Thomas
Bernhard - Kiler, Bir Kaçış
Öteki insanları ters yöne giderek buldum; o iğrenç lisede
değil, beni kurtaran çıraklık işinde; mantık ilkelerine aykırı davrandım…
…şatafatlı villaların önünden geçip burjuva ve küçük
burjuvaların okuluna gitmek yerine, körler ve sağır dilsizler kurumlarının
önünden, demiryolu geçidinin üzerinden, parsellenmiş alanlardan ve Lehen
Tımarhanesinin yakınındaki spor sahasının çitlerinden geçip dışlanmışların ve
yoksulların okuluna gitmeye başladım…
Bay Podlaha onu beklediğim yan odaya girdi, bana bir kez
baktı ve eğer istersem hemen o anda işe başlayabileceğimi söyledi (s. 7).
Bay Podlaha (…) Benim hakkımda herhangi bir şey bilmek
istemediğini söyledi; tek yapmam gereken görevlerimi yerine getirmek ve kalan
zamanda da bir şekilde faydalı olmaktı.
Hayatımın işe yaramaz, sefil ve berbat bir döneminin sonuna
geldiğimi hissettim (s. 8).
Kendimi öldürmedim, onun yerine çıraklığa başladım. Hayat
devam etti (s. 9).
Sağda solda bulunan binaların hepsi, orada oturanların
hayatlarını karartmak için yapılmıştı sanki; bu binaların tekdüzeliği ve
iğrençliği, nasıl olursa olsun her insanın ruh halini mahvedebilecek
şekildeydi. Kadınlar, alışveriş niyetleri olmasa da gelirdi, belirli bir geliş
nedenleri yoktu. Sanki buna mecbur bırakılmışlar gibi aksatmadan, günün hangi
saatinde isterlerse çıkıp gelirlerdi. Yapacak daha iyi bir işleri olmadığından,
en azından başkalarıyla bir iki laf etmek için gelirlerdi.
…her gelişlerinde de çok ufak harcamalar yapıyorlardı
(örneğin elli gram tereyağı alıyorlardı); fakat bunu parasızlık yüzünden değil,
kilere ne kadar sık gelirlerse kendi öldürücü çevrelerinden o kadar sık
kaçabildikleri için yapıyorlardı (s. 10)…
Geleceğim olmadığına dair önceki inancım yok olmuştu, artık
geleceğim olabileceğine inanmıştım ve aniden her şey bende hayranlık
uyandırmaya başlamıştı…
Kendimi kilerin bir parçası gibi hissettim, oysa okulun
dünyasına dair böyle bir hissim asla olmamıştı (s. 16).
…her şeyi göze alabilen insanın hali onun en yoğun ve
ölümcül anıdır, tıpkı benim o zamanlar içinde bulunduğum durum gibi. Hayat
kurtarıcı böyle bir anda, ya her şeye karşı koymalıyız ya da yok olmayı
seçmeliyiz (s. 17).
Doğruyu ancak yaşayan bilir, bunu aktarmak istediğinde de
otomatikman yalancı olur. Anlatılan her şey sahteleştirmedir, yani ancak
sahtelikler ve sahteleştirmeler aktarılabilir. Doğruluğu bulma arzusu, tıpkı
diğer arzular gibi sahteliğe ve sahteleştirmeye giden en hızlı yoldur (s.
25-26).
Yaşam burada yozlaşmıştı ve sonunda ölüp gitmekten başka bir
seçenek yoktu, oysa birkaç yüz metre ötede, dünyanın tek hakimi havalarındaki
sapık bir şehrin montaj hatlarında zevk ve sefa üretimine aralıksız devam
ediliyordu (s. 29).
Nesneler ne kadar iğrenç ve işe yaramaz olursa olsun,
insanlar onları anında satın alırdı (s. 35).
Cumartesi ürkütücü, pazar korkunçtur; pazartesi rahatlama
getirir.
İnsanoğlu özgürlüğü sevmez, aksini iddia etmek yalan
söylemektir. Özgür olunca ne yapacağını bilemez. Serbest kaldıkları anda
kendilerine iş çıkarırlar; giysi ve çamaşır komodinlerini açar, eski kâğıtları,
fotoğrafları, belgeleri ve mektupları arar, bahçeye çıkıp sağı solu eşelerler
veya anlamsız ve amaçsız biçimde, hava nasıl olursa olsun etrafta koşuştururlar
ve bunun adına gezinti derler (s. 49).
Hastalıklar, insanların yapacak işleri olmadığı, az
çalıştıkları zaman artış gösterir. İnsanlar fazla işleri olduğu için
yakınmamalıdırlar, aksine az işleri varsa yakınmalıdırlar. İş azsa hastalık
çoktur, o zaman mutsuzluk herkesi ele geçirir. En anlamsız işin bile amacı
vardır. Cumartesi öğleden sonraları önce karakteristik bir sessizlik olur,
fırtına öncesi sessizlik vardır. Sonra birden herkes caddelere fırlar,
akrabalarını, tanıdıklarını ya da sadece doğayı hatırlarlar; akıllarına
sinemadaki bir film ya da sirk gösterisi gelir. Ya da hemen bahçelerine
giderler ve toprağı kazmaya başlarlar. Ama ne olursa olsun, yaptıkları şey
yalnız düş kırıklığına yol açar (s. 50).
Amerikalılar, mahalleli kız arkadaşlarını çikolata, naylon
çorap, bluz ve onların gelişiyle Avrupa'ya yığılan diğer tüm lüks döküntüye
boğarlardı. Kızlar kendilerini oyuncak bebekler gibi boyar ve giydikleri yüksek
topuklu ayakkabılarla küstah ve aynı zamanda da gülünç bir yürüyüşe sahip
olurlardı.
Aileler de kızlarını –sanki buna gerek varmış gibi-
Amerikalıların kucaklarına itiyordu.
Küçük kızlar bir gecede küçük Amerikalılar oluyordu.
Mahallenin bazı kızları Amerikalılar tarafından öldürüldü (s. 64).
Kilerdeki çıraklığımın birkaç ayından sonra, müzisyenliği
yeniden bir kariyer hedefi olarak görmeye başlamam, belki de Podlaha'nın yılgın
ama tutkulu bir klasik müzik hayranı olmasından kaynaklanıyordu (s. 72).
Çıraklıktaki üçüncü yılımdaydım, on yedi, hatta neredeyse on
sekiz yaşındaydım. Bir Ekim günü, birkaç ton patatesle yüklü bir kamyonu dükkânın
önüne boşaltmam gerekiyordu. Ara vermeyen kar fırtınası esnasında üşüttüm, o da
ağır bir gribe döndü. Haftalarca evde yüksek ateşle, bu olağanüstü halden bıkıp
usanana kadar yattım. Sonunda hala ateşim olduğu halde kalkıp dükkâna çalışmaya
gittim. Bu muazzam budalalığın bedelini de ödemek zorunda kaldım. Beni dört
yıldan fazla bir süre boyunca hastanelere ve sanatoryumlara bağlayan hastalığa
yakalandım; deyim yerindeyse bazen çok bazen az endişe verici bir şekilde,
yaşamla ölüm arasında gidip geldim (s. 81).
Yaşamımız boyunca kendimizi keşfetmeye çalışıyoruz, sonunda
zihin gücümüzün sınırına gelince de pes ediyoruz. Çabalarımız tam bir hayal
kırıklığı ve mutlak bir ölümcül depresyonla son buluyor. Yetkili olmadığımızı
düşündüğümüz için iddia etmeye cesaret edemediğimiz şeylerde, başkaları bizi
eleştirmekten geri kalmıyor, bilerek ya da bilmeyerek içimizdeki her şeyi
görmezden geliyorlar. Her daim başkalarının fırlatıp attıkları oluyoruz, her
yeni günde de kendimizi tekrar bulmak, toparlamak ve birleştirmek zorundayız.
Artık umut edecek kadar duygusal değiliz. Umudun olmayışı
bize insanlar, nesneler, ilişkiler, geçmiş, gelecek, vesaire hakkında daha açık
bir görüş sağlıyor (s. 83).
Her zaman iki hayat sürdürdüğümü inkâr edemem; biri gerçeğe
en yakın olandı, onu hakiki var oluşum diye adlandırabilirim, diğeri de sadece
rol yaptığımdı. Bu ikisinin birlikteliği, zamanla beni yaşamda tutan bir var
oluş yarattı. Kâh biri kâh öbürü bana egemen oldu, ama belirtmeliyim ki ikisi
de her zaman mevcuttu.
Hastalıklar, hatta daha sonra gelen ölümcül hastalıklar beni
havadan yere, güvenliğe ve kayıtsızlığa indirdi (s. 84).
Sadece kendi anladığım bir dili konuşuyorum, başkası
anlamaz. Herkes yalnızca kendisinin anladığı dili konuşur. Anladığını sananlar
budalalar ve şarlatanlardır. Eğer ciddiysem, ciddiyetim anlaşılmaz ya da en
azından yanlış anlaşılır. Daha ince espriler yapmanın bir reçetesi yoktur.
Neticede herkes de, kim olursa olsun, ne yaparsa yapsın, kendi kaynaklarına
geri düşer, kendisine bağımlı bir sanrıdır. Başkalarına inansaydım şu anda var
olmamam gerekirdi, fakat her yeni gün kanıtlıyor ki ben varım (s. 85).
İnsan, doğduğu andan itibaren yaşamdan kaçıyor. Kaçıyor
çünkü daha ilk andan itibaren onun ne olduğunu biliyor. Yaşamlarımız boyunca
hep tek bir yöne doğru koşuyoruz.
…
Der Keller - Eine Eıı tziehung
Türkçeleştiren: Sezer Duru
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder