14 Eylül 2019 Cumartesi

Thomas Bernhard - Kiler, Bir Kaçış


Thomas Bernhard - Kiler, Bir Kaçış


Öteki insanları ters yöne giderek buldum; o iğrenç lisede değil, beni kurtaran çıraklık işinde; mantık ilkelerine aykırı davrandım…

…şatafatlı villaların önünden geçip burjuva ve küçük burjuvaların okuluna gitmek yerine, körler ve sağır dilsizler kurumlarının önünden, demiryolu geçidinin üzerinden, parsellenmiş alanlardan ve Lehen Tımarhanesinin yakınındaki spor sahasının çitlerinden geçip dışlanmışların ve yoksulların okuluna gitmeye başladım…

Bay Podlaha onu beklediğim yan odaya girdi, bana bir kez baktı ve eğer istersem hemen o anda işe başlayabileceğimi söyledi (s. 7).

Bay Podlaha (…) Benim hakkımda herhangi bir şey bilmek istemediğini söyledi; tek yapmam gereken görevlerimi yerine getirmek ve kalan zamanda da bir şekilde faydalı olmaktı.

Hayatımın işe yaramaz, sefil ve berbat bir döneminin sonuna geldiğimi hissettim (s. 8).

Kendimi öldürmedim, onun yerine çıraklığa başladım. Hayat devam etti (s. 9).

Sağda solda bulunan binaların hepsi, orada oturanların hayatlarını karartmak için yapılmıştı sanki; bu binaların tekdüzeliği ve iğrençliği, nasıl olursa olsun her insanın ruh halini mahvedebilecek şekildeydi. Kadınlar, alışveriş niyetleri olmasa da gelirdi, belirli bir geliş nedenleri yoktu. Sanki buna mecbur bırakılmışlar gibi aksatmadan, günün hangi saatinde isterlerse çıkıp gelirlerdi. Yapacak daha iyi bir işleri olmadığından, en azından başkalarıyla bir iki laf etmek için gelirlerdi.

…her gelişlerinde de çok ufak harcamalar yapıyorlardı (örneğin elli gram tereyağı alıyorlardı); fakat bunu parasızlık yüzünden değil, kilere ne kadar sık gelirlerse kendi öldürücü çevrelerinden o kadar sık kaçabildikleri için yapıyorlardı (s. 10)…

Geleceğim olmadığına dair önceki inancım yok olmuştu, artık geleceğim olabileceğine inanmıştım ve aniden her şey bende hayranlık uyandırmaya başlamıştı…

Kendimi kilerin bir parçası gibi hissettim, oysa okulun dünyasına dair böyle bir hissim asla olmamıştı (s. 16).

…her şeyi göze alabilen insanın hali onun en yoğun ve ölümcül anıdır, tıpkı benim o zamanlar içinde bulunduğum durum gibi. Hayat kurtarıcı böyle bir anda, ya her şeye karşı koymalıyız ya da yok olmayı seçmeliyiz (s. 17).

Doğruyu ancak yaşayan bilir, bunu aktarmak istediğinde de otomatikman yalancı olur. Anlatılan her şey sahteleştirmedir, yani ancak sahtelikler ve sahteleştirmeler aktarılabilir. Doğruluğu bulma arzusu, tıpkı diğer arzular gibi sahteliğe ve sahteleştirmeye giden en hızlı yoldur (s. 25-26).

Yaşam burada yozlaşmıştı ve sonunda ölüp gitmekten başka bir seçenek yoktu, oysa birkaç yüz metre ötede, dünyanın tek hakimi havalarındaki sapık bir şehrin montaj hatlarında zevk ve sefa üretimine aralıksız devam ediliyordu (s. 29).

Nesneler ne kadar iğrenç ve işe yaramaz olursa olsun, insanlar onları anında satın alırdı (s. 35).

Cumartesi ürkütücü, pazar korkunçtur; pazartesi rahatlama getirir.
İnsanoğlu özgürlüğü sevmez, aksini iddia etmek yalan söylemektir. Özgür olunca ne yapacağını bilemez. Serbest kaldıkları anda kendilerine iş çıkarırlar; giysi ve çamaşır komodinlerini açar, eski kâğıtları, fotoğrafları, belgeleri ve mektupları arar, bahçeye çıkıp sağı solu eşelerler veya anlamsız ve amaçsız biçimde, hava nasıl olursa olsun etrafta koşuştururlar ve bunun adına gezinti derler (s. 49).

