5 Ocak 2020 Pazar

Platonov – Dönüş


Andrey Platonov – Dönüş

Kum Öğretmeni


(s. 9-17)
Astrahan ilinin kumlara gömülü, kuytu, küçük bir şehrinde yaşayan yirmi yaşındaki Mariya Narışkina
Mariya çılgın bir coşkuyla babasının coğrafya kitaplarını okuyordu evinde
Mariya da âşık olmuş, intiharı düşünmüştü
Orta Asya çölü sınırındaki Hoşutovo köyüne öğretmen olarak atandı
…suskun bir yoksulluk ve boyun eğmiş bir çaresizlik gördü.
Yılbaşına doğru yirmi öğrenciden ikisi öldü
Köylüler okula karşı kayıtsızdı, bulundukları durumda ona ihtiyaçları yoktu.
Mariya Nikiforovna, okulun yanında bir çam fidanlığı oluşturmayı, böylece çölle kararlı bir savaşa girişmeyi düşünüyordu.
…ne söğütlerden, ne çamlardan hiçbir şey kalmamıştı geriye - göçebelerin atları ve sürüleri her şeyi kemirmiş, ezmiş, kırmıştı. Su kaybolmuştu: Göçebeler geceleri hayvanlarını köyün kuyularına salmış ve suyu son damlasına kadar boşaltmışlardı.
Biz üç yıl çalıştık, sizse üç gün içinde telef ettirdiniz ekinlerimizi hayvanlarınıza...
…gençliğimi bu kum çölüne, vahşi göçebelerin arasına gömüp söğüt çalılarının içinde mi ölmem gerekecek?

İnek

(s. 18-29)
Bozkırda büyümüş gri Çerkessk ineği ahırda yalnız başına yaşıyordu.
Vasya ahırdan çıktı.
…vagonlar hiç ses çıkarmadan geçtiler Vasya'nın önünden.
"Danamız nerede?" diye sordu çocuk babasına.
Kesimcilere sattım onu
İnek artık hiçbir şey yemiyordu; sessizce ve seyrek nefes alıyordu, ağır, zorlu bir dert kavruluyordu içinde
İnek / sütü hepten tükenmişti, somurtkan ve anlayışsız olmuştu
Vasya defterine şöyle yazdı:
İnek acı çekmeye başladı, ama kısa süre sonra trenden öldü. Onu da yediler, çünkü sığır etiydi.

Potudan Nehri

(s. 30-62)
İç savaş sona ermiş, sayısız ayağın ezdiği toprak yolları yeniden ot bürümüştü.
Savaş çilesinden, hastalıklardan ve zafer saadetinden ruhları değişmişti: İlk kez yaşayacakmış gibiydiler, kendilerini, üç-dört yıl önceki hallerini güçlükle anımsıyorlardı,
Eski Kızıl Ordulu Nikita Firsov, Potudan nehri boyunca uzanan tepeden, adı sanı pek bilinmeyen bir ilçedeki evine doğru yürüyordu iki gündür.
Ortalık kararır kararmaz memleketini yeni başlayan, bulanık gecenin içinde gördü
Nikita sıraya yanaşıp babasının penceresini tıklattı
Onu görmüş, tanımıştı artık, ama seyrine doymak için bakmayı sürdürüyordu.

Nikita ona yaklaştı, dikkatle süzdü onu; Lyuba anılarında bile bir mücevherdi onun için
"Beni unuttunuz mu?" diye sordu Lyuba.
"Hayır, sizi unutmadım," diye yanıtladı Nikita.

…yaşamın anlamsızlığı, ayrıca açlık ve yoksulluk fazlasıyla paralamıştı yürekleri ve anlamak gerekiyordu, insanın varoluşu neyin nesiydi - ciddi bir şey miydi, yoksa bir şaka mı?
…ben yatacağım, yoksa çok karnım acıkıyor

O günden itibaren Lyuba'yı hemen hemen her gün ziyaret etmeye başladı

"Gripsin galiba, seni iyileştireceğim," dedi Lyuba. "Ama belki de tifodur! Önemli değil - korkacak bir şey yok!"

İnsanlar tek başlarına hastalık çektikleri ve kendilerini sevecek kimse bulunmadığı için ölürler, sense şimdi benimlesin...

Lyuba hastanedeki insanları iyileştiriyor, Nikita ise köylü mobilyası yapıyordu.

Nikita hayatın belki de baş edemeyeceği kadar büyük olduğunu, sırf kendi çırpınan kalbinde yoğunlaşmadığını anlıyordu - çok daha ilginç, güçlü ve kıymetliydi hayat, kendisi için ulaşılmaz olan başka bir insanda.

Her acı avutulamaz; bazı acılar vardır ki ancak yüreğin, uzun bir unutkanlık ya da gündelik kaygıların dalgınlığında tükenmesiyle biter.

Yaz ortası Nikita'yı köy tüketici birliğinin pazardaki bayiinden ecza malzemesi çaldığı şüphesiyle hapse attılar, fakat soruşturma lehinde sonuçlandı,

"Fena değilsin ya şimdi, benimle yaşamak zoruna gitmez, değil mi?" diye sordu.
"Hayır, fena değilim," diye yanıtladı Nikita. "Seninle mutlu olmaya alıştım artık.

Çöp Rüzgârı

(s. 63-82)

Dünyanın üzerinde sabah kızıllığı gezindi ve pırıl pırıl yeni bir gün, 16 Temmuz 1933 günü başladı.
Günlerden pazardı. Dairenin diğer odasından Zelda adındaki esmer karısı çıktı uyuyan adamın, Rus Asyasından bir Ortadoğulu. Ürkek bir özenle kocasının üstüne yorganını örttü ve uyandırdı onu:
Kalk Albert.
Var olduğunu ve yaşamaya devam etmesi gerektiğini hemen anımsayamadı,
Albert Lichtenberg, karısının bir hayvana dönüşmüş olduğunu gördü
Albert ona bağırdı, onu yanından kovdu.
Albert güneşe baktı ve uzaktaki bir insana gülümser gibi gülümsedi ona.
Katolik manastırının önündeki basamaklara Romalı bir din adamı çıktı
…insanın işeme organına benzer bir tanrı elçisi.
…gün, bir ayrıntı gibi titiz, devlet idamı gibi katı, meçhul birinin merhametini bekler gibi sabırsızlıkla sürmekteydi üzerinde.

Adolf Hitler anıtı

Albert Lichtenberg eski Katolik meydanının ortasında bitap halde dikiliyor, bu hayali krallıkta-şaşkınlık içinde etrafına bakınıyordu

Her tür düşünceye yabancı, bir ölü gibi umarsız, kamyonun radyatörüne yanaştı Lichtenberg.
Ağır asasını kaldırıp makinenin göğsüne. radyatöre vurdu, peteklerini ezesiye. Nasyonal şoför sessizce direksiyondan ayrıldı ve zayıf fizikçinin gövdesini sıkıp, kafasını aynı radyatöre eşit güçle vurdu.
Lichtenberg ayağa kalktı, asasıyla şoförün hayvansı gövdesini dürttü ve makineden uzaklaştı.
(Heykeli selamlayarak) İmparatorlar ölürdü, çünkü muhafız alaylarını besleyen insanlar er geç pes derdi. Sense ölmeyeceksin…

Vücudunun gücünü bütün aklıyla çarpan Lichtenberg bastonunu iki kere anıtın kafasına indirdi, metale zarar veremeyen baston parça parça oldu
Nasyonal-sosyalistler Lichtenberg'in gövdesini zapt ettiler, iki kulağını kopardılar, cinsel organını ezerek yok ettiler, kalan bedenini ise üzerinde yürüyerek çiğnediler.
Lichtenberg acısını soğukkanlılıkla kavrıyor ve kaybolan organları için üzülmüyordu, çünkü aynı zamanda ıstırabının da vasıtalarıydı onlar
…yekpare insan bedeninin vaktinin geçtiğini çoktandır kabullenmişti

Bedenine aldığı yaralardan ve pislikten- deri veremine benzer, yekpare, kara bir intan yayılmış, üzerinde ise gür tüyler bitmiş ve her şeyi örtmüştü. Koparılan kulaklarının yerinde de saçtan çalılar büyümüştü
Neden dilini koparmadıklarına hayret ediyordu, devletin bir ihmalkârlığı olmalıydı
Ben de düşünüyorum ve varım.
Hitler düşünmez, tutuklar sadece,

Uyurken bacağını kemiren bir sıçanı yakalamıştı
Lichtenberg varlığının yoksul kalıntısını koruma ihtiyacı hissetti
Küçük hayvanı tüylerine varana kadar yedi

(Mahkûm kampına götürüldü)
Kamp sahasında tek bir ağaç vardı. Lichtenberg köklerinin dibine küçük bir in kazdı ve kalan meçhul ömrünü geçirmek için oraya yerleşti.

Lichtenberg'i çalışmaya göndermiyorlardı, çünkü o ancak yerde sürünebiliyordu.
Hakim, Lichtenberg'e kurşuna dizileceğini bildirdi, zira beden ve akıl gelişimi Alman ırkçılık teorisi ve devlet kuramının öngördüğü seviyeye uymuyordu

Lichtenberg'in solundaki refakatçi subay, güçlü bir mekanizma için kazılmış bir çukurun kenarına denk gelmişti,
Lichtenberg ansızın itiverdi onu,
Subay aşağıda kayboldu,
Lichtenberg doğruldu ve Gedviga'nın bedeniyle aynı mezarın içinde ebedi huzura çekilmiş olması gereken yerden uzaklaştı
Sabah Lichtenberg tanımadığı bir işçi kasabasına vardı
Evin içinde kimse yoktu, tozlu bir yatağın içinde ölü bir erkek çocuğu yatıyordu.
Bu ölü ya da sürgün kentin en son evinin içinde ise bir kadın oturuyor.
Ucuz beşiği sonsuz bir enerjiyle sallayıp duruyor
Beşiğin içinde, küçük bir ikiz yastığın üzerinde iki ölü çocuğun kararmış kafaları, gözleri açık, yüzleri birbirine dönük şekilde duruyordu
Albert kadının yanına gitti ve şimdi et haşlayacağını, uyumamasını söyledi
Lichtenberg ateşi olabildiğince güçlendirdi mutfakta, eline bir pala aldı ve kılla kaplı kasıklarından daha sağlıklı olan sol ayağını kesmeye koyuldu.
İki saat sonra bütün çorba suyunu çekmiş, et kendi yağıyla kızarmış, ateş ise sönmüştü.
Polis ve yol arkadaşı evde, yüzünü eşit derecede ölü iki çocuğun yattığı beşiğe gömmüş ölü kadını buldular.
Mutfak ocağında besleyici ve henüz sıcak etle dolu tencereyi gören yorulmuş polis akşam yemeği yemek üzere oturdu.
Zelda yerde ne olduğunu bilmediği, gözleri yere dönük bırakılmış ölü bir hayvan gördü.
Zelda ve polis, insan yaşamının sonuna kadar tüketildiği boş kasabayı terk ettiler.

Dönüş

(s. 83-110)
Muhafız alayı yüzbaşısı Aleksey Alekseyeviç İvanov terhis edilmiş, ordudan ayrılıyordu.
Yakın arkadaş ve yoldaşları İvanov'la birlikte demiryolu istasyonuna geldiler
Tren rötar yaptı.
Ertesi gün arkadaşları İvanov'u tekrar yolcu ettiler
Sonra İvanov ikinci kez gara gitti; dünkü trenin halen gelmediğini öğrendi.
Kulübenin önündeki sırada astarı vatkalı iş ceketi ve kalın başörtüsü ile bir kadın oturmaktaydı.
Kadın yüzünü İvanov'a döndü, o zaman tanıdı onu İvanov. Bir genç kızdı bu, adı "Maşa - hamamcının kızı" idi,
İnsanın yüreğini avutup şenlendirebilecek tek şey başka bir insanın yüreğiydi.
İvanov ve Maşa ordunun dışında yetim kalmış gibi hissediyorlardı kendilerini

İvanov Maşa'ya yanaştı, onu yanağından yoldaşça öpmesine izin vermesini rica etti.
"Küçük bir öpücük... " dedi İvanov. "Tren iyice gecikti çünkü, sıkıldım beklemekten."
"Yalnızca tren geciktiği için mi?" diye sordu Maşa ve dikkatle baktı İvanov'un yüzüne.

Maşa İvanov'dan uzaklaştı.
"Şöyle bir öpeceğim Maşa, dikkatli olacağım... Amcanız olduğumu farz edin."
"Farz ettim bile... Babam olduğunuzu farz ettim, amcam değil...

Daha sonra İvanov, Maşa'nın saçlarının ormanda dökülmüş güz yaprakları gibi koktuğunu itiraf edecekti kendisine

Geceleyin tren geldi ve İvanov ile Maşa'yı onların oralara, memleketlerine götürmek üzere yola koyuldu. İki gün birlikte gittiler,
İvanov'un ilgisi şaşırtmış ve etkilemişti Maşa'yı.

İki gün sonra İvanov yoluna devam etti, memleketine doğru. Maşa yolcu etti onu garda. İvanov alışkanlıkla öptü onu ve hayalini ebediyen anımsayacağına söz verdi şefkatle.
Maşa gülümsedi ve yanıt olarak şöyle dedi:
"Ne diye ebediyen anımsayasınız beni? Buna gerek yok, hem zaten unutacaksınız... Ben sizden hiçbir şey istemiyorum ki, unutun gitsin beni."
Tren geldi ve vedalaştılar. İvanov gitti ve yalnız kalan Maşa'nın ağladığını görmedi, ne de olsa o kimseyi unutamazdı,

Lyubov Vasilyevna, İvanov'un karısı, üç gün üst üste, batıdan gelen bütün trenleri karşılamaya çıkmıştı.
Dördüncü gün Lyubov Vasilyevna, gündüz gelirse babalarını karşılasınlar diye gara çocukları Petka ile Nastya'yı gönderdi, gece trenini karşılamaya ise yine kendisi çıktı.
İvanov altıncı gün geldi. Oğlu Pyotr karşıladı onu
"Babam sen misin?" diye sordu Petruşka,
Niye böyle az eşyan var
İvanov karısına yaklaştı, sarıldı ona
İvanov evdeki tüm nesneleri sırayla inceledi
Evin yerleşik, öz kokusunu çekiyordu içine - ağaç çürüğünü, çocuklarının vücutlarının sıcaklığını, ocak kömürlüğünden gelen yanık dumanı.
Maşa, hamamcının kızı ne yapıyordu acaba şimdi, sivil hayata uyum sağlayabilmiş miydi? Yolu açık olsundu...
İvanov evde herkesten çok Petruşka'nın çabaladığını gördü.
"Nastka, maşrapanın içindeki patates kabuklarını boşalt, kaba ihtiyacım var...”
İvanov böyle bir oğlunun olduğunu bilmiyordu ve şimdi oturduğu yerden onun aklına şaşırmaktaydı.

"Nerede çalışıyorsun?" dedi İvanov, anlamamıştı.
"Tuğla fabrikasında, preste.

…bir şeyler İvanov'un dönüş sevincini bütün yüreğiyle hissetmesine engel oluyordu - herhalde ev yaşantısından fazlasıyla uzaklaşmıştı ve en yakınlarını, öz ailesini bile anlamakta güçlük çekiyordu.

İvanov, kendisi yokken ailesinin nasıl bir hayat sürdüğünü tam olarak bilmiyor ve Petruşka'nın kişiliğinin neden böyle olduğunu henüz açıkça anlayamıyordu.
Bir an önce işe girişmeli, yani para kazanmak ve çocukları doğru yetiştirmesinde karısına yardım etmek için çalışmaya başlamalıydı - o zaman her şey yavaş yavaş iyiye doğru giderdi ve Petruşka diğer çocuklarla birlikte koşturur, kitabını okurdu, elinde maşa, ocağın başında emirler yağdırmaktansa.

"Böreğine yağ süreyim ister misin?"
"İstemem, tok oldum ben... "
"Böylece ye madem... Neden ittin böreğini?"
"Sem yon amca gelir. Ona bıraktım. Börek sizin değil, kendim yemedim onu. Yastığımın altına koyacağım, yoksa soğur... "
"Kimmiş bu Semyon amca?" diye sordu İvanov karısına.
Lyubov Vasilyevna ne diyeceğini bilemiyordu, şöyle dedi:
"Bilmem ki kim... Çocukların yanına gelip gidiyor, karısıyla çocuklarını Almanlar öldürmüş, bizim çocuklara alıştı, oynamaya geliyor onlarla."
"Bu Semyon amcanın sizinle oynadığı oyuncaklar nerede?"
"Bunlar oyuncak-kitaplar," dedi Nastya babasına.

…iki yıldır ailesini ziyaret eden bu Sem yon Yevseyeviç kimin nesiydi ve kime geliyordu bu adam -Nastya'ya mı, yoksa alımlı karısına mı...

"Baba, sen de yarın mıntıka şurasına ve askerlik şubesine uğrasan fena olmaz, hemen kayda geçirilirsen daha çabuk alırız senin gıda kartlarını."
"Uğrarım," diye kabullendi baba boyun eğerek.

"Onun sevgisine ihtiyacımız yok," dedi baba. "Ben kendim severim çocuklarımı. .. Yabancıların çocuklarını sevmiş, bak sen!..”

"Kimin nesi bu senin Semyon? Yeter beni lakırdıya tuttuğun," dedi baba öfkeyle.
"İyi bir insan."
"Seviyor musun onu yoksa?"
"Alyoşa, ben senin çocuklarının annesiyim... "

"Ben seni seviyorum Alyoşa. Ben anneyim, kadın oluşum çok eskidendi, bir tek seninle, ne zamandı anımsamıyorum bile."

"Mesleği ne, nerede çalışıyor?"
"Fabrikamızda malzeme teminatında çalışıyor."
"Anlaşıldı. Dolandırıcı."

Gece gündüz demeden çalıştım ben, lokomotif ocaklarına konulması için ateşe dayanıklı tuğla yaptık. Yüzüm zayıfladı, çirkinleştim, herkese yabancıyım, dilenci gelip sadaka istemez benden. Ben de zorlandım, çocuklar evde yalnızdı. Bazen eve bir gelirdim ocak yanmıyor, yiyecek bir şey yok, içerisi karanlık, çocuklar mutsuz, ev işlerini öyle hemencecik öğrenmediler, Petruşka da küçüktü... O zamanlar Semyon Yevseyeviç gelip gitmeye başladı evimize. Gelip çocuklarla otururdu…

"Ya bu Semyon seviyor muydu seni?" diye sordu baba.
"Herhalde seviyordu. Şefkatle bakıyordu bana, görüyordum, benim neyim var ki güzellik mi kaldı? Acı bir hayatı olmuş Alyoşa, birini sevmesi gerekiyordu."
"Bir kere öpüverseydin onu, madem böyle bir durum gelişti aranızda," dedi baba kibar bir sesle.
"Yok daha neler! Ama kendisi iki kere öptü beni, ne kadar istemediysem de."
"Yanağımdan öptü sadece, dudağımdan değil."
"Bunun önemi yok - nerden öptüğünün."
"Hayır, önemi var Alyoşa... Ne anlarsın ki sen neler çektiğimizden?"

"İşte evdeyim," dedi. "Savaş bitti, sense yüreğimden yaraladın beni... Madem öyle, yaşa Senka ve Yevseyka'larınla! Beni rezil kepaze ettin, ama ben de insanım, oyuncak değil..."

Çocukları uyandır, çabuk uyandır! Uyandır dendi sana! Nasıl bir anneleri olduğunu anlatacağım onlara! Bilsinler!

“Her şeyi bal gibi de anlıyorum," diye yanıtladı Petruşka ocağın üzerinden. "Sen kendin anlamıyorsun. İşimiz gücümüz var. Yaşamamız gerek, sizse aptallar gibi kavga ediyorsunuz... "

(Petruşka) Gün iyice aydınlandığında uyandı ve çok uyudu da sabahtan beri evde hiçbir iş yapamadı diye korktu.
Bu sırada babaları garda oturmaktaydı.
Maşa'yı bıraktığı şehre gitmeye karar vermişti,

Sevgi dediğin de zaten yokluk ve kederden oluşurdu; insan hiçbir şeyin yokluğunu çekmese ve kederlenmese başka bir insanı sevmezdi ki hiç.

…iki çocuk
…geçidi geçen yolcu trenine baktılar
…o iki çocuk trenin en azından son vagonuna yetişebilmişler miydi acaba?
Bunların kendi çocukları olduğunu biliyordu artık,
Şimdi Petruşka ve Nastya trenin çok arkasından koşuyordu, rayların yanındaki kumlu yol boyunca; Petruşka yine küçük Nastya'nın elini tutuyor, ayakları koşmaya yetişemediğinde peşinden sürüklüyordu onu.
İvanov eşya torbasını vagondan toprağa fırlattı, sonra vagonun alt basamağına indi ve çocuklarının peşi sıra koştukları o kum yola indi trenden.

Fro

(s. 110-136)
Uzağa gitmişti, hem de uzun süreliğine, neredeyse dönmemecesine.
Gecenin arifesinde dünyadaki her şey fazlasıyla açık seçik, göz kamaştırıcı ve düşseldi -bu nedenle dünyanın kendisi hiç yokmuş gibi geliyordu insana.

"Frosya!" dedi baba, kocasını uzak yola uğurlayıp istasyondan dönen kızına.
Fyodor nerede peki,
Baba bir an bocaladı.
"Gelmeyecek," dedi ihtiyar. "Gitti o... "

Frosya içeri aldı onu, yere oturdu, karşısına; çocuğun ellerini kendininkilerin içine alıp seyre daldı müzisyeni: Bu insan olmalıydı Fyodor'un hakkında onca tatlı sözler söylediği o insanlık.

Yuşka

(s. 137-144)
Çok eskiden, evvel zaman içinde, sokağımızda görünümüne bakılırsa yaşlı bir adam oturuyordu.
Adı Yefim idi ama tüm insanlar Yuşka diyorlardı ona.
Yuşka demirhane sahibinin dairesinde, mutfakta yaşıyordu.
Yuşka ne çay içiyor, ne şeker alıyordu, su içiyor, aynı kıyafeti hiç değiştirmeden uzun yıllar giyiyordu…
Çocuklar Yuşka'nın canlı olduğu halde kendilerine kızmamasına şaşıyor ve tekrar sesleniyorlardı ihtiyara:
"Yuşka, sen gerçek misin değil misin?"

Yuşka hep sustuğu, kendilerini korkutmadığı ve kovalamadığı için canları sıkılıyor, zevk almıyorlardı oyundan. Ye ihtiyarı daha da kuvvetle itiyor, çevresinde bağrışıp duruyorlardı, kötülükle karşılık versin, eğlendirsin diye kendilerini.
Gel gör ki Yuşka onlara dokunmuyor, karşılık vermiyordu.
Evlerde anne babalar, derslerine çalışmayan, laflarını dinlemeyen çocuklarına şu sözlerle sitem ediyorlardı: "Sen de tıpkı Yuşka gibi olacaksın, bak gör!...

"Ölsen daha iyiydi Yuşka," diyordu kız. "Ne için yaşıyorsun ki?"
"Anam babam doğurdu beni, onların keyfi öyle istemiş," diye yanıtlıyordu. "Ölemem ben, hem babana demirhanede yardım ediyorum."

…hastalığı yüzünden Yuşka her yaz bir aylığına demircinin yanından ayrılıyordu.
Toprağa eğiliyor, nefesinden bozulmasınlar diye Üzerlerine solumamaya çalışarak çiçekleri öpüyor…

Yuşka kırk yaşındaydı, ama hastalık çoktan ezmiş, vaktinden önce yaşlandırmıştı onu, insanlara çökmüş gibi görünmesi ondandı.
…bir yıl boyunca kazanıp biriktirdiği hepi topu yüz rublesini ayrı bir torbaya koyuyor, o torbayı da koynuna, göğsüne asıyor ve kim bilir nereye, kim bilir kime gidiyordu.
Bir akşam hava karardıktan sonra her zamanki gibi demirhaneden eve yürüyordu.
Oradan geçen neşeli, Yuşka'yı da tanıyan biri takıldı ona…
Adam öfkesinin bütün gücüyle elini savurup Yuşka'yı göğsünden itti, beriki sırtüstü düştü.
Bir süre öylece yatan Yuşka sonunda yüzüstü döndü ve bir daha ne kıpırdadı ne de kalktı.
"Ölmüş," diye iç geçirdi marangoz.
Sonra gömüp unuttular Yuşka'yı. Ne var ki Yuşka'sız insanların hayatı daha da kötüleşmişti. Artık bütün kin ve alaylarını kendi aralarında tüketiyorlardı,

Havanın bozulduğu karanlık bir gün demirhaneye genç bir kız girdi ve demirciye Yefim Dmitriyeviç'i nerede bulabileceğini sordu.
"Yuşka," diye fısıldadı genç kız.

Yefim Dmitriyeviç küçükken Moskova'da bir ailenin yanına yerleştirdi beni, sonra yatılı okula verdi... Her yıl beni görmeye gelir ve bir yıl yetecek para getirirdi, yaşayayım ve okuyayım diye. Artık büyüdüm, üniversiteyi de yeni bitirdim, ama Yefim Dmitriyeviç bu yaz beni görmeye gelmedi.

Yuşka'nın hastalığını biliyordu, doktorluk öğrenimi görmüştü; buraya da onu yeryüzündeki herkesten çok seven. Kendisinin de yüreğinin bütün sıcaklığı ve ışığıyla sevdiği kişiyi tedavi etmeye gelmişti.

Üçüncü Oğul

(s. 145-150)
Bir taşra şehrinde ihtiyar bir kadın öldü.
Oğullar
İçlerinden ikisi denizci, biri Moskova'da artistti; kızı olan fizikçiydi, komünistti; en küçükleri tarım mühendisliğinde okuyordu; en büyükleri ise uçak fabrikası atölyesinin müdürüydü

"Nineme üzülüyorum," dedi torun. "Herkes yaşıyor, gülüyor, bir tek o öldü."

Üçüncü oğul aniden dikleşti, karanlıkta elini uzattı ve tabutun kenarına dokundu, ama tutunamadı, tabutu masanın üzerinde biraz sürükledi. kendisi ise yere düştü. Başı, yabancı bir baş gibi taban tahtalarına çarptı, ama oğul hiç ses çıkarmadı; kızı bağırdı sadece.

Nikita

(s. 152-160)
Annesi, sabah erkenden evden çıkıp tarlaya çalışmaya gidiyordu.
Kulübenin ve bütün avlunun tek sahibi beş yaşındaki Nikita'ydı.

Yalnız kalan Nikita bütün sessiz kulübeyi dolaştı
Artık bilmediği bir şeyler öğrenmek istiyordu.
Fıçının içinde birisi, küçük bir insan yaşıyor olmalıydı…

"Baban eve döndü, Nikituşka," dedi anne ve gözyaşlarını sildi önlüğüyle.
Türkçeleştiren: Günay Çetao Kızılırmak
Metis Yayınları, 2. Baskı, 2013

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder