28 Eylül 2016 Çarşamba

Psikolojiye Giriş: Psikolojinin Doğası

Psikolojinin Doğası
Modern bir bilim olarak psikolojinin tarihi, 1879’da Almanya’nın Leipzig Üniversitesi’nde Wilhelm Wundt’un ilk psikoloji laboratuvarını açması ile başlatılır.

Yapısalcı Yaklaşım
Wundt’un çalışmaları ve kullandığı yöntem yapısalcılık adlı yaklaşımın temelidir. Bu çalışmalarda Wundt, insanların değişen bir uyarıcıya nasıl tepki verdiği konusuna odaklanmıştır. Wundt, uyarıcıya maruz kalan deneklerden, kendi zihinlerine konsantre olmalarını ve o andaki değişen duyum ve düşüncelerini rapor etmelerini istemiştir. Wundt’un kullandığı bu yönteme içebakış denir.
Psikoloji tarihinde yapısalcılığın asıl temsilcisi Wundt’un öğrencisi Edward Titchener’dır. Wundt ile çalıştıktan sonra ABD’de kendi laboratuvarını açan Titchener, en karmaşık düşünce ve duyguların, bunları oluşturan basit öğelere indirgenebileceğini savunmaktaydı.

İşlevselci Yaklaşım
William James, zihnin yapısal analizine değil, zihnin ne işe yaradığına vurgu yapar. İşlevselcilik adı verilen bu yaklaşıma göre, amaçlar ya da hedeşer, insan bilinci ve eyleminin en önemli yönleridir.

Gestaltçı Yaklaşım
Max Wertheimer algısal süreçlerde bütünselliğin önemine vurgu yapmıştır. Almanca bir kelime olan Gestalt, Türkçe’de “bütün” ya da “biçim” olarak ifade edilebilir. Bu düşünce okulunun temel tezi, zihnin onu oluşturan temel parçalara bölünerek değil, organize olmuş bir bütün olarak anlaşılması gerektiğidir.

Davranışçı Yaklaşım
John B. Watson’a göre, psikolojinin nesnel bir bilim olabilmesi için, zihni ya da bireyin içindeki gözlenemeyen süreçleri çalışmaktan vazgeçmesi ve bunun yerine insan ve hayvanların gözlenebilir eylemlerine odaklanması gerekir.
Watson, psikolojinin hedefinin, bireylerin belirli biçimlerde davranmasına yol açan çevresel koşulları saptamak olduğunu savunmaktaydı.
B. F. Skinner, Watson’un pek çok görüşünü kabul etmekle birlikte, onun tüm davranışların refleks olduğu iddiasına katılmıyordu. Skinner, davranışı önceleyen uyarıcıya değil, davranışın sonucuna odaklanmıştı.

Psikodinamik Yaklaşım
Sigmund Freud, 1886’da Viyana’daki muayenehanesinde sinirsel şikâyetlerle gelen hastaları tedavi etmekteydi. Hastalarının çoğunun sinirsel şikâyetlerinin fizyolojik değil de psikolojik temelli olduğunu gözlemleyen Freud, tüm klinik çalışmalarını bu psikolojik temelleri araştırmaya yönlendirir. Bu çabalarının ürünü, hem bir kişilik kuramı hem de bir tedavi biçimi olan psikanaliz’dir
Psikanalitik kuramın temel varsayımı, davranışlarımızın bilinçdışı süreçler tarafından yönlendirildiğidir.

Bilişsel Yaklaşım
“Biliş terimi düşünce ya da bilgiye işaret eder; bilişsel psikoloji ise insanların, davranışlara rehberlik eden bilgiyi edinme, zihinde örgütleme, hatırlama ve kullanma yeteneklerininin çalışılması olarak tanımlanabilir.
Bilişsel psikologlara göre zihinsel süreçler doğrudan gözlenemez ama davranıştan çıkarsanabilirler.
Bilişselcilik günümüzde psikolojinin tüm dallarına damgasını vurmuş bir düşünce okuludur.

İnsancıl Yaklaşım
Carl Rogers ve Abraham Maslow gibi isimlerin temsil ettiği bu yaklaşım temelde bilişsel psikolojinin yaklaşımlarını takdir ederler. Buna ilave olarak insan davranışının reaksiyon olarak ele alınmasına karşı çıkarlar. İnsan irade sahibi bir varlık olarak kendi iradesiyle davranışlarda bulunmaktadır. Bu görüşe göre, insanlar bu dünyaya kendini gerçekleştirme eğilimiyle gelirler.

Psikolojinin Tanımı
Psikoloji temel olarak insanın zihin süreçleriyle ve davranışlarının doğasıyla ilgili bir bilimdir.

Psikolojinin Alanları
Gelişim psikolojisi: Psikolojinin en büyük çalışma alanlarından biri olan gelişim psikolojisi, insanın döllenmeden ölüme kadar yaşadığı değişiklikleri inceler.
Klinik psikoloji: Uygulamalı bir çalışma alanıdır. Bu alan ruhsal bozuklukların nasıl ortaya çıktığını, bu bozuklukların altında yatan psikolojik, toplumsal ve biyolojik faktörleri araştırır.
Sosyal psikoloji: Bireyleri sosyal çevreleri içinde incelediği gibi, bireyler arası etkileşimi, grup içi ve gruplar arası etkileşimi de çalışır. Önyargı ve ayrımcılık, saldırganlık, tutumlar ve tutum değişimi, izlenim oluşturma, konformite ve itaat gibi toplumsal açıdan önemli doğurguları bulunan olguların psikolojik dinamiklerini ortaya koymaya çalışır.
Endüstri ve Örgüt psikolojisi: İş yaşamındaki insanın davranış, duygu, düşünce ve güdüsel süreçlerini çalışan uygulamalı bir psikoloji alanıdır.
Okul ve Eğitim Psikolojisi: Çocukların eğitimsel ve duygusal sorunlarını değerlendirmek amacıyla onlarla tek tek çalışırlar, zekâ, başarı ve kişilik testi gibi çeşitli ölçüm araçlarından yararlanırlar.
Deneysel psikoloji: İnsanların öğrenme, hatırlama, algılama, uyarıcıya tepki verme, çeşitli güdüsel durumlarda (örn; açlık, susuzluk) nasıl davrandıklarını deneysel yöntemle araştıran bir alandır.

PSİKOLOJİDE ARAŞTIRMA YÖNTEMLERİ

Doğal Gözlem
Belirli bir davranış konusunda doğrudan ve betimsel bilgi edinmenin yolu doğal gözlemdir. Bu tür araştırmalarda söz konusu davranışın ortaya çıkış süreci incelenebilir. Doğal gözlem söz konusu davranışı sistematik bir biçimde gözlemeyi, kaydetmeyi ve kodlamayı içermektedir.

Vak’a İncelemesi
Vaka incelemeleri, tek bir birey üzerinde çok zengin bilgiler edinmeyi sağlayan değerli bir yöntemdir.

Survey
Survey yöntemi ile bir davranışın ya da bir tutumun bir toplumda ya da belli bir grupta görülme derecesi ve bunların yaş, cinsiyet, eğitim düzeyi, sosyal ardalan vb. etmenlerle nasıl bir ilişki içinde olduğu araştırılmaktadır.
Survey yönteminde veri toplama tekniği olarak anket ve görüşme kullanılır. Anket, açık uçlu ya da çoktan seçmeli olarak hazırlanmış soru formudur.
Survey yöntemindeki en önemli nokta, ulaşılması gereken insan sayısı fazla olduğundan, yapılacak örneklem seçimidir.
Seçkisiz Örneklem: Her potansiyel katılımcının örnekleme seçilme şansının eşit olduğu örneklemdir.
Temsil Edici Örneklem: Örnekleme, evrenin özelliklerine oldukça yakın özelliklere sahip katılımcıların seçilmesidir.
Survey, niceliksel veri elde edilen bir yöntem olduğu için, çalışmada kullanılan değişkenler arasında korelasyon araştırılabilir.
Korelasyon Katsayısı: İki ya da daha çok değişkenin birbiriyle bağıntılı olma derecesinin hesaplanmasıdır.
Korelasyon katsayısı “r” ile gösterilir. Bu katsayı 0 ile 1 arasında değişir. “r”nin değeri 0’dan 1’e doğru gittikçe gittikçe, ilişkinin gücü artar.
Genellikle psikolojide .60 ve üzeri korelasyonlar oldukça yüksek olarak değerlendirilir. 0 ile .20 arasındaki korelasyonlar ise zayıf korelasyonlardır.

Deney
Deney, bir değişkenin diğer bir değişken üzerinde etkisinin araştırılarak bir denencenin sınandığı yöntemdir. Deney yönteminde temel olarak, bir ya da daha fazla bağımsız değişken değişimlenmekte (manipüle edilmekte) ve bu müdahalenin bir ya da daha fazla bağımlı değişken üzerinde yarattığı etki ölçülmektedir.
Bağımsız Değişken: Bir deneyde bağımlı değişken üzerindeki etkisini görebilmek için değişime uğratılan değişkendir.
Bağımlı Değişken: Bir deneyde bağımsız değişkende yapılan değişimlerin, üzerinde yol açacağı etkiyi görmek için ölçülen değişkendir.
Deney Grubu: Bir deneyde bağımsız değişkende yapılan değişimin uygulandığı gruptur.
Kontrol Grubu: Bir deneyde bağımsız değişkende yapılan değişimin uygulanmadığı ve deney grubu ile karşılaştırmak için kullanılan gruptur.
Denek: Bir deneyde tepkileri ya da cevapları gözlenen ya da ölçülen bireylerdir.

Bütün araştırma yöntemleri içinde değişkenler arasında neden-sonuç ilişkisinin kurulabileceği tek yöntem deneydir.

---
Psikolojiye Giriş
Editör: Prof. Dr. Sezen Ünlü
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın nu: 2325
Ekim 2011, Eskişehir

Psikolojiye Giriş: Davranışın Fizyolojisi

Davranışın Fizyolojisi
Davranışları düzenleme adına sinir sistemi ve iç salgı sistemi önemli görevler üstlenirler. Duyusal mekanizmaların çalışması ancak sinir sisteminin sağlıklı çalışması ile mümkündür.
Kan dolaşımı içersine kimyasal maddeler salgılamakla görevli bezlerden oluşan sistem ise iç salgı sistemidir.

