11 Ocak 2020 Cumartesi

Patrick Süskind - Koku

Kokulara egemen olan, insanın kalbine egemen olurdu


Patrick Süskind - Koku

On sekizinci yüzyılda Fransa’da, dâhi ve iğrenç kişiler yönünden hiç de yoksul olmayan bu dönemin en dâhi ve en iğrenç kişilerinden biri sayılması gereken bir adam yaşadı. Burada onun hikâyesi anlatılacak. Adı Jean-Baptiste Grenouille; eğer bu ad, de Sade, Saint-Just, Fouche, Bonaparte vb. mendebur dâhi adlarının tersine bugün unutulmuşsa, bu kesinlikle Grenouille’un, kendini beğenmişlik, insan saymazlık, ahlaksızlık, kısacası allahsızlık bakımından bu ünlü ve karanlık adamlarla boy ölçüşemeyeceğinden değil, dehası ve tek hırsı, tarihte iz bırakmamış bir alanla kısıtlı kaldığı içindir: o, varla yok arası kokular dünyası.

Sözünü ettiğimiz dönemde kentlerde, biz çağdaş insanlar için tasarlanması bile güç pis bir koku hüküm sürmekteydi.

Ve tabii Paris’teydi en büyük koku, çünkü Paris, Fransa’nın en büyük kentiydi.
Yılın en sıcak günlerinden biriydi.
Grenouille’un annesi sancılar başladığında Rue aux Fers’de bir balıkçı tezgâhının başında oturmuş, daha önce temizlediği alabalıkların pulunu kazımaktaydı.
…son sancılar gelince, balık temizlediği tezgâhın altına çöküp orada, daha önce beş kez yaptığı gibi, doğurdu, balık bıçağıyla yeni doğmuş nesneyi kendinden ayırdı.
…pis kokunun etkisiyle bayıldı, yana yıkılarak masanın altından caddenin orta yerine düştü, elinde bıçakla uzandı kaldı.
…yeni doğmuş çocuk bağırmaya başlıyor. Arıyor çevredekiler, bir sinek bulutunun altından, balık kafalarının, organlarının arasından bebeği çıkarıyorlar. Çocuk resmî makamlarca sütanneye veriliyor, anne tutuklanıyor.
Çocuk bu sırada üçüncü kez sütanne değiştiriyordu. Hiçbiri ona birkaç günden fazla bakmak istememişti. Çok arsız, diyorlardı, iki çocuğun emeceği sütü emiyor, öbür çocukların sütüne, dolayısıyla kendilerinin, sütannelerin geçimine engel oluyordu…
Çocuktan, Rue Saint-Martin’deki Saint-Merri Manastırı’nda kurtuldular. Vaftiz edildi, Jean-Baptiste adını aldı.

"Benim para filan istediğim yok,” dedi sütanne. "Ben bu piç evimden gitsin istiyorum.”
"İyi ama, niçin be kadıncağız?”
"Onun içine şeytan girmiş.”

Önce burnuyla uyandı. Minicik burun kıpırdadı, ileriye uzandı, delikler açılıp kapandı. Havayı içine çekip ardından kısa kısa üflemelerle yine dışarı bıraktı.
Fırlayıp ayağa kalktı, sepeti masaya koydu. Bu nesneyi başından atmalıydı, olabildiğince çabuk, hemen, şimdi.
O anda ağlamaya başladı çocuk.
Bayan Gaillard diye birini biliyordu; hâlâ ağlamakta olan çocuğu ona teslim etti

Bayan Gaillard, daha otuz yaşına varmamış olmasına karşın, yaşayacağını yaşamıştı.
Çocukken babasından ateş kancasıyla alnına bir darbe yemişti, burnunun hemen üstüne, o günden beri gerek koku duyusunu gerek insan sıcaklığına, insan soğukluğuna olan aşinalığını, hem de her türlü coşkuyu yitirmişti.

Öte yandan... ya da belki özellikle bu yetkin coşkusuzluğu sayesinde acımasız bir düzen ve adalet duygusu vardı Bayan Gaillard’ın.

Grenouille çocuk. İçine kapanmış yaşıyor, daha iyi zamanları bekliyordu. Dünyaya dışkısından başka bir şey verdiği yoktu; ne bir gülümseme ne bir bağırış ne bir göz ışıldaması ne de kendi kokusu. Başka hangi kadın olsa bu gulyabani çocuğu sokağa atardı. Oysa Bayan Gaillard... Koku duymuyordu ki, Grenouille’un kokmadığının farkına varsın…

Buna karşılık öbür çocuklar, Grenouille’un ne menem bir şey olduğunu hemen hissettiler. Yeni bebek daha ilk günden ürkütücü geldi onlara.
Ondan, insanın kendi eliyle ezmek istemeyeceği, kocaman bir örümcekten iğrenir gibi iğreniyorlardı (s. 29).

İki ayağı üzerinde durmaya ancak üç yaşında başladı, ağzından ilk sözcük dört yaşındayken çıktı; birdenbire "balık” deyiverdi

Kokan bir nesnenin adı olmayan sözcükler, yani soyut kavramlar, özellikle de töresel ve ahlaki cinsten olanlar ona zor mu zor geliyordu. Aklında tutamıyor, karıştırıyordu…

Altı yaşına geldiğinde çevresini kokusal açıdan bütünüyle kavramıştı.

Grenouille sekiz yaşındaydı
Saint-Merri Manastırı, gerekçe göstermeksizin yıllık ödemelerini durdurdu.
Irmağa yakın, Rue de la Mortellerie’de Grimal adlı, genç işgücüne -usulünce çırağa, kalfaya değil, ucuz elulağına- ihtiyacı bitmek tükenmek bilmeyen bir tabakçı tanıyordu.
Bay Grimal’e oğlanı teslim aldığını belirten bir kâğıt yazdırdı…

Bay Grimal’e fırlattığı ilk bakışla - hayır, Grimal’in koku halesinden çektiği ilk solukla anlamıştı Grenouille bu adamın en küçük bir itaatsizlikte kendisini öldüresiye dövebilecek biri olduğunu.

…insanca olmaktan çok, hayvanca yaşayış, bir yıl sonra, çok korkulan ve genellikle ölümle biten bir tabakhane hastalığı olan karakabarcığa yakalanmasına yol açtı. Grimal onu çoktan defterden silmiş, yerine birini aramaya başlamıştı
Ama herkesin beklediğinin tersine, Grenouille iyileşti. Hastalıktan geriye yalnızca kulaklarının arkasında, boynunda, yanaklarındaki büyük siyah kabarcıkların, görünüşünü bozup onu zaten olduğundan daha da çirkinleştiren izleri kaldı. Bir de elinde kalan –paha biçilmez bir kazanç-, karakabarcığa bağışıklık oldu, bundan sonra artık, hastalığa yeniden yakalanma korkusu olmadan, çatlamış, kanayan ellerle en kötü derilerin etini sıyırabilecekti.

Kene Grenouille kıpırdamaya başlıyordu. Ufukta bir umudun kokusunu almıştı. Canı ava çıkmak istiyordu. Dünyanın en büyük av yatağı açılmıştı önüne: Paris şehri.

Grenouille’un asıl anlamıyla parfüm kokusunu ilk alışı da buralarda oldu
Gerçi parfümün amacının baş döndürücü, çekici bir etki yapmak olduğunu anlamış, içlerindeki tek tek esansların niteliklerini de öğrenmişti. Ama bu parfümler ona bütün olarak daha çok kaba, hantal, beste gibi olmaktan çok çorba gibi geliyordu; ayrıca elinde aynı temel maddeler olsa bambaşka güzel kokular yapabileceğini de biliyordu (s. 43).

…eve dönecekti ki, rüzgâr burnuna bir şey ulaştırdı; ufacık, farkına güç varılır bir kırıntı, bir güzel koku atomu, hayır, o bile değil, gerçek bir koku olmaktan çok, bir koku sezintisi - yine de kesinlikle daha hiç koklanmamış bir şey olduğunun sezintisi.

Onun gösterdiği yöne, yüreği korkudan çarpa çarpa yürüyordu Grenouille, çünkü kokuyu izlemediğini, kokunun kendisini tutsak aldığını, direnemeyeceği biçimde kendine doğru çektiğini seziyordu.

Grenouille durdu. Hemen anlamıştı yarım millik yoldan, ırmağın ta karşı kıyısından duyduğu kokunun kaynağının ne olduğunu; ne bu pis avlu ne erikler. Kaynak, kızdı.
Genellikle insanların kokusu ya hiçbir şeye benzemez ya da berbat olurdu.
İşte böylece Grenouille, ömründe ilk kez burnuna inanamayıp kokladığı şeyin doğruluğundan emin olabilmek için gözlerini yardıma çağırmak zorunda kaldı (s. 48).

Bu koku karşısında yüz bin kokunun hiçbir değeri kalmıyor gibiydi. Bu, öbür kokuların örnek alıp yerlerini belirlemelerini sağlayan üst ilkeydi. Salt güzellikti.

Onu gördüğünde korkudan öylesine donakaldı ki, Grenouille rahat rahat ellerini kızın boynuna götürecek zamanı buldu.
…kızın boğazını sıkarken, tek bir kaygısı vardı ki, o da, güzel kokusundan zerre kaybetmemekti.
Başından ayak parmaklarına kadar koklayıp bitirdi kızı, kokusunun son kırıntılarını da çenesinden, göbeğinden, dirseğinin iç tarafından topladı.

Az sonra ölüyü buldular. Bağrışmalar yükseldi. Meşaleler yakıldı. Bekçiler geldi. Grenouille çoktan öbür kıyıdaydı.

Düpedüz bir dehaydı. Artık biliyordu ki, hayatının bir anlamı, bir hedefi, bir amacı vardı: Kokular dünyasında devrim yapmak gibi yüce bir amaç.
Herhangi bir koku yaratıcısı da değil; bütün zamanların en büyük parfümcüsü olacaktı.

O sıralar Paris’te bir düzineyi aşkın parfümcü vardı.
Pont au Change, şehirdeki en kalburüstü işyeri adreslerinden biriydi.
Parfümcü ve eldivenci Giuseppe Baldini’nin mağazasının ve evinin olduğu bina da işte buradaydı.

Mucit değildi. Tutunmuş kokuları özenle hazırlayan biriydi, elindeki iyi yemek reçeteleriyle alışkanlığın verdiği ustalığı birleştirip olağanüstü bir mutfak kurmuş, ama kendisi daha hiç yeni bir yemek yaratmamış bir aşçı gibiydi (s. 58).

"İnsanın felaketi, sessizce odasında, ait olduğu yer olan odasında oturmak istememesinden gelir,” der Pascal. Ama Pascal büyük adamdı.

1681’deki, alay edip geçtikleri, bir yığın yıldızdan başka bir şey olmadığını söyledikleri o büyük kuyrukluyıldız, o işte Tanrı’nın uyarmak için gönderdiği bir alametti, çünkü önceden haber vermişti -şimdi belli oluyordu işte- bu yüzyılın bir çözülme, bir bozulma yüzyılı, felsefi, politik ve dinî bakımdan, insanlığın kendi eliyle yaratıp günün birinde kendi batacağı bir bataklık, içinde bundan böyle ancak şu Pelissier gibi cart renkli, pis kokulu bataklık çiçeklerinin gelişeceği bir çağ olacağını.

Sürgüyü çekip ağır kapıyı açtı
"Ne istiyorsun?”
"Beni Grimal Usta gönderdi, keçi derisini getirdim,”

Grenouille bir parfümeriye, kokuların ayrıntı değil, düpedüz bütün ilginin merkezi olduğu bir yere ilk kez ayak basıyordu.

"Sizde çalışmak istiyorum, Baldini Usta. Sizin yanınızda, sizin işinizde çalışmak istiyorum.”

Grenouille’un işe alınmasıyla Giuseppe Baldini şirketi yükselmeye başladı, ülke çapında, hatta uluslararası düzeyde ün kazandı.

…dünyanın en iyi burnu Grenouille’daydı, ama kokuları maddeye dönüştürüp elle tutulur hale getirme becerisini edinmemişti daha.

Çok sürmedi, damıtma alanında uzman olup çıktı Grenouille.

…camın kokusunu damıtmayı, düz camın, sıradan insanların hiç mi hiç algılayamadığı, killi serin kokusunu damıtmayı denedi.

Böyle uçucu yağı olmayan maddeler söz konusu olduğunda tabii hepten anlamsız kalıyordu damıtma yöntemi. Fizik okumuş olan biz bugünkü insanlar bunu hemen anlayıveririz. Oysa Grenouille için bu bilgi, hep hayal kırıklığı getiren denemelerden oluşan uzun bir zincirin, zahmetle elde edilmiş son halkasıydı.

Başarısızlığa uğradığını açıkça gördüğünde deneyleri bıraktı ve ölümcül bir hastalığa tutuldu (s. 110).

Bir süre sonra Grenouille, içinden taşa tutulup yüz yerinden yaralanmış bir çilekeşe dönmüştü.

Doktor geldi,
Söz konusu olan, çiçek hastalığının frengiye dönük bir çeşidiyle had safhada cerahatli kızamık karışımı bir hastalıktı.
…hastanın gelecek kırk sekiz saat içinde öleceğinden en küçük bir şüphe bile duyulmamalıydı,

O sırada birden açıldı ölümcül hastanın dudakları,
"Söyleyin, usta: Bir maddeden koku elde etmek için ezmeyle damıtmadan başka yol var mıdır?”

"Üç yol daha vardır, oğlum: Biri enfleurage â chaud (Sıcak çiçekleme), biri enfleurage âfroid (Soğuk çiçekleme), biri de enfleurage â l’huile (Yağ içinde çiçekleme). Bunlar birçok bakımdan damıtmadan daha üstündür, bütün kokular içinde en haslarını elde etmede kullanılırlar

"İyi,” dedi Grenouille.
Sonra gözlerini kapadı.

