yöntemleri vardır; tıpkı farklı tedaviler olduğu gibi.

Felsefe sadece her şeyi önümüze koyar ve hiç bir şeyi açıklamaz.

Acının sözel ifadesi: Ağlamak!

Dili konuşmak; o cümlenin kullanımını bilmekle mümkündür.

Cümle; herşeyin açıklaması olmalı

Cogito: Wittgenstein, Sessizliğin Grameri

Bilgi; bir şeyi doğru olarak ortaya koyma sorunudur. Bu, gerçek olanı söylemek kadar dar (kolay) bir iş değil.
Christopher Coope


Paul Feyerhabend - Wittgenstein'ın Felsefi Araştırmaları

Wittgenstein'ın eleştirdiği teori;
1-Her sözcüğün bir anlamı vardır.
2-Anlamların saflığına karşın gerçek kullanım çamurlu bir şeymiş gibi görünür.
3-Bunun nedeni a) sözcüğün neyin yerinde olduğunun kesin olarak ortaya çıkarılmamış olması b) Öğeleri özlerle basit bir ilişkide olan dilin olmayışı
4-Doğruluğun ölçüsü -> Anlama (?)
5-Dil -> Sözcüklerle anlamlar arasındaki bağlantının gösterilmesi

Filozof bir dilin ifadelerinin anlamlarını ya da bu ifadelerin belirttiği şeylerin özlerini keşfetmek isteyen kişidir.

Kastetmek ve anlamak; zihinsel süreçlerdir.


David Bloor - Kurumlar Olarak Kurallar

"Oyun, dil, kural, bir kurumdur
Kurum; kollektif etkinlik kalıbı
Kural bir oyuncu kategorisidir


David G. Stern - Wittgenstein Felsefesinin Ulaşılabilirliği
Düşüncelerinin bir konudan diğerine kopmadan doğal bir düzen içinde ilerleyebileceği bir yazı biçimi için uğraşmışsada bunu başaramamıştır.

Yazabildiği sadece felsefi ifadeler oldu.


Wittgenstein - Zaman Üzerine
Dünyanın özüne ait olan, dille ifade edilemez.
Dil ancak, başka türlü olmasını hayal edebileceğimiz şeyleri söyleyebilir.
Zira dünyanın özüne ait olan basitçe söylenemez ve felsefe dünyanın özünü betimlemek durumundadır.
Dilin özü, dünyanın özünün bir resmidir.
Felsefe dünyanın özünü önermelerde değil bu önermelerin kurallarında bulabilir.
Dünyayı görebilmek için felsefe aşılmalı, geride bırakılmalı
Susmak ve ondan sonra söylemek


Wittgenstein - Mavi Kitap

Düşünmenin esas itibariyle işaretlerle işlem yapma etkinliği olduğunu söyleyebiliriz.
Bir sözcük bir kimsenin ona verdiği anlama sahiptir.
Anlama o sözcüğün nerede/nasıl kullanılacağını biliyor olmaktır.

Wittgenstein - Psikoloji Felsefesi Üzerine Düşünceler
İnsan, insan ruhunun en iyi resmidir
Hüznü nerede duyuyorsun, ruhta
Sözcüklerin tamamıyla ancak yaşam ırmağında anlamı vardır.

Heidegger hakkında
30 Aralık 1929 (Schlick'in yanında)
İnsan dilinin, sınırları üstüne gitme eğilimi vardır. Hayret, bir soru biçiminde dile getirilemez, ve hiçbir yanıtı da yoktur.
Dilin sınırına karşı bu üstüne üstüne gitme ethik'dir.

Wittgenstein - Ethik
Ahlak, neyin değerli olduğunu sorar veya meselenin aslında ne olduğunu
Ahlak, yaşamın anlamını sorar veya yaşamı yaşamaya değer kılan şeyi veya doğru yaşama tarzını
Ahlak hiçbir şekilde bilim olamaz

Wittgenstein - Renkler Üstüne Düşünceler
Tamamen yeni bir şeyi öğrenirken buna daima hazırlıklı olunmalıdır.
Işık renksizdir.
Beyaz karanlığı yok eden şey değil midir?
Yanlış resim şaşırtır.
Şüphe inanmadan sonra gelir.
Bildiğim, inandığım şeydir.

Jean Greisch - Wittgenstein'da Din Felsefesi
Ahlak = Vicdan
Mantığın dile getirebilecek hiçbir şeyi yoktur. O sadece gösterebilir.
Mistik -> Sessizliğe çağrı
Her dini inancın özü belli bir hayat amacını gerçekleştirme niyetidir. Wittgenstein'ın ahlaktan anladığı şey budur.
Çeviren: Zeki Özcan, Asa, Bursa, 99

Wittgenstein'ın Çifte Felsefesi, A. Quinton ile Söyleşi
Wittgenstein'a göre etik aşkındır, olgular üzerine değildir.
Oysa Wittgenstein dilin gerçek işlevinin olguları betimlemek olduğunu varsayarak doğru olabiliyorsa doğru, olamıyorsa yanlış der. Ama yine de anlamlı olarak betimlemek; dil temelde budur.

Biyografi
26 Nisan 1889'da doğdu
1911' Frege'nin tavsiyesiyle Russel'ın yanına gider.
1918' 27 Ekim'de kardeşi Kurt intihar eder, Mayıs ayında da dostu Pinset'in uçağı yere çakılmıştı
1926' 3 Haziran'da annesi öldü
1951' 8 Şubat'tan itibaren Cambridge'de kesinlik üzerine çalışmalar yaptı.
29 Nisan'da Cambridge'de öldü.

Hans Sluga - Ludwig Wittgenstein, Yaşamı ve Yapıtları

"Düşüncelerim yüzdeyüz ibrani düşünceler."

1929'dan sonra TLP'deki bazı önermeleri yeniden ele aldı.

Kuşkuculuğa karşı kesin bir bilginin olabileceğini savunur.

Geleneksel felsefeye karşı tavrı ise geleneksel felsefenin kavramsal/kavramsallaştırma dürtüsüdür.

Bilimsel olandan değil ahlak ve din alanına ait olandan etkileniyordu.
Bu bakımdan Nietzsche ile yakın tutulmuştur.

Soruları üzerine kararlı adımlarla ve sabırla ilerlemesi, Sokrates'in cevaba doğru olan uzun ve "sabırlı" adımlarıyla benzer addedilir.

Çeviren: Sevinç Altınçekiç
Cogito, Sayı: 33 (Wittgenstein: Sessizliğin Grameri), 2002

Justus Noll - Ludwig Wittgenstein & David Pinsent

4 yaşına dek konuşamayan Wittgenstein, 20 yaşına dek kekeme olarak yaşamıştır.

"Ölümden korkmuyorum, sadece hayatımın bana kalan bu kısa anlarını boşa geçirmekten korkunç şekilde endişe ediyorum."

"Dünyanın nasıl olduğu, yüksek olan hiç fark etmez, Tanrı kendisini dünyanın içinde açığa vurmaz."

"Siyah da bir cins beyazdır."

Çeviren: Atilla Dirim
İletişim, 02

Wittgenstein - Defterler

"Tanrı bir başkasıyla konuşurken O'nu işitemezsin, ancak sana seslenirse işitebilirsin"
(Zettel, 717)

"Kendini sorulara boğma."

"İsim, sismlendirilen şeyin bir resmi değildir."

"Tasarlanamayan, söylenemez de."

"Mantık, kendi başının çaresine bakar; tüm yapmamaız gereken onun bunu nasıl yaptığına bakmak ve görmektir."

"Gerçek'ten karkulduğunda, gerçek asla seçilemez/sezilemez."

"Önermenin manası, yansıttığı şeydir."

"Önerme tasarladığımız şekliyle gerçekliğin bir modelidir."

"Önermede isim nesnenin yerine geçer."

Melodi, bir tür totolojidir, o kendisini kendine tamamlar, kendi kendisine yeter."

"Benzer şey, karşıtını tutar."

"Yaşamın anlamı, yani dünyanın anlamını tanrı diye adlandırabiliriz."

"Dua etmek, yaşamın anlamı hakkında düşünmektir.
Ve bu anlamda Dostoyevski, mutlu olan insan varoluş amacını yerine getiriyor derken haklıdır.
Ya da artık yaşamaktan başka herhangi bir amaca sahip olmaya gerek duymayan insanın varoluş amacını yerine getirdiğini de söyleyebiliriz. Bu onun tatmin bulduğu anlamına gelir."

"Sonsuzlukta yaşamak, zamanda değil."

"Bir tanrıya inanmak, dünyanın olgularının meselenin sonu olmadığını görmek demektir."

"Tanrı'ya inanmak yaşamın bir anlama sahip olduğunu görmek demektir."

"Tanrı, basitçe yazgı demektir."

"Dünya, ki o istencimizden bağımsızdır."

"Yalnızca zamanda değil, şimdiyle yaşayan bir insan mutludur. Şimdi'de yaşam için ölüm yoktur."

"Güzel, mutlu kılan şeydir."

Çeviren: Ali Utku, Birey, Mayıs 04, İstanbul

Modern Felsefe: Dil (şema)

Dil
1 - Frege
1.1 - Viyana Çevresi
1.2 - Wittgenstein
1.2.1 - Carnap, Schlick, Weisman, Kaufmann
1.2.2 - Russel, Whitehead
1.2.2.1 - Godel
1.2.3 - Gündelik Dil Felsefesi

2 - Saussure
2.1 - Dilbilim
2.1.1 - Yapısalcılık
2.1.1.1 - Levi Strauss
2.1.1.2 - Lacan
2.1.1.3 - Faucault
2.1.1.4 - Althusser
2.1.1.4.1 - Semiyoloji
2.1.1.4.2 - Barthes
2.1.1.4.2.1 - Yapıçözümü
2.1.1.4.2.2 - Derrida

3 - Brentano
3.1 - Husserl
3.2 - Fenomenoloji
3.2.1 - Heidegger
3.2.1.1 - Varoluşçuluk
3.2.1.1.1 - Sartre
3.2.1.1.2 - Camus

Wittgenstein - Yan Değiniler

3) Bir şey, iyi ise kutsaldır da. Bu garip bir biçimde, benim etik görüşlerimi özetliyor.

Doğaüstünü ancak doğaüstü olan dile getirebilir.

4) İnsanlar iyiye doğru götürülemezler

"Vicdan tanrının sesidir."

Mutlu yaşamak için dünya ile uzlaşım içinde olmalıyım
Ölüm korkusu, yanlış yani kötü bir yaşamın en iyi işaretidir.

Dua yaşamın anlamına yönelik düşüncedir.

6) Kendi zamanından önce olmakla yetineni gün gelir yakalar zamanı

Filozof mistik olmak zorundadır.
Mistik, bazı şeyleri dile getiremeyeceği zaman susan kişidir.
Metafizik tümceler, mantıkça saçmadır. Ama bu onları yadsımamız anlamında algılanmamalıdır. Zira metafizik yaşamımız bakımından önemlidir.

Bütün çabası - inanç ile yaşam arasındaki sıkı ilişkiyi açığa çıkartmak

"Sokratik diyalokları okuduğunda insan şu hisse kapılıyor: Ne büyük bir zaman kaybı..."

Wittgenstein pratik meseleleri analiz etmek için enerji harcamazdı, O'nun için ahlak, insanların hayatlarını sürdürme tarzlarında açığa çıkıyordu.

Türkçeleştiren: Oruç Aruoba
Altıkırkbeş Yayınları
1999

Felsefe ve Dil, Ludwig Wittgenstein Üzerine Bir Araştırma

Ömer Naci Soykan - Felsefe ve Dil - Wittgenstein Üzerine Bir Araştırma

"Söyleyin onlara, şahane bir hayatım oldu"

Felsefesi - 1. Dönem: Tractatus
2. Dönem: Felsefi Soruştumalar

1. Dönem
Ağırlıklı olarak; Mantık
Araştırma konusu; Dünya

2. Dönem
Ağırlıklı olarak; Dilbilgisi
Araştırma konusu; Dünya

Her iki dönemdeki "çaba" da başarısızlıkla sonuşlanmıştır.

Metafizik atomculuk -> Nesne, dünyanın yapı taşı, özüdür.
Bunun dildeki karşılığı addır.

"Dile getirilemeyen vardır yine de bu kendisini gösterir. Gizemli olandır o"

İdeal Dil - ?
Günlük dil - Temelde olandır, bu nedenle temellenemez. Gündelik dilde dil oyunu ve dilbilgisi kavramları öne çıkar.
Gündelik dilin kendiliğinden temellenmiş olması ona yönelik idealleştirme çabalarını yersiz addeder. Ancak gündelik dilin dilbilgisini öğrenmek dilin kullanımını aydınlatmak için kaçınılmaz.

Dünyayı anlamak/betimlemek için özel bir dile ihtiyaç yok (öyleyse niçin anlaşılamıyor/anlamak üzere işlenen veriler neden yeterli olmuyor), sembolik bir dile gerek yok. Dil gerçeklik karşısında, bu durumda tam bir özerkliğe sahiptir. Bu durumda TLP metafizikten başka bir şey değildir.

Dilbilgisi - Dilin özgürlüğüdür.

İdeal dil problemi
Dil - Dünya uygunsuzluğu - Bu durum metafizik olarak nitelenir.

"Yaşam sorununun çözümü bu sorunun yok olmasında görülür"

Bir ahlak biliminin olamayacağında ısrar ediyor.

Metafizik - konuşulamayan dilin sınırları

"insan hangi noktaya erişmişse, ancak o düzeyde yazabilir"

Dünya, olguların bütünüdür.

Dünyanın anlamı, dünyanın dışında olmalıdır.

Ahlak, dile gelemez, aşkındır.
Ahlak ile estetik bir ve aynıdır.

Ahlak doğrudan doğruya istemeyle ilgilidir.
İsteme olmasaydı, "ben" diye adlandırdığımız ve ahlakın taşıyıcısı olan dünyanın merkezi olan şeyde var olamazdı.

Yaşamın sorunsal olması, yaşamının biçimine uymaması demektir.

İstemenin olduğu yerde ahlak var.
Ahlak olmaksızın bu anlamda dünya da olamaz.

İsteme öznenin dünyaya bir tavır alışıdır.
Özne, isteyendir. İsteme edimi eylemin nedeni değil aksine eylemin kendisidir.

"Düşünür, bütün ayrıntıları çizmeye çalışan ressama çok benzer"

İyi ve kötü esasında yalnızca "ben"dir, dünya değil.

Matematik; her yerde aynı olandır; aritmetik, sayıların dilbilgisidir.

Güçlük; temelsiz olanı kavramaktır(temelsiz olanın kavramaya çalışması/koyunların çobanı anlamay çalışmasıda böyle olmalı)

"Aslında kalemimle düşünüyorum ben, çünkü kafam, elimin ne yazacağını çoüunlukla hiç bilmiyor."

Bildiğim, inandığım şeydir
inandığım bildiğimdir (ya aldatmak/aldatılmak)

"sözcüklerin tamamıyla ancak yaşam ırmağında anlamı vardır"

"Kim düş görürken "düş görüyorum" derse, meğer ki o bu sırada işitilebilir bir biçimde konuştuysa da, gerçekten yağmur yağdığı sırada düşünde yağmur yağıyor dediğindeki kadar az haklıdır. Meğer ki onun düşü yağmurun sesiyle bağlantılı olsa da"
27.04.1951 (son satırları)


29 Nisan 1951'de öldü


"üzerinde konuşulamayan karşısında susmak gerekir" ya da "Nereden söz edilemiyorsa o konuda susmalı"

Kabalcı Yayınları
1995

Wittgenstein - Felsefi Soruşturmalar

1) Bu dil rersminde şu düşüncenin köklerini buluruz, her sözcüğün bir anlamı vardır. Bu anlam sözcükle karşılıklı ilişkidir. Anlam, sözcüğün temsil ettiği (yerine geçtiği) nesnedir.
Dil ile dilin örüldüğü eylemlerden oluşan bütüne de dül oyunu diyeceğim.

27) Biz şeyleri adlandırır sonra da onlar hakkında konuşuruz, konuşmada onlara baş vururuz.

43) Bir sözcüğün anlamı onun dildeki kullanımıdır, ve bir adın anlamı, kimi zaman onu taşıyanın işaret edilmesi yoluyla açıklanır.

44)...çünkü konuşmanın özü, adların bileşimidir.

91) Biz yanlış anlamaları, ifadelerimizi daha kesin yapmak suretiyle bertaraf ederiz.

96) Düşünce, dil, artık bize dünyanın biricik bağlılaştığı, resmi olarak görünür.

97) Düşünce bir hale ile çevrilidir. Onun özü, mantıklı bir düzen, gerçekten de dünyanın a priori düzenini; yani hem dünyaya hem de düşünceye ortak olması gereken olanaklar düzeni(ni) sunar.

116) Bizim yaptığımız, sözcükleri metafizik kullanımlarından günlük kullanımlarına geri getirilmektir.

122) anlamada başarısız oluşumuzun bir ana kaynağı, sözcüklerimizin kullanımının net bir görünüşüne hakim olma(ma)mızdır.

126) ...saklı olan, bizi ilgilendirmez.

198) Her yorum; yorumladığı şeyle beraber hala havada asılı kalır ve ona herhangi bir destek veremez, yorumlar, kendi kendilerine anlamı belirlemezler.

...fakat gerçekten kurtarılmak zorundaysam o zaman bana gerekli olan şey kesinliktir ve bu kesinlik imandır.
...çünkü soyut aklım değil, ruhum kurtarılmak zorundadır. Şüpheyle mücadele eden şey adeta kurtulmaktır.
...kendine güvenecek yerde tanrıya bağlanırsan gerçekleşir.

219) Bir kurala uyduğum zaman seçim yapmam, kurala körü körüne uyarım.

309) Felsefedeki ereğiniz nedir? Sineğe, içinde olduğu şişeden çıkış yolunu göstermek.

329) ...düşüncenin aracı dilin kendisidir.

383) Sözcüğün kullanımını çözümlüyoruz bir fenomeni değil.

501) Dilin amacı, düşünceleri ifade etmektir.

581) Bir beklenti, kendisinden doğduğu bir durum içine gömülmüştür.

II. Kısım

"İnsan bedeni, insan ruhunun en iyi resmidir."

Şüphe etmenin bir sonu vardır.

Yorumlamak; düşünmek, bir şey yapmaktır; görmek bir durumdur.

Çeviren: Deniz Kanıt, Küyerel, İstanbul, 98



Ludwig Wittgenstein – Felsefi Soruşturmalar


Bir dili tasavvur etmek, bir hayat biçimi tasavvur etmek demektir.

Felsefi sorunlar dil tatile çıktığında boy gösterir.

Bir sözcüğün karşılığı dildeki kullanımıdır.

Düşünme bir hâle ile çevrilidir.

Anlamın olduğu yerde, mükemmel bir düzenin olması gerektiği açık gibidir. Demek ki en muğlak tümce bile içinde mükemmel düzeni barındırıyor olmalıdır.

Bir felsefe sorununun şekli şudur; ‘yolu bilmiyorum’.

Felsefe her şeyi yalnızca ortaya koyar; hiçbir şeyi açıklamaz, hiçbir sonuç çıkarmaz. Her şey açık olarak ortada olduğuna göre açıklanacak bir şey de yoktur. Çünkü, diyelim ki gizli olan bir şey, bizi ilgilendirmez.

Anlama ruhsal bir süreç değildir.

Bir tümceyi anlamak, bir dili anlamak demektir.

Dil, yollardan oluşan bir labirenttir. Bir yönden geldiğinde yolunu bilmektesindir; aynı yere başka bir yönden geldiğindeyse yolunu kaybetmişsindir.

İnsanlar birbirleriyle dilde uyuşurlar. Bu, fikirlerin değil, hayat biçiminin uyuşmasıdır.

Yalan söylemek, öğrenilmesi gereken bir dil oyunudur, diğerlerinin hepsi gibi.

Felsefedeki hedefin ne? Sineğe sinek hokkasından çıkış yolunu göstermek.

Dilin kendisi düşünmenin taşıtıdır.

Soruşturmalarımızda bizi bir cevaba yönelten olguların farkına, ancak ‘niçin’ sorusunu bastırdıktan sonra varırız sıklıkla.

İnsan bedeni, insan ruhunun en iyi resmidir.

Öz, gramerde dile getirilmiştir.

Türkçeleştiren: Haluk Barışcan
Metis
Nisan 2007

Wittgenstein - Estetik, Ruhbilim ve Dinsel İnanç Üzerine Dersler ve Söyleşiler

"İnsanların kendilerini haklı göstermek için göz yumdukları şeyler nasıl düşündüklerinin ve yaşadıklarının kanıtıdır."

"Acaba yaptıklarımın ne kadarı insanların düşünme biçimini/biçimlerini değiştirmeye ikna ediyor"

"Düş (görme) herhangi bir şeyin sanrı yoluyla doyurulması değildir.
Dolayısıyla düş görmenin bir şeyi düşünmenin bir yolu olup olmadığını, düşün başlı başına bir dil olup olmadığını sorabiliriz."

"Acaba... insanı çıldırtan, yerine gelmeyen bir özlem mi? (Schuman'ı düşündüm, ama kendimi de)"

"Kişi yalan söylemiyorsa, yeterince özgürdür."

"Sözcüklerin anlamını hiçbir şey resimden daha iyi açıklamaz."

Derleyen: Cyril Barret
Çeviren: A. Baki Güçlü

Wittgenstein

Kasım 2004,

Wittgenstein, İlk dönem: Doğa bilimleri alanı ile sınırlı olan anlamlı dil kullanımlarının sınırlarının belirlenmesi (mantık/matematik araştırmaları)
"Dilin anlamlı kullanımının sınırları olgular bütünü olarak görülen dünyadır"

Olgular bütünü olarak dünya, dilin anlamlılığının zeminidir (!)

"Sınır" düşüncesi, temel amaç bu

Dilin yasal kullanımı(okuyucuyu sınırlıyor)

"Düşünce, insanın kendine olduğu ölçüde başkalarına da haz ve yarar sağlayabilecek çeşitliliği olmasına karşılık, kendi kendini açığa vuramaz" Locke

Ben söylerim, o dinler, bir şey söylemese de sözlerim o dinler, duyduğu nedir bilmem, ama bir yargı mutlaka oluşur (bir şey söyleyemesem de bir yargı mutlaka oluşur!!!)

Olgusal dil(bir de gündelik dil var)'in iki özelliği var; söylemek ve göstermek (!)

Dil, önermelerden oluşur,
Önermeler cümlelerden meydana gelir.
- bildirme
- belirtme
- yaptırma
- törensel
- eylemsel

Bütün cümleler değil, sadece doğru veya yanlış olan/olabilen, yargı içeren cümleler önermedir.

Wittgenstein'ın resimlemenin biçimi dediği şey, bir resmin mümkün bir resim olabilmek için resimlediği şey ile ortak olarak paylaşması gereken biçimdir.

Yalın önermeler:
Dilin üzerinde durduğu zemini oluşturur. Birbirlerinden bağımsızdır.

Adlar:
Önerme; adlardan/sözcüklerden ve bunların birbirleriyle olan ilişkilerinden oluşur. Bir nesneyi işaret/temsil eden sözcükler (ad)
Her ad bir işaret olduğu gibi her işaret bir ad olamaz.

Nesnelerin mümkün düzenlenmelerinden meydana gelen mümkün gerçeklik olarak dünya,

Dünyada yalnızca olgular vardır, değerler yoktur.

Olgular dünyasının belirginleştirilebilmesi için ilkin değerlerin -değerlerin oluşturduğu dünyanın- olgular dünyasının dışına çıkarılması gerekir.

Nesneler değişmeden kalırlar; değişen, nesnelerin düzenlenişleridir.

Nesneler
Bir nesnenin bilinmesi, onun diğer nesnelerle olan bağlantılarının, olanağının da bilinmesi demektir.

Bir önerme ancak bir şeyin nasıl olduğunu söyleyebilir, ne olduğunu değil.

Nesne durumların yapısını belirleyen nesneler aynı zamanda olguların da yapısını ve biçimini belirlemektedirler.

Mantıksal uzay içindeki bir yalın durumun varlığı, başka bir yalın durumun varlığına bağlı değildir. (burada sıkıntı başlıyor)

Yalın durumlar, kendi başına bağımsız birer nokta gibidirler ve gerçeklikte bu noktalardan oluşan bir mümkün durumlardan örülü koordinat sistemi -ağı- gibidir.

Olgu
Yalın durumlardan meydana gelen bir yapıdadır.

Önermeyi oluşturan adların nesne durumunu oluşturan ögeleri birebir temsil etmesi ve önermeyi oluşturan adların düzenlenme biçiminin yalın durumu oluşturan nesnelerin düzenlenme biçimi ile aynen yansıtmasıdır. Bunu gerçekleştiren öenrmeler doğru önermelerdir.

Yaşam sorununun çözümü, bu soruların kayboluşundadır.(görmezden gelmek :))

Tim Parks - Kader

Oğlunun ölüm haberini alır. Bu eşiyle artık bir arada kalmasını gerektiren nedenlerin de sonu olur.


Aldığımız bildirimler bizi ileriye taşımakta
Bir durum bildirildiğinde bunun ne anlama geldiği sorusu, ne şekilde adım atılacağının cevabında çözülür.

Durum: bu - şu demektir gibi

Bildirim - Geriye doğruysa, onu kavrayamayabiliriz.

İtalya'dan İngiltere'ye dönüş


Ulusal kimlik (acaba)Gerçekten vardır.

Genç bir insan öldüğünde mutlaka yargılanması gereken bir suçlu vardır ortada.

Şaşmaz öngörülemezlik / Öngörülebilir şaşkınlık

Yalnız hissedebilmek için birlikte yaşamak

Karısıyla birlikte olabilmek için hiçbir nedeni kalmadıktan sonra karısıyla arasındaki ilişkinin mükemmelliğinden dem vuruyor. (s.100/110)

Mahremiyetten yoksun bir hayat (belki) evlilik için
İnsanları etkileyebilmek için, ölümden söz etmek,
Ölümün yakınlığının heyecanı,
Evlilik - Mahremiyetin yitirilişi

Hayalkırıklığı ve Leopardi

Acı dışında her şey bir muammadır

"Siz neyseniz biz oyduk,
biz neysek siz o olacaksınız"
Şizofreninin geri dönüşünü engelleyen harcanan yılları düşünmektir.

Bilgisayarlarla meşgul olamayacak kadar yüce insanlar

Gazetecilik cehennemin ebedi tarifidir. (eski bir gazeteci)

Dante için: Aşk insanı soylulaştırır.

"Hiç söylenmemiş şeyleri söylemem lazım" (s. 110)

Sessizlik gevezelikle doldurulur, gazetelerin de yaptığı bu

Dil, ulusal kaderin ta kendisidir

Karısı insanın kaderidir.

Türkçeleştiren: Roza Hakmen
Kanat Yayınları
2004

Kafka - Sevgili Felice'ye Mektuplar

"Mutluluğa ilişkin tasarımı, bir yaşam boyu sakince okumak ve yazmak, kimseye tek kelime söylemeksizin, hiç bir zaman tek kelimesini bile yayınlamaksızın..."
Canetti

Felice'yi 13 Ağustos 1912 tarihinde Brod'ları ziyaretinde tanıdı.

"Bir ara yazıp çizmelerle ve bununla ilgili diğer etkinliklere başvurmaksızın mutlu olabildimse (pek bilmiyorum oldum mu) hiç bir şey yazıp çizecek gücü bulamamışımdır o zaman."
K.

Felice'ye ilk mektup 20.09.1912 tarihlidir.

Kendisini hatırlamama oalsılığına karşı endişeli olan K. O'nu kendisi üzerinde ilk çarpıcı etkilere neden olan anları hatırlatarak kendini tanıtır: "Selamlayan... fotoğrafları uzatan... ellerinizi tutan... beraberce Filistin'e gitmeye söz verdiğiniz kişi..."

E. Canetti'ye göre Felice'nin Filistin için kararlı biçimde söz vermiş olması söz konusu olananın Filistin" olmasından dolayı Kafka üzerinde son derece sarsıcı bir etkiye neden olmuştur. (s. 8)

13.08.1912 tarihli karşılaşma Kafka için "yüreklenme" mazareti olmuştur.

Felice bir siyonisttir (Canetti) (s. 11)

"Yaşam tarzım yalnızca yazmaya göre ayarlanmış" K.

Felice Kafka'nın edebi çalışmalarına hizmet eder (Canetti) (s. 18)

"Kendisine neyin gerektiğini sezmiştir Kafka; uzakta bir güvenlik, duyarlılığını fazla yakınlığıyla bozguna uğratmayan bir güç kaynağı, kendi için var olan, ama kendisinden sözcüklerin ötesinde bir şey beklemeyen bir kadın, teknik arızalarını anında mektupla giderebileceği kadar iyi bilip kullanabildiği bir transformatör" Canetti (s. 19)

"...yazım değersiz olabilir ve bu durumda kesinlikle ve şüphesiz biçimde bende değersiz olurum, eğer kendimi bundan kurtarabilirsem, gerçekten de kendimi kurtarmış olur muyum? İntihar etmiş olurum." (s. 39)

"Benim dayanamayacağım şeylere dayanabilecek kadar güçlü olduğunu aklından çıkarma..."


"Yalnız başına acı çekmek çok zor"

"İyi yazıların kefareti kötü yazılardır"

"...seni adınla çağırdım ama, dönmeni beklememe rağmen bana doğru dönmedin" (23.12.12)

"Sevgili, eğer kollarımızı kullanamıyorsak, birbirimize şikayetlerimizle sarılalım"

"Benim kitabımdan hoşlanmayabilirsin ama onu yazan ben olduğuma göre onu kesinlikle beğenmelisin"

"Baba olma riskini almaya cesaret edemiyorum"

"Yazmak, kendi aşırılığını ifade etmektir. İnsan yazarken yeterince yalnız değildir, etrafında yeterince sessizlik yoktur." (17/18.01.13)

"Bugün hiçbir şey yazmadım ve kitabı bıraktığım anda, yazmamamın hemen arkasından gelen bir güvensizlik beni kötü bir ruh hali gibi sarıyor"

"Yalnızca iyi bir ruh beni bundan kurtarabilir"

"Sevgili, beni sana götür, beni tut, inancını kaybetme, benden saf bir mutluluk elde edemeyeceğinin farkına varmış olmalısın. Yine de beni uzaklaştırma."

"Öyle zamanlar oldu ki... insanlarla ilişki kurmaya ikna oluyorum" 7/8.02.13)

"Bedenimi yalnızca bir gölge gibi sürükleyeceğimi bilmeme rağmen, neden bu yürüyüşe çıkmak için kendimi kandırdım" (9.02.13)

"Ama sana yazmak ve yaşamak, birbirlerine çok yakınlar ve kendimi yaşamaya zorluyorum" (17/18.03.13)

"En iyisi düşüncesiz sadık bir köpek gibi uzatılmış elini öpmeye mahkum edilmem. Bu bir aşk işareti değil, ama sessizliğe ve sonzuz ayrıcalığa mahkum edilmiş bir hayvanın ümitsizliği" (1.04.13)

"Kimse beni özlemiyor, kimse varlığımdan rahatsız olmuyor"

"Üzerinde düşünülmeden gösterilen cesaret, özveridir"

"Evlilik yoluyla, birleşme yoluyla, bulunduğum hiçlikten çözülürsem, yok olacağıma dair kesin bir düşüncem var" (14.07.13)

"Benim edebiyata karşı ilgim yok, ben edebiyatım, başka bir şey değilim ve olamam"

"İnsanları neden değiştirmeye çalışıyorsun Felice? Bu doğru değil, insanlar ya oldukları gibi kabul edilmeliler ya da oldukları gibi bırakılmalılar. Onlar değiştirilemezler, yalnızca dengeleri bozulabilir" (2.01.14)

"Aynı anda iki tarafı da yükselen bir teraziye sahip olamazsın" (7.02.14)

Kafka ile Felice 28 Şubat - 1 Mart 1914 tarihleri arasında Berlin'de bir araya geliyorlar ve bu buluşma Felice'nin evlilikleri alyhindeki fikirlerinin aktarımına vesile oluyor.
Kafka bu tarihten sonra yeniden evlenmeye yönelik bir çaba içine girer. Bu nokta çok ilginç; evlilik fikrinden Felice'yi uzaklaştıran Kafka'dır. Kafka Felice'yi evlenemeyeceklerine ikna etmişken bununla yüzleştiği anda yeniden evlilik arzusuyla dolup taşar.

Grete Bloch'a 20/21.03.14
"Belki de beni O'na bağlayan ve benden uzak tutan bağlar aynı. Yapılabilecek bir şey yok"

"Ben kesinlikle ölü noktaya varırım. Bunu bana yaşatanın sen olduğunu unutamam" (25.03.14)

"Bana ne kadar acı çektirdiğini bilmene rağmen, bu sessizliği tek bir kelimeyle bile açıklamıyorsun" (5.04.14)

"Mantığın derinliklerinde acının kaynakları yer alır" (4.04.14)

Grete Bloch'a (6.04.14)
"Huzurlu yazmak yeteneği elde etmek yerine huzuru yazarak elde edebilirim"

Nişanlandığı andan itibaren içine düştüğü evlilik korkusu kendini G. Bloch'a yazdığı mektuplarda gösterir. Kafka için G. Bloch nişanın bozulması yönündeki fikirleri güçlendirebilecek bir nesneydi. G. Bloch'a yaklaştı ve 12 Temmuz 1914'de Berlin'deki Askanischer Hof otelinde yaşanan bir tartışmayla nişan bozulur.
Ağustos 1914'de DAVA'yı yazmaya başlar. (31. yaşgününün arefesindeki J.K. katledilir)

Nişan bozulduktan sonra 23/24 Ocak 1915'de Felice ile buluşur.

"Kişi yakınlaşamayınca uzaklaşıyor" 25.01.15)

Ben'im,
Sahip olduğum tek şey bu
ve bunun üzerinde bir toza bile tahammülüm yok

"Farklı algılar aynı nesneyi farklı biçimlerde ele alırlar, aynı insandaki farklı özneler nedeniyledir bu" F. Brentano

"Sessizlik, yalnızca mutsuzluğun birikimidir." Kafka

"Burada sessizce kalacağım, ve geçmişte olduğu gibi ve gelecekte olacağı gibi" Kafka

Yazmak ve sonra yine yazmak... yaşayabilmek için...

Kafka, hayata tutnabilmenin tek yolunun yazmak olduğunu Felice'ye yazıyor ama yazmak için içe çekilişi bir türlü sağlayamıyor.

"...seni sonsuza dek temsil ettiğim berbat yıpranmışlığıma çekmek isterdim"

Kafka'nın kendine ve kendi iç dünyasına karşı bu nefreti, kini ve tiksintisi dışarıya adım atmasında onu engellemektedir. İnsanların onda görecekleri dehşetin açığa çıkmaması, insanların ondan korku duymaması için kendini açmaya yanaşmıyor.

Acıyı çeken de çektiren de seven insandır. Bu acıyı hissettiği an (daha ziyade ötekinde) sevdiği insandan (ya da tüm insanlardan) uzak durmaya çalışır.

Öylesine güçlü ve kesin bir yalnızlık ki; Kafka sanki bu yalnızlık için(de) doğduğunu düşünüyor. Elbette Kafka evlendiğinde bu yalnızlığını (büyük bir kısmı dese de) kaybedecektir.
Berbat bir yalnızlık değildir bu, yalnızlık, muhteşem ve kusursuzdur. Yalnızlık için(de) doğan bir insan, yalnızlığını yitirdiğinde yitirilen yalnızca yalnızlık değil, kendisi ve kendi varoluşudur aynı zamanda.

"Üç kadından her birine karşı kalbinde uyanan sevgiyi mektuplarına borçludur." Canetti (s. 72)

Uzakta olanın yakınlığı, yakında olanın uzaklığına (endişe) tercih edilir. Çünkü her yakınlaşma zamanla uzaklaşmaya dönüşür.

Sıska, Zayıf => Güçsüz

Tehlikede

Sığınılacak yer - oda, yazı, bir siper olarak pencerenin gerisi

"Dava" => Aşağılanma
"Değişim" => Bedensel aşağılanma


Yalnızlık oluşturulmuyor; o, kişiyi oluşturuyor. Onların besini yine yalnızlıktır. Yalnızın yasası onu yaşamak / yazmaktır.

Yalnızın savaşı kendisine yaklaşan! Herşeye ve herkese karşıdır.

Hissizlik - Ancak sözcüklerde okunan duygular
Gayrı samimi bu halin izahı - Yalan! Oyun

Yalnızın yalnızlığıyla akdi - Oyun / oyuncak => Öteki

Süreç -> Sonsuz,
Sonuç -> Asla yok

"Kaygı; karmaşık bir özgürlüktür" Kierkegaard

Acı
taşınamayacak bir yüktür
Mutlaka aktarılmalıdır.
Kafka'da yazarak,
Kierkegaard'da inanarak,
Nietzsche'de delirerek,
Wittgenstein'da insan zihninin en uç en yüksek noktalarında gösterir bu aktarım kendini.

Kimse beni anlamayacak, madem öyle; günlerce konuşsam bile bir şey söylemiş olacak mıyım?

3 Temmuz 1883'de Prag'da doğdu.
3 Haziran 1923'de Prag'da öldü.

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Erich Fromm - Çağdaş Toplumların Geleceği

Modern endüstri toplumunda insanın, yani kendine ve çevresine yabancılaşan, robot haline gelen
insanın; artık kendi davranışları hatta kendi güçleri ona yabancı olmuştur. Çağdaş insan enerjisini nesnelere ve toplumsal kurumlara vermektedir. Bunlar birey için güç sembolüdür.
Yabancılaşan insan kendi elleriyle yarattığı nesnenin önünde diz çökmektedir(ilkel toplumlarda olduğu gibi).
Tüketim algısı; reklam sloganlarının etkisiyle, kendisi için ihtiyaç üretilen birey, bu doğrultuda tüketime odaklanmaktadır.
Tüketim hali, çağdaş toplumun bireylerinin tek avuntusudur.

Türkçeleştiren: Gülnur Kaya & Kaan H. Ökten
Arıtan, 1996

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Nijinsky'nin Günlüğü

(...) Artık gevşeyebilmek isterdim ama Tanrı tembellik yapmama kızar. Durmaya hakkım yok. Karım, tıpkı benim gibi, sürekli ağlıyor. Kuşkusuz, o ağlarken yazıyorum diye doktor bana kızacak. Ama ilk adımı ben atmayacağım, çünkü bana kızılmasını hak etmedim. Her şeyi görüp duyan küçük kızımın beni anlayacağını umuyorum. Kyra'yı, küçük Kyra'mı seviyorum, kendisine duyduğum sevgiyi hissediyor o ne var ki, öyle söylendiği için, benim hasta olduğumu sanıyor. İyi uyuyup uyumadığımı sordu bana ve ben de her zaman iyi uyuduğumu söyledim. Daha ne yazmam gerekiyor? Tanrım, asla dinlenemeyecek miyim! Yakında, Paris'e gideceğim, yankıları tüm dünyaya yayılacak büyük bir olay bu. Ne büyük bir yazar, ne büyük bir sanatçı -ne de büyük bir insan- olarak görülmek istiyorum. Ben sadece çok acı çekmiş biriyim hatta sanırım, İsa'dan bile daha çok acı çekmiş biri. Yaşamı seviyorum, bir yandan da yaşamı sürdürmeye çabalıyorum. Ruhumdan taşan acı, gözyaşlarımın dinmesine engel oluyor. Çünkü asıl hasta olan aklım değil, o, yani ruhum doktorlar hiçbir şey anlamadılar. Sağlığımın yerine gelmesi için ne yapılması gerektiğini ve hastalığımın çabuk iyileşemeyeceğini biliyorum. Ben artık iyileşe-mem - ruhu felce uğramış, yoksul, zavallı bir adamım. Bu satırları okuyup da duygulanmayacak, çektiğim acıları hissetmeyecek biri olabilir mi? Neye ihtiyacım olduğunu biliyorum, güçlüyüm, bedenim sağlıklı, yalnızca ruhum hasta. Acı çekiyorum, acı çekiyorum. Anlayacaklar ve bana acıyacaklar. Ben bir hayvan değilim, Tanrı da değilim, sadece bir insanım, birçok hatam var ama sevgim tüm insanlığa yönelik ve Tanrı olmak istediğimden, düzelmek istiyorum. Dans etmek, resim çizmek, piyano çalmak, şiir yazmak ve sevgimi herkese yöneltmek isterim: İşte yaşamımın amacı bu. Ben bir sosyalist değilim ama beni en iyi onların anlayacağını düşünüyorum. Tanrı'nın parçası olduğumdan, benim partim Tanrı'nın partisidir ve yüreğim evrenindir. Ne savaş, ne sınır olsun. Dünya üstündeki her yer benim vatanımdır; ne mal mülk sahibi olmak, ne de zengin olmak derdim, her yerde yaşarım. Kana susamış hayvanların acımasızlığı yok bende, sadece sevilmek istiyorum. Ben insanım, Tanrı benim içimde, ben de O'nun içindeyim; O'na sesleniyor, O'nu arıyorum. Yazılarımı yayımlayın ki herkes okuyabilsin. Düzeleceğim ama nasıl, bunu henüz bilmiyorum. Tanrı'nın kendisini bulmak isteyenlerin karşısına çıktığım biliyorum. Bu yüzden, birbirimizi aradıkça, önünde sonunda karşılaşacağız.

TANRI VE NİJİNSKY
Saint-Moritz-Dorf
Villa Guardamunt
27 Şubat 1919

Peter Kingsley - Batı Hikmetinin Bilinmeyen Tarihi

Bu kitap, unuttuğumuz bir şeyi uykusundan uyandırmayı amaçlamakta.
İnsanların bize unutturduğu bir şeyi uykusundan uyandırmak...

Hastalıklardan şifa bulmak istiyoruz. Oysa ki hastalıkların kendisi bizim kibrimizin şifası değiller midir? Onlar sayesinde olgunlaşırız. Kayıplarımızdan korkuyoruz. Oysa kaybettiklerimiz değil mi, bize kimsenin bizden alamayacağı bulduran? Üzüntü ve bunalımlardan kaçıyoruz. Oysa hakikaten üzüntümüzle yüzleşebilirsek, onun en derin hasretimizin diliyle konuştuğunu fark edeceğiz. Eğer bu yüzleşmeye bir nebze olsun dayanabilsek göreceğiz ki o, bize özlemini çektiğimiz şeye nasıl ulaşacağımızı haber veriyor.

Beş duyudan müteşekkil hayatın bizi tatmin etmesi mümkün değil.

Eğer büyümek, gerçekten adam olmak istiyorsak, ölmeden önce ölümle yüzleşmeliyiz. Sahnenin ardında kayıp yok olan şeyin ne olduğunu keşfetmek zorundayız.
Bu modern zamanlarda dahi, gönülsüzce mistik algı diye tanımlanan şey, hep bir kenara itiliyor. İnkar etmek mümkün olmadığında, ondan uzak duruluyor. Batı medeniyetinin köklerinde manevi geleneğin yattığı bize asla söylenmiyor. İşte gizlenen bu.
Bu gelenekle temasa geçmek için ödenmesi gereken bir de bedel var. Her zaman ödenmesi gereken bir bedel vardır ve zaten bu bedeli ödemeye yanaşmayan insanlar yüzünden bugün bu haldeyiz.

Foçalılar, Tüccar, kaşif ve korsandılar. Diğerlerinin hayal ettiğini onlar gerçekleştirirdi. İlk kez Cebelitarık boğazını geçip, düzenli şekilde Atlantik'e seyahat düzenleyenler onlardı.
Foça, "Fokların şehri" anlamına gelir.
Foça'nın biraz güneyinde, anakaranın hemen açıklarında Sisam (samos) adası vardır. Hem Foçalılar hem de Sisamlılar kurdukları ticaret bağlarıyla nam salmışlardı.
Sisam Pisagor'un memleketiydi. Anlatılanlara göre o, Mısır'a, Endülüs'e, Fenike'ye, Pers'e ve Hindistan'a gitmişti.
Pisagor'un babası mücevher oymacısıydı.
Pisagor da baba mesleğini öğrenecekti. O günlerin doğasına uygun olarak, babasının ticaretini sürdürmek üzere yetiştirildi. Fenike kaynaklı zanaatı öğrenmesi ve doğudan hammadde edinmesi lazımdı.
Çok sağlam kaynaklara dayanan bir söylence. O, pantolon giymekteydi. Bu çok garip bir durum. Yunanlılar pantolon giymezlerdi. Pantolonu sadece Persliler ve İranlılar giyinirlerdi.
İ.Ö. 540 civarında, Foça'da bir şey meydana geldi.
Bazı durumlar vardır, geldiğini görseniz bile, olmasının önüne geçmeniz mümkün olmaz. Buda onlardan biriydi. Bir anda her şey değişmişti. Dini, siyasi ve ekonomik sebeplerden dolayı (ama nihayetinde her şey gelip dine dayanmaktaydı), Persliler, imparatorluklarını dünyanın sonuna dek genişletmek istediler. Persliler hırs kesilmişlerdi. Artık Foça'yla iş yapmak istemiyorlardı; artık Foça'yı istiyorlardı.
Deniz ve sur arasına sıkışmış Foçalılar düşünmek için bir gece süre istediler. Neleri var neleri yoksa toplayıp; hepsini gemilere yüklediler: Ailelerini ve tüm taşınabilir eşyalarını...
Ağır bronz aletleri, oyma taşları ve resimleri ise arkalarında bıraktılar.
Yaşadıkları dünyayı geride bırakmak üzere denize açıldılar. İlk önce hepsi birden yemin ettiler. Denize bir parça demir attılar ve bu demir su üstünde yüzene dek Foça'ya dönmemeye ant içtiler.
Korsika'ya doğru yol almaktaydılar. Foçalıların yarıya yakını bu yolculuğa çıkamadılar. Evlerine duydukları özlem baskın çıktı. Geriye döndüler ve Perslilere boyun eğdiler. Ettikleri yeminin sızısını ciğerlerinde hissederek yaşadılar.
Geriye kalanlar yola devam ettiler. Korsika'ya vardıklarında orada yaşayan Foçalılar tarafından karşılandılar. Birkaç yıl boyunca hep beraber yaşadılar.
Güzel günler fazla uzun sürmedi. Beslenmesi gereken boğazlar çoğalmış, geçim kapılarının sayısı ise aynı kalmıştı. Sonunda en iyi bildikleri işe geri döndüler: Korsanlık.
Kısa sürede çok sayıda düşman edindiler. Canına tak eden düşmanları Foçalıları ortadan kaldırmak için ittifak edince bir kez daha evsiz kaldılar. Yeniden denize açılıp bu defa İtalya'nın güney ucunda bir kasabaya rast gelip durdular.
Orada herşeyi değiştiren biriyle karşılaştılar. Posidania adlı, İtalya'nın batı kıyılarındaki bir yerden gelmiş bu yabancı onların tüm şüphelerine son verecek olan kişiydi.
"Her şeyi yanlış anlamışsınız" dedi yabancı. "Apollo'nun size Cyrnus'da bir yer inşa etmenizi öğütlediğini zannetmişsiniz. Oysa Onun size uzun yıllar önce söylediği şey, Cyrnus için bir yer inşa etmenizdi."
Yabancının şehri Posidonia'nın yakınlarına kendi şehirlerini inşa ettiler. Yüzlerce yıl boyunca orada yaşadılar. Ve dünyayı değiştirdiler.
Bir kimse sadece doğruyu söylediği hususunda ne kadar ısrarcı olursa, diğerleri onun kendilerini aldattığı hususunda o kadar emin olur.
Eskiden herkes Güneş'in Dünya'nın etrafında döndüğüne inanırdı. Şimdi ise herkes tam aksine inanıyor. Burada mesele şu ki; anlayışımızı geliştiren her büyük adım daima, eskiden sahip olduğumuz bilgiyi yıkıp, ters yüz ediyor. İlerde yaşayacak insanlar da bize, bizim geçmişe baktığımız gibi bakacaklar.
Böylesi davranışların hiç birinin bilgece olmadığı ortada. Yapılması gereken bunların hepsini birden kucaklamak; değişmeyen esasa konsantre olmaktır.
Birisinin, bir bilge adamın, hayatının amacı, bir kahramanın yolunu izlemekti (onun sınavından geçmek, onun çilesini çekmek, onun dönüşümünü yaşamak).
Foçalılar orada yerleşmişlerse bunun sebebi orası ile ilgili kehanetler ve orada yaşamış kahramanlardı Apollo ve Herakles'in oğlu, kahramanlar ve kehanetler... İşte Velia'nın kuruluşunun arkasındaki can alıcı faktörler bunlardı.
Felsefenin en temel anlamı hjikmet aşkıdır. Bu artık insanlara çok az şey ifade etmekte. Dünyamız bilgiyle, veriyle, malumatla, zevkle, eğlenceyle dolu; ama bir şeye hiç yer yok: Hikmet.
Platon ve Aristoteles'in okulları, Batı'nın entelektüel tarihine Atinalıların en dayanıklı katkısını yaptılar: Felsefe, hikmet aşkı yerine, hikmet aşkı üzerine konuşma ve tartışma hevesine dönüştü.
Batı dünyasını kimsenin etkilemediği tarzda etkileyen bir adam yaşadı.
Platon üstündeki etkisi engindir. Tüm Batı felsefesi tarihinin aslında Platon'a düşülmüş bir dizi dipnot olduğuna dair meşhur bir deyiş vardır. Aynı şekilde, Platon'un felsefesinin de, gelişmiş haliyle, bu adamın bir dizi dipnotundan ibaret olduğu söylenebilir.
Onun ismi Parmenides'tir, Velialı Parmenides...
Platon onun hakkında bir diyalog kaleme aldı: Parmenides, Orada onu, beyaz saçlı, Atinalı, çok yaşlı bir adam olarak resmetti.
Platon, Parmenides'in tam olarak kaç yaşında olduğunu bilerek gizlemekteydi.
Ama sorun şu ki; kitabın (Parmenides) tamamı hayal mahsulüdür. Platon'un bize anlattığı şey hiç vuku bulmamıştır.
Platon- Parmenides'in halefi Zenon'u da, küçümsemek ve ayağını kaydırmak için tartışmaya dahil eder.
Platon, Zenon'un ne kadar yakışıklı olduğunu söylemekle, onun Parmenides'in genç sevgilisi olduğu dedikodusuna atıf yapmayı ihmal etmez; ki itibarına iyice gölge düşsün.
En başından en sonuna dek Parmenides, sadece bir amaçla kaleme alınmıştı: Sokrates ve Platon'un (Zenon veya bir başkasının değil, sadece bu ikisinin) Parmenides'in öğretisinin gerçek halefleri olduğunu göstermek.
Bunda şaşıracak bir taraf yok. Platon'un çevresinde bulunanların meşhur bir prensibiydi bu: Geçmişi, senin amaçlarına uygun şekilde yeniden inşa et; kendi fikirlerini geçmişin meşhur simalarının ağzından ver.
Platon, konuşmacılarını özenle seçmiştir. Yapmak istediği şey çok açıktır. Bir kez daha, öğretilerini, Velia'da başlayan felsefi geleneğin doğal mirasçısı olarak sunmak arzusundadır.
Ana konuşmacı şöyle der; "babamız Parmenides'e karşı şiddete başvurmak zorunda kalacağız. Onu öldürmemiz gerekecek."
Söylediği şeyin bir şaka gibi algılanmasına gayret gösterir. Burada anlamamız gereken bir nokta var. Platon için şakalar çok nadiren sadece şakalardır. En ciddi şeyleri oyun gibi sunar ve bir şeyi esprili bir şekilde ele alıyorsa, ortada ciddi bir şeyler dönüyor demektir.
Başka bir şey daha var. Eski dünyada asla babanızı öldürmek hususunda şaka yapamazsınız.
Platon'un öldürdüğü neydi?... Eğer onu öldürmeseydi, Batı, bugün bizim bildiğimiz şekliyle asla varolamayacaktı.
Platon, babasını öldürdü; yani Parmenides'i yolunun üstünden kaldırdı.
Parmenides'in temsil ettiği şeyi yoldan kaldırmak mümkün değildir. O her zaman bir dönüş yolu bulacaktır. Onsuz bir süre idare edebiliriz; ama yalnızca bir süre...
Parmenides bir şiir yazdı...
Şiirini üç bölüm halinde yazdı. İlk bölüm, ismi olmayan bir tanrıçaya doğru çıktığı yolculuk üzerineydi. İkincisi, tanrıçanın ona hakikate dair öğrettikleri hakkındaydı. Üçüncü bölüm ise, tanrıçanın "şimdi seni aldatacağım" sözleriyle başlıyordu. Bundan sonra tanrıça, detaylı bir biçimde, içinde yaşadığımıza inandığımız dünyayı tarif ediyordu.
Parmenides'in şiir boyunca karşılaştığı tüm kişiler ya kız ya da kadındı. Karşılaştığı hayvanlar bile dişiydi; ve ona bir tnrıça ders vermekteydi. Tarif ettiği kainat dişildi.
Bu mitsel bir yolculuktu, ilahi olanın yardımıyla, ilahi olana doğru bir yolculuk.
Eski zamanlarda, kehanet yorumcuları; yorumlamanın en önemli kısmının, hiç duruma müdahil olmadan izlemek, dinlemek ve şeylerin kendi manalarını açmalarına izin vermek olduğunu bilirlerdi.
Parmenides, yolculuğunda kendisine rehberlik edecek kızların kim olduğunu hemen söylemiyor. Sonunda onların kim olduğunu söyleyecekti; ama başında değil.
Kızlar onunla buluşmak için aydınlığa çıkıyorlar; sonra da onu başka bir yere götürüyorlar. Gecenin Konaklarından çıkmaktalar.
Gecenin Konakları, nerede? Tanrıların bile gitmekten korktukları Tartarus'talar.
Böylece Parmenides'in yolculuğunun yeraltına doğru olduğunun anlamış bulunuyoruz. O, normalde kimsenin geri dönmediği bir yere, Hades'in ve Tartarus'un bölgesine sehayat etmekteydi.
Parmenides kendi ölümüne doğru hareket etmekteydi; hem de bilerek ve isteyerek.

Seni bu yoldan, insanların çiğneediği yolların çok uzağından, geçmenin nedeni, ecelinin gelmesi değil.
Sadece Doğruluk ve Adalet.

Bir şeyi köklerinden koparırsanın elbette yaşaması mümkün olmaz.
Bu insanlar için tüm olan biten, ölmeden önce hazırlanmakla; bu dünya ile ötekisi arasında bağlantı kurmakla alakalıydı. Yoksa öldüğünde artık çok geç olmuş olacaktı.

Hikmet için saklanacak ne harika bir yerdir ölüm. Herkes ölümden kaçıyor, öyleyse herkes hikmetten de kaçmakta. Bunun istisnası, bedeli ödemeye razı olup, akıntının tersine yüzebilenlerdir.
Ölmeden önce ölmek; artık zahirde yaşamamak... İşte Parmenides'in bize işaret ettiği nokta bu.
Özlemlerimiz nadiren bir anlam ifade ederler. Bir arzudan diğerine koşmamıza olanak sağlarlar, hepsi bu.
Fakat asla bizi tatmin edemezler. Biz hiçbir zaman tatmin olmayız. Özlemimiz öylesine derin, öylesine büyüktür ki; bu görüntüler dünyasında onun içine sığabileceği hiçbir şey yoktur.
Özlemimizi başımızdan savmaya yarayacak binlerce sebep bulmak üzere yetiştirildik.
Parmenides'e yolculuğunda eşlik eden kızlar, Güneş'in kızlarıydı.
Sanki bir paradoksmuş gibi...
Bize göre güneş, tepemizde ışıklar içindir; onun karanlıkla veya ölümle alakası ne olabilir?
Yeraltı sadece karanlığın ve ölümün olduğu bir yer değildir. Gerçekte orası, tüm zıtların bir araya geldiği bir paradokslar cennetidir.
Hem Batı, hem de Doğu mitolojisinde güneş, yeraltından çıkar ve gece de tekrar yeraltına iner. O, yeraltına aittir. Işığın kaynağının evi karanlıklar içindedir.
O insanlar aşağıya inmeden yukarı çıkılamayacağını biliyorlardı. Cennetin yolu cehennemden geçiyordu.
Aydınlık, zifiri akaranlıkla yüzleşmek anlamına geliyordu.
İlk söylenen şey şuydu: "Hoşgeldin genç adam, ölümsüz araba sürücülerinin kendine eş olduğu"...
Yunanlılar için, şifaya yatmak ile ölüm haline yaklaşmak arasındaki ilişki gayet açıktı. Sanki ölüymüş gibi hareketsiz kalınmasından veya şifaya yatma merkezlerinin yeraltının girişi kabul edilmesinden bunu anlamak mümkün.
Ouliades,
Bu uyanıkken rüya görmek gibi birşeydir.
Onlar için bu deneyim, farklı bir dünyaya, bir gizeme atılan ilk adımdı. İsterseniz biz buna cezbe, kendinden geçme, trans, katalepsi hali veya canlılığın askıya alınması diyelim..
Iatromantis,
işte bu çeşit uyanıklık halinin üstadıdır. Uyanıklık bilinçliliğin bir şeklidir, rüya ise başka bir şekli.
Yunanlılar için bu, "başka bir bilinç" halinin tanrısı Apollo idi....
Yüzyıllar boyunca insanlar, Prmenides'ten endişe duydular, çünkü o bir şiir yazmıştı.
Uzun zaman önce Aristo, işlerin nasıl yürümesi gerektiğini gayet açık izah etmişti: Bir filozofun vazifesi, edebiyat yapmadan mümkün olduğunca açım konuşmaktı. Ona göre felsefe ve şiir birbiriyle karıştırılamazdı. Bir filozofun yazdığı şiir, baştan mahkum edilmeliydi.
Bugün hala, Parmenides'in söylemek istediğini ne kadar kötü dile getirdiğinden yakınan insanlara rastlayabiliriz. Onlara göre Parmenides'in felsefe yapma aracı olarak şiiri seçmesini "bağışlamak son derece güçtür".
Felsefe ve şifa vermek arasındaki bu ilişkinin anlaşılamamasının delil eksikliğiyle alakası yoktur. Deliller ortada duruyor, tek sorun, onların üzerine sessizliğin örtüsünü sermiş olmamız. Tam da bu nedenle ilk filozofları anlamakta ve onların sözlerine mana vermekte bu denli zorlanıyoruz. Oysa ki onlar kaynaklarını, düşünmekten veya akıl yürütmekten almıyorlar...
Onların geldiği yer, bir başka bilinç hali...
Onlara göre beş duyu dünyasının ötesinin ötesinde ne olduğunu keşfetmeden, gerçek manada şifa bulmamıza imkan yoktur.
Parmenides için doğum, yaşlanma ve ölüm sadece bir aldatmacadır; ama bu Parmenides'in onları ciddiye almadığı anlamına gelmez. Çünkü ne zaman ki ilüzyonları ciddiye almamaya başlarız, o zaman onlara gerçeğe dönüşür.

Pisagorcu olmak, bir şeyler öğrenip yoluna devam etmek değildi. Bu süreç, insanoğluyla, sıradan deneyimlerin çok ötesinde temasa geçerdi; bu yüzden de ancak soyut ifadelerle tarif edilebilirdi. Gene de sürecin kendisi hiç de soyut değildi.

Tüm hayatınız, tepetaklak olurdu. Bu süreç boyunca en esaslı şey, hoca ve talebesi arasındaki bağ idi. Bu yüzden bu, baba ile evlat edindiği oğlu arasındaki bir ilişki olarak görülürdü.
Pisagorcu olmak, evlat edinilmek, büyük bir aileye takdim edilmek manasındaydı.
Evlat edinmek, sadece gizemin bir parçası değildir. Onun kendisi de bir gizemdir. Alışageldiğimiz her şeyden daha başka bir seviyede var olan bir aileye üye kabul edilmek anlamındadır.
Zahiren, geçmişle alakalı tüm bağlar hala mevcuttur. Oysa batınen, başka bir yere ait olduğumuzun farkına
varmışsınızdır. Bu aidiyet hissi, buradaki herhangi bir yere karşı duyulması mümkün olandan daha güçlüdür. Ayrıca, orada sizinle, bir insanın sizinle ilgilenebileceğinden çok daha candan ilgilenilmektedir.

Robert Maynard Pirsig - Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı

Robert Maynard Pirsig - Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı  


Burası sanki hiçbir yer değil, ünlü olan hiçbir şeyi yok ve işte bu yüzden güzel (s11)

Böylesi eski yollardayken insanda gerilim diye bir şey kalmıyor. (s12)

On bir yaşındayken, kızıl kanatlı karatavuklardan pek etkilenmez insan. (s12)

…belki daha da öteye gidebiliriz… bir yere varmaktan çok, gezmeyi amaçlıyoruz.(s13)

İyi vakit geçirmek istiyoruz, "iyi", "vakit"e ağır basıyor. Bunun yerini değiştirirseniz tüm yaklaşım değişir. (s13)

Gerçek kapınızı çalıyor ve siz "Git buradan, ben gerçeği arıyorum" diyorsunuz ve o da gidiyor. Gerçekten garip. (s13)

O yollarda gittikçe öğrenecek, öğrenecek şeyler olduğunu bulduk. (s14)

Bir yere varmak stresinin olmayışı çok işe yarar; bu yolla tüm Amerika bizim olur. (s14)

Yeni nedir? İlginç ve sonsuza dek uzanan bir soru, fakat üzerine gidilse ortaya çıkan, boş şeylerin ve modanın sonsuz şaklabanlığı, yarın dibe çökecek bir çamurdur. Bunun yerine "En iyi nedir?" sorusuyla uğraşmayı yeğlerim ki bu soru enine değil de derinlemesine hareket ettirir insanı; ona verilecek yanıtlar, dipteki çamuru söküp akıntıyla götürmeye eğilimlidir. (s18)

Konu böylece havada kaldı, bir sır olarak bırakıldı, çünkü olmayan yanıtı tekrar tekrar aramanın hiçbir anlamı yoktu. (s21)

Bir musluğun damlamasını durdurmaya çalışıp da başaramazsanız artık sizin yazgınız, damlayan bir muslukla yaşamaktı. (s21)

Ve bir gün damlama sesini bastırarak konuşmaya çalışırken çocuklar gelip konuşmasını kesince kontrolünün kaybetti.Görünen o ki, o konuşmaya çalışırken çeşme damlamasaydı çocuklara bu denli kızmayacaktı. Damlama ve çocuk gürültüsü bir araya gelince patladı.(s22)

Damlayan bir çeşmeye duyulan öfke neden bastırılır? Çok merak ediyorum. (s22)

Büyük bir kentin ağır sanayi bölgesine giderseniz o tümüyle oradadır, teknoloji yani. Önünde, dikenli telden yüksek çitler, kilitli kapılar, GİRİLMEZ yazan tabelalar, ve arkada, isli havanın içinde, amacı belirsiz, egemenleri asla görünmeyen, metal ve tuğladan ibaret garip çirkin şekiller görürsünüz… siz oraya ait değilmişsiniz gibi bir soğukluk ve yabancılaşma hissedersiniz… Biçimi, görünüşü ve gizemliliği "defol" der. (s23)

Teknoloji ve sistem karşıtı insanlar için "Beatnik" ya da "Hippy" gibi klişe adlar icat edilmiştir, daha da edilecektir. Fakat kitle terimleri icat ediliyor diye bireyler kitle insanına dönüşmez… Tamda kitle insanı olmamak için ayaklanıyorlar aslında. Ve kendilerini kitle haline getirmeye çalışan güçlerin teknolojiyle epey ilgisi olduğunu seziyor ve bundan hoşlanmıyorlar. (s24)

Fiziksel rahatsızlık ancak ruhsal durum iyi olmadığında önem kazanır. Bu durumda, rahatsızlık yaratan şeye takarsınız, bu da sizi iyice rahatsız eder. Fakat ruhsal durumunuz iyiyse fiziksel rahatsızlık fazla bir anlam taşımaz. (s26)

Aceleye getirmek istemiyorum. Zaten bu acelecilik kahrolası bir 20. yy tavrıdır. Bir konuda acele etmek istiyorsanız ona pek özen göstermiyor, başka bir şeye geçmek istiyorsunuz demektir. (s32)

Yarın tüm teknoloji ortadan kalksa bu insanlar nasıl yaşayacaklarını bilirler. Zor olur belki ama yaşamlarını sürdürürler. Biz bir haftada ölür gideriz… Çıkmaz sokak gene de. Birisi nankörse ve siz ona nankör olduğu söylerseniz, en fazla ona bir ad takmış olursunuz, ama hiçbir şeyi çözmüş olmazsınız. (s47)

Hiçbir şeyin ne anlama geldiğiyle, ne olduğu kadar ilgilenmiyor. Nesnelere bakışındaki bu eksiklik hiç de önemsiz değil. (s52)

Bazı şeylerin farkına varamazsınız, çünkü öyle küçüktürler ki gözünüzden kaçırırsınız. Ama bazı şeyleri de çok büyük olduğu için göremezsiniz. İkimiz de aynı şeye bakıyoruz, aynı şeyi görüyoruz, ama o bambaşka bir boyuttan bakıyor, görüyor ve düşünüyor. (s54)

Buralarda öyle bir şey var ki sanki ruhunuzu hafifletiyor ve her şeyin daha iyi olacağını düşündürüyor. (s65)

Klasik anlayış dünyayı, saklı biçimin kendisi olarak görür. Romantik anlayış ise, o anki görünüşüyle görür.

Romantik tarz öncelikle esinsel, düşsel, yaratıcı, sezgiseldir. Duygular olgulardan önce gelir. "Sanat", "Bilim"le karşılaştırıldığında genellikle romantiktir. Aklı ya da yasaları izlemez. Yalnızca duyguları, sezgileri ve estetik vicdanı izler.

Klasik tarz, tersine, aklı ve yasaları izler ki bunlar da düşünce ve davranışların saklı biçimleridir. (s67)

Sorunun kaynağı budur. İnsanlar ya yalnızca bir tarzda ya da öteki tarz da düşünmeye ve bunu yaparken öteki tarza ait olan şeyi yanlış anlamaya ya da küçümsemeye eğilimlidirler. Fakat hiç kimse kendi gördüğü gerçekten vazgeçmeye niyetli değil ve bildiğim kadarıyla kimse bu iki gerçeği ya da tarzı gerçekten birbiriyle uzlaştırarak yaşamıyor. Gerçeğin bu iki görüntüsünün çakıştığı bir nokta yok. (s68)

Dünyayı parçalara bölüp bu yapıyı kurmak herkesin yaptığı bir şeydir. Çevremizdeki milyonlarca nesnenin hep farkındayızdır. Şu değişen şekiller, şu yanık dağlar, motorun sesi, gaza basma duygusu, her kaya, ot, çit direği ve yol kıyısındaki atık parçalar tüm bunların farkındayızdır, ama alışılmadık bir şey olmadıkça ya da bize, görmeye hazırlandığımız bir şeyi yansıtmadıkça gerçekten bilincine varamayız. Bunların bilincine varamıyorsak ve hepsini anımsamıyorsak bunun nedeni beklide kafamız bir sürü gereksiz ayrıntıyla dolu olduğunda düşünemeyecek hale gelmemizdir. Tüm bu farkına vardıklarımız arasından bazılarını seçmemiz gerekir ve seçip de bilincimizi yönelttiklerimiz farkına vardıklarımızın asla aynısı değildir; çünkü seçme işlemi onları değişikliğe uğratır. Çevremizdeki, farkına vardıklarımızın oluşturduğu uçsuz bucaksız araziden bir avuç kum alır ve bu bir avuç kuma dünya deriz. (s75)

Deli bir insana baktığınızda tüm gördüğünüz, onun deli olduğu hakkındaki kendi bilgimizin bir yansımasıdır, yani bu onu hiç görmemektir. Onu görmek için, onun gördüğü şeyi görmeniz gerekir ve bir delinin gördüğünü görmeye çalışıyorsanız ona varacak tek yol dolaylı yoldur. Yoksa sizin kendi görüşleriniz yolu kapatır. Ona ulaşmak için, geçilebilir gördüğüm tek geçit ve gidecek tek yolumuz var. (s76)

Büyük zekalar, insanlar daha uzun yaşasınlar diye hastalıkları iyileştirme savaşımı verirler ama yalnızca deliler neden diye sorar. Uzun yaşamak için uzun yaşanır. Başka amaç yoktur. (s77)

Bu gözler! İşin korkunç yanı da bu işte. Şu anda baktığım, eldivenlerin içindeki, motosikleti yolda yönlendiren bu eller bir zamanlar onundu.Bunun yarattığı duyguyu anlayabiliyorsanız, gerçek korkuyu, ondan kaçılabilecek hiçbir yer olmadığını bilmekten kaynaklanan korkuyu da anlayabilirsiniz. (s83)

Bize bir yağmur nasılda gerekliydi. (s84)

Sürekli çaba, tasarlanmış bir amaçtan ya da programdan değil, doğrudan yürekten gelir.(s102)

Eğer insan bilgisinin, bilinen her şeyin koskoca bir hiyerarşik yapı olduğuna inanılıyorsa o zaman zihnin yüksek ülkesi en genel, en soyut anlamda, bu yapının en üst erimlerinde bulunur… Oraya çok az insan yolculuk yapar. (s114)

Hakikat nedir ve ona sahip olduğunuzu nasıl bilirsiniz?... Gerçekten biz bir şeyi nasıl biliriz?

Bir şeyin anlamı şudur dendiğinde bununla ne demek istenir? (s114)

Tüm doğu dinlerinde büyük değer verilen ortak şey, Sanskrit Tat tvam asi (Sen busun) doktrinidir; düşündüğün her şeyin sen olduğunu anladığını düşündüğün her şeyin bir bütün olduğunu savunur. Bu bölünmemişliği tümüyle anlamak, aydınlanmak demektir.

Mantık, özne ile nesne arasında bir ayrım olduğunu varsayar; bu nedenle mantık, asıl bilgelik değildir. Özne ile nesne arasında ayrım olduğu yanılsamasını ortadan kaldırmanın en iyi yolu, fiziksel etkinliği ve duygusal etkinliği durdurmaktır. Bunun için pek çok disiplin vardır. Bunların en önemlisi Sanskritçe dhyana, Çince söylenişiyle "Chan" ve Japonca söylenişi ile "Zen"dir.

Akıl hayaleti denen şeyi kovalama işini bıraktı. Bunu anlamak çok önemli. Vazgeçmişti… (s128)

Vazgeçtiği için yaşamı yüzeyde rahatladı. Çok çalıştı, geçinilmesi kolay biri oldu. (s129)

Tümüyle güvendiğiniz bir şeye asla kendinizi adamazsınız. Kimse yarın güneşin doğacağını fanatik bir biçimde haykırmaz. Çünkü güneşin yarın doğacağını herkes bilir. İnsanlar, politik ya da dinsel inançlar ya da başka tür dogmalar ya da amaçlar için kendilerini fanatikçe adıyorsa bunun nedeni daima, bu dogmaların ya da amaçların kuşkulu olmasıdır. (s136)

Yolculuk etmek ulaşmaktan iyidir. (s137)

Nitelik… ne olduğunu biliyorsunuz, ama yine de ne olduğunu bilmiyorsunuz. Ama bunda çelişki var. Ama bazı şeyler ötekilerden daha iyidir; bu onlar daha nitelikli demektir… Neden insanlar bazı şeylere bir servet ödeyip bir diğerini çöpe atarlar? Bazı şeylerin ötekilerden daha iyi olduğu anlaşılıyor… Ama "daha iyi olmak" nedir?(s165)

Deneyimlerine dayanarak, gerçek retorik öğretimine başlayabilmek için, taklit belasını yok etmek gerektiği sonucuna vardı. Taklit, dış etkenlerin zorlamasıyla ortaya çıkıyor gibiydi. Küçük çocuklar bunu bilmezler. Belli ki bu daha sonra, okulun etkisi sonucu ortaya çıkar… Okul size taklit etmeyi öğretir. Öğretmenin istediği şeyi taklit etmezseniz kötü not alırsınız. (s174)

Nitelik, düşüncenin ve anlatımın, düşünce dışı bir süreçle tanınan özelliğidir. Tanımlar katı ve formel düşüncenin ürünleri olduğundan, nitelik tanımlanamaz. (s186)

Sonunda kendini yüceltmeyi amaç edinen her çaba felaketle sonlanmaya yazgılıdır. (s190)

Niteliğin yok olmasından en az etkilenenler saf entelektüel uğraşılardı. Nitelik düştüğünde yalnızca akılcılık değişmeden kalıyordu. (s195)

Geçmiş, yalnızca anılarımızdadır; gelecek yalnızca planlarımızdadır. Şimdi ise bizim tek gerçeğimizdir. (s222)

İnsanların Nitelik hakkındaki farklı düşünceleri Niteliğin farklı olmasından değil, insanların deneyim bakımından farklı olmalarından kaynaklanır. (s225)

Nitelik, çevremizin, içinde yaşadığımız dünyanı yaratmamız için başımıza bela ettiği sürekli bir uyarandır. Tümüyle, her parçasıyla.

"O halde, dünyayı yaratmamıza neden olan şeyi alıp, yarattığımız dünyanın içine sokmak açıkça olanaksızdır. Niteliğin tanımlanamamasının nedeni budur. Eğer onu tanımlarsak Niteliğin kendisinden daha az şeyi tanımlıyoruzdur. (s226)
Niteliği gören ve çalışırken hisseden bir kişi, özen gösteren biridir. Gördüğü ve yaptığı şeye özen gösteren kişi, niteliğin bazı özelliklerini taşıması gereken biridir. (s247)

Tüm çözümler basittir -ama siz onlara vardıktan sonra- Ama onlar ancak, siz onların ne olduğunu bildiğiniz zaman basittirler. (s257)

İçsel kafa huzuru düşüncenin üç basamağında oluşur. Fiziksel dinginlik başarılması en kolay olanıdır, ama yeraltında günlerce gömülü kalarak yaşayabilen Hindu mistiklerinin gösterdikleri gibi, bunun da bir çok düzeyleri vardır. Ruhsal dinginlikte düşünceler arasında gezinilmez; bu aşama daha zordur, ama ulaşılabilir. Ama arzular arasında gezinilmediği ve yaşamın hiçbir arzu olmaksızın sürdürüldüğü değer dinginliği ise en zorudur. (s 264)

Yapmayı gerçekten istediği bir işi yaparken ... yaptığımız işle bütünleşiriz. Bu bütünleşmeye yol açan, bilincin keskinkenarında, özne ve nesne ayrılığı duygusunun olmayışıdır.
Bilimsel konuşma biçiminde bu özne-nesne ikiliğinin yokluğunu gösteren sözcükler seyrektir, çünkü bilimsel kafalar... kendilerini bu tür anlayıştan uzak tutarlar. (s265)

Özen göstermek budur, yaptığı işle özdeşleşme duygusudur. Bu duyguyu duyan kişi özen göstermenin iç yüzünü, yani niteliği de görür.
Bu başarıldı mı kalan herşey doğal olarak bunu izler. Kafa huzuru doğru değerler üretir, doğru değerler doğru düşünceler üretir. Doğru düşünceler doğru eylemler üretir...
Dünyayı düzeltmenin yeri ilk olarak kendi yüreğimiz, kafamız ve ellerimiz ve sonra onlardan çıkan iştir. (s266)

... onaracaksanız en birinci ve en önemli gereç, yeterli girişkenliktir. Eğer bu yoksa, yapacağınız en iyi şey tüm öteki gereçleri toplayıp kaldırmaktır, çünkü size bir yararları dokunmayacaktır.
Girişkenlik... bunu edinmişseniz ve nasıl sürdüreceğinizi biliyorsanız dünyada hiçbir şey... onarımı engelleyemez. (s272)

Nitelik, değer, dünyanın özne ve nesnelerini yaratır. (s278)

Sıkıntı, girişkenlik düzeyinizin düşük olduğu ve başka bir şey yapmayıp bu düzeyi yeniden yükseltmeniz gerektiği anlamına gelir.
Sıkıldığınız zaman bırakın!...eğer bırakmazsanız ilk yapacağınız şey büyük bir hatadır. (s283)

Zen sıkılma konusunda da bir şeyler söyler. Onun başlıca pratiği olan "yalnız oturma" dünyanın en sıkıcı etkinliği olsa gerek. Hiçbir şey yapmazsınız: kımıldamak yok, düşünmek yok, endişelenmek yok. Bundan daha sıkıcı ne olabilir? Yine de tüm bu sıkıcılığın ortasında tam da, Zen budizmin öğretmeye çalıştığı şey vardır. Nedir bu? Sıkıcılığın tam ortasında sizin göremediğiniz nedir? (s284)

Neden karanlıktan çıkamıyorsun? Sahi neye benziyorsun sen? Korktuğun bir şey var değil mi? Nedir o korktuğun şey? (s297)

Umutsuzluk büyüyor şimdi.(s299)

Bir şeyi nitelikli diye gösterirseniz Nitelik gitmeye yüz tutar. (s308)

Logos terimi, "mantık" sözcüğünün kökenini oluşturur ve dünyayı akılcı olarak kavrayışımızın tüm toplamını gösterir. Mitos ise logosun önceli olan, tarihin başlangıcından ve prehistorik çağlardan kalma mitlerin tüm toplamıdır. Mitos yalnızca Grek mitlerini değil Eski Ahit'i Veda İlahilerini ve dünyayı bugünkü kavrayışımıza katkıda bulunan tüm kültürlerin eski söylencelerini kapsar. (s315)

Din insanlar tarafından yaratılmadı. İnsanlar din tarafından yaratıldı. (s317)

Platon'un sofistlerden nefret etme nedeni...
Ustanızın da üyesi olduğu bir ekolü hor göremezsiniz. Bunda Platon'un gerçek amacı neydi? Platon'un retorikçilere duyduğu nefret, çok daha büyük bir savaşımın parçasıydı; Sofistlerin temsil ettiği "iyi" gerçeği ile, diyalektikçilerin temsil ettiği "doğru" gerçeğinin, insanoğlunun gelecekteki düşüncesini belirlemek için giriştiği dev bir savaşımın. Doğru kazandı, İyi kaybetti ve bu nedenle bugün, birine ötekinden daha fazla bağlı olmasak da Doğru gerçeğini kabul etmede bu denli zorlanıyoruz.
Erken dönem Grek felsefesi, insanlık durumları arasında ölümsüz olanı arayan ilk bilinçli düşünceleri simgeler. Ölümsüz olan şeyler o ana dek tanrıların, mitlerin alanındaydı. Ama artık, Greklerin çevrelerindeki dünyaya giderek daha tarafsız bakmalarının sonucu, eski Grek mitosunu vahiy olunmuş gerçekler değil de imgesel sanat yaratıları olarak görmeye olanak sağlayan soyutlama yeteneğinde bir artış olmuştur. (s335)

Ölümsüz ilke ilk olarak Thales tarafından SU diye adlandırıldı. Anaksimenes ona HAVA dedi. Pisagorcular ona SAYI dediler, Herakleitos, Ölümsüz İlke'ATEŞ dedi ve ilkenin bir bölümü olarak değişimi ortaya attı. Dünyanın karşıtların çatışması ve gerilimi olarak varolduğunu söyledi. Bir "tek"in ve bir de "çok"un var olduğunu söyledi. İlk olarak Anaksagoras, bu TEK'i "zihin" anlamına gelen "nous" olarak tanımladı.
Parmenides ilk kez, Ölümsüz İlke'nin, TEK!in Doğru'nun, Tanrı'nın, görünüşlerden ayrı olduğunu açıkladı; bu ayrımın önemi ve bunun sonraki tarihsel dönemlere etkisi ne kadar vurgulansa yeridir. İşte klasik düşünce ilk kez burada, romantik kökenlerinden ayrılıp "İyi ile Doğru'nun aynı olması gerekmez", diyerek kendi ayrı yoluna gitti. Anaksagoras ve Parmenides'in, görüşlerini gelecek kuşaklara taşıyacak Sokrates adlı bir öğrencisi vardı. (s336)

Burada sözü edilen Sokrates öncesi filozoflar hep, çevrelerinde buldukları dış dünyadan evrensel bir Ölümsüz İlke yaratmaya çalıştılar. (s336)

Herakleitos'un yandaşları Ölümsüz İlke'nin değişim ve hareket olduğunda diretiyorlardı. Ama Parmenides'in yandaşı Zenon, bir dizi paradoks ile, hareket ve değişimin yanılsama olduğunu kanıtlıyordu. Gerçeklik hareketsiz olmalıydı. (s337)

Sokrates...hakikatin mutlak olduğunu düşünenler, görece olduğunu düşünenler arasındaki savaşın içindedir. Bu savaşta tüm gücüyle mücadele eder. Sofistler düşmandır. (s337)

Şimdi Platon'un Sofistlere duyduğu nefret anlaşılır duruma geldi. O ve Sokrates, kozmolojistlerin Ölümsüz İlke'sini sofistlerin yozlaşması olarak niteledikleri şeye karşı savunmaktadırlar. Hakikat. Bilgi. Birilerinin onun hakkında ne düşündüğünden bağımsız olan şey. Uğruna Sokrates'in can verdiği ideal. Dünya tarihinde ilk kez yalnızca Yunanistan'ın sahip olduğu ideal. Bu hala çok nazik bir şeydir. Tümüyle yok olabilir. Platon'un sofistleri hot görmesinin ve sonuna dek lanetlemesinin nedeni, onların aşağılık ve ahlaksız kişiler olmaları değildir... onları lanetlemesinin nedeni insanoğlunun, hakikat idealini kavrama yolundaki yeni başlangıcını tehdit etmeleridir. Tüm olanların aslı budur. (s337)

Sokrates'in şehid olmasının ve Platon'un bunu izleyen eşsiz düzyazılarının sonuçları, bildiğimiz Batılı insanın tüm dünyasından başka bir şey değildir. Eğer hakikat idealinin, Rönesans tarafından yeniden keşfedilmeden ölmesine göz yumulsaydı bugün tarih öncesi insandan çok daha ilerde olmamıza olanak yoktu. Bilim ve teknoloji ideaları ve insanoğlunun diğer sistematik düzenlenmiş çabaları onun üzerine odaklanır. O hepsinin çekirdeğidir. (s337)

Bir şey yitirmeden asla bir şey kazanamzsın (Thoreau) (s340)

İnsanoğlu, doğanın görüngülerini kendi güç ve zenginlik düşlerinin muazzam belirtilerine dönüştürebilecek bilimsel yeterliliğe sahip imparatorluklar kurdu -ama bunu almak için verdiği şey aynı büyüklükte bir anlayışın imparatorluğuydu: Dünyanın bir parçası olmanın ve onun düşmanı olmamanın ne olduğunu içeren anlayışın. (s341)

Neden Arete'yi yok ettiler? (s341)

İyi nedir? biz onu nasıl tanımlarız? Farklı insanlar onu farklı tanımladıklarına göre bir İyi'nin var olduğunu nereden bileceğiz? Kimileri iyinin mutlulukta olduğunu söylüyor, ama mutluluğun ne olduğunu nasıl bileceğiz? ve mutluluk nasıl tanımlanabilir? Mutluluk ve iyi, nesnel terimler değildir. Bunlardan bilimsel olarak söz edemeyiz. Ve bunlar nesnel olmadığından yalnızca kafamızdalar. Öyleyse mutlu olmak istiyorsan kafanı değiştir yeter. Ha hah ha...(s343)

Mantığın ana-babası olan diyalektiğin kendisi retorikten gelir. Retorik de mitlerin ve Antik Grek şiirinin çocuğudur... Şiir ve mitler, prehistorik çağdaki insanların, çevrelerindeki evrene Nitelik temelinde verdikleri tepkilerdir. Bildiğimiz her şeyi yaratan Niteliktirç Diyalektik değil. (s352)

Her şeyden çok, alışkanlığın verdiği bir güçle sürdürüyorum yaşamayı...(s378)