SİNİR HÜCRESİ NÖRONLAR
Sinir sistemini oluşturan en küçük yapı olan sinir hücreleri nöron olarak adlandırılır.
Nöron yapı itibariyle hücre gövdesi ve dendritlerden oluşmuştur. Dendritlerin görevi diğer komşu sinir hücrelerinden gelen mesajları sinir hücresine iletmektir. Sinir hücrelerinden mesajların kasları ya da salgı bezlerini oluşturan diğer nöronlara iletildiği uzun ince boru şeklindeki lif ise akson olarak adlandırılır. Bir nöron bulunduğu yere göre ağaç dalları şeklindeki dentritleri ve diğer nöronlara ulaşan aksonları sayesinde diğer yüzlerce ya da binlerce nöronla iletişim kurabilir.
Miyelin Kılıfı: Aksonları beyaz bir yağ tabakası şeklinde kaplayan izolasyondan sorumlu yapılardır.
Nöronlar ilettikleri mesajın türü ve ne yönde bilgi aktardıklarına bağlı olarak kendi aralarında üçe ayrılır;
Duyusal (getiren) nöronlar: Mesajın duyu organlarından alınıp omurilik ve beyine iletilmesinden sorumludurlar.

Motor (götüren) nöronlar: Mesajın beyin ya da omurilikten alınıp vücuttaki kas ve salgı bezlerine iletilmesini sağlarlar.
Bağlayıcı (birleştirici) nöronlar: Nöronlar arası mesaj alışverişinden sorumlu nöronlardır.


Sinir sisteminde bulunan glial hücreler ölü nöronların, atık maddelerin sinir sisteminden temizlenmesi, nöronların beslenmesi ve izolasyonundan sorumludurlar.

Nöronun Yapısı
Nöronların diğer nöronlarla birleşen her bir akson uzantısının uç kısmında düğmecikler şeklinde sinaptik terminal adı verilen şişkinlikler bulunmaktadır.
Bir nöronun akson ucunda yer alan sinaptik terminal, sinaptik boşluk ve diğer hücrenin dendrit veya hücre gövdesinden oluşan tüm bölge de sinaps olarak adlandırılan yapıyı oluşturur.
Sinirsel mesaj bir aksonun ucunda sinaptik terminale geldiğinde sinirsel ileti maddesi, aktarıcı-nörotransmiter olarak adlandırılan kimyasal maddenin salgılanmasını sağlar.

Belli başlı bilinen nörotransmiterler:
Uyarıcı işlevi olanlar:
Asetilkolin: Uyarılmışlık hali, dikkat, bellek ve güdülenmeyi tetikler. Çok fazla salındığında spazm ve titremelere, az olduğunda felç ve hareketsizliğe neden olur
Nörepinefrin: Genel uyarılmışlık hali, öğrenme, uyanıklık, bellek ve duygu durumunu harekete geçirir.
Ketleyici işlevi olanlar:
Dopamin: Şizofreni ve Parkinson hastalığıyla ilintili olarak, hoşnut olma durumunu da içeren pek çok davranış ve duygunun ortaya çıkmasını engeller.
Serotonin: Hemen hemen tüm faaliyetlerin ketlenmesinde, uykuya dalma sürecinin başlangıcında, duygu durumlarında ve yeme davranışlarında etkilidir.
Endorfin ve enkefalinler: Ağrı mesajlarının iletilmesini engeller.

SİNİR SİSTEMİ
• Merkezi sinir sistemi
– Beyin
– Omurilik
• Çevresel Sinir sistemi
– Somatik sistem
- Sempatik Bölüm
- Parasempatik Bölüm
– Otonom Sistem

Beyin: Vücudumuzdaki nöronların büyük kısmının yaklaşık olarak yüzde 90’dan fazlasının yer aldığı yerdir. Beyin üç ayrı bölümden oluşur: arka beyin, orta beyin ve ön beyin.
Arka beyin; omuriliğe en yakın bölge olarak pons, medulla ve beyincikten oluşmaktadır
Medulla: tüm omurgalılarda bulunmaktadır. Hayati fonksiyonları yönetmektedir.
Pons: Medulla üzerinde yer alan beynin bu bölgesi, canlılar için önemli olan uyku-uyanıklık dengesini ürettiği kimyasallarla düzenler.
Beyincik: Beynin dörtte biri kadar olan beyinciğin asıl işlevleri hareketler arasındaki işbirliğini ve sahip olduğu denge refleksleri ile vücudun dengesini sağlamaktadır. Beyincikte yaşanan hasarlar sonucu denge kaybının yanı sıra davranışlarda koordinasyon bozukluklarına rastlamak mümkündür.
Orta Beyin: Pons ve beyincikten sonra daha üst kısımda beyin sapının genişlediği yer olan orta beyin, beyinde ağrı ile ilgili bilginin kayıt edildiği birkaç bölgeden biridir. Orta beyin ayrıca işitme ve görme için de önemli bir bölgedir.
Ön Beyin: Beyin sapının üzerinde yer alan kıvrımlı yapı ön beyindir.
Beyin sapı üzerindeki talamus, koku hariç, vücuttaki duyular aracılığıyla aktarılan mesajları ileten kısımdır.
Talamusun altında güdüler üzerinde büyük etkisi olan hipotalamus yer almaktadır. Canlıyı davranışa yönlendiren güdülerin şekillenmesi hipotalamus tarafından gerçekleştirilir. Bunun yanında vücut ısısı, uyku ve duygusal davranışların düzenlenmesinin görevi de hipotalamusa aittir. Stres ile ilişkili olarak sinir sistemi faaliyetlerinin şekillenmesi de hipotalamus tarafından gerçekleştirilir.
Beyin denildiğinde ilk akla gelen, kıvrımlı ve iki yarım küre şeklinde en dış kısmı oluşturan bu bölge beyin kabuğu (korteks) olarak adlandırılır. İnsan beyninin yüzde 80’ini oluşturur.

İnsan beyninin ağırlık olarak yüzde 80’ini, nöronlar olarak da yüzde 70’ini beyin kabuğu oluşturmaktadır.


Beyin kabuğu üzerinde yer alan vadi ya da çatlak olarak adlandırılan yapı ile ön ve arka kısımlara ayrılmaktadır. Bu sınırla ayrılan kısımların önünde yer alan bölümde vücut hareketlerinin şekillenmesini sağlayan kortikal (motor) alanlar, bu bölgenin arkasındaki kısımda ise duyulardan gelen bilgilerin değerlendirildiği duyusal alanlar bulunmaktadır. Birbirinden ayrılan bu bölgeler beyin kabuğunda 4 farklı lob şeklinde oksipital lob, temporal lob (şakak lobları), parietal lob, ön (frontal) lob adlarıyla yer almaktadır.
Oksipital Lob: Beyin yarım kürelerin en arkada yer alan kısmı olup görsel bilginin işlendiği yerdir.
Temporal Lob (Şakak) Lobları: fiakaklarda yer alması sebebiyle kulaklardan alınan bilginin işlendiği yer olup dengenin sağlanmasında yardımcı rol oynar. Yüz tanıma gibi görsel faaliyetlerin yanında; kaygı, memnuniyet ve kızgınlık gibi bazı duygu ve güdüleri düzenler. Şakak lobları birincil derecede koku merkezidir.
Parietal Lob: beynin ön üst kısmının her iki tarafında yer alır. Bu lob sıcaklık, temas, derinlik, yön, perspektif, büyüklük, vb. algıları, duyu uyarıcılarını yorumlama, bellek, dikkat, konuşma ve yazma gibi işlevlerde ağırlıklı bir rol oynamaktadır.
Frontal (Ön Lob): Alnın arka, beynin ön tarafında yerleşimli, bilinçli düşünmeden sorumlu olan beyin bölgesidir.

Beyin Yarımkürelerinin Uzmanlık Alanları
İnsan beyni sinir lişerinden oluşan korpus kallosum (corpus callosum) adı verilen bir bantla sağ ve sol yarım küre olmak üzere ikiye ayrılır.
Beyinden çıkan hareketi yönlendiren sinirler çapraz bir şekilde yer alır. Bu demektir ki beynin sol yarım küresi vücudun sağ tarafını, beynin sağ yarım küresi ise vücudun sol tarafını kontrol etmektedir.
İki yarım küre arasında bilgi alışverişi sağlayan korpus kallosum herhangi bir nedenle işlevini yerine getiremediğinde ya da cerrahi bir müdahale sonucu ayrıldığında ayrık beyin denilen durum oluşmaktadır.
Ayrık beyin hastalarıyla ilgili en önemli nokta sağ yarım küre tarafından algılanan şeyin, sol yarım kürenin bilinçli farkındalığına aktarılamaz oluşudur.
Sol yarımküre daha analitik mantıksal ve gerçekçi çalışmaktadır. Sağ yarımküre ise sözel olmayan müzik ve çevresel sesler gibi daha çok görsel ve mekânsal görevlerde, yüzleri tanımada, duyguların algılanıp ifade edilmesinde etkin görev üstlenmektedir. Araştırmacılar sol yarım küreyi etkin kullanan kişilerin daha neşeli, sosyal, coşkulu ve kendine güvenli, çevrelerindeki olaylara daha olumlu bakan bir yapıda olduklarını, sağ yarım küresi etkin kişilerin ise yeni durumları tehdit olarak algılayan, daha çabuk stresin etkisinde kalabilen yapıda ve daha şüpheci olabildiklerini vurgulamaktadırlar.
Retiküler Formasyon: vücut içersinde birçok yerden, uyarımlar alır ve bu uyarıları merkezi sinir sistemine gönderir.
Limbik Sistem: Limbik sistem dışardan gelen veya düşüncelerimizle oluşan her türlü uyarana karşı bedenin vereceği cevabı düzenlemektedir.
Limbik sistemi oluşturan yapılardan amigdala ve hipokampus yeni bilgi ve anıların depolanmasında görevlidirler.
Omurilik: Karmaşık bir nöron kablosu şeklinde vücudun bölümlerini beyne bağlar. Omurilik beyin köküne bağlandığı bölgede omurilik soğanını oluşturan pons, medulla ve beyincik yer almaktadır. Bu sebeple omuriliği beyinden ayıran kesin bir sınır bulunmamaktadır.

Çevresel Sinir Sistemi
Organlardan mesajları merkezi sinir sistemine getiren ve merkezi sinir sisteminden organlara emir ileten sinirler çevresel sinir sistemini oluşturur.
Somatik Sinir Sistemi: Merkezi sinir sistemine duyusal bilgi taşıyan (getiren) ya da duyusal nöronlar ile iskelet kaslarını uyaran (götüren) nöronlardan oluşmaktadır.
Otonom Sinir Sistemi: Vücudun dengesini korumak amacıyla, istemimiz dışında çalışan ve merkezi sinir sistemi ile tüm iç organlar arasında iletişimi sağlayan nöronlardan oluşan sinir sistemi otonom sinir sistemidir.
Otonom sinir sistemi sempatik ve parasempatik bölüm olmak üzere ikiye ayrılır.
Sempatik Bölüm: Korku, sevinç, heyecan gibi durumlarda sempatik sinir sistemi harekete geçer. Vücuda acil durum çağrısı yaparak faaliyet için hazırlanması ile ilgili mesaj gönderen sistemdir.
Parasempatik Bölüm: Genelde sempatik sinir sistemini dengeleyerek vücuda “acil durum bitti, normale dön” çağrısı mesajı gönderir.

İÇ SALGI SİSTEMİ
Endokrin sistemi ya da iç salgı bezleri; hormon adı verilen salgılarını, vücudun başka bölgelerindeki hedef hücrelere ulaştırabilmek için kan içine salgılayan bezlerdir.

Tiroid Bezi
Gırtlak borusunun altında bulunan troid bezi tiroksin hormonu üreterek vücuda alınan yiyeceklerin enerjiye dönüşüm hızlarını belirler. Tiroid bezinin aşırı çalışması (hipertiroidizm) konsantrasyonda azalma, uykusuzluk, aşırı heyecanlı olma, yorgunluk, sıkıntı durumlarına yol açabilmektedir. Tiroid bezinin yavaş çalışarak az miktarda tiroksin salgılaması (hipotiroidizm) sürekli yorgunluk, deride kuruluk ve uyuma isteğini beraberinde getirmektedir.

Paratiroid Bezleri
Paratiroid bezi, tiroidin arkasında mercimek şeklinde dört tane küçük bezdir. Paratiroid bezleri parathormon salgılar. Bu hormonun görevi, kemiklerden kana kalsiyum geçişini ayarlayarak kanın kalsiyum iyonu düzeyini dengede tutmaktır. Kandaki parathormon azaldığında kas spazmları ve seğirmeler; fazla olduğunda ise uyuşukluk ve fiziksel koordinasyonda zayışıklar görülebilmektedir.

Pineal Bez
Günün doğuşuyla birlikte ışık miktarındaki artış pineal bezin uyarılmasını sağlayarak kana melatonin hormonunun salgılanma miktarının azalmasına neden olmaktadır. Günün sonunda ışığın azalmasıyla birlikte kana melatonin daha fazla salgılanmaya başlar. Bu noktada organizmanın faaliyet düzeyi azalarak ve pineal bez salgıladığı hormon aracılığıyla vücut ısısını düşürüp, organizmanın uykuya hazırlanmasına yardımcı olur.

Pankreas
İki önemli işlevi bulunmaktadır: Birincisi nişastanın, proteinlerin ve yağların sindiriminde etkili enzimleri üreterek bağırsak kanalına gönderir. İkinci olarak, insülin ve glukagon salgılayarak bunu doğrudan kana verir. İnsulin ve glukagon kandaki şeker seviyesinin düzenlenmesinde ve şekerin ısı ve enerjiye çevrilmesinde karşılıklı olarak çalışan iki hormondur.

Hipofiz Bezi
Hipofiz bir fasülye tanesi büyüklüğünde bir endokrin bezdir. Hipofiz bezi hormon üretip salgılayarak vücuttaki denge durumunu (homeostatis) düzenler. Hipofizin ön kısmı bütün iç salgı bezlerini denetlemektedir bu sebeple “patron bez” olarak tanımlanır. Bu bağlamda ön hipofiz, endokrin ve sinir sistemi arasındaki en büyük organizasyon ağını kontrol etmektedir. Salgıladığı büyüme hormonuyla vücudun büyüme hızını ve miktarını denetler.

Gonadlar
Erkeklerde erbezleri, kadınlarda yumurtalıklar ve az miktarda da böbreküstü bezleri erkeklik ve kadınlık hormonu olarak bilinen androjen ve östrojen salgılarlar. Bu iki hormon her iki cinste de bulunur. Fakat erkeklerde androjen, kadınlarda östrojen daha baskındır. Kadınlarda hamilelikte 3 ve 4. aylarda testosteron hormonunun varlığı; fetüsün erkek, yokluğu ise kız olarak gelişmesine yol açacaktır. Testosteron ve diğer androjenler hem erkek hem de kadın yetişkinlerde cinsel ilgi ve cinsel davranışları yönlendirir.

Böbreküstü Bezler (Adrenal Bezler)
Böbrek üstü bezler farklı hormonların üretilmesinden sorumludurlar. Bunlardan ilki kortizol hormonudur. Bu hormon karaciğerde depolanmış olan şekerin serbest bırakılarak vücudun anında gerekli enerjiye kavuşmasını sağlar.
Böbrek üstü bezler tarafından salgılanan bir diğer hormon olan epinefrin organizmanın acil durumlara tepki verebilmesi için önemlidir. Adrenalin olarak da tanımlanan bu hormon kana karıştığında, kalp artışı ve kan basıncını arttırır, sindirimin durmasına, göz bebeklerinin büyümesine, kan dolaşımı içersine daha çok şekerin karışmasına, gerekiyorsa kanın pıhtılaşmasına ve sempatik sinir sisteminin harekete geçmesine neden olur.
Böbrek üstü bezler tarafından üretilen diğer bir hormon ise norepinefrin ya da diğer adıyla noradrenalindir. Kan damarlarının büzülmesine yol açarak kan basıncını arttırır. Yaşanılan stres yaratan bir durumla ilgili metabolizmanın baş etme anlamında hazır olmasını sağlar.

DAVRANIŞ VE GENETİK
Psikolojide süregelen en önemli tartışmalardan biri davranışın şekillenmesinde çevrenin mi yoksa doğuştan getirilen özelliklerin mi etkili olduğu tartışmasıdır. Hâlbuki çevre öncelikli olmak üzere her iki kaynak da davranışlar üzerinde etkilidir demeleri yeterlidir.
İnsanlar doğuştan getirdikleri ve sonradan çevreden kazandıkları ile birlikte farklı kişilik ve davranış özellikleri sergilerler.
Kalıtsal özelliklerin bir kuşaktan diğerine geçişini inceleyen bilim dalına genetik adı verilir.
İnsanda genetik yapıyı kromozom adı verilen ve insanı oluşturan en küçük birim olan hücrenin çekirdeğinde yar alan 46 adet düz bir şekilde sıralanmış gen veya kalıtım ünitesi oluşturmaktadır. Bu gen topluluğu sayı ve yapısı itibariyle türler arasında farklılıklar göstermektedir. Farelerde 20, maymunlarda 27, tavuklarda 39 çift kromozom bulunmaktadır.
Genlerin varlığı ilk kez 1865’de Gregor Mendel adlı bir keşiş tarafından ortaya atılmıştır.
Kromozomlar ve genlerin ana yapısını deoksiribonükleik asit oluşturmaktadır DNA).
İnsanlarda baskın ve çekinik genler bulunmaktadır.
Baskın Gen: Diğer genlerde bu özelliğe ait kalıtım özellikleri bulunmasa bile tek başına, mutlaka kendi özelliğini diğer genlere baskın hale geçirip ve dış görünüşe yansıtabilen gendir.
Çekinik Gen: Ancak diğer benzer genlerle bir araya geldiğinde dış görünüşte bir farklılık yaratabilen genlerdir.

İnsan Davranış Özellikleri ve Genetik
Psikolojide ikiz çalışmalarına insan davranışında kalıtım etkilerini ortaya koymak adına sıkça başvurulmaktadır.

Kan bağı genetik olarak rahatsızlıkların görülme oranını yükseltmektedir.
---
Psikolojiye Giriş
Editör: Prof. Dr. Sezen Ünlü
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın nu: 2325
Ekim 2011, Eskişehir

Psikolojiye Giriş: Duyular ve Duyum

Duyular ve Duyum
Davranışların oluşması için öncelikli olarak bir duyusal girdinin olması gerekmektedir.

Duyusal Eşik
Herhangi bir duyum oluşması için gereken minimum fiziksel enerji şiddeti mutlak eşik olarak adlandırılmaktadır.
Kişilerarası farklılıklar olsa da duyular için belirlenen bazı ortak mutlak eşikler
bulunmaktadır.
• Tat: 500 litrelik suda bir gram sofra tuzu
• Koku: Üç odalı bir apartman dairesi genişliğinde bir mekânda yayılan bir damla parfüm
• Dokunma: Bir sineğin kanadının yaklaşık bir santimetre yükseklikten yanağınıza çarpması.
• İşitme: Sessiz bir ortamda altı metre uzaklıktan bir kol saatinin sesi.
• Görme: Açık ve karanlık bir gecede 50 km uzaklıktaki bir mum ışığının alevi.

Uyarıcıdaki farklılığı anlama adına gerçekleşecek en düşük uyarıcı değişikliğine fark eşiği adı verilmektedir.

Eşik-altı Algı
Bilinçli farkındalık düzeyi ve duyusal eşik altında kalan dışsal uyarımlar eşik-altı algı olarak tanımlanmaktadır. Bu tarz uyaranların bilinçli olarak hissedilemese de potansiyel davranışları etkileyip etkilemediği araştırmaların konusu olmuştur. Eşik-altı mesajlar özellikle reklamcılar için tüketici davranışlarını değiştirmeye yönelik olarak kullanılabilmektedir.

GÖRME DUYUSU
Gözün arka iç kısmını retina denilen bir tabaka kaplamaktadır. Göz retinasında görme işlevinden sorumlu alıcı hücreler bulunmaktadır (çubuklar ve koniler). Çubukçuklar karanlık ve aydınlığa tepki verecek şekilde çalışırlar. Koniler ise renkli görmeyi sağlarlar.
Gözümüzde, göz sinirinin göze girdiği yere kör nokta denir. Görmeye karşı duyarsız olan bu bölgede koniler ve çubuklar bulunmamaktadır.

Görmede Uyum Süreci
Görmede uyum süreci çubukçuk ve konilerin duyarlılığının değişmesiyle meydana gelmektedir.

Prosopagnosia: Doğuştan veya sonradan beyinde meydana gelen zedelenme sonucu, görme organında sorun olmadığı halde yüz tanıma işlevini yerine getirememe durumudur. Bu kişiler karşılaştıkları kimselerin yüzlerini tanımadıkları için gözlerine değil de daha çok araştırır gibi belirgin özelliklerine bakıp yoğunlaşarak ilişkilerini sürdürmeyi denemektedirler.

Renkleri Görme
Göze gelen ışığın dalga boyuna göre değişen farklı renkler renk tonları olarak adlandırılır.

Renk Görme Kuramları
Kırmızı yeşil ve mavi temel ışık renkleri olarak tanımlanır. Diğer tüm renkleri bu ışık renkleriyle elde etmek mümkündür.
Temel renklerden yola çıkarak renklerin nasıl algılandığını açıklayan kuramlardan biri Young-Helmholtz kuramıdır (üç renk kuramı olarak bilinir). Helmholtz’a göre göz içerisinde bazı koniler kırmızı, bazıları yeşil, bazıları ise daha çok mavi renge duyarlıdırlar. Beyindeki renk deneyimleri ise bu üç renge duyarlı alıcılardan gelen sinyaller karıştırılarak oluşturulmaktadır. Bu kuram renk körlüğünü açıklayamadığı için gözden düşmüştür.
Edward Hering tarafından ortaya konulan karşıt süreçler kuramına göre rengin algılanmasıyla ilgili durumu rengin şiddetinden sorumlu siyah-beyaz, rengin tonundan sorumlu kırmızı ve yeşil renklerle sarı ve mavi renklerle ilişkili üç zıt süreç işletmektedir.
Belirli bir renge bakıldıktan sonra diğer renk algılanarak baskın hale gelmekte ve bu da ardimge adı verilen durumu açıklamaktadır. Örneğin kırmızı renge uzun bir süre bakıldığında yeşil-kırmızı zıt süreçlerden kırmızı uyarıcılar uyarılır. Bu süre içerisinde gri zemine bakıldığında yorulan kırmızı alıcılar yerine yeşil alıcılar harekete geçerek kırmızı olan alanların yeşil olarak algılanmasına neden olur.

İŞİTME DUYUSU
Bir nesnenin hareket ya da titreşimi sesi oluşturur. Ses dalgaları adı verilen fiziksel uyarıcılar işitme duyumuna sebep olmaktadır.
Ses dalgalarındaki yoğunluk (desibel) ses yüksekliği ile ilgili duyumu belirler.

İşitme Süreci

Ses Kaynağının Saptanması
Ses kaynağı nasıl saptanır? İnsanlar gözleri kapalı olsa da sesin nereden geldiğini kolayca tahmin edebilirler.
Sesin kulaklara ulaşımındaki zaman farkı ve iki kulak arasındaki mesafeden kaynaklanan durum sesin kaynağını doğru şekilde bulmamıza yardımcı olmaktadır.

KİMYASAL DUYULAR
Tat ve Koku Duyusu
Dört temel tat olan tatlı, tuzlu, acı ve ekşidir. Dilin uç kısmı tatlı, dilin gerisi tuzlu, ekşi ve acıya daha duyarlı durumdadır.

Burundan çekilen hava ile birlikte beyin tarafından koku algılanır. Koku molekülleri mukozada çözülür ve kıllı alıcılara takılırlar. Kokuyu molekülün şekli belirler. Farklı şekiller farklı kokular olarak algılanır.

KİNESTETİK DUYULAR
Kasların hareketi pozisyonu, kas ve eklemlerdeki gerilime ilişkin bilgi, bu duyu sayesinde elde edilir.

Denge Duyumu: Denge organlarından gelen duyumlar beyinciğe iletilerek uygun tepkiler için bu duyumlar analiz edilir.
Hareket Duyumları: Araç tutması olarak bilinen durum, denge organlarının yol açtığı bir rahatsızlıktır (sürekli sallandığınız bir otobüs yolculuğunda kitap okurken görsel bilgi ve denge durumu arasındaki farklılık araç tutmasına neden olabilecektir).

DOKUNMA (DERİ) DUYULARI
Derideki alıcılarla dokunma, basınç, sıcaklık ve ağrı gibi mekanik duyular algılanır. Mekanik alıcıların en önemlisi basınç duyusunu alan Pacini cisimciğidir. Pacini cisimciği deri altına ve iç organların duvarlarına yerleşmiştir. Basınç değişmelerini algılamamızı sağlar.
Dokunma duyusunu alan alıcılar Meissner cisimciği ve Ruffini cisimciğidir.
Deride sıcak duyusunu almamızı sağlayan Ruffini cisimciğidir.

Güneşte kalındığında deri renginin koyulaşması, derideki renk hücrelerinin korunma amacıyla ürettiği renk maddesinden ileri gelmektedir.

---
Psikolojiye Giriş
Editör: Prof. Dr. Sezen Ünlü
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın nu: 2325
Ekim 2011, Eskişehir

Psikolojiye Giriş: Algı

Algı
Algı, duyumlarla elde edilen verilerin örgütlenmesi ve böylelikle anlamlandırılması sürecidir. Duyum olmaksızın algıdan bahsedilemez.

Dış dünyanın algısal temsilini inşa ederken başvurduğumuz ilkeleri Gestalt psikologlarının yaptıkları çalışmalar sayesinde biliyoruz.

Gestaltçılar uyarıcılara, sinir sistemimizin doğuştan gelen bir eğilimle belirli kurallar, yani gruplama ilkeleri doğrultusunda tepki verdiğimizi iddia ederler. Gruplama ilkeleri: yakınlık (nesneleri bütünlüğe aitmiş gibi algılarız),
Benzerlik (nesneleri belli ortak özellikleri etrafında gruplandırırız),
Tamamlama (zihnimiz, görsel algıda eksik olanı tamamlama eğilimindedir),
Süreklilik (parçalardan oluşan bir şekle baktığımızda onu bütün olarak (sürekliliği içerisinde) algılarız) ve
Ortak hareket (aynı yönde ve hızda hareket eden uyarıcıları gurup olarak algılarız) sayılabilir.

Şekil ve Zemin İlişkisi
Nesneleri bir ardalan içinde algılarız. Diğer bir deyişle, görsel alanın dikkatimizi çeken kısmını şekil, geri kalan duyuları ise zemin olarak algılama eğilimindeyiz. Neyin şekil neyin zemin olacağı dış dünyadaki uyarıcıların kendi özelliği değil, algımızın nesnelere dayattığı bir özelliktir.
Şekil ve zemin ilişkisi işitsel algıda da işlevsel olan bir özelliktir.

Algısal değişmezlik, aynı nesneye dair duyusal sistemimize giren girdilerin farklılığına rağmen, nesneyi göreli olarak aynı algılamaya devam etmektir.
Büyüklük Değişmezliği: Nesnelerin bize olan uzaklığı arttıkça, retinamıza düşen imgeleri küçülür. Ancak bu duyusal girdi değişikliğine rağmen, biz nesneyi aynı büyüklükte algılamaya devam ederiz.
Şekil Değişmezliği: Nesnelerin farklı görüş açılarından retinaya düşen imgeleri farklılaştığında bile, o nesneyi aynı şekilde algılamaya devam ederiz.
Renk Değişmezliği: Farklı ışık koşulları altında nesnelerin renginin değişmesine rağmen bunları aynı renkte algılamaya renk değişmezliği adı verilir.
Parlaklık Değişmezliği: Tanıdık bir nesnenin, ışık koşulları ne olursa olsun değişmez bir tona (beyaz, gri tonları, siyah) sahipmiş gibi görülmesidir.

Uzaklığı ve Derinliği Algılamak
Görsel alanımızdaki derinliği yakalamak ve nesnelerin uzaklıklarını değerlendirebilmek için hem tek gözümüze bağlı algısal ipuçlarını hem iki gözün birlikte kullanılmasıyla elde edilen algısal ipuçlarını kullanırız. Tek göze bağlı ipuçları sayesinde iki boyutlu kâğıt üzerindeki resimde derinlik ve uzaklığı hissederiz.
At, geyik gibi avcı olmayan hayvanlar tek göze bağlı algısal ipuçlarını kullanırlar.
İki göze bağlı ipuçları: bir göze gelen görüntü diğerine gelen görüntüyle tıpatıp aynı değildir. Bu iki birbirinden farklı görüntü birleştirilerek, tek bir görüntü elde edilir ve böylece stereokopik görme gerçekleşmiş olur

Hareketi Algılamak
Hareket algısından asıl sorumlu olan faktörün, görsel alanımızda oluşturduğumuz istikrarlı bir referans çerçevesi olduğu kabul edilmektedir.
Hareket, göreli bir kavramdır. Bir nesnenin, zaman içinde ve diğer nesnelere göre pozisyonunu değiştirdiğinde hareket ettiğini söyleriz.
Bir hareket gerçekleştirildiğinde, algı sistemi bir referans noktasına dayanarak neyin hareket ettiğine neyin durduğuna karar vermek zorundadır.
Stroboskopik hareket, hareket etmeyen uyaranların art arda sunulmasıyla yaratılan hareket yanılsamasıdır. Stroboskopik hareketin daha basit bir biçimi fi fenomenidir. Kapkaranlık bir odada aralarına mesafe konarak yerleştirilmiş iki ışık kaynağından biri yakılır, sonra o söndürülür söndürülmez diğeri yakılır ve bu böyle sürekli devam eder. Bir süre sonra siz artık tek tek yanıp sönen ışık kaynakları değil, hareket eden bir ışık çizgisi ya da dönen bir ışık çemberi algılamaya başlarsınız.

Algı, uyaranların üzerinde aktif olarak çalışılan bir süreçtir.
Algının, gerçekliğe ait hipotezler kurarak, bu hipotezi test ettiğimiz bir süreç olduğunu ileri süren kurama analiz-sentez kuramı adı verilir. Bu kurama göre, kişi, karşılaştığı nesnenin özelliklerini analiz eder. Bu özellikler, bağlam ve geçmiş deneyimle ışığında, gerçekliğe ait olabilecek en iyi tahmini oluşturmaya çalışır. Gerçekliğe ait en iyi tahmini yaptığında, sentez gerçekleşmiş olacaktır.

Bağlama ait bilgi, algının keskinliğini arttırmaktadır.
Önceki deneyimlerimiz de algısal hipotezlerimizi önemli ölçüde etkilemektedir.

Algısal sistem maruz kalınan tüm uyarıcıları işlemden geçirmez; bazılarını işlemden geçirmek için seçer, kalanlarını ise göz ardı eder.
Dikkatimizi yönlendiren uyarana bağlı özellikler şunlardır: şiddet, büyüklük, kontrast ve hareket.
Algılayıcıdan kaynaklanan öznel faktörler de algının nelere odaklanacağını ciddi biçimde belirler.

ALGISAL GELİŞİM VE ÖĞRENME
Temel görsel kapasite doğuştan olsa bile, deneyim, görsel algının normal işlevselliğini sürdürmesi ve ayrıca daha fazla geliştirilmesi için gereklidir.

Hayvanlar üzerinde yapılan seçici yetiştirme deneyleri, algının kısmen de olsa öğrenmeye dayalı olduğunu gösterir.

6 aylık bebeklerde yapılan görsel uçurum deneyleri bebeklerde derinlik algısının olduğunu göstermiştir.

Hayvan yavruları üzerinde yapılan deneylerde hayvan yavrularının hareket eder etmez derinlik algılarının var olduğunu göstermektedir.
---
Psikolojiye Giriş
Editör: Prof. Dr. Sezen Ünlü
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın nu: 2325
Ekim 2011, Eskişehir