Derisindeki kabarcıklar kurumaya, irin kraterleri tıkanmaya, yaraları kapanmaya başlamıştı bile. Bir hafta içinde iyileşti.

Baldini /  Grenouille’a serbest çalışması için izin vereceğini bildirdi, ancak üç koşulu vardı: Birincisi, şimdiye kadar Baldini’nin çatısı altında yapılmış olan hiçbir parfümü ne kendisi üretecek ne de bunların formüllerini üçüncü kişilere verecekti; ikincisi, Paris’ten ayrılacak ve bu şehre Baldini yaşadıkça bir daha ayak basmayacaktı; üçüncüsü, bu ilk iki koşulu mutlak bir sır olarak saklayacaktı.

Giuseppe Baldini’nin evinin çöktüğü sırada Grenouille, Orleans’a giden yoldaydı.

Onu en çok rahatlatan şey, insanlardan uzaklaşmak olmuştu.

Auvergne Dağları’nda, Clermont’dan beş günlük yol kadar güneyde, Plomb du Cantal adlı iki bin metre yüksekliğinde bir yanardağın doruk noktası
Sonraki günleri dağa yerleşmekle geçirdi

Böylece günler günleri, haftalar haftaları, aylar ayları kovaladı. Böylece tam yedi yıl sürdü bu.

Ben kokmuyor olamam, çünkü her şey kokar.

Plomb du Cantal’ı güney yönünde terk etti.

Marquis de la Taillade-Espinasse, Pierrefort’da, yedi yıl süreyle bir mağarada -yani bütünüyle kokuşma ortamı olan toprakla çevrili olarak- barınmış birinin bulunduğunu haber aldığında sevinçten şaşkına döndü, hemen Grenouille’un kendisine, laboratuvara getirilmesini buyurdu ve esaslı bir incelemeden geçirdi onu.

Konferansın sonunda Taillade-Espinasse onu yine paket edip evine, sarayının çatı katına postaladı.

Beş gün sürdü bu birleşik zehirden arıtma ve canlılık kazandırma kürü.

Siz bir hayvandınız, ben insana dönüştürdüm sizi.
Grenouille’u en çok şaşırtan, bu haliyle inanılmaz derecede normal görünmesi olmuştu. Marki haklıydı

Birdenbire anladı ki, onu normal bir insana dönüştüren güvercin çorbası değil, üfleme hokus pokusu da değil, sadece ve sadece üstündeki birkaç parça giysi, saçının kesimi, bir de o azıcık makyaj maskaralığı olmuştu.

Şimdi ne ölçüde yetenekli olduğunu biliyordu. Kendi dehası sayesinde, kısıtlı olanaklar içinde insanın kokusunu yaratmış, hem de öyle iyi tutturmuştu ki, bir çocuğu bile kandırabilmişti. Şimdi elinden daha neler gelebileceğini biliyordu. Bu kokuyu geliştirebileceğini biliyordu. Öyle bir koku yaratabilecekti ki, insani olmakla kalmayıp insanüstü bir şey olacaktı, bir melek kokusu, öyle dile destana sığmaz güzellikte, o kadar canlı bir koku ki, koklayan büyülenip onu, Grenouille’u, bu kokuyu taşıyanı bütün yüreğiyle sevmeden edemeyecekti (s. 165).

Kokulara egemen olan, insanın kalbine egemen olurdu.

Birkaç hafta daha kaldı Montpellier’de. Epey bir ün kazanmıştı, salonlara çağırıyorlar, mağarada geçirdiği hayat, markinin ellerinde iyileşmesi üzerine sorular soruyorlardı.

Mart başında eşyalarını toplayıp gizlice, (…) yola koyuldu.

Grenouille, Fransa’yı boydan boya geçerek yaptığı yolculuğun ilk aşamasını yedi yılda bitirebilmişti ya, ikincisi yedi gün bile sürmedi.

Büyük çanağın öbür ucunda, belki iki mil uzakta bir şehir, dağların eteğine yapışmış gibi duran bir şehir vardı.
Bu hem gösterişsiz hem kendine güvenir görünen şehir, birkaç on yıldan beri koku maddeleri, ıtriyat, sabun, yağ üretimi ve ticareti konusunda tartışılmaz bir yer kazanmış olan Grasse’tı.

Bahçenin kokuları, gökkuşağının yayları gibi renk renk, ama açık seçik, kesin çizgilerle birbirinden ayrılmış şeritler halinde üstüne dökülüyordu. Ama içlerinde bir tanesi vardı ki, en değerlisi, Grenouille için önemli olanı...
Bahçeden esip gelen koku, vaktiyle öldürdüğü kızın kokusuydu.
Bu kız daha çocuktu. Ama ne çocuk!
Grenouille’dan başka kimsenin farkına varmadığı bu çiçek şimdiden öyle tüyler ürpertircesine harika bir koku yayıyordu ki, bütün görkemiyle gelişince dünyanın dünya olalı koklamadığı bir parfüm olacaktı (s. 180).

Porte des Feneants’a yakın bir yerde, Rue de la Louve’da küçük bir parfüm atölyesi buldu Grenouille, hemen iş olup olmadığını sordu.
Ertesi gün Bayan Arnulfi’nin yanında işe başladı.

Zamanını atölyede geçiriyordu. Druot’ya karşı, bir kolonya reçetesi bulmak için çalıştığını öne sürüyordu.

Serin, küflü, kararmış kokusu hoşuna giden bir pirinç kapı tokmağını birkaç gün sığır yağına buladı Grenouille. Ne görelim, kazıyıp sınadığında, çok hafifçe de olsa düpedüz aynı o tokmak gibi kokuyordu yağ (s. 194).

Aynı yılın mayısında Grasse ile doğusundaki Opio kasabası arasında yarı yolda bir gül bahçesinde on beş yaşında bir kızın çıplak cesedi bulundu.
Kız gerçekten olağanüstü güzellikteydi.
Yasemin hasadı başlayalı çok olmamıştı ki, iki cinayet daha işlendi.
Çifte cinayetten birkaç gün sonra, aynı öncekilerin durumuna sokulmuş bir kız daha bulundu.
…yaz boyu bir genç kız cesedinin bulunmadığı tek hafta geçmedi. Hep de yeni kadın olmaya başlamış kızlardı, hep en güzellerinden, hep o siyah saçlı, ağdalı türden.

Antoine Richis
Laure adında bir kızı vardı.
Richis’nin sahip olduğu en değerli şey ise kızıydı. Tek çocuğuydu, tam on altısına basmıştı, koyu kızıl saçları, yeşil gözleri vardı. Yüzü öyle güzeldi ki, her yaştan kadın erkek konuklar görür görmez büyüsüne kapılır, gözlerini bir daha ayıramaz, kızın yüzünü gözleriyle, sanki dilleriyle dondurma yalıyormuş gibi yalarlardı; bu arada suratlarına, böyle yalama uğraşlarına özgü o budalaca kendini vermişlik ifadesi gelip otururdu (s. 210-211).

…uşağına giyecek, yiyecek hazırlamasını, çünkü gündoğumunda kızıyla birlikte Grenoble’a gitmeye karar verdiğini söyledi.

Antoine Richis’nin kızıyla şehirden çıkışı insanlar üzerinde derinliği garip bir etki yaptı.
Richis’nin Grenoble’a, yani kız katili canavarın bir süredir gezdiği şehre gittiği haberi yayılmıştı.

Richis’nin Grenoble’a falan gittiği yoktu. Kentten şatafatla çıkışı hileydi. Grasse’ın bir buçuk mil kuzeybatısında, Saint-Vallier köyü yakınlarında kafileyi durdurdu. Uşağın eline vekâletnameler, yol pusulaları verip katır kervanını yalnızca yanaşmalarla Grenoble’a götürmesini buyurdu.
Kendisi, Laure ve dadıyla Cabris’ye yöneldi, burada öğle molası verdi, sonra Tanneron Dağları’na dalıp güneye indi.
Saint-Honorat Manastırı’na yerleştirmeyi düşünüyordu kızını şimdilik.

Noterini çoktan oraya çağırmıştı, Baron de Bouyon ile çocukları Laure ve Alphonse’un evlendirilmesi sözleşmesini yapmak üzere.
Laure Richis’nin Baron de Bouyon’un oğluyla izdivacı, Grasselı kız katilinin yenilgisi demek olurdu. Ama daha gerçekleştirilmemişti plan.

…yirmi dört bakirenin haleleri hazır bekliyordu - Grenouille’un vücutları soğuk yağ çiçeklemesine yatırarak, saçlarla elbiseleri digestion, lavage, damıtmadan geçirerek elde ettiği, en değerlisinden esanslardı bunlar. Yirmi beşincisini, en nefis, en değerli olanını ise bugün gidip getirecekti.

Her zamanki gibi yalnızca saçlarıyla elbiselerini alıp götürecekti, çünkü bu kısımlar doğruca alkolde yıkanabiliyordu, bu ise atölyede daha rahat yapılabilirdi.

Aldığı ilk solukla fark etti bir şeylerin yolunda olmadığını. Havada bir yanlışlık vardı. Şehrin koku elbisesinde, binlerce iplikten örülü bir tülde altın iplik eksikti.

Öldü, diye düşündü, daha da korkuncu: Başka birisi benden önce davrandı. Benim çiçeğimi başka biri yolup kokusunu çaldı!

Tam o sırada Druot "Quatre Dauphins”den eve öğle yemeğine geliyordu, laf arasında bu sabah ikinci konsülün on iki katır ve kızıyla Grenoble’a gittiğini anlattı.
…sevgili koku Grenoble yolunun gittiği kuzeybatıdan değil daha çok Cabris yönünden geliyordu

Gökyüzü kapalıydı. Handa yanan ışık kalmamıştı.
Pencere kanadını itip açtı, odaya süzüldü
…yüzükoyun yatıyordu kız, yüzünü, kıvırdığı koluna dayayıp yastığa bastırmıştı, bu durumda başının arkası en uygun bir biçimde topuza hazır bekliyordu.
Vuruş boğuk, hışırtılı bir ses çıkarmıştı.

Şimdi önemli olan bu kokudan olabildiğince çok yakalamak, olabildiğince az kaçırmaktı.
Hızlı makas hareketleriyle geceliği kesip açtı, çıkardı, yağlı çarşafı alıp vücudun üzerine attı.
İyice dibinden kesti saçlarını, geceliğine sarıp küçük bir bohça yaptı. Sonunda bezin artan ucuyla saçsız kafayı örttü, üst üste gelen yerlerini, parmağıyla hafif hafif bastırarak vücuda yapıştırdı. Bütün paketi gözden geçirdi. En ufak bir aralık, en ufak bir delik, vücuda yapışmamış en ufak bir kat yeri kalmamıştı kızın kokusunun kaçabileceği.

Kuşlar ötmeye başladığında -yani ortalık ağarmadan epey önce- yerinden kalkıp işini tamamladı.
…Richis yedide uyandı. Aylardan beri ilk kez harika bir uyku uyumuştu
…kızının oda kapısına ilerlerken hâlâ ıslık çalıyordu.

Gözlerini açtığında Laure’un yatakta çıplak ve ölü ve saçları kazınmış ve göz alan bir beyazlıkta yattığını gördü.

Katil görülmüştü. Anlaşılan, cinayet gecesi Napoule hanının ahırında kalıp ertesi sabah iz bırakmadan kaybolmuş olan o garip tabakçı çırağıydı.
…hancının ekleyeceği bir şey daha vardı: Yanılmıyorsa gözüne, yabancının duruşunda, yürüyüşünde bir güçlük, bir aksaklık çarpmıştı, ayağından yaralı ya da topalmış gibi.
…iki süvari müfrezesi Marsilya’ya doğru katili aramaya başladı

Grenouille tutuklandı.
Atölye arandı, Fransisken manastırının arkasındaki zeytinlikte bulunan kulübe arandı. Bir köşede, saklı bile değildi, Laure Richis’nin kesilmiş geceliği, iç gömleği, kızıl saçları duruyordu. Zemin kazıldığında birbiri ardınca öbür yirmi dört kızın elbiseleri, saçları da ortaya çıktı. Kurbanların öldürüldüğü ağaç topuz, keten yol torbası bulundu.

Grenouille davası son derece hızlı yürüdü

…niçin işlediği sorulduğunda doyurucu bir yanıt veremiyordu. Hep, kızlara ihtiyacı olduğunu, onun için de öldürdüğünü tekrarlıyordu. Niçin ihtiyacı olduğu, hem "ihtiyacı olma”nın da ne anlama geldiği soruluyor - o ise susuyordu. Bunun üzerine işkenceye geçtiler, saatlerce ayaklarından astılar, yedi pint su pompaladılar içine, ayaklarını mengeneye koydular - en ufak bir şey elde edemediler.

15 Nisan 1766’da karar verildi ve sanığa hücresinde okundu: "Parfümcü kalfası Jean-Baptiste Grenouille,” deniyordu, "kırk sekiz saat içinde şehir kapısı önündeki meydana götürülecek, orada yüzü göğe bakmak üzere ahşap bir çarmıha bağlanarak kendisine canlı halde demir bir çubukla, kol, bacak, kalça ve omuz kemiklerini kıracak olan on iki darbe vurulacak, sonra çarmıha sıkıca bağlanarak çarmıhın dikilmesiyle ölümüne kadar orada teşhir edilecektir.”

Grenouille kararı kılını kıpırdatmadan dinledi. Mübaşir son isteğini sordu. "Hiçbir şey,” dedi Grenouille, bir eksiği olmadığını söyledi.

Kentliler olaya büyük bir bayrama hazırlanır gibi hazırlanıyordu.

İdam öğleden sonra saat beşe konmuştu. İlk seyir meraklıları daha sabahtan gelip yerlerini sağlama aldı.

Araba sehpayla tribün arasında durdu. Uşaklar yerlerinden atlayıp kapıyı açtı, katlanan merdiveni indirdi. Polis komiseri indi, arkasından bir karakol subayı ve sonunda Grenouille. Üzerinde mavi bir elbise, beyaz bir gömlek, beyaz ipek çoraplar, tokalı siyah ayakkabılar vardı. Kelepçeli değildi. Kolundan tutan yoktu. Özgür biri gibi indi arabadan.
Derken bir mucize oldu.

Olan şuydu: Cours’daki ve orayı çevreleyen yamaçlardaki on binlerce kişi bir an içinde, demin arabadan inen mavi elbiseli adamın kesinlikle katil olamayacağı inancını hissetti ta derinlerinden.

İdam yerinde dikilen adam, masumluğun ta kendisiydi.

Sevgililerinin çekiciliğine kapılmış küçük kızlar gibiydiler. Küçük katile karşı güçlü bir yakınlık, bir sevecenlik, delice bir çocuk aşkı, hatta Tanrı bilir ya, sevgi duygusu sarıvermişti içlerini.

Bir ağlayış gibi, önlenemeyen, uzun zaman bastırılmış, insanın karnından yükselip karşısında direnen, her şeyi ayrıştıran, eriten ve sürükleyip götüren bir ağlayış gibi bir şeydi.

Onu ilk gördüğünde içinde acıma, yakınlık hissedenler şimdi düpedüz arzuyla tutuşuyor, başta hayranlık, arzu duyan şimdi kendinden geçecek hallere geliyordu.
Sonuç olarak, zamanının en iğrenmeye değer canisinin idamı olarak hazırlanan olay, dünyanın milattan önceki ikinci yüzyıldan bu yana gördüğü en büyük Dionysos ayinine döndü.

Hava hazzın tatlı ter kokusuyla ağırlaşmış, on bin insan hayvanının çığlıkları, hırıltıları, iniltileriyle dolmuştu.
Grenouille yerinde dikiliyor, gülümsüyordu.

Ama dudaklarında dolaşan aslında gülümseme değil, çirkin, alaycı, duyduğu zaferi ve aşağılamayı olduğu gibi yansıtan bir sırıt­maydı. O, dünyanın en pis kokan yerinde kokusuz olarak doğmuş olan, çöpün, çamurun, kokuşmanın içinden gelen, sevgisiz büyümüş, sıcak bir insan ruhu olmadan sırf inatçılığından ve iğrentisinin verdiği güçle yaşayan, ufak, kamburu çıkmış, topallayan, çirkin, herkesin sırt çevirdiği, içi de dışı da mendebur Jean-Baptiste Grenouille kendini dünyaya sevdirmeyi başarmıştı (s. 248-249).

Her zaman özlediği şey, insanların kendisini sevmesi yani, ulaştığı anda dayanılmaz bir şey olup çıkmıştı, çünkü o kendisi sevmiyordu insanları, onlardan nefret ediyordu. Birdenbire doyumu hiçbir zaman sevgide değil, nefrette bulmuş olduğunu anladı, nefrette ve kendinden nefret edilmesinde.

Bir adam koşup geliyordu üstüne doğru.
Richis’ydi bu.
Beni öldürecek, diye düşündü Grenouille.
Kim olduğumu bilip öldürecek beni. Öldürmeli.
Ve kollarını açtı üstüne doğru saldıran meleği karşılamak için.
Ama birden boynuna sarılmamış mıydı Richis,
"Bağışla beni oğlum, sevgili oğlum, bağışla beni!”
Kendi içinde boğulmamak için orta yerinden yarılmak, patlamak istiyordu. Sonunda düşüp bilincini kaybetti.

Kendine geldiğinde, Laure Richis’nin yatağında yatıyordu.
Antoine Richis yatağın yanında bir tabureye oturmuş, bekliyordu. Grenouille’un elini avuçlamış, okşamaktaydı (s. 252).

Grenouille, evde de şehirde de bütün sesler kesilene kadar yattığı yerde kaldı. Kalktığında gün ağarıyordu bile. Giyinip yollandı, çıt çıkarmadan koridoru geçti, çıt çıkarmadan merdiveni inip salonu geçerek terasa çıktı.

Yukarıda, açık araziye çıkmadan önce, meydanın orada bir kez daha insan kokularıyla boğuşmak zorunda kaldı. Bütün meydan da, yamaçlar da, sefili çıkmış bir ordunun konak yerine dönmüştü. Geceki bayramın taşkınlıklarından yorgun düşmüş binlerce sarhoş karaltı ortalığa serilmiş yatıyordu, kimisi çıplaktı, kimisi yarı çıplak, yarı üstlerine yorgan gibi çektikleri elbiselerle örtülüydü.

Grenouille’u gören olmadı. Gören de tanımazdı. Çünkü kokmuyordu artık. Mucize bitmişti.
Meydanın sonuna geldiğinde Grenoble’a giden yola sapmadı, Cabris’ye gidene de sapmadı, tarlalara dalıp bir kerecik olsun arkasına bakmadan, batı yönünde oradan uzaklaştı.

Grasselılar korkunç bir akşamdan kalmalık içinde uyandılar. İçmemiş olanların bile başları kurşun gibi ağır, mideleri ve ruhları kusacak gibi fenalaşmış bir durumdaydı.

Birçoklarına bu karşılaşma o kadar korkunç, o kadar açıklanamaz, her zamanki ahlak anlayışlarına öyle bütünüyle aykırı geldi ki, daha karşılaşma anında belleklerinden sildiler, tabii sonradan da gerçekten bir daha anımsayamadılar.

Şehirde oturanlar o gün evlerinden bir daha ya hiç çıkmadı ya da ancak akşama doğru en acil işlerini görmeye çıktı. Birbirlerine şöyle bir selam verdiler karşılaştıklarında, konuştularsa en havadan sudan şeylerden söz ettiler. Geçen gün, geçen gece olanlar üzerine tek söz bile edilmedi.

…oybirliğiyle ve bir önceki günün olayları, hele Grenouille adı hiç mi hiç anılmadan, "meydandaki tribünün ve idam sehpasının kesinlikle kaldırılarak meydanın ve çevresindeki harap arazinin eski düzenli haline getirilmesi”ne karar verildi.

Grasse çevresinde yirmi beş genç kızı öldüren, kimliği şimdiye kadar bilinmeyen katil hakkında yeni bir dava açılması kararına katıldı. Polis komiserine soruşturmanın derhal başlaması için emir çıktı.
Daha ertesi gün bulundu katil. Eldeki çok bariz ipuçları nedeniyle, Rue de la Louve’da parfüm ustası olan ve kendisine ait kulübede bütün kurbanların saç ve elbiselerinin bulunmuş olduğu Dominique Druot tutuklandı. Başta her şeyi inkâr etmesine kanmadı yargıçlar. Sanık on dört saat işkenceden sonra her şeyi itiraf etmekle kalmayıp olabildiğince çabuk idamını diledi, isteği hemen ertesi gün yerine getirildi.

Çok geçmeden de bütün hayat normale döndü. İnsanlar çalışıp çabalıyor, rahat rahat uyuyor, işleriyle uğraşıyor ve kendilerini dürüst sayıyorlardı.

Grenouille geceleri yol alıyordu. Yolculuğunun başında olduğu gibi şehirlerden uzak duruyor, anayollara yanaşmıyor, gün doğunca uykuya yatıyor, akşamları uyanıp yola devam ediyordu.

Grasse’taki sahne için bir damlacık yetmişti. Geriye kalan, bütün dünyayı büyülemeye yeterdi.
Yalnız bir şeye yetmiyordu bu güç: Kendi kendisinin kokusunu almasını sağlayamıyordu.

Ne kadar iyi yapılmış olduğunu kimse bilmiyor. Ötekiler sadece etkisine köle oluyor, hatta kendilerini etkileyip büyüleyen şeyin parfüm olduğunu bilmiyorlar bile. Gerçek güzelliğini anlamış anlayacak tek kişi benim, çünkü ben yarattım onu. Aynı zamanda büyüleyemeyeceği tek kişi de benim. Parfümün kendisi için anlam taşımadığı tek kişiyim ben (s. 259).

Grenouille, revaklardan çıkıp da aralarına karıştığında önce varlığının hiç farkına varmadılar.
Ama mavi elbiseli küçük adam ansızın belirivermişti, yerden bitmiş gibi, elinde, tıpasını açtığı küçük bir şişecikle.
Ona ulaşmalı, diyordu istenç.
Çevresinde halka olmuşlardı, yirmi otuz kişi, daralttıkça daraltıyorlardı halkayı.
Meleğin üstüne atladılar, yere indirdiler onu.
Elbiselerini, saçlarını, derisini parça parça yolup aldılar üstünden, pençelerini, dişlerini etine geçirdiler, çakallar gibi üstüne saldırdılar.
Yarım saat sonra Jean-Baptiste Grenouille yeryüzünden, bir tek lifi bile kalmamacasına kaybolmuştu.
Yamyamlar yemekten sonra yine ateşin başında toplaştıklarında hiçbirinden tek söz çıkmadı.
Olağanüstü bir gurur duyuyorlardı. İlk kez sevgiyle bir şey yapmışlardı.
Das Parfum: Die Geschichte eines Mörders
Türkçeleştiren: Tevfik Turan
Can Yayınları
34. baskı, 2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder