Hasan Ali Toptaş - Bin
Hüzünlü Haz
1
Beni en çok suçtan arınmışlığım tedirgin
ediyor.
… adamakıllı kirlenip de kim olduğumu
anlayayım…
…her biri bir cümle ağırlığındaki
kelimelerden, aşılması güç mü güç bir barikat oluşturuyorlar.
…cinayet görüntülerini seyrediyorum...
…hayata ve şehre onların omuzlan üzerinden
bakarken, acaba gerçek melek ben miyim diye kuşkulanıyorum kimi zaman ve sanki
kanatlarım varmış gibi, sırtımda bir ağırlık hissediyorum. Aynı zamanda, ruhumda
da bir hafiflik. Hem de, sarhoş edici bir hafiflik...
2
…ve gözlerimi yollara dikip sürekli
Alaaddin’in geleceği ânın güzelliğini hayal ediyordum.
Büyük kelimesine sığmayacak kadar büyük ve
harikulade bir an olacaktı o an; Alaaddin daha kapımdan girer girmez bende
oluşmaya başlayan hiç tanımadığı bambaşka bir Alaaddin’le, ben de her iki
Alaaddin’e de yansıyan kendimle karşılaşacaktım. Tıpkı, yüz yüze gelmiş aynalar
gibi...
…laf olsun diye anlatmak isterdim. Evet, laf
olsun diye... Hem belki böyle bir girişim, beni bir süre daha çocuklar gibi oyalayıp
Alaaddin’in yokluğunu düşünmekten alıkoyarken, size de metnin içinde kaybolup
gidebilmeniz için çeşitli kapılar aralamış olurdu.
...ve ben bu konunun içinde sizinle birlikte
aklımı, hayallerimi ve geleceğimi kaybetmeye hazır olsam bile, henüz Alaaddin’in
yokluğunu kaybetmeyi göze alamıyorum.
Elimde, o yokluktan başka hiçbir şey yok
çünkü...
Bu yüzden şimdi size yalnızca, ihtiyarların
yaptığı o el kol hareketlerini bir türlü anlayamıyordum, demek zorundayım.
3
“buralarda herkes birilerini arar zaten...
Adı ne?”
“Alaaddin,” dedim.
…MOTEL ROM yazan karanlık bir kapı
göreceksin, tamam mı?”
“Tamam,” dedim.
“İşte Alaaddin’i ancak o kapının arkasında
bulabilirsin,” dedi.
“Benim aradığım Alaaddin, suçtan arınmışlığından
tedirgin olacak kadar suçsuz birisi.”
“Öyle birisi yok bence,”
4
MOTEL ROM’dan çıktığımda, çok iyi
anımsıyorum, sokaklara tül tül, incecik bir sis çökmüştü.
Müthiş bir şeydi tabii bu; artık gözlerimi
kime çevirsem mutlaka ona ait bir renge, bir kıpırtıya, bir şekle ya da kokuya
rastlayabiliyordum.
Aradan bunca yıl geçmesine rağmen, belki
olup bitenleri de görmüyorum hâlâ. Ağaçların dibindeki naylon kuşların başına
bir yığın çocuk üşüşmüş, görmüyorum sözgelimi.
Sonra ben orada, nedense ilk kez, artık
Alaaddin’i şehirde bulamayacağımı düşündüm. Aklıma nereden estiyse, belki de
bir ânın içindedir o, dedim kendi kendime. Hatta, nicedir bana, dünyaya ve
kendisine ulaşabilmek için, o ânı sarıp sarmalayan çeşitli zamanların, o
zamanları tıklım tıklım dolduran eşyaların, o eşyaların varlığına sinen
geçmişlerin ve geçmişlerin içinde zonklayan geleceklerin altında, tıpkı bir
böcek gibi debelenip duruyordur, dedim.
Sonra da, belki Alaaddin’i, Alaaddin’in
kaybolduğu bir hikâyede aramalıyım diyecektim ki…
5
Aslında, şimdi siz çok uzaklarda, bozkırdaki
o mahşerî kalabalığın yanı başında beklerken, ben burada, içinde bulunduğum bu
sınırsızlığa boşluk demenin yersiz olacağını düşünüyorum. İçi, hemen hemen her
şeyle doldurabilirdi çünkü onun. Bu yüzden, anlam dediğimiz şeyin bir anlamda
geçmişin ta kendisi olduğunu bir an için unutup, bütün zamanlara yayılan bu
uçsuz bucaksız sınırsızlığa, nice anlam varsa hepsinin buluştuğu ve hepsinin
aynı anda ve hep birlikte insana bir tür anlamsızlık gibi göründüğü göz
kamaştırıcı bir sonsuzluktu, desem herhalde daha doğru olur.
…Coşkuya kapılacağım sırada birdenbire
hüzünlendim çünkü ve önümde sere serpe uzanan doğanın güzelliğine bakıp bakıp,
uzaklarda kalan şehri düşündüm. Hem de öyle bir düşündüm ki, salaş sokakların
dar vakitleri, ormana gelmiş gibi oldu bir an...
Bazen bir ayrıntıyı hiç görmemenin, ya da gözucuyla
hafifçe görmenin, ya da açık seçik görüldüğü halde görmezlikten gelmenin, bütünü
kavramayı çok daha kolaylaştıracağını düşünüyordum çünkü.
6
…nedense kendimi kızın kelimelerinden
oluşmuş, içinde değişik serüvenlere ait binlerce cümle taşıyan, yüzü
virgüllerle dolu upuzun bir cümle gibi hissettim.
Kurumuş ağaçların bulunduğu köşede, salgın
hastalıkların pençesinde inleyen çok eski şehirler var gibiydi sözgelimi ve ben
birazcık dikkat edince, pencerelerin gerisinden bakan akmış gözlerin dağınık ışıltılarını,
bu ışıltıların önünden gelip geçen karaltıların mecalsizliğini, sokak ortalarında
yükselen ceset harmanlarım ve bu harmanların kimi zaman yamru yumru yüzlerce baş,
eğri büğrü bacak, kol ve kaburga seli halinde, sırıklarla itile itile çukurlara
yuvarlanışını belli belirsiz de olsa seçebiliyordum. Sonra, bu çukurları
kapatıp evlerine dönen bir deri bir kemik kalmış insanları, şehirlerin değişik
semtlerinden yükselen çığlıkları, duvar diplerinde emekleyen iniltileri,
sımsıkı sürgülenen kapılan ve göz göz yanan ateşleri...
7
8
Alaaddin hâlâ bulunamadı mı?
…
Gelgelelim, bunca ayrıntıyı göstermelerine
rağmen, içlerinden hikâyeye dair ufak tefek birtakım ipuçları geçtiği için bize
hikâyenin kendisiymiş gibi gözüken kelimeler, mahzene inen merdiven basamaklarının
sonunda ansızın ortaya çıkıp işini bitirir bitirmez de ansızın kaybolan (daha
doğrusu, hiç görünmeyen) o karanlık ve acımasız elin gerisindeki yüzü
aydınlatmaktan ısrarla kaçınırlar.
9
Birisini öldürmek seni hiç bilmediğin,
mahzeninkinden de beter bir karanlığa mı alıp götürdü, derdim, yoksa gözlerindeki
perdeleri yırtıp öteki insanların asla göremediği, pırıl pırıl bir aydınlığa mı
çıkardı?
“Hocam, hayat nedir?” diye sorar Alaaddin.
Haraptarlı Nafi de (…) “Hayat nedir diye sorarsan, bilmiyorum evlat,” der emin
bir sesle, “sormazsan, biliyorum...”
…birdenbire bütün yorgunluğumdan sıyrıldım.
Dönüp bana bakan Alaaddin’le göz göze
gelmiştim çünkü...
---
İletişim Yayınları
8. Baskı, 2015