23 Eylül 2019 Pazartesi

Zamanin Cografyasi - Robert Levine


Robert Levine - Zamanın Coğrafyası

Robert Levine, Psikoloji profesörü olarak kuruluşundan itibaren çalıştığı Kaliforniya Eyalet Üniversitesi’nde bölüm başkanlığı ve fakülte dekanlığı yapmıştır.

Önsöz
Brezilya’da saatler sürekli yanlıştı ve bunu benden başkası umursamıyordu.

Bekleme odasındaki dergiler: Time dergisinin bir yıl önceki bir sayısıyla Sports Illustrated’in üç yıl önceki bir sayısı.

Kültürel inançlar tıpkı soluduğumuz hava gibidir, yani öylesine olduğu gibi kabul görürler ki nadiren tartışılır ve dile getirilirler.

Mekânın Psikolojisi
Zamanımızı nasıl kullanırız? Bu kullanım şehirlerimizi nasıl etkiler? Peki, ilişkilerimizi? Kendi beden ve ruhlarımızı?

Sosyal Zaman
Kültürün Nabzı
Yaşamın hızı, zamanın insanların deneyimlediği akışı ya da hareketidir.
“Tempo” bir parçanın icra edilme hızını ifade eden, müzik kuramından ödünç alınmış bir kavramdır.
Alvin Toffler, Future Shock adlı popüler kitabında, çok kısa süre içinde gerçekleşen çok fazla değişimin yol açtığı psişik bozulmadan bahsederken tempo konusuna değinir. Travmaya yalnızca değişimin şoku değil, değişimin hızı da neden olur.

Yabancısı olduğun bir şehrin temposuna uyum göstermek…
Bazen bu ülkelerdeki yaşam upuzun bir bekleyiş gibi görünür…

Rusya’da
Rehber ona “acele et” ve “çabuk ol” gibi kelimelerin birebir tercümesinin Rusçada İngilizcede yaptığı aciliyet etkisini taşımadığını açıklamış.

İnsanlar, canlı ekonomilere, yüksek sanayileşme oranlarına, geniş nüfusa ve daha serin iklimlere sahip olan, bireyciliğe doğru kültürel bir eğilim gösteren yerlerde daha hızlı hareket etmeye yatkındır.

Bir yerin ekonomisi ne kadar sağlıklıysa, temposu da o kadar hızlıdır.

Sokak insanı karakteristik olarak geç kalkar, sokağa ya sabahın geç saatlerinde ya da öğleden sonra çıkar, ağır aksak dolanarak ortamına gider.
…hayatın geneline hakim olan tempo çok yavaştır.

Sanayileşme geliştikçe, günlük boş vakit azalır.

Zaman tasarrufu sağlayan tüm yaratımlara karşın insanların kendilerine ayıracak vakitlerinin öncekinden de az olması, modern dünyanın en büyük ironilerinden biridir.

…araştırmalar, 1920’lerde çiftçi eşlerinin, elektrikleri olmamasına karşın ev işlerine, yüzyılın ikinci yarısında banliyölerde yaşayan, tüm modern makinelere sahip kadınlardan çok daha az zaman harcadığını göstermiştir. Bunun bir nedeni, hemen her teknik ilerlemenin beraberinde beklentileri de artırmasıdır.

Büyük şehirlerin tempoları daha hızlıdır.

…sıcak yerler daha yavaştır.

Süre
Psikolojik Saat
Hızlı bir zihin hastadır. Yavaş bir zihin sağlamdır. Hareketsiz bir zihin ise tanrısaldır.

Zamanı Uzatmak
Budist usta için bir anın bile sonsuz olabileceği söylenir. Zenin birincil görevlerinden biri “burada” ve “şimdi”yi deneyimlemeyi olancasına öğretmektir, öyle ki zaman hareketsiz gibi, Alan Watts’ın deyimiyle “zamandan özgürleşmiş” gibi gelecektir. Bazı dövüş sanatları ustaları, ânı psikolojik olarak uzatma yetenekleriyle bilinirler.

Zihniniz unsurları kaydetmeli ve bütünüyle sindirmelidir ki bütün görüntüyü ağır çekime dönüştürebilesiniz.

…yavaş akan zaman her zaman bir hediye değildir.
Sürenin çok yavaş ilerlediği hissedildiğinde, hayat en basit anlamıyla sıkıcı algılanır.
Can sıkıntısının özelliklerinden biri de tanımı gereği olan bitenlere ilgi noksanlığıdır, bu da zamanın geçiş hızını daha makul bir seviyeye itmek için ihtiyaç duyulan uyarımı yaratmak üzere gereken enerjiyi bizden çekip alır.
Can sıkıntısı durumunda saatin yavaşlaması kişinin kontrolünün dışındaymış gibi hissedilir. Can sıkıntısı kişinin zaman duygusunu kontrol eder.

Geleceğin olmaması ve şimdinin sonsuz görünmesi…

Psikiyatr Frederick Melges zamanının çok yavaş geçmesini sağlayanın gelecekle kişi arasındaki bu gevşeyen bağlantı olduğuna inanır.
Depresyondaki umutsuzluğun tedavisi için temel hedef “geleceğin buzlarını çözmek”tir.

İnsanlar deneyimlerinden memnun olduklarında,
fazla aciliyet hissi barındırmadığında,
meşgul olduklarında,
çeşitliliği tecrübe ettiklerinde ve beynin sağ yarısının kullanıldığı faaliyetler sırasında zamanın daha hızlı geçtiğini algılama eğilimindedir.

…eğlenirken zaman uçup gider.

Robert Meade, insanların bir hedefe doğru ilerlediklerine inandıklarında zamanı daha kısaymış gibi algıladığı gerçeğinden faydalanmıştı. Ona göre bu ilerleme hissi, göreve belirgin bir bitiş noktası oluşturmak ve bu hedeflere ulaşmak için teşviklerin sağlanması gibi basit yöntemlerle geliştirilebilir.

Aciliyet ne kadar büyük olursa, zaman da o kadar yavaş geçer. Çocuğu yaralanan bir ebeveyn için hastane yolu sonsuz görünür.

…zihni meşgul eden bir görev mevcutsa, bu görev zorlayıcıysa ve zihinsel çaba gerektiriyorsa ve bu süreçte daha fazla olay meydana geliyorsa zaman daha hızlı hareket eder gibi görünür.

…olayların temposu hızlı olduğunda, zamanın süresi de sıkıştırılmış gibidir.

Brunei’de insanlar “Bakalım bugün ne olmayacak?” diyerek uyanır.

Nepal ve Hindistan’da, yalnızca oturmak ve sessizce durmak için birbirlerine uğrayan dostlarım vardı,
“Sadece oturmak” diye açıklamışlardı, “Bir şey yapmaktır.”

Sessizliğe değer verildiğinde, bu boşa harcanan zaman olmaktan çıkar.

Batılılar bir masa ile sandalye arasındaki mesafeyi “boşluk” olarak adlandırırken, Japonlar bu aralık için “hiçlikle dolu” derler. Japonlar için çoğunlukla neyin olduğundan çok (Batılı ziyaretçileri şaşırtacak biçimde) neyin olmadığı önemlidir.
Japoncada “hayır” (iie) için kesin bir kelime olmasına rağmen, bu kelime nadiren kullanılmaktadır. Çoğu soru, ya “evet” (hai) ile cevaplanır ya da hiç cevaplanmaz.

Japonlara soru soranları doğrudan reddetmenin ayıp olduğu öğretilmiştir. Bunun yerine soru soranın söylenmeyeni duyacağı umulur. Söze dökülmeyen bu “hayır” genellikle iki yolla ifade edilir. Bunların en yaygını “evet” demeden önce duraksamaktır. Cevap verenin “hai” demeden önceki duraksama süresi ne kadar uzunsa, bu cevabın “iie” anlamına gelme ihtimali de o kadar fazladır.

Çeşitlilik ne kadar çoksa, zaman da o denli hızlı akıyormuş gibi görünür.
Anglo-Amerikan kültürü, modadan eğlenceye, insanların yaşamayı seçtiği evlerden şehirlere kadar her şeyde hızlı ve sürekli bir değişime bağımlıdır.

İlgilendiğimiz görevlerin türü ve gerektirdikleri becerilerin doğası, sürenin algılanışını büyük ölçüde etkiler.

Zamandan-bağımsız düşünme çoğu insanda sanat yapıtları ya da müzik gibi sözel olmayan faaliyetlerde ortaya çıkma eğilimindedir: Farklı unsurların uzayda dizilişiyle ilgilenmeyi ve bu parçaların bütünü oluşturmak için bir araya gelişlerine bakmayı gerektiren görevler.

Saat Zamanının Kısa Tarihi
Sanayileşmiş toplumların çoğunda saatle yaşamak bir kesinliktir.

5500 yıl önce, insanlar Güneş gökyüzünde alçakta iken dik bir sütunun gölgesinin daha uzun olacağını saptamıştır. Bu düzeneklerin en ilkeli basit bir çubuğun -Yunancada bilmek anlamına gelen gnomon olarak adlandırılır- günışığı ve gölgelerden yararlanmak için toprağa saplanmasından oluşuyordu.

Sanayileşme öncesinde, zamanı hesaplama çoğunlukla içinde yaşanılan çevrenin talepleri doğrultusunda yönlendiriliyordu. Doğa ne zaman ekim, ne zaman dikim yapılacağını, ne zamansa hiçbir şey yapmadan oturulacağını söylerdi.

Sanayi çağının kilit makinesi buharlı motor değil, saattir…

Tanrılar kahretsin saatlerin ayrımının ilk kez farkına varan adamı
Kahretsin burada güneş saatini kuranı da
Günlerimi sefilce biçip doğradı küçücük parçalara!
Ben çocukken karnımdı benim güneş saatim
Daha güvenilir, daha doğru ve daha kesindi hepsinden.
Bu kadran bana söylerdi uygun zamanı akşam yemeği için, yemem gerektiğinde,
Ama bugünlerde yemem gerekse bile, başlayamıyorum güneş yok olana dek.
Şehir bu kahrolası kadranlarla dolu…
(Romalı yazar Plautus)

Zamanı nasıl tanımladığımız ya da ölçtüğümüz neredeyse dinsel bir meseledir. Ve insanlar dinsel olanı kolayca değiştiremezler.

Olay Zamanında Yaşamak
Zamanın ölçülemediği bir dünyada saatler, takvimler ve kesinleşmiş randevular yoktur. Olaylar zaman tarafından değil, diğer olaylar tarafından tetiklenir.

Yaşam hızı konusundaki en önemli farklardan biri, insanların faaliyetlerinin başlangıç ya da bitişlerini programlamak için kadranın üzerindeki saatin mi kullanılacağı, yoksa faaliyetlerin kendi spontane takvimlerine göre gerçekleşmesine mi izin verileceği ile ilgilidir. Bu iki yaklaşım, sırasıyla saat zamanı ile yaşamak ve olay zamanı ile yaşamak olarak bilinir.

Zaman nasıl harcanabilir ki? Eğer bir şey yapmıyorsanız, bir başka şey yapıyorsunuzdur.

Bir aile dostunu görmek (…) daha önemlidir.

Birçok kişi zamanı ölçmek için etraftaki pek çok yöntemden ziyade sosyal aktivitelerini kullanır.

Zaman ve İktidar
Beklettiğiniz insanların, beklediğiniz insanlardan daha az göze çarpması…

Vakit nakittir
Zaman çizgisini belirleyen arz-talep yasası: Kıymet verdiğimiz şey için bekleriz. Talep ne kadar fazla ve arz ne kadar düşük ise, bekleme süresi de o kadar fazla olur.
…zamanımızı haklı çıkarmanın psikolojik ihtiyacı söz konusudur.
…insanın en az ulaşılabilir olana değer verme güdüsü vardır.

Zaman kısıtlı olduğu için de değeri, diğerleri tarafından algılanan önemimize göre artar.
İnsanlar sizi ne kadar uzun süre bekliyorsa, statünüz o kadar önemlidir.
Kimin bekleyeceğini daha güçlü olan kontrol eder.

Bekle… Rilke beklemenin her şeyden önce şimdi ile gelecek arasındaki boşluk ve bağlantı olduğunu anlamıştır.

Hızlı, Yavaş ve Yaşam Kalitesi
Hayat Nerede En Hızlıdır?
…hayatın hızına dair üç farklı ölçüm ortaya çıkar:
(1) yürüme hızı – şehir merkezinde yayaların on sekiz metrelik bir mesafeyi yürüme hızı
(2) çalışma hızı –bir postane memurunun, müşterinin standart bir damga pulu alma talebini yanıtlama hızı
(3) umumi saatlerinin kesinliği.

Japonya ve Batı Avrupa ülkeleri en hızlı ülkeler…

Brezilya, Endonezya ve Meksika
Bu ülkelerdeki yavaşlık gündelik yaşamın her alanına sızmıştır.
Brezilyalılar Amerikalılardan daha az saat takar,

Meksika’da her durumda insanların geç geleceği düşünülür.

Sağlık, Refah, Mutluluk ve Yardımseverlik
Yavaş yaşam hızının insanların daha mutlu olmasına yol açması makul gelebilir.
Genel olarak, varlıklı insanlar daha mutludur ve zengin ülkelerdeki insanlar mutludur.

“Kriz” için kullanılan Çince karakterin, “tehlike” ve “fırsat” karakterlerinin birleşmesinden oluştuğu gözlemlenmiştir.

…yardım ve nezaket
Sanayileşmiş kentlerde “yardım” bir bakıma sosyal sorumluluk, ödev bilinciyle yapılır, bundan dolayı yardım değil nezaket olarak tanımlanmalıdır

Japonya’nın Çelişkisi
Çalışmanın gerçek değeri özverinin gücünde yatar.

Japonlar yalnızca hızlı çalışmakla kalmaz aynı zamanda çok da çalışırlar. Tatillerden kaçınır ve emeklilikten korkarlar.

Hız geleneksel Japon kültüründe epey saygı gören bir erdemdir. Yavaş hareket eden kişinin bir ahmak olduğu söylenir. Temel biyolojik ihtiyaçlar için bile zamanı boşa geçirmek hoş görülmez.

Kontrolden çıkmış gibi görünen hıza karşın, Japonya’da koroner kalp hastalığından genel ölüm oranları epey düşüktür.

“Giri” ya da diğerlerine karşı yükümlülük ilkesi

Hız Değiştirmek
Zaman Okuryazarlığı
Yabancı bir kültürün zamanı kullanma(?) pratikleri nasıl gözlenir?
Dakiklik
İş zamanı ve sosyal zaman arasındaki çizgiyi anlamak
Beklemek halleri… Kimin kimi, hangi koşullar altında ve ne kadar süre beklemesi gerekiyor?
Hiçbir şey yapmamak halleri… duraklamalarda, sessizliklerde ya da hiçbir şey yapılmadığı zamanlarda nasıl davranıyor?
Sıralamalar / öncelikler… Oyundan önce iş mi, yoksa tersi mi?
İnsanlar saat zamanında mı, yoksa olay zamanında mı?

Zamanınızı Düşünmek, Düşüncenizi Zamanlamak
Ve tüm keşfin sonu başladığımız yere dönmekle olacak

...
A Geography of Time
Türkçeleştiren: Özgür Umut Hoşafçı
Maya Kitap, İstanbul, 2013

14 Eylül 2019 Cumartesi

Thomas Bernhard - Kiler, Bir Kaçış


Thomas Bernhard - Kiler, Bir Kaçış


Öteki insanları ters yöne giderek buldum; o iğrenç lisede değil, beni kurtaran çıraklık işinde; mantık ilkelerine aykırı davrandım…

…şatafatlı villaların önünden geçip burjuva ve küçük burjuvaların okuluna gitmek yerine, körler ve sağır dilsizler kurumlarının önünden, demiryolu geçidinin üzerinden, parsellenmiş alanlardan ve Lehen Tımarhanesinin yakınındaki spor sahasının çitlerinden geçip dışlanmışların ve yoksulların okuluna gitmeye başladım…

Bay Podlaha onu beklediğim yan odaya girdi, bana bir kez baktı ve eğer istersem hemen o anda işe başlayabileceğimi söyledi (s. 7).

Bay Podlaha (…) Benim hakkımda herhangi bir şey bilmek istemediğini söyledi; tek yapmam gereken görevlerimi yerine getirmek ve kalan zamanda da bir şekilde faydalı olmaktı.

Hayatımın işe yaramaz, sefil ve berbat bir döneminin sonuna geldiğimi hissettim (s. 8).

Kendimi öldürmedim, onun yerine çıraklığa başladım. Hayat devam etti (s. 9).

Sağda solda bulunan binaların hepsi, orada oturanların hayatlarını karartmak için yapılmıştı sanki; bu binaların tekdüzeliği ve iğrençliği, nasıl olursa olsun her insanın ruh halini mahvedebilecek şekildeydi. Kadınlar, alışveriş niyetleri olmasa da gelirdi, belirli bir geliş nedenleri yoktu. Sanki buna mecbur bırakılmışlar gibi aksatmadan, günün hangi saatinde isterlerse çıkıp gelirlerdi. Yapacak daha iyi bir işleri olmadığından, en azından başkalarıyla bir iki laf etmek için gelirlerdi.

…her gelişlerinde de çok ufak harcamalar yapıyorlardı (örneğin elli gram tereyağı alıyorlardı); fakat bunu parasızlık yüzünden değil, kilere ne kadar sık gelirlerse kendi öldürücü çevrelerinden o kadar sık kaçabildikleri için yapıyorlardı (s. 10)…

Geleceğim olmadığına dair önceki inancım yok olmuştu, artık geleceğim olabileceğine inanmıştım ve aniden her şey bende hayranlık uyandırmaya başlamıştı…

Kendimi kilerin bir parçası gibi hissettim, oysa okulun dünyasına dair böyle bir hissim asla olmamıştı (s. 16).

…her şeyi göze alabilen insanın hali onun en yoğun ve ölümcül anıdır, tıpkı benim o zamanlar içinde bulunduğum durum gibi. Hayat kurtarıcı böyle bir anda, ya her şeye karşı koymalıyız ya da yok olmayı seçmeliyiz (s. 17).

Doğruyu ancak yaşayan bilir, bunu aktarmak istediğinde de otomatikman yalancı olur. Anlatılan her şey sahteleştirmedir, yani ancak sahtelikler ve sahteleştirmeler aktarılabilir. Doğruluğu bulma arzusu, tıpkı diğer arzular gibi sahteliğe ve sahteleştirmeye giden en hızlı yoldur (s. 25-26).

Yaşam burada yozlaşmıştı ve sonunda ölüp gitmekten başka bir seçenek yoktu, oysa birkaç yüz metre ötede, dünyanın tek hakimi havalarındaki sapık bir şehrin montaj hatlarında zevk ve sefa üretimine aralıksız devam ediliyordu (s. 29).

Nesneler ne kadar iğrenç ve işe yaramaz olursa olsun, insanlar onları anında satın alırdı (s. 35).

Cumartesi ürkütücü, pazar korkunçtur; pazartesi rahatlama getirir.
İnsanoğlu özgürlüğü sevmez, aksini iddia etmek yalan söylemektir. Özgür olunca ne yapacağını bilemez. Serbest kaldıkları anda kendilerine iş çıkarırlar; giysi ve çamaşır komodinlerini açar, eski kâğıtları, fotoğrafları, belgeleri ve mektupları arar, bahçeye çıkıp sağı solu eşelerler veya anlamsız ve amaçsız biçimde, hava nasıl olursa olsun etrafta koşuştururlar ve bunun adına gezinti derler (s. 49).

Hastalıklar, insanların yapacak işleri olmadığı, az çalıştıkları zaman artış gösterir. İnsanlar fazla işleri olduğu için yakınmamalıdırlar, aksine az işleri varsa yakınmalıdırlar. İş azsa hastalık çoktur, o zaman mutsuzluk herkesi ele geçirir. En anlamsız işin bile amacı vardır. Cumartesi öğleden sonraları önce karakteristik bir sessizlik olur, fırtına öncesi sessizlik vardır. Sonra birden herkes caddelere fırlar, akrabalarını, tanıdıklarını ya da sadece doğayı hatırlarlar; akıllarına sinemadaki bir film ya da sirk gösterisi gelir. Ya da hemen bahçelerine giderler ve toprağı kazmaya başlarlar. Ama ne olursa olsun, yaptıkları şey yalnız düş kırıklığına yol açar (s. 50).

Amerikalılar, mahalleli kız arkadaşlarını çikolata, naylon çorap, bluz ve onların gelişiyle Avrupa'ya yığılan diğer tüm lüks döküntüye boğarlardı. Kızlar kendilerini oyuncak bebekler gibi boyar ve giydikleri yüksek topuklu ayakkabılarla küstah ve aynı zamanda da gülünç bir yürüyüşe sahip olurlardı.
Aileler de kızlarını –sanki buna gerek varmış gibi- Amerikalıların kucaklarına itiyordu.
Küçük kızlar bir gecede küçük Amerikalılar oluyordu. Mahallenin bazı kızları Amerikalılar tarafından öldürüldü (s. 64).

Kilerdeki çıraklığımın birkaç ayından sonra, müzisyenliği yeniden bir kariyer hedefi olarak görmeye başlamam, belki de Podlaha'nın yılgın ama tutkulu bir klasik müzik hayranı olmasından kaynaklanıyordu (s. 72).

Çıraklıktaki üçüncü yılımdaydım, on yedi, hatta neredeyse on sekiz yaşındaydım. Bir Ekim günü, birkaç ton patatesle yüklü bir kamyonu dükkânın önüne boşaltmam gerekiyordu. Ara vermeyen kar fırtınası esnasında üşüttüm, o da ağır bir gribe döndü. Haftalarca evde yüksek ateşle, bu olağanüstü halden bıkıp usanana kadar yattım. Sonunda hala ateşim olduğu halde kalkıp dükkâna çalışmaya gittim. Bu muazzam budalalığın bedelini de ödemek zorunda kaldım. Beni dört yıldan fazla bir süre boyunca hastanelere ve sanatoryumlara bağlayan hastalığa yakalandım; deyim yerindeyse bazen çok bazen az endişe verici bir şekilde, yaşamla ölüm arasında gidip geldim (s. 81).

Yaşamımız boyunca kendimizi keşfetmeye çalışıyoruz, sonunda zihin gücümüzün sınırına gelince de pes ediyoruz. Çabalarımız tam bir hayal kırıklığı ve mutlak bir ölümcül depresyonla son buluyor. Yetkili olmadığımızı düşündüğümüz için iddia etmeye cesaret edemediğimiz şeylerde, başkaları bizi eleştirmekten geri kalmıyor, bilerek ya da bilmeyerek içimizdeki her şeyi görmezden geliyorlar. Her daim başkalarının fırlatıp attıkları oluyoruz, her yeni günde de kendimizi tekrar bulmak, toparlamak ve birleştirmek zorundayız.

Artık umut edecek kadar duygusal değiliz. Umudun olmayışı bize insanlar, nesneler, ilişkiler, geçmiş, gelecek, vesaire hakkında daha açık bir görüş sağlıyor (s. 83).

Her zaman iki hayat sürdürdüğümü inkâr edemem; biri gerçeğe en yakın olandı, onu hakiki var oluşum diye adlandırabilirim, diğeri de sadece rol yaptığımdı. Bu ikisinin birlikteliği, zamanla beni yaşamda tutan bir var oluş yarattı. Kâh biri kâh öbürü bana egemen oldu, ama belirtmeliyim ki ikisi de her zaman mevcuttu.

Hastalıklar, hatta daha sonra gelen ölümcül hastalıklar beni havadan yere, güvenliğe ve kayıtsızlığa indirdi (s. 84).

Sadece kendi anladığım bir dili konuşuyorum, başkası anlamaz. Herkes yalnızca kendisinin anladığı dili konuşur. Anladığını sananlar budalalar ve şarlatanlardır. Eğer ciddiysem, ciddiyetim anlaşılmaz ya da en azından yanlış anlaşılır. Daha ince espriler yapmanın bir reçetesi yoktur. Neticede herkes de, kim olursa olsun, ne yaparsa yapsın, kendi kaynaklarına geri düşer, kendisine bağımlı bir sanrıdır. Başkalarına inansaydım şu anda var olmamam gerekirdi, fakat her yeni gün kanıtlıyor ki ben varım (s. 85).

İnsan, doğduğu andan itibaren yaşamdan kaçıyor. Kaçıyor çünkü daha ilk andan itibaren onun ne olduğunu biliyor. Yaşamlarımız boyunca hep tek bir yöne doğru koşuyoruz.

Der Keller - Eine Eıı tziehung
Türkçeleştiren: Sezer Duru


Thomas Bernhard - Neden - Bir Değini



Thomas Bernhard - Neden - Bir Değini

Grünkranz
İki insan kategorisinin, iş yapanların ve onların kurbanlarının yaşadığı şehir, öğrenmek ve eğitim görmek için oraya gelen bir gence ancak acı dolu bir hayat sunabilir; zira orada yaşayan herkes, nasıl bir tabiatı olursa olsun, şehir tarafından huzursuz edilir, eninde sonunda dengesizleştirilir ve yok edilir…

Otuz yıl önce öğrenmek ve eğitim görmek için Salzburg'a gittiğimde ben de şehri sevmeye hazırdım ama ondan nefret etmeyi deneyimlerimle öğrendim.

Bu hapishanede herkesin ve her şeyin kontrolü müdür Grünkranz ve yardımcılarındadır (onların da gardiyanlardan farkı yoktur). / s.11

Yurtta onu bitkin düşüren eğitim eziyetine her gün bu korkunç odada ara vermenin, kemanını çalıp intiharı düşünmenin özlemini çekiyordu (s. 12).

Sona ermekte olan sonbahar, çürüme ve ateşle başlayan ilkbahar hep böyle kurbanlar istemiştir, üstelik burada dünyanın başka herhangi bir yerindekinden daha fazlasını ister (s. 16).

…intihar o kişinin suçu olamaz, suç çevrenindir; daha dolaysız bir ya da yüzlerce, binlerce sebep ne olursa olsun, burada suç onu ezen ve en sonunda kendi canını almaya iten Katolik-Nazi dünyadaydı (s. 17).

…bu şehrin bombalanamayacağı düşüncesine kendimizi hemen inandırmıştık…

…diğerleri çoktan sığınaktayken koca yatakhanede tek başımaydım, hava savunması nöbetçisi Grünkranz, devriyesi sırasında beni fark etmiş ve uzun el feneriyle başıma vurarak uyandırmıştı (s. 26).

Bir zamanlar Hannover'lı bayanın bana İngilizce dersi verdiği konuk evinin bulunduğu yerde bugün bir sinema var ve bu konuyu açtığımda kimse neden söz ettiğimi bilmiyor, o zamanlar yıkılan çok sayıda bina ve ölen insanlarla ilgili olarak sanki hepsi belleklerini yitirmiş gibi görünüyor, konu açıldığında her şeyi unutmuş ya da bunların hiçbirini duymak istemiyor gibiler (s. 29)…

Sebastian mezarlığına gidip saatlerce kalır, tek başıma ölümü düşünürdüm.

Şehir bu saldırıdan sonra bütünüyle alt üst olmuştu. Birinci katın koridorunda bulunan dolabımın kırıldığını ve dolaba koyduğum kemanımın sapının koptuğunu saptadığım sırada yıkımın tozu henüz havadaydı. Bu saldırının korkunçluğunun tamamen bilincinde olmama rağmen yine de kemanımın parçalanmasından sevinç duyduğumu anımsıyorum, çünkü bu, o çok sevdiğim, aynı zamanda da derinlemesine nefret ettiğim enstrümandaki kariyerimin kesin olarak sonu demekti (s. 40).

Hiçbir zaman herhangi bir sporu yapmaya ilgi duymamış, hatta daima spordan nefret etmiştim ve bugün de spordan nefret ederim. Spora her çağda ve özellikle de tüm hükümetler tarafından son derece büyük bir önem verilmiştir, kitleleri eğlendirir, sersemleştirir, aptallaştırır ve herkesten çok da diktatörler neden her zaman ve her durumda spordan yana olduklarını bilirler. Spordan yana olan, kitleleri yanına alır, kültürden yana olansa karşısına derdi büyükbabam, bu yüzden tüm hükümetler daima spordan yana ve kültüre karşıdır.

Tüm devletlerde kitleler daima sporla güdülmüştür, hiçbir devlet her şeyi spora feda etmeyecek kadar küçük ve önemsiz olamaz.

İnsanlarla ilişkili her şey hep gülünçtür, savaş ve onun koşulları ile halleri ise en gülünç olanlardır (s. 46).

Yurdun kapıları kilitlenmiş ve binanın üçte biri aradan geçen zamanda yıkılmıştı, içinde hayatımdaki en korkunç halleri geçirdiğim ve düşleri gördüğüm yatakhanenin yarısı bir bomba patlamasıyla koparak avluya uçmuştu (s. 51).

Franz Amca
Dünyaya getirilir, ama yetiştirilmeyiz. Bizi dünyaya getirenler, yarattıkları yeni insanı yok etmek için gereken her türlü beceriksizliği ve akılsızlığı yaparlar. Doğuştan gelen her türlü potansiyelini daha hayatının ilk üç yılında mahvetmeyi başarırlar, üstelik bu başarılarıyla mümkün olan en büyük suçu işlediklerinin farkında değildirler. Hiç düşünmeden ve sorumsuzca dünyaya getirdiklerinden başka onun hakkında hiçbir şey bilmezler. Bizi dünyaya getirenler, yani ebeveynlerimiz tam bir cehalet ve alçaklık içinde bizi dünyaya getirmişlerdir. Biz bir kere var olduktan sonra bizimle başa çıkamazlar, tüm başa çıkma denemeleri başarısızlığa uğrar ve çok geçmeden vazgeçerler, yine de bunu vaktinde yapmaz, bizi mahvetmeyi başarırlar. Hayatımızın ilk üç yılı tayin edici yıllardır, ama bizi dünyaya getirenler bu yıllar hakkında hiçbir şey bilmez, bilmek istemez, zaten bilemez çünkü korkunç cehaletlerini pekiştirmek için gereken her şey yüzyıllardır yapılmaktadır. İlk üç yılımızda işte bu cehalet tarafından ömür boyu sürecek şekilde sakatlanır ve mahvediliriz (s. 53).

Grünkranz'ın yerine Katolik bir din adamı olan, bizim hep Franz Amca diye hitap ettiğimiz bir müdür devralmıştı üzerimizdeki egemenliği (s. 56).

Çürüme kokusu daha yıllarca şehrin üzerinde kaldı, herkesin kolayına geldiği için yığınla ölü yeniden inşa edilen binaların altında bırakılmıştı (s. 58).

Nazi döneminde ve sonrasında yaptığımız gibi, hangisi olursa olsun sözüm ona olağanüstü olan kişiliği yüceltmek ve ona saygı göstermek amacıyla söylenen şarkılar ve içilen antların, hep aynı metinler, biraz başka sözcüklerle de olsa hep aynı müzikler eşliğinde aynı metinler olduğunu söylemek zorundayız ve sonuçta bu şarkı ve antlar, onları söyleyenlerin aptallığının, alçaklığının ve karaktersizliğinin ifadesidir, daima bu şarkı ve antları söyleyenlerin kafasızlığıdır ve bu, genel, dünya çapında bir kafasızlıktır. Tüm dünyadaki eğitim kurumlarında gençlere karşı işlenen eğitim suçları olağanüstü bir kişilik adına işlenir - ister Hitler olsun, ister İsa ya da başkası. Adına şarkılar düzülen, yüceltilen kişi adına yeni yetişenlere karşı ağır suçlar işlenir ve adına şarkılar düzülen, yüceltilen kişiler her zaman öyle ya da böyle bulunacaktır; yetişmekte olan insanlığa karşı işlenen ağır eğitim suçları, tekil sonuçları ne olursa olsun, doğaları gereği daima ancak ağır suçlar olabilir. Böylece bizler yurtta ve sağduyulu olarak Alman Roması diye anılan Salzburg'da önce Adolf Hitler adına,
savaştan sonra da İsa Mesih adına mahvedildik, her gün ölümüne eğitildik ve Nasyonal Sosyalizm bu genç insanlarda şimdi Katolikliğin yaptığı gibi korkunç bir etki bıraktı (s. 64).

Die Ursache - Eine Andeutung
Türkçeleştiren: Sezer Duru
Sel Yayınları
2015

Borderline kişilik bozukluğunda zihin kuramı ve çocukluk çağı travması arasındaki ilişki


Sinem Kahveci - Borderlıne Kişilik Bozukluğunda Zihin Kuramı ve Çocukluk Çağı Travması Arasındaki İlişki

Borderline kişilik bozukluğu, kişilerarası ilişkilerde benlik algısı ve duygulanımda tutarsızlık olarak kabul edilir. Bu tür kişilik bozukluğu, daha çok genç yetişkinlik döneminde başlar ve değişik koşullar altında ortaya çıkar.
Bu çalışmada, borderline kişilik bozukluğunda zihin kuramı ve çocukluk çağı travması arasındaki ilişki değerlendirilmiştir.

Bu araştırmada amaç, borderline kişilik bozukluğunda zihin kuramı ve çocukluk çağı travması arasındaki ilişkinin ortaya konulması olarak belirlenmiştir.

Borderline, sürekli değişkenlik gösteren duygulanım, nesne ilişkileri ve benlik imgeleriyle karakterizedir. Duygularında, ilişki kurdukları kişilerle ve benlik imajlarında tutarsız ve dengesizdirler.

Zihin kuramı başkalarının niyetleri hakkında varsayımlarda bulunmak ve yorumlamak olarak tanımlanabilir.

“Borderline Kişilik Bozukluğu” özellikle sosyal ilişkilerde ve duygu durum düzenlemede sorunlar ve dürtüsellik ile kendisini gösteren nitelikte olduğu belirtilmiştir.

Çağdaş kişilik kuramcıları, çocuğun kişilik özelliklerinin oluşumu ve gelişimi üzerindeki anne-babaların etkisine büyük önem vermektedirler.

Aile, normal koşullarda insanların karşılaştığı ilk sosyal grup, sosyokültürel değerlerin de ilk öğrenilmeye başlandığı yer ise aile ortamı olmaktadır.

Psikoanalitik kurama göre yanlış ya da yetersiz ebeveyn tutumları, olumsuz çevresel etmenler kişinin belli bir psikoseksüel döneme saplanmasına ya da o dönemdeki bozukluğun diğer dönemlere de yansımasına neden olur. Davranışçı kuramlar ise kişiliğin gelişim sürecinde yanlış öğrenilmiş baş etme tekniklerinin kişilik bozukluğu gelişiminde temel neden olduğunu vurgular.

Kişilik Bozukluğu İçin Tanı Kriterleri
Kişinin içinde yaşadığı kültürün beklentilerinden belirgin olarak sapan, sürekli bir davranış ve içsel yaşantı örüntüsü.
Süregiden bu örüntü, klinik açıdan belirgin bir sıkıntıya ya da toplumsal, işle ilgili alanlarda işlevsellikte düşmeye yol açar (s. 7-8).

Kişilik bozuklukları
Depresif psikopatik hastalar; DSM-III-TR’de distimi tanısı alan hastalardır.
Güvensiz psikopatik hastalar; Bu kişiler kendi kendilerini suçlarlar, birçoğu DSM-III’ de bağımlı kişilik bozukluğu tanısı veya DSM-III-R’ de kendi kendine zarar veren kişilik bozukluğu tanı kapsamına girebilir.
Kompulsif psikopatik veya duyarlı hastalar; Bu kişiler hayatlarını oldukça katı bir titizlikle sürdürür ve son derece doğru ve dürüsttürler; anksiyete ve takıntıları vardır.
Fanatik psikopatlar ise aşırı odaklanılmış ve önem verilmiş düşüncelere sahip olmaları olasıdır. Bu kişiler sürekli şikayet halindedir ve kuşkucudurlar.
Duygusuz psikopatik hastalar; Bu kişiler merhametsiz, katı ve duygudan yoksundurlar.
İlgi arayan psikopatik hastalar; Bu kişiler teşhirciliği ve övünmeyi ve büyüklenmeyi severler. Yalan söyleme takıntıları vardır.
Labil psikopatik kişiler; Bu kişiler değişkendirler; huzursuzluk, depresyon ve impulsif davranışlarda bulunma eğilimindedirler.
Astenik psikopatik hastalar; Bu kişiler kendilerini beceriksiz ve sakar olarak tanımlarlar; Yorgunluk, uykusuzluk, baş ağrısı gibi çok sayıda fiziksel şikayetleri vardır.

Kişilik bozukluğu olan kişiler (…) davranış ve tutumlarının başkalarını nasıl etkilediğini göz önünde bulundurmamaktadırlar.

Mevcut farmakolojik tedaviler (…) kişilik üzerinde değişiklik yapamazlar. Kişilik bozuklukları için önerilen asıl tedavi psikoterapidir.

DSM-IV-TR’ye göre kişilik bozuklukları üç kümede sınıflandırılır:
 A Kümesi: Paranoid, şizoid, şizotipal kişilik bozuklukları
 B Kümesi: Antisosyal, narsisistik, histrionik, borderline kişilik bozuklukları,
 C Kümesi: Çekingen, bağımlı, obsesif-kompulsif kişilik bozuklukları

Paranoid Kişilik Bozukluğu
Paranoid Kişilik Bozukluğu, etrafındaki kişilerin kendisine kötülük yapacağını düşünmesinden kaynaklı süregelen şüphecilik ve korku hali ile kendisini göstermektedir (s. 11-12).

Şizoid Kişilik Bozukluğu
Şizoid Kişilik Bozukluğunun temel özelliği kişilerin duygusallık anlamında kısıtlı olması, sosyal ilişkilerde isteksizlik ve yakınlıktan kaçınma olarak nitelendirilmektedir.

Şizotipal Kişilik Bozukluğu
Şizotipal Kişilik bozukluklarında kişilerin yakın ilişkilerden birden bire hissettikleri huzursuzluk, kaçınma, sosyal ilişkilerde yetersizlik söz konusu olmaktadır. Ayrıca, kişilerde kognitif ve algıya ilişkin çarpıtılmış temsiller ve bunları takip eden norm dışı davranışlar görülmektedir.

Antisosyal Kişilik Bozukluğu
Bu bozukluğun en öne çıkan özellikleri, ergenlikten beri devam eden bir biçimde, başkalarının haklarını saymama ve başkalarının haklarına tecavüz etme davranışlarıdır.

Narsisistik Kişilik Bozukluğu
Bu bozukluğun en öne çıkan özellikleri, davranış veya tahayyüldeki büyüklenme, hayranlık duyulma ihtiyacı ve başkalarının duygularını tanımadaki zorluklardır.

Histrionik Kişilik Bozukluğu
Histrionik Kişilik Bozukluklarında kişilerin aşırı ilgi ihtiyacı ve hassasiyetleri ön plandadır. İlgilenilen kişi olmadıkları durumdan aşırı rahatsızlık duyarlar. Duyguları çabuk değişir ve alt yapıdan yoksundur.

Borderline Kişilik Bozukluğu
…öne çıkan özellikleri, kişiler arası ilişkilerde, kimlik duygusunda ve duygulanımda tutarsızlıklar ile dürtüleri kontrol etmekte zorluk çekmedir.
Gerçek ya da hayali terk edilmeyi önlemek için büyük çaba harcarlar.

Çekingen Kişilik Bozukluğu
…yetersizlik ve değersizlik duyguları neticesinde sosyal geri çekilme olarak kendisini gösteren bir kişilik bozukluğu türüdür.

Bağımlı Kişilik Bozukluğu
Başkalarına bağımlı yapılar…

Obsesif-Kompulsif Kişilik Bozukluğu
…kontrol altına alma ve kontrol takıntısı hâkimdir.
İşin tamamlanmasını güçleştiren bir mükemmeliyetçilik gösterirler.

…“sınır kişilik örgütlenmesi” terimini kullanan Kernberg, içselleştirilmiş nesne ve kendilik tasarımlarının niteliklerini ve değişikliklerinin önemini vurgulamıştır.

Kimlik karmaşası olan birey, duygusal, düşünsel ve davranışsal yönden tutarlı bir kişilik gösteremez.

Kernberg, sınır hastadaki yapısal patolojiyi; benlik zayıflığı, birincil süreç düşüncesine kayış, ilkel savunma mekanizmaları ve patolojik nesne ilişkileri başlıkları altında incelemektedir.
a) Özgül olmayan benlik zayıflığı: …kaygı tahammülü eksikliği, dürtü kontrol bozukluğu ve gelişmiş yüceltme kanallarının eksikliğidir.
b) Birincil düşünce sürecine kayış: …patolojik ilkel dürtülerle bağlantılı patolojik nesne ilişkilerinin canlanması, erken savunma işlemlerinin, çözülme ya da bölme mekanizmalarının canlanması…
c) Özgül savunma mekanizmaları:
Sınır hastaların kullandığı temel savunma mekanizması bölme ve ona yardımcı olan; ilkel idealleştirme, yansıtmalı özdeşim, inkar, tümgüçlülük ve değersizleştirmedir.

Bölme sınır kişilik organizasyonunun temel savunma mekanizmasıdır. Çatışma çok iyi ayrışmamış benlik ve id arasında ortaya çıkmaktadır ve dürtüler benliğe nüfuz etmiştir.
Bölme savunma mekanizması yardımıyla dürtü ile yüklü benlik durumları ayrı tutularak çatışma giderilmeye çalışılır.
Bölmenin kullanımı bütünlüklü kendilik ve nesne temsillerinin gelişimini engellemekte bu da kimlik dağınıklığına neden olmaktadır.

İlkel idealleştirme (primitive idealization): Bu mekanizma gerçekçi olmayan tamamıyla iyi ve güçlü nesne imgeleri yaratır ve bu da benlik idealinin ve üst-benliğin gelişimini olumsuz yönde etkiler.

Yansıtmalı özdeşim (projective identification): yansıtmanın esas amacı; tamamıyla kötü ve saldırgan kendilik ve nesne imgelerini dışsallaştırmaktır.

Kişilerarası ilişkilerle ilgili problemler: Gunderson, bu hastaların diğerleriyle kurdukları ilişkilerde değersizleştirme, kullanma (manipülasyon), bağımlılık ve mazoşizm gibi özellikler sergilediklerini söyler.

Epidemiyoloji
Borderline kişilik bozukluğu genel popülasyonun % 2’sinde görülür.
Birçok araştırmaya göre, bu kişilerin çocukluk hikâyelerinde cinsel istismar, anne-baba boşanması, ilgi yoksunluğu, rastlanılan anamnez anılarıdır.
Kernberg bu gelişimsel krizin kronolojik yeri olarak, Mahler’in tanımladığı yaklaşık 16-30. aylar arasındaki yeniden yakınlaşma (rapprochement) alt evresini işaret etmiştir.
Bu çocukluk çağı krizinin erişkin formunda bireyler, yalnız kalmaya tahammül edemezler…

Zihin kuramı; başkalarının niyetleri, amaçları ve inançları gibi zihinsel durumlarını anlayabilme yetisidir.
Literatürde bazen eşanlamlısı gibi kullanılabilen empati başkalarının hislerini paylaşabilme yetisidir (…) Zihin kuramı yetileri empatiden daha sonra gelişir; bir bozukluk durumunda da daha önce kaybedilir.

“Zihin Kuramı”na (bilişsel bakış açısına) sahip bir kişi, başka kişilerin istek ve inançları olabileceğini ve bu istek ve inançların kendininkinden farklı olabileceğini anlayabilir.
Çocuklar büyüdükçe, gerek kendilerinin gerekse başkalarının hareketlerinin, inançlar ve istekler gibi içsel düşünsel durumların ürünü olduğunu anlamaya başlarlar.

Zihin kuramının merkezi, üçlü kavramsal yapıdadır: davranışlar, inançlar ve istekler.

…iki yaşındaki çocuklarla yapılan çalışmalarda çocukların diğer bir kişinin isteklerine uygun bir şekilde karşılık verdikleri görülmüştür.
İki yaşındakiler günlük konuşmalarında aynı obje için farklı kişilerden zıt isteklerde bulunmakta ve istekleri davranışlardan ve sonuçlarından ayırabilmektedirler.
Algı ve istek kavramlarında olduğu gibi, çocukların duyguyu anlamaları iki yaşından sonra da gelişmeye devam etmektedir.

Temel Zihin Kuramı: diğerlerini amaçlı izleme: 9 ay-2,5 yaş
İstekleri anlama; temel duygular; yalandan yapma/oyun: 2,5-3,5 yaş
Bilgiyi görmenin ilişkileri anlama; çelişkili duygular: 3,5-4 yaş
Yanlış inançları anlama; duygular ve inanca dayanan istekler: 4-5 yaş

Ruhsal travma, genellikle ani, beklenmedik bir zamanda ve karsı konulamaz şiddette duygusal saldırı veya bir dizi saldırı sonucu oluşur. Hem iç hem de dış faktörler, dıştan gelen tehdit ile başa çıkmakta yetersiz kaldığı zaman travma meydana gelir.
Travmatik olan engellenme ve çatışmalar benliğin gelişmesini bozan, saptıran, yavaşlatan, durduran ya da gerileten durumlardır.

Psikolojik travma, bireyin zayıflığıyla karşı karşıya gelmesi durumudur. Travmatik olay kontrol etme, ilişki kurma ve anlam verme duyumlarını sağlayan olağan baş etme sistemlerine zarar verir.

Travmatik yaşantı sonrasında birey dünyanın güvenli olmadığına, hayatının tehlikede olduğuna, kötü olayların iyi-kötü herkesin başına gelebileceğine inanmaya başlar.
Birey ancak olaydan zarar gören eski inançlarının yerine yeni inançlar koyabilirse etkin bir şekilde olayla baş edebilir.

Duygusal istismara maruz kalan çocuklarda aileden uzaklaşma, gergin olma, bağımlı kişilik, değersizlik duyguları geliştirme, uyumsuzluk ve saldırgan davranışlarda bulunma sıklıkla görülen durumlardır.
(Nicol, Pope ve Hall) ...borderline kişilik bozukluğu tanısı almış bireylerde yüz ifadelerinden duyguları tanıma becerisinin düşük olduğu ve özellikle iğrenme duygusuna ilişkin tanımlamayı yapmakta zorlandığını ifade etmiştir.

Test/formlar

Yüksek Lisans Tezi, Üsküdar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 2016


Distimi ve depresif bozukluklarda kimlik, kişilik ve mizaç özellikleri


Yaşan Bilge Şair - Distimi ve Depresif Bozukluklarda Kimlik, Kişilik ve Mizaç Özellikleri

Distimik bozukluk, hemen her gün, yaklaşık gün boyu süren kronik bir depresif duygudurumun varlığıdır. Distimik bozukluğu olan kişiler duygudurumlarını kederli ya da hüzünlü olarak tanımlarlar.

…bu kişilerin yaşam ve etkinlikleri, alışkanlık biçiminde ve görev anlayışı içinde, kendilerini yadsıyarak taşıdıkları ve varoluşun keyif veren yanlarını içermeyen bir yüktür.

Distimik bozukluk, en az 2 yıl, hemen her gün, yaklaşık gün boyu süren kronik bir depresif duygudurumun varlığıdır.

Distimik bozukluğa eşlik eden özellikler major depresif bozukluğa eşlik eden özelliklere benzerlik göstermektedir fakat yakınmaların belirtilerden fazla olmasıyla majör depresyondan farklılık göstermektedir. Yapılan çalışmalarda, yetersizlik duyguları, genel ilgi kaybı ve hiçbir şeyden zevk alamama, toplumdan uzaklaşma, suçluluk duyguları, geçmişi hakkında düşüncelere dalıp gitmeler, öznel huzursuzluk duyguları, aşırı öfke, üretkenlikte ve yapılan etkinliklerde azalma gibi semptomların sıklıkla distimik bozukluğa eşlik ettiği görülmüştür.

Distimik bozukluk tanılı 40 hastanın alındığı bir çalışmada, depresif duygudurum (% 97.4), ilgi kaybı (% 84.6) ve psişik anksiyetenin (% 79.5) en sık karşılaşılan semptomlar olduğu, ardından umutsuzluk ve değersizlik duygusunun geldiği bulunmuştur.

Klein ve arkadaşlarının yaptığı gözden geçirme çalışmasında distimik hastalarda kognitif (düşük benlik saygısı, kötümserlik, yetersizlik duygusu, umutsuzluk, düşünceli) ve sosyal motivasyonel (sosyal çekilme, ilgi azlığı, düşük enerji, irritabilite ve azalmış etkinlik) semptomlar daha yaygın gözlenirken, vegetatif ve psikomotor (uykusuzluk, aşırı uyku, iştah azlığı veya fazlalığı, yavaşlamış olma duygusu, huzursuzluk) semptomlarının daha nadir görüldüğü saptanmıştır.

Özmen: distimik hastalarda en sık görülen belirtiler halsizlik, yorgunluk, dikkati toplamada güçlük, kararsızlık, uykusuzluk ve umutsuzluk olarak bildirilmiş (s. 4)

Distimik bozukluk, erken başlangıçlı, geç başlangıçlı ve atipik özellikler gösteren olmak üzere 3 gruba ayrılmaktadır. Çoğu hastada başlangıç çocukluk, ergenlik veya erken erişkinlik dönemindedir.

(Klein) distimik bozukluğun iyileşme oranı % 53 ve başka bir depresif bozukluğa relaps oranı %45 olarak bulunmuştur.

Erken başlangıçlı distimik bozukluğun duygudurum bozuklukları açısından ailevi yüklülükle, çocukluk çağı istismarıyla ve 1. ve 2. eksen bozukluklarıyla yüksek oranda komorbiditeden sözedilmekteyken; geç başlangıçlı distimik bozuklukların ise önemli kayıplar ve sağlık sorunlarıyla ilişkili olduğunun üzerinde durulmaktadır.

Distiminin Epidemiyolojisi
Depresif bozukluklar yaygın olmasının yanı sıra belirgin işlev kaybı, düşük yaşam kalitesi ve sosyal işlevsellikte düşüş ile ilişkilidir.

Distimik bozukluğun başlangıç yaşı yaklaşık olarak 10,5 olarak tespit edilmiş (s. 11)

…yapılan çalışmalarda distimik bozukluğun kadınlarda daha yaygın görüldüğü bildirilmektedir.

Distiminin genellikle genç yaşlarda başlayıp uzun yıllar sürmesi, belli kişilik örüntüleri veya bozuklukları ile bağlantısı olabileceğini düşündürmektedir.

Distimik Bozuklukta Borderline, Histriyonik, Narsisistik, Çekingen, Bağımlı ve Depresif kişilik bozuklukları görülebilir.

Depresif biliş ve davranışlar arasında sürekli ve yaygın keder, sıkıntı, keyifsizlik, neşesizlik ve mutsuzluk duyguları bulunmaktadır. Bu bireyler aşırı ciddidirler, eğlenmeyi ya da gevşemeyi beceremezler ve mizah duyguları eksiktir.
Kendilerini gerçekçi olarak tanımlarken başkaları tarafından karamsar olarak değerlendirilirler.
Benlik saygıları düşüktür ve yetersizlik duyguları hakimdir.

(fark) distimi tanısı için kronik duygudurum bozukluğu gerekmektedir fakat depresif kişilik için depresif duygudurum çekirdek semptom değildir ve tanı kriterleri arasında yer almamaktadır.

Kimlik sorununu veya bocalamasını değerlendirmek amaca dünyada yaygın biçimde kabul görmüş bir ölçme aracı bulunmamaktadır.

Çalışmaya katılan (…) Distimik bozukluğu olan hastaların % 68’i aynı zamanda major depresif tanısı da almıştır. Tersinden bakıldığında, major depresyon tanısı alan hastaların % 51’i distimik bozukluk eş tanısı almıştır.

(Karamustafaoğlu-Bozkan) çalışmasında ise erken başlangıçlı distimiklerin % 68’inde ve geç başlangıçlı distimiklerin % 47’sinde kişilik bozukluğu saptanmış, gruplar arasındaki fark anlamlı düzeye ulaşmamıştır.

…bu çalışmada, her üç hastadan ikisinin akut majör depresyon tanısı aldığı, ancak bu tanıyı alanların yaklaşık yarısında altta yatan distiminin söz konusu olduğu bulunmuştur.

Bütün olarak bakıldığında bu çalışmanın bulguları; psikiyatri kliniklerinde depresif yakınmalar nedeniyle tedavi gören hastaların çoğunda epizodik değil kronik depresyonun söz konusu olduğunu, DSM-5’te kronik majör depresyonun distimi ile birleştirilmesinin doğru bir yaklaşım olduğunu, epizodik olsun kronik olsun depresif hastaların çoğunda eşlik eden kişilik bozukluğu bulunduğunu, distiminin erken ve geç başlangıçlı biçiminde iki alt tipe bölünmesinin uygun bir yaklaşım olduğunu düşündürmektedir (s. 46-47).

Test/formlar

Uzmanlık Tezi, Adnan Menderes Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Aydın, 2011

Sınır kişilik bozukluğunda ayrılma-bireyleşme deneyimleri, yakın ilişkilerde yaşanan kaygı ve kaçınma boyutları


Ebru Temiz - Sınır Kişilik Bozukluğunda Ayrılma-Bireyleşme Deneyimleri, Yakın İlişkilerde Yaşanan Kaygı ve Kaçınma Boyutları

Bu çalışmada sınır kişilik bozukluğu hastalarının bölme, farklılaşma, ilişki problemleri, yakın ilişkilerde yaşanan kaygı ve yakın ilişkilerde yaşanan kaçınma değişkenleri açısından karşılaştırma grubundan farklılık gösterip göstermediği araştırılmıştır.

Sınır Kişilik Bozukluğu
Stem (1938), ‘nevroz ve psikoz arasında’ bir durum olarak tanımladığı bu hasta grubu için ‘sınır (borderline)’ terimini ilk kullanan kişi olmuştur.

Deutsch (1942) ise benzer bir hasta grubunu tanımlarken, bu hastaların bağımlı olduktan kişiyle özdeşleşme özelliklerinden dolayı ‘mış gibi kişilik’ (as if personality) terimini kullanmıştır.

Grinker, VVerble ve Drye (1968) ise Sınır kişilik bozukluğunu sistematik olarak tanımlamaya çalışan ilk araştırmayı yapanlar olmuşlardır.
Psikotik sınır grubu (…)
Merkez sınır grubu: Yaygın olumsuz duygulanım, kişilerarası ilişkilerde kararsızlık örüntüsü içeren tutarsızlıklar, açık yaşanan kızgınlık ve değişken kimlik duygusu bu grubun genel özellikleridir. Bu gruptaki hastalar, aktif olarak diğerlerinden ilgi ve arkadaşlık beklentisi içindedirler, ancak diğerlerine yaklaştıklarında da kaygı ve kızgınlıkları sebebiyle hemen geri çekilirler. Bu geri çekilmenin ardından da kendilerini yalnız ve depresif hissederler.
Gerçekte çok az duyguya sahiptirler, sahip olduktan gerçek duygular yalnızlık ve kızgınlıktır.
‘-mış gibi’ grubu: Diğer insanların kimliğini taklit etme eğilimi, duygulanımın olmayışı, içtenlik ve doğallıktan yoksun kişilerarası ilişkiler genel özellikleridir.
Nevrotik sınır grubu: …diğer gruplara oranla daha çok olumlu duygu gösterir, ancak tutarlı bir kimliğe sahip değildir ve diğerlerine verme kapasiteleri yoktur. Diğerlerine bağlanmaları nesne odaklı değildir, kendi ihtiyaçlarının karşılanmasına yöneliktir. Bu durumun sebebi çok az sevme kapasitesine sahip olmalarıdır. Diğerleriyle ilişkilerinde bağımlılık ihtiyaçtan karşılanmadığında üzüntüyle sızlanırlar.
                                                                                       
Kemberg, psikopatolojiyi, nevrotik, sınır ve psikotik olmak üzere üç örgütlenmeye bölmüştür. Kemberg (1977), bu üç örgütlenme arasındaki ayırıcı tanıyı, kimlik bütünleşmesi, kullanılan savunma mekanizmaları ve gerçeği değerlendirme yetisine göre yapmaktadır.

Kimlik karmaşası olan kişi kendini ve dünyayı, kendilik ve diğeri arasındaki ilişkiyi daima bütünleşmemiş kavramlarla algıladığından duygusal, düşünsel ve davranışsal bakımdan tutarlı bir kişilik sergileyemez. Şiddetli duygusal dalgalanmalar, uç noktalara varan yargılar ve dramatik davranışlar sergiler. Dolayısıyla da tutarlı ve belli kararlılıkları olan ilişki sürdüremezler, ilişkilerinde sıcak ve empatik olamazlar.

Gerçeği değerlendirme, kendiliği kendilik olmayandan, iç uyarılan dış uyaranlardan ayırt etmesi ve kişinin kendi duygularını, davranışlarını ve düşüncelerini gerçekçi bir şekilde değerlendirmesi olarak tanımlanabilir.

…zayıf bir ego kolaylıkla bu mekanizmaya başvurur…
Bölme savunma mekanizmasının en iyi bilinen görünümü, dış nesnelerin tümüyle iyi ve tümüyle kötü olarak bölünmeleri ve belirli bir kişi, durum hakkında tüm duygu ve düşüncelerin aniden ve tamamıyla tersine dönüşmesidir.

Tümgüçlülük ve değersizleştirme: Yüceleştirilen nesne için gerçek bir sevgi ve ilgi söz konusu değildir. Hasta yüceleştirdiği bu nesnelere acımasızca, kendi malıymış ve uzantısıymış gibi davranır…
Eğer bir dış nesne artık doyum ya da koruma sağlamıyorsa gözden çıkarılır, çünkü nesne için gerçek bir sevgi kapasitesi yoktur.

Linehan’a göre sınır hastaların daha düşük seviyedeki streslere daha fazla tepki gösterme ve daha zor kendine gelmeye doğuştan gelen biyolojik eğilimleri vardır.
Kendileri ve çevreleri hakkındaki düşüncelerinin sürekli olarak çürütüldüğü ve değersizleştirildiği ortamlarda yetişirler.

Linehan (1993), sınır kişilik bozukluğuna özgü davranış kalıpları
Duygusal İncinebilirlik: Gerçeğe uygun olmayan beklenti ve talepleri için sosyal çevrelerini suçlamaya eğilimli olabilirler.
Kendini Değersizleştirme: Gerçeğe uygun olmayan şekilde kendine yüksek standartlar koyar veya beklentide bulunurlar. Yoğun utanç, kendinden nefret ve kendine yönelmiş kızgınlıkları olabilir.
Sürekli Krizler: Sık sık olumsuz çevresel olaylar, dağılmalar, engellenmeler söz konusudur.
Engellenmiş Yas: olumsuz duygusal tepkileri engellemeye ve kontrol etmeye eğilim gösterirler.
Aktif Edilgenlik: Bir problemle yüzleştiklerinde pasif olma eğilimindedirler ve aktif olarak bir kurtarıcı ararlar.
Sahte Yetenek: Yanıltıcı bir şekilde gerçekte olduğundan daha yetenekli görünmeye eğilim gösterirler.

Etioloji
Mahler, olgunlaşmayı çocuğun anneye ortakyaşamsal bir bağlılıktan, kararlı,  özerk bir kimliğe yönelme süreci olarak görür.
Mahler’e göre bebek, yaşamının ilk üç-dört haftası süresince devam eden ‘normal otizm’ dönemi yaşar.

İlk üç-dört haftadan sonra çocuğun dış uyaranlara karşı daha duyarlı olduğu bir dönem gözlenmeye başlanır. Bu dönem, çocuğun insan yüzüne özgün bir gülümsemeyle cevap verdiği dönemdir.
…bebeğin gereksinim anlarında kendisinin dışında bir kaynağa bağlı olduğunu algılama kapasitesinin başlangıcı otistik dönemden ortakyaşamsal döneme geçişi gösterir. Bu dönem, bir ve beşinci aylar arasında sürer.
…annenin müdahalelerine bağımlı olduğunu fark etmeye başlamasıyla, bebek rahatlık ve hoşnutluğun kendisinin dışından geldiğini algılamaya başlar.

Ayrılma-bireyleşme döneminde yaşamın en önemli çatışması, özerklik özlemine karşı anneye yapışık kalma arzusu arasında yaşanan yoğun çatışmadır. Çocukların bu çatışmayı çözme dereceleri, onların yaşam boyunca patolojik sonuçlar olmaksızın ne ölçüde yol alacaklarını da belirler.
Bu dönem ortakyaşamın en üst derecede yaşandığı beş ile altıncı aylar arasında başlar.
(Farklılaşma dönemi) Dört ile beşinci aydan onuncu aya uzanan dönem arasında, gelişimsel olarak bebeğin dış dünyaya olan ilgisi artar…
(Alıştırma dönemi) Bu alt dönem on ile on beşinci aylar arasını kapsar. Çocuk, gelişen bilişsel ve motor yeteneklerini uygular, emekler, tırmanır ve daha araştırıcı bir döneme girer.
Çocuk belli aralıklarla duygusal destek almak için ve annenin güvenilir varlığını onaylamak için anneye geri döner.
(Yeniden Yakınlaşma dönemi) Bu alt dönem on altı ile yirmi dördüncü aylar arasını kapsar.
Bu dönemde çocuk giderek tümgüçlü olmadığını, kapasitelerinin sınırlı olduğunu keşfetmeye başlar.
Annenin isteklerinin her zaman kendisininkileri aynı olmadığının farkında olmaya başlar ve sıklıkla kendini anne ile çatışma içinde bulur.
Bu dönemde, annenin çocuğun kararsızlığı karşısında geri çekilmemesi ya da sert davranmaması çok önemlidir.
(Nesne Sürekliliği dönemi) …yaşamın üçüncü yılında elde edilmeye başlanır, çocukluk ve ergenlik boyunca gelişmeye devam eder ve ancak seyrek olarak tümüyle elde edilebilmektedir.

Yeniden yakınlaşma alt döneminde çocuk, annesinin ortadan kaybolması olasılığına karşı alarmdadır ve bazen onun nerede olduğuna yönelik aşın bir ilgi gösterir. Kemberg’e göre sınır hastalar bu erken çocukluk çağı krizini, yani annelerinin kendilerini terk etmesi ve ortadan kaybolması korkusunu tekrar tekrar yaşarlar. Bu çocukluk çağı krizinin yetişkin formu, yalnız kalmaya tahammülsüzlük ve kendileri için önemli olan kişiler tarafından terk edilme korkulan şeklindedir.

…yeniden yakınlaşma alt döneminde takılmanın önemli bir bileşeni, sınır hastanın tipik olarak nesne sürekliliğindeki yetersizliğidir.

(annelerinin iyi ve kötü yönlerini bütünleştirememeleri) Sınır hastalarda bu nesne bütünleşmesi gerçekleşmediğinden, nesne sürekliliği gerçekleşemez.

Bağlanma sisteminin ana hedefi, duygusal deneyimin önde gelen düzenleyicisi olan güvenlilik deneyimidir.

Bebeklikte geliştirilen bağlanma stilleri ömür boyu sürüp gider…

Yetişkinlerde Bağlanma Stilleri
Bağlanma beşikten mezara kadar devam eden bir süreçtir ve erken dönemde oluşan zihinsel modeller çok fazla değişikliğe uğramadan yetişkinlikte de etkinliğini sürdürür.

Hayati önemi olan şeyin geçmişte olan olaylar, davranıştan ve bunların içeriği değil, geçmiş deneyimlerin nasıl işlenip anlatımsal organizasyona dönüştüğüdür.

Hazan ve Shaver: yetişkinlik dönemindeki romantik ilişkilerin nasıl biçimlendiği, sürdürüldüğü ve sona erdirildiğinin bebeklik dönemindeki bağlanma süreciyle ilintili bir çerçevede anlaşılabileceğini öne sürmüşlerdir.

…yetişkinlerde de tıpkı bebeklerde olduğu gibi üç tip bağlanma stili olduğunu bulmuşlardır. Güvenli, kaçıngan ve kaygılı tipler.
Güvenli bağlanma stiline sahip bireyler, insanlarla yakın ilişki kurmakta zorlanmazlar ve terk edilmekten kaygılanmazlar. Kaçıngan bağlanma stiline sahip yetişkinler, insanlar onlarla ilişki kurmaya çalıştıklarında rahatsız hissederler ve partnerlerine güvenme konusunda zorluklar yaşarlar. Kaygılı bağlanma stiline sahip yetişkinler ise partnerlerine çok yakın olmaya çalışırlar ve kafaları aşk duygusu ve yalnızlık korkusu ile fazla meşguldür.

Bartholomew ve Horowitz: bağlanma stillerini iki boyuta bakarak dört grup altında toplamışlardır.
Kendileri ve diğerleri ile ilgili olumlu görüşleri olan yetişkinler güvenli bireylerdir. Saplantılı bireylerin kendileri ile ilgili olumsuz, başkaları ile ilgili olumlu görüşleri vardır.
Kayıtsız bağlanma stiline sahip yetişkinler kendileri hakkında olumlu, başkaları hakkında olumsuz görüşe sahiptirler. Korkulu bağlanma stiline sahip yetişkinler ise hem kendileri, hem de diğerleri ile ilgili olumsuz görüşe sahiptirler.
Korkulu bağlanma stiline sahip bireyler yakınlık kurmak istemelerine rağmen diğerlerine güvenmezler ve terk edilme korkulan yüksektir.

Genel olarak, güvenli bağlanma stiline sahip bireylerin kendine güvenlerinin yüksek olduğu bulunmuştur.

Depresyon hastalarının kendilerini güvensiz bağlanma stiline sahip, özellikle korkulu ve saplantılı olarak rapor ettikleri bulgulanmıştır.

Erken çocuklukta kötü bakım ile özellikle cinsel tacizle, sınır kişilik bozukluğu arasında ilişki olduğu ile ilgili kanıt gösteren bazı araştırmalar vardır.

…sınır kişilik bozukluğu hastalarının kendileri için önemli diğerleri ve ilişkilerle ilgili daha düşmanca ve daha kötü niyetli nesne tasarımlarına sahip oldukları bulgulanmıştır.

Nigg, Lohr, Westen: sınır hastaların daha kötü niyetli tasarımlara sahip olduklarını, kasıtlı olarak zarar verildiğini içeren anılar ürettiklerini ve kendilerine potansiyel olarak yardım edenleri daha az yardım eden konumunda tasvir ettiklerini bulmuşlardır.

Türkiye'de Sınır Kişilik Bozukluğu ile İlgili Yapılan Çalışmalar (s. 44 vd.)

Erken kişilerarası ilişkiler, sınır kişilik bozukluğunun etiolojisinde önemli bir odak noktasıdır. Sınır kişilik bozukluğu hastalarının erken kişilerarası ilişkilerinde saldın, ihmal ve terk edilme tehdidi deneyimledikleri öne sürülmüştür.

(Test/form örnekleri)

Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 2004

Sınır kişilik bozukluğu tanısı almış ve almamış kadınların benlik saygısı, öfke, kendini ayarlama ve kaygı değişkenleri bakımından karşılaştırılması


Bilge Tunçelli - Sınır Kişilik Bozukluğu Tanısı Almış ve Almamış Kadınların Benlik Saygısı, Öfke, Kendini Ayarlama ve Kaygı Değişkenleri Bakımından Karşılaştırılması

Araştırmalar, ayaktan tedavi gören psikiyatri hastalarının %11’ini, yatarak tedavi gören psikiyatri hastalarının ise %19’unu sınır kişilik bozukluğu tanısı almış kişilerin oluşturduğunu göstermektedir.
Ayrıca kliniklere başvuran tüm kişilik bozukluğu vakalarının %30 - %60’lık bir kısmını sınır kişilik bozukluğu tanısı almış kişiler oluşturmaktadır.

Kişilik
“Kişilik” kelimesi, kökenini, aktörlerin oyunda maske olarak kullandıkları Latince “persona” kelimesinden almaktadır. “Kişilik”, bireyin sürekliliği olan özelliklerinin, diğer insanlara görünür olan ve onları etkileyen yönüdür.
Kişilik kavramı, bireye özgü, kalıcı özellikleri tanımlar.

Kişilik bozukluğu toplumsal, duygusal ya da bilişsel etkileşimin karıştığı bir işlev bozukluğu olarak ortaya çıkar.

Kişilik bozuklukları (…) kişinin kültürüne göre beklenenden önemli ölçüde sapmalar gösteren, süre giden bir iç yaşantı ve davranış örüntüsüdür.
…ergenlik ya da genç yetişkinlik çağlarında başlar.
Bu özellikler ego tarafından kabul edilebilir (ego-sintonik) ve kişinin kendisinden çok çevresini değiştirmeye çalışarak üstesinden gelmeyi hedeflediği durumlardır.

DSM-IV tanı kriterlerine göre sınır kişilik bozukluğu
Gerçek veya hayali bir tehlikeden kaçınmak için çılgınca çabalar gösterme.
Gözünde aşırı büyütme (göklere çıkarma) ve yerin dibine batırma uçları arasında gidip gelen, gergin ve tutarsız kişiler arası ilişkilerin olması.
Kimlik karmaşası: belirgin olarak ve sürekli biçimde tutarsız benlik algısı ya da kendilik duyumu.
Kendine zarar verme olasılığı yüksek en az iki alanda dürtüsellik (örn. para harcama, cinsellik, madde kötüye kullanımı, pervasız araba kullanma, tıkınırcasına yemek yeme).
Yineleyen intiharla ilgili davranışlar, girişimler, göz korkutmalar ya da kendine kıyım davranışı.
Duygudurumla belirgin bir tepkiselliğin olmasına bağlı afektif değişim (örn. yoğun epizodik disfori, iritabilite ya da genellikle birkaç saat süren, nadiren birkaç günden daha uzun süren anksiyete).
Kendini sürekli olarak boşlukta hissetme.
Uygunsuz, yoğun öfke ya da öfkesini kontrol altında tutamama (örn. Sık sık hiddetlenme, geçmek bilmeyen öfke, sık sık kavgalara karışma).
Stresle ilişkili gelip geçici paranoid düşünce ya da ağır dissosiyatif semptomlar.

…duygu durum önceden tahmin edilemez ve kaprislidir.
Duygu feveranlarını ve davranışsal patlamaları kontrol etmede bir kapasitesizlik vardır.

“Sınır” kavramının tarihsel gelişimi
Sınır kavramı ilk kez 1930’larda Stern (1938) tarafından nevroz ve psikoz arasındaki sınır vakaları tanımlamak için kullanılmıştır.
1960’lı yılların sonlarından itibaren Kernberg (1967), sınır kavramı konusunda etkili olmuş (…) içselleştirilmiş nesne ve kendilik tasarımlarının niteliklerini ve değişikliklerinin önemini vurgulamıştır.

Sınır hastaların psikoterapisinde, nesne ilişkilerinin niteliği ve üstbenlik bütünleşmesinin derecesinin, tedavinin gidişatını belirleyen en önemli etkenlerden olduğunu düşünmüştür.

Kernberg, ruhsal yapıda ortaya çıkabilecek patolojik gelişimleri nevrotik, sınır ve psikotik örgütlenmeler olarak kategorize etmiştir.

Nevrotik, sınır ve psikotik örgütlenme
Grup
Kimlik Bütünleşmesi
Savunma Mekanizmaları
Gerçeği Değerlendirme
Nevrotik
Tam
Üst düzey
Tam
Sınır
Kimlik Dağınıklığı
İlkel
Korunmuş
Psikotik
Yok
Alt düzey
Bozuk

Kernberg kimlik dağınıklığını, “kendilik ve nesne tasarımlarının bütünleşmesinin tamamlanmaması” olarak tanımlamıştır.
İlk çocukluk yıllarında şiddetli olumlu ve olumsuz duyguların yaşandığı ilişkilerden kaynaklanan kendilik ve öteki kavramları birbirinden ayrı tutulmuştur.
Dolayısıyla da tutarlı ve belli kararlılıkları olan bir ilişki sürdüremezler, ilişkilerinde sıcak ve empatik olamazlar.

Sınır hastalar, (…) içselleştirmelerin yetersizliği nedeniyle kendine yabancılaşmaya (depersonalizasyon) eğilim gösterirler.

Kernberg, benlik zayıflığını özgül olan ve olmayan olarak ikiye ayırmaktadır. Özgül olan benlik zayıflığı, daha çok ilkel savunma mekanizmalarıyla ilgilidir. Benlik zayıflığının “özgül olmayan” yönleri ise kaygı tahammülü eksikliği, dürtü kontrol bozukluğu ve gelişmiş yüceltme kanallarının eksikliğidir.

Özgül savunma mekanizmaları
Bölme sınır kişilik organizasyonunun temel savunma mekanizmasıdır.
Sınır kişilik örgütlenmesi olan hastalarda bölme savunma mekanizması yardımıyla kaygı yaratacak olan çelişik benlik durumları ayrı tutulmaktadır. Çatışma çok iyi ayrışmamış benlik ve id arasında ortaya çıkmaktadır (...) çatışan durumlar, dürtü ile yüklü benlik durumlarıdır.
…dürtü ile yüklü benlik durumları ayrı tutularak çatışma giderilmeye çalışılır. Bunun sonucunda da benlik zayıflığı ve kimlik dağınıklığı ortaya çıkar.

İlkel idealleştirme: dış nesneleri, tamamıyla iyi görme eğilimidir. Bu mekanizma gerçekçi olmayan tamamıyla iyi ve güçlü nesne imgeleri yaratır ve bu da benlik idealinin ve üstbenliğin gelişimini olumsuz yönde etkiler.

Yansıtmalı özdeşim: yansıtmanın esas amacı; tamamıyla kötü ve saldırgan kendilik ve nesne imgelerini dışsallaştırmaktır.
Yansıtılan malzeme dolayısıyla nesneden korkulur ve bu mekanizmanın etkisiyle yansıtılan kişiyi kontrol etme ihtiyacı ortaya çıkar.

İnkar: Hasta kendi ya da başka insanlar hakkındaki algılarının, düşüncelerinin ve hislerinin başka zamanlarda olanların tamamıyla zıttı olduğunun farkındadır; ancak bunu hatırlaması, onun için duygusal açıdan bir önem taşımaz ve o andaki hissetme biçimini etkilemez.

Tümgüçlülük ve değersizleştirme: bölmeyle yakından ilgilidirler. Bu savunmalar, sınır yelpaze içinde kalan narsisistik olguların sıklıkla başvurduğu savunmalardır.

Gunderson (1975), sınır kişilik bozukluğunun özelliklerini kısaca şu şekilde tanımlamaktadır.
Kişilerarası ilişkilerle ilgili problemler: Gunderson, bu hastaların diğerleriyle kurdukları ilişkilerde değersizleştirme, kullanma (manipülasyon), bağımlılık ve mazoşizm gibi özellikler sergilediklerini söyler.

Tekrarlayan intihar girişimleri: diğer kişilerden çıkar sağlama amacı güder…

Kararsız kimlik duygusu: kalıcı bir kendilik ve değer duygusu olmaması nedeniyle kompulsif bir sosyalleşme eğiliminde…

Olumsuz duygular: Gunderson, bu hastaların en belirgin duygularının öfke olduğunu söyler. …acımasızlık ve alaycılık…

Dürtüsellik: …dürtüsel davranışların temel özelliği, kendine yönelik yıkıcı bi yanlarının olmasıdır.

Başarısızlık

Sınır kişilik bozukluğunun etiyolojisi
Nesne ilişkileri kuramı, sınır kişilik bozukluğu’nu gelişimsel bir bozukluk olarak ele almaktadır.
…sebebini anne-çocuk ilişkisi içinde aramaktadır.

…aile kuramları, kişilikteki bu bozukluğun, ailedeki yapısal bozukluktan kaynaklanan travmalar (…) erken çocukluk dönemindeki ihmaller sonucunda oluştuğunu iddia etmektedir.

Bu ailelerde anne baba arasında açık bir düşmanlık ve çatışma vardır ve birbirleriyle kurdukları bu yoğun ilişki nedeniyle çocuk onların destek, koruma ve ilgisinden yoksun kalmıştır.

Liotti ve Pasquini: hastanın doğumundan itibaren iki yıl içinde annenin yas sürecinde olması ve hastanın erken travmatik deneyimlerinin etkili olduğu bulunmuştur.

…sınır kişilik bozukluğunun etiyolojisinde herhangi bir faktörün tek başına yer almasından çok, çoğul etkenlerin söz konusu olduğu görülmektedir.

Bazı ampirik araştırmalar hastaların cinsel, fiziksel ya da sözel tacize uğradığını gösteren sonuçlar vermişlerdir.

Herman ve arkadaşları: hastalardan %68’inin çocukluk çağında cinsel, %71’inin fiziksel tacize uğradığını, %62’sinin ise ciddi bir ev içi şiddet olayına tanık olduğunu saptamışlardır.

Paris ve Zweig-Frank: Kuzey Amerika’da yaşayan tüm kadınların üçte birinin çocukluk çağında cinsel tacize maruz kalmış olduklarını, fakat bu toplumda sınır kişilik bozukluğuna rastlama oranının %2 olduğunu söylemişlerdir.

Sınır kişilik bozukluğu hastalarının aile geçmişlerinde depresyonun yaygın olduğu saptanmıştır.

Van den Boom ve Hoeksma: irritabl olan bebeklere ilk aydan itibaren daha az görsel ve fiziksel ilgi gösterildiği, çok düşük düzeyde olumlu seslenildiği, oyun oynandığı, etkili fiziksel ilgi gösterildiği, sıcakkanlı ilişki kurulduğu ve daha az yatıştırıldığı bulunmuştur.
…doğumdan itibaren irritabl bebek ve anne arasında (normalden) farklı bir şekilde bağlanma oluştuğunu göstermektedir.

Sınır kişilik bozukluğunun görülme sıklığı
Amerika Birleşik Devletleri’nde genel popülasyon içinde rastlanma oranı %9 - %12’dir.
Kernberg’in değerlendirmesine göre genel nüfus içindeki oranı %15 olarak belirlenmiştir.

Sınır kişilik bozukluğuna kuramsal yaklaşımlar
Freud kişilik patolojilerinin psikoseksüel gelişim evrelerinden birindeki saplanmayla ilişkili olduğunu öne sürmüştür.

Geleneksel psikiyatri sınır durumlara psikoz ve şizofreninin alt grubu olarak yaklaşırken, psikanalitik yaklaşım etiyolojiyle ilgilenerek, erken çocukluk deneyimlerinin sınır durumların gelişmesinde ne ölçüde etkili olduklarını anlamaya çalışmışlardır.

(Knight) Bu hastalarda ego fonksiyonlarının ciddi olarak zayıfladığını ve gerçeklik duygularının göreceli olarak kırılgan olduğunu söylemiştir.

Adler’e göre, sınır kişiliğin temelinde nesne sürekliliğinin olmayışı vardır.
Koruyan, destekleyen, rahatlatan bir içsel nesnenin olmayışı sürekli, oral öfkeyle sonuçlanır. Bu sınır hastaların çocuklukları boyunca duygusal olarak yanlarında olan bir anne figürünü algılayamayışlarıyla ilişkilidir.

(16-24. aylar) Anneye yapışma ve bireyleşme çabaları arasında ambivalan duygular içeren bu evrede sağlıklı bir çözüm geliştirilemediği takdirde çocukta aşırı saldırganlık duyguları gelişir ve annenin iyi ve kötü temsili bütünleştirilemeyerek bölünmüş halde kalır. Mahler bu durumu erişkinlikteki sınır patolojinin temeli olarak görmektedir.

Sınır kişilik bozukluğuna sahip kişiler, ayrılma - bireyleşme stresörlerine karşı yapışma ya da uzaklaşma savunmalarını kullanırlar.

Masterson ve Rinsley: anneler, çocuklarının büyümeleriyle ilgili ciddi kaygılar taşırlar. Sonuç olarak çocuk, büyümenin ve bir birey olmanın anne sevgisini ve desteğini kaybetmek anlamına geldiği mesajını alır.

Benlik saygısı
Freud’a göre benlik, kişiliğin dış gerçekliğe en yakın bölümü olarak tanımlanmaktadır. Kohut’ a göre ise, benlik kişinin hem bilinçli hem de bilinçdışı olarak kendini algılaması ve kendini nasıl gördüğü olarak tanımlanabilir.

Benlik saygısı, kişinin deneyimlerinden edindigi kendine ait değer algısı olarak da tanımlanabilir.
Benlik saygısı, benliğin duygulanımsal yönünü göstermektedir ve kişinin kendiyle ilgili nasıl hissettiğini ve kendini nasıl değerlendirdiğini (özdeğer) betimlemektedir.
Benlik saygısı, çocukluk deneyimleri sonucunda oluşur ve gelişimi hayat boyu devam eder. Ergenlik boyunca, hızlı dalgalanmalar ve değişimler gösterir.
Yüksek benlik saygısı, daha iyi sosyal ilişkiler ve daha yüksek akademik gelişime bağlıdır.
Benlik saygısı ve duygulanımda kararsızlık yaşayan bireyler, dış çevresel olaylara ve bu olayların düşünce, duyu, hatıra gibi içsel deneyimlerine aşırı bağlanma geliştirmeye meyillidirler.
…düşük benlik saygısına sahip kişilerin kendilerini ve çevresindekileri olumsuz değerlendirdikleri görülmektedir.
…öfkenin temel özellikleri, kişilerin sıklıkla öfkeyi bastırma eğilimi olduklarını göstermektedir (sosyal iletişimden geri çekilmek gibi).

Sınır kavramı ile ilgili literatürün çoğu benlik algısına odaklanır.

Öfke
Bütünleşmiş bir kimlik algısına sahip olmayan kişiler eyleme geçebilme kapasitesi bakımından kendilerini eksik ya da yetersiz gördükleri için eylemlerinin sorumluluğunu almayabilirler.
Zihinselliştirme kapasitesi yeterince gelişmemiş kişiler, eylemlerinin karşısındaki kişi üzerinde yaratacağı sonuca karşı duyarlı olmadıkları için daha kolay saldırgan davranış gösterebilirler ve duygular ve düşünceler gerçekmiş gibi deneyimlemezler.

Hankins: öfke, saldırı, eleştiri ya da engel karşısında yaşanan içsel bir duygudur…

Zanarini: dürtüselik ve kişiler arası ilişkilerde zorluk çıkarma çabaları tedaviye en olumlu yanıt veren özellikler arasında bulunmuştur.

Kendini ayarlama
(Snyder) “Kendini Ayarlama Kuramı”na göre; kişiler sosyal bir ortamda nasıl davranacağını, sosyal ortamdan ve diğerlerinden aldığı bilgiye ve kendi ruhsal durumu, tutumu ve eğilimlerinin sağladığı bilgi yoluyla belirlemektedir.

Bilişsel teoriler, egonun psikanalitik teorisine benzer olarak, kendiliğin başkaları ile ilişki üzerinden geliştiğini öne sürerler.

Kendini ayarlama teorisine göre, gerçek kendilik, kişinin gerçekte sahip olduğuna inandığı vasıf ya da özellikleri kapsar. İdeal kendilik ise kişinin ideal olarak sahip olmak istediği ya da diğerlerinin sahip olmasını isteyeceği özellik ve vasıfları kapsar.

Erken dönem ilişkilerdeki güvenin yokluğu ve zarar görmesi olumsuz sonucun motivasyonel yöneliminin ileriki dönemde işlevsel gelişimini etkiler.

(Kernberg) Bu hastalar bütünleşmiş bir bakış açısı getiremezler ve anlamlı bir öykü oluşturamazlar.

Kaygı
Bilişsel olarak nereden geleceği belirlenemeyen kesin bir tehdit algısıyla kendini göstermektedir.

Laplanche ve Pontalis: otomatik ya da birincil kaygıyı, kişinin, kaynağı içsel ya da dışsal olabilen travmatik bir durumla baş edemediğinde gösterdiği tepki olarak tarif etmektedirler.

Egonun dağılacağı ya da parçalanacağı korkusu, herkes için ilkel (primitive) bir kaygı durumudur ve doğum travması ile bağlantılı olduğu düşünülmüştür.

Sınır kişilik bozukluğunda yoğun, yaygın ve nedeni belli olmayan bir kaygı vardır. Sınır kişilik bozukluğu hastaları bu durumu genellikle sürüp giden bir can sıkıntısı, boşluk duygusu, tatminsizlik hissi olarak ifade etmektedirler.
Kernberg, bu yoğun anksiyetenin kendilik bütünlüğünün algılanamamasına, ideallerin yokluğuna ve nesne açlığına bağlı olduğunu düşünmektedir.

Aksüt: Araştırmanın sonucunda sınır kişilik bozukluğu tanısı almış kişilerin ailelerinin, kontrol grubuna oranla daha fazla çocuk sahibi olduğu, ailelerinde daha fazla psikiyatrik hastalık öyküsü bulunduğu görülmektedir.

Araştırma Soruları ve Hipotezler (s. 37-38)

…hasta grubunun kontrol grubuna oranla anlamlı olarak daha fazla kendini yaralayıcı davranışta bulunduğu saptanmıştır.

…hasta grubunun kontrol grubuna oranla anlamlı olarak daha fazla intihar etme düşüncesine sahip olduğu saptanmıştır.

…hasta grubunun kontrol grubuna oranla anlamlı olarak daha fazla madde kullandığı görülmektedir.

İlk çocukluk dönemi travma öyküleri incelendiğinde, hasta grubunun kontrol grubuna oranla anlamlı olarak daha fazla fiziksel travma öyküsü bulunduğu görülmektedir.

…hasta grubunun kontrol grubuna oranla anlamlı olarak daha fazla öfke krizi geçirdiği görülmüştür.

(Ekler, test örnekleri-formlar)

Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2008, İstanbul