Hastalıklar, insanların yapacak işleri olmadığı, az çalıştıkları zaman artış gösterir. İnsanlar fazla işleri olduğu için yakınmamalıdırlar, aksine az işleri varsa yakınmalıdırlar. İş azsa hastalık çoktur, o zaman mutsuzluk herkesi ele geçirir. En anlamsız işin bile amacı vardır. Cumartesi öğleden sonraları önce karakteristik bir sessizlik olur, fırtına öncesi sessizlik vardır. Sonra birden herkes caddelere fırlar, akrabalarını, tanıdıklarını ya da sadece doğayı hatırlarlar; akıllarına sinemadaki bir film ya da sirk gösterisi gelir. Ya da hemen bahçelerine giderler ve toprağı kazmaya başlarlar. Ama ne olursa olsun, yaptıkları şey yalnız düş kırıklığına yol açar (s. 50).

Amerikalılar, mahalleli kız arkadaşlarını çikolata, naylon çorap, bluz ve onların gelişiyle Avrupa'ya yığılan diğer tüm lüks döküntüye boğarlardı. Kızlar kendilerini oyuncak bebekler gibi boyar ve giydikleri yüksek topuklu ayakkabılarla küstah ve aynı zamanda da gülünç bir yürüyüşe sahip olurlardı.
Aileler de kızlarını –sanki buna gerek varmış gibi- Amerikalıların kucaklarına itiyordu.
Küçük kızlar bir gecede küçük Amerikalılar oluyordu. Mahallenin bazı kızları Amerikalılar tarafından öldürüldü (s. 64).

Kilerdeki çıraklığımın birkaç ayından sonra, müzisyenliği yeniden bir kariyer hedefi olarak görmeye başlamam, belki de Podlaha'nın yılgın ama tutkulu bir klasik müzik hayranı olmasından kaynaklanıyordu (s. 72).

Çıraklıktaki üçüncü yılımdaydım, on yedi, hatta neredeyse on sekiz yaşındaydım. Bir Ekim günü, birkaç ton patatesle yüklü bir kamyonu dükkânın önüne boşaltmam gerekiyordu. Ara vermeyen kar fırtınası esnasında üşüttüm, o da ağır bir gribe döndü. Haftalarca evde yüksek ateşle, bu olağanüstü halden bıkıp usanana kadar yattım. Sonunda hala ateşim olduğu halde kalkıp dükkâna çalışmaya gittim. Bu muazzam budalalığın bedelini de ödemek zorunda kaldım. Beni dört yıldan fazla bir süre boyunca hastanelere ve sanatoryumlara bağlayan hastalığa yakalandım; deyim yerindeyse bazen çok bazen az endişe verici bir şekilde, yaşamla ölüm arasında gidip geldim (s. 81).

Yaşamımız boyunca kendimizi keşfetmeye çalışıyoruz, sonunda zihin gücümüzün sınırına gelince de pes ediyoruz. Çabalarımız tam bir hayal kırıklığı ve mutlak bir ölümcül depresyonla son buluyor. Yetkili olmadığımızı düşündüğümüz için iddia etmeye cesaret edemediğimiz şeylerde, başkaları bizi eleştirmekten geri kalmıyor, bilerek ya da bilmeyerek içimizdeki her şeyi görmezden geliyorlar. Her daim başkalarının fırlatıp attıkları oluyoruz, her yeni günde de kendimizi tekrar bulmak, toparlamak ve birleştirmek zorundayız.

Artık umut edecek kadar duygusal değiliz. Umudun olmayışı bize insanlar, nesneler, ilişkiler, geçmiş, gelecek, vesaire hakkında daha açık bir görüş sağlıyor (s. 83).

Her zaman iki hayat sürdürdüğümü inkâr edemem; biri gerçeğe en yakın olandı, onu hakiki var oluşum diye adlandırabilirim, diğeri de sadece rol yaptığımdı. Bu ikisinin birlikteliği, zamanla beni yaşamda tutan bir var oluş yarattı. Kâh biri kâh öbürü bana egemen oldu, ama belirtmeliyim ki ikisi de her zaman mevcuttu.

Hastalıklar, hatta daha sonra gelen ölümcül hastalıklar beni havadan yere, güvenliğe ve kayıtsızlığa indirdi (s. 84).

Sadece kendi anladığım bir dili konuşuyorum, başkası anlamaz. Herkes yalnızca kendisinin anladığı dili konuşur. Anladığını sananlar budalalar ve şarlatanlardır. Eğer ciddiysem, ciddiyetim anlaşılmaz ya da en azından yanlış anlaşılır. Daha ince espriler yapmanın bir reçetesi yoktur. Neticede herkes de, kim olursa olsun, ne yaparsa yapsın, kendi kaynaklarına geri düşer, kendisine bağımlı bir sanrıdır. Başkalarına inansaydım şu anda var olmamam gerekirdi, fakat her yeni gün kanıtlıyor ki ben varım (s. 85).

İnsan, doğduğu andan itibaren yaşamdan kaçıyor. Kaçıyor çünkü daha ilk andan itibaren onun ne olduğunu biliyor. Yaşamlarımız boyunca hep tek bir yöne doğru koşuyoruz.

Der Keller - Eine Eıı tziehung
Türkçeleştiren: Sezer Duru


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder