24 Kasım 2020 Salı

Küçük Prens

 Kitabın ses kaydı: 


Antoine de Saint Exupery – Küçük Prens

 …korkunç bir resim görmüştüm. Boa yılanının bir hayvanı nasıl yuttuğunu gösteriyordu.

Fili yutmuş olan bir boa yılanı resmi yapmıştım. Ama büyükler anlamadığı için onlara bir resim daha yaptım.

Şu büyüklere her şeyi tek tek açıklamak gerekir hep.

Büyükler hiçbir şeyi kendiliklerinden anlamıyorlar.

…pilot oldum.

Bundan altı yıl önce Büyük Sahra Çölü üzerinde uçağımla geçirdiğim kazaya kadar işte bu yüzden yapayalnız bir hayat sürdüm.

…gün doğarken incecik bir sesle uyandırıldığımda nasıl şaşırdığımı tahmin edersiniz sanırım.

Küçücük, olağandışı biri ciddi bakışlarla beni süzüyordu.

"Lütfen... Bir koyun çizin bana..."

"Sen başka bir gezegenden mi geliyorsun?" Yanıt vermedi.

Küçük prensin geldiğini söylediği gezegen olsa olsa bir ev büyüklüğündeydi!

Küçük prensin geldiği gezegenin B-612 diye bilinen asteroid olduğu konusunda beni haklı çıkaracak ciddi bir nedenim var.

Bu asteroidi ilk kez 1909 yılında bir Türk gökbilimci teleskopla gözlem yaparken görmüş.

Bu buluşunu hemen Uluslararası Gökbilimi Toplantısı'nda büyük bir heyecanla sunmuş, ama adamcağız şalvar, cepken ve fes giyiyor diye onun söylediklerine hiç kimse değer vermemiş. Büyükler böyledir işte...

Bir süre sonra bir Türk lideri herkesin Avrupalılar gibi giyinmesini zorunlu kılmış, hatta buna uymayanları ölümle cezalandıracağını söylemiş de, 1920 yılında aynı gökbilimci etkileyici ve şık bir giysiyle Asteroid B-612'yi tanıtabilmiş. Bu kez herkes ilgiyle izlemiş onun söylediklerini.

Büyükler böyledir işte.

Hiç kimsenin kitabımı özensizce okumasını istemem doğrusu. Bu anılarımı yazarken çok üzüntülü anlar yaşadım. Arkadaşım, koyunu ile birlikte beni bırakıp gideli tam altı yıl oldu. Onu burada anlatmaya çabalıyorsam, bu biraz da onu unutmamak için. Arkadaşı unutmak çok üzücü bir şey. Herkesin arkadaşı olmamıştır. Arkadaşımı unutursam, kendimi o, sayılardan başka bir şeye değer vermeyen büyükler gibi hissederim sonra.

…küçük prensin gezegeninde çok korkunç bir bitkinin tohumları sarmış ortalığı. Baobap tohumlarıymış bunlar.

"Dikenler hiçbir işe yaramaz. Çiçekler kindarlıklarından dolayı dikenlidirler..."

"Ya!"

Bir anlık bir sessizlik oldu. Sonra küçük prens birden parlayıverdi. Gücenik bir sesle:

"Hayır! Sana inanmıyorum. Çiçekler narin yaratıklardır. Çok masumdurlar. Kendilerini güvencede hissetmek isterler. Dikenlerinin korkunç silahlar olduğuna inanırlar..."

"Gezegenlerden birinde yaşayan kırmızı yüzlü bir adam tanıyorum. Tek bir çiçek koklamamış, tek bir kez bir yıldıza bakmamış, kimseyi sevmemiş. Yaşamı boyunca tek yaptığı şey bir takım sayıları toplamak. O da bütün gün kendi kendine aynı şeyi söylüyor, senin gibi: 'Çok önemli işlerim var benim!' Bunları söylerken gururla kabarıyor göğsü. Ama o bir insan değil ki, mantar!"

"İnsan bir çiçeği severse, milyonlarca ve milyonlarca yıldızda yalnız tek bir çiçek açarsa, işte o yıldızlara bakarak mutlu olur. Kendi kendine şöyle der: ‘İşte orada, o yıldızlardan birinde benim çiçeğim.’ Ama koyun çiçeği yedi miydi bütün yıldızlar kararıverir... Bu da hiç önemli değil, öyle mi?"

“İnsan hiçbir zaman çiçeğini dinlememeli. Ona bakmalı ve güzel kokusunu içine çekmeli yalnızca. Çiçeğimin kokusu bütün gezegene yetiyordu. Ama ben ona hak ettiği inceliği gösteremedim…”

Küçük prens… asteroidlerin yakınlarında bulmuştu kendini. Bilgisini artırmak amacıyla hepsini tek tek dolaşmaya başladı. İlkinde bir kral yaşıyordu.

İkinci gezegende kendini beğenmiş bir adam yaşıyordu.

Sonraki gezegende bir ayyaş yaşıyordu.

Dördüncü gezegenin sahibi bir işadamıydı.

Beşinci gezegen çok ilginçti. En küçükleriydi. Üzerinde bir sokak feneri vardı ve bu feneri yakan adamın sığacağı kadar yer vardı.

Altıncı gezegen bir öncekinden on kez daha büyüktü. Cilt cilt kitaplar yazmakta olan yaşlı bir adam yaşıyordu burada.

"Buradan sonra nereye gitmemi önerirsiniz?" diye coğrafyacıya sordu.

"Dünya'ya git," dedi coğrafyacı.

"Seni buralara getiren nedir?"

"Bir çiçekle sorunlarım vardı," dedi küçük prens.

"Ya!" dedi yılan.

İkisi de sustular. Sonunda küçük prens, "İnsanlar nerede?" diye söze başladı. "Çölde insan çok yalnız hissediyor kendini..."

"İnsanların arasında da yalnızdır insan," dedi yılan.

Açmış güllerle dolu bir bahçenin önündeydi. "Günaydın," dedi güller.

Küçük prens onlara baktı uzun uzun; kendi çiçeğine benziyorlardı.

"Kimsiniz?" diye sordu şaşkınlıkla.

"Biz gülleriz," dedi güller.

Birden küçük prensin içi üzüntüyle doldu. Çiçeği ona evrende başka bir eşi benzeri bulunmadığını söylemişti. Oysa işte burada, tek bir bahçede beş bin tane birden vardı!

"Görseydi ne çok üzülürdü," dedi kendi kendine.

Güller çok utanmışlardı.

"Çok güzelsiniz, ama boşsunuz benim için," diye sürdürdü sözlerini küçük prens. "İnsan sizin için ölemez. Doğru, gelip geçen biri için benim çiçeğimin sizden hiçbir farkı yok. Ama o benim için yüzlercenizden daha önemli; çünkü suladığım, cam bir fanusun altına koyduğum, önüne siperlik yerleştirdiğim çiçek o. Çünkü tırtılları ben onun için öldürdüm. (Birkaç tanesini bıraktık, sonradan kelebek oldular.) Çünkü yakındığı, ya da övündüğü, ya da hiçbir şey söylemediği zamanlarda dinlediğim çiçeğim o benim. Çünkü o benim çiçeğim."

Tilkinin yanına döndü sonra.

"Hoşça kal," dedi.

"Hoşça kal," dedi tilki. "İşte sana bir sır, çok basit bir şey: İnsan yalnız yüreğiyle doğruyu görebilir.

Asıl görülmesi gerekeni gözler göremez."

"Asıl görülmesi gerekeni gözler göremez," diye yineledi küçük prens; unutmamalıydı bunu.

"Yalnızca çocuklar neyin peşinde olduklarını biliyorlar," dedi küçük prens. "Paçavradan bir bebekle saatlerce oynarlar ve o bebek çok önemli olur onlar için ve eğer birisi onu ellerinden almaya kalkarsa ağlarlar..."

"Şanslılar" dedi makasçı.

"Çölü güzel yapan," dedi küçük prens, "bir yerlerde bir kuyuyu gizliyor olması..."

"Ev, yıldızlar, çöl... Onları güzel yapan gözle görülmeyen bir şeyler!"

"Yıldızlar bütün insanların," diye yanıtladı. "Ama her insan için aynı değiller…”

O gece yola çıktığını görmedim. Hiç ses çıkarmadan kalkıp gitmişti. Ona yetiştiğimde çabuk ve kararlı adımlarla yürüyordu.

"Gelmemeliydin. Acı çekeceksin. Ölmüşüm gibi olacak, ama ölmeyeceğim..."

Bir şey söylemedim.

"Anlamalısın. Çok uzak. Bu gövdeyi oraya taşıyamam. Çok ağır."

"Çiçeğim... Ondan ben sorumluyum. Ve o çok güçsüz! Çok saf! Kendini savunmak için dört işe yaramaz dikeni var..."

Ben de oturdum. Ayakta duracak halim kalmamıştı.

"İşte hepsi bu..."

Biraz daha durakladı, sonra ayağa kalktı. Bir adım attı. Ben kımıldayamadım.

Ayak bileğinin dibindeki sarı bir parıltıdan başka hiçbir şey görülmedi. Bir an hareketsiz kaldı. Çığlık atmadı. Bir ağaç gibi yavaşça devrildi. Kuma düştüğü için hiç ses çıkmamıştı.

Hiçbir büyük bunun ne kadar önemli bir sorun olduğunu anlayamaz!

22 Kasım 2020 Pazar

Gülşah Kurt Güveloğlu - Türkiye Cumhuriyeti Devlet Salnamelerinde Rize (1925-1929)

Türkiye Cumhuriyeti Devlet Salnamelerinde Rize (1925-1929)

Gülşah Kurt Güveloğlu, Tarih ve Gelecek Dergisi, Haziran 2020, Cilt: 6, Sayı: 2 (s. 526-557)

 

1878 sonrasında Rize, sancak merkezi olmuş ve Lazistan olarak anılmaya başlamıştır.

1881’de Of’un bağlanmasıyla idari yapısı genişleyen Rize / 18 Haziran 1920’de müstakil bir sancak olmuştur

Kasım 1923’te sancağın adının Rize olmasına karar verilmiştir.

20 Nisan 1924’te vilayet olmuştur.

…vilayet olduğunda Rize, Merkez, Hopa ve Atina kazaları ile bunlara bağlı sekiz nahiyeden oluşmaktaydı.

 

Rize liva (sancak) merkeziyken, 1924 yılında Pazar (Atina), Hopa ve Merkez kazadan oluşan bir vilayete dönüştürülmüştü.

Rize vilayetinin merkez kazasıyla birlikte 3 kazası ve bunlara bağlı 8 nahiye ile 349 karyesi bulunmaktadır.

 

Vali / Mehmet Hurşit Bey

Belediye Reisi / Hakkı Bey

 

Rize’nin 20 Nisan 1924’te vilayet olmasının ardından vali Mehmet Hurşit Bey (Akkaya) olmuştur.

Mehmet Hurşit Bey, 1926 yılına kadar bu görevde kalmıştır.

 

1921-22 yılları arasında Lazistan mutasarrıflığına atanan Mehmet Eşref Bey (Sayit) 3 Mart 1926da Rize valisi oldu.

 

1925 yılında Rize milletvekillerinden Esat Bey (Özoğuz) vermiş olduğu bir takrirde Rizede ayrı bir cinayet mahkemesinin kurulmasının zorunluluğunu dile getirmiştir.

 

(Bu dönemde Rize milletvekili Esat Bey'in, TBMM başkanlığına vermiş olduğu bir takrir, hem vilâyetteki adlî işlerin yoğunluğunu göstermesi hem de Rize adliyesinin yapısını göstermesi bakımından önemlidir.

Esat Bey, 13 Ocak 1925 tarihinde vermiş olduğu takrirde, "Cinayet muamelelerinin kesret ve ehemmiyetine mebnî Rize'de müstakil cinayet mahkemesiyle hukuk dairesinin Atina kazasında da hâkim muavinliğinin, Mapavri nahiyesine de sulh hâkimliğinin Mart'tan itibaren teşkilleri"nin gerçekleşmesini temenni ettiğini belirtmiş ve bu takrir önce Başvekâlet'e, oradan da Adliye Vekâleti'ne gönderilmek suretiyle işleme alınmıştır. / Cumhuriyet Döneminde RİZE –I, s. 186)

 

1926-27 Devlet salnamesine göre Rize vilayeti merkez kazasının genel nüfusu

133.059 kişi olarak görülmektedir.

 

1927-28 devlet salnamesinde de ilin nüfusuna ait bilgilere bulunmaktadır. Buna göre, kayıtlı genel nüfus merkez kazada 99.720,

1922 yılında Ziraat Müdürü Zihni Derin’in yetiştirdiği fidanları halka dağıtmasıyla vilayette portakal ve mandalina ziraati yaygınlaşmıştır

…portakal, mandalina ve fındık / mısır, arpa, buğday, fındık, pirinç, fasulye, keten, kenevir üretiminin yanında, kıyı bölgelerde balıkçılık, iç bölgelerde ise hayvancılık yapıldığı görülmekte

 

1925-26 devlet salnamesinde Rize merkez kazasının 150 bin dönüm arazide ziraat yapıldığı

 

Merkez kazada 11 milyon kilo mısır, 1 milyon kilo arpa, 1 milyon kilo fasulye, 100 bin kilo tütün, 450 bin kilo patates, 20 bin kilo kendir, 70 bin kilo fındık, 35 milyon adet portakal, 700 bin kilo elma, 500 bin kilo armut, 40 bin kilo ceviz, 15 bin kilo kestane üretilmekte olup, bunlardan 400 bin kilo fasulye, 50 bin kilo tütün, 10 bin kilo kendir bezi, 50 bin kilo fındık, 30 milyon adet portakal, 500 bin kilo elma, 10 bin kilo armut, 10 bin kilo ceviz, 5 bin kilo kestane ihraç edilmektedir. 49 Hopa kazasında 12 milyon kilo mısır 3 milyon kilo fındık, bin kilo tütün ve 5 milyon kilo elma üretilmekte ve bunun büyük kısmı ihraç edilmektedir.

 

1925 senesi Rize vilayetinin merkez kazasının genel geliri 82 bin 812 lira, Atina kazasının 49 bin 788 lira, Hopa kazasının ise 57 bin 701 liraydı. Belediyenin geliri ise Merkezde 16 bin, Hopa’da 6 bin 463, Atina’da ise 3 bin 106 liraydı.

 

…en fazla üretilen ziraai ürünler mısır, portakal ve fasulye

 

…merkez kazasında 1925-26 yıllarında 1 orta, 1 imam hatip, altı aylık kız, 65 ilk erkek okulu

 

(1926-27) Merkezde 40 yataklı bir hastane inşa edildiği

 

1925 yılında Rize vilayetinde herhangi bir şirket ve fabrika yoktur.

 

Rize’de Ziraat Bankasının bir şubesi var

 

Kalapotamos’ta Abidero kereste fabrikası ver /  bu fabrikanın Sadıkoğlu Ruşen beye ait olduğu ve yörede yetmiş kişiye iş imkanı sağladığı belirtilmekte…

Rize merkezde peştemal üretimi yapan bir tezgah vardır.

 

Rize’deki el tezgahlarıyla yapılan dokumacılığın büyük kısmı kendir dokumacılığı ve keten bezi yapımına dayanmakta

 

341 senesi zarfında vuku bulan mütenevvi (متنوع)cürümlerin mikdarı 411’dir. (s. 631)

İstanbul matbaası, 1926

 

 

16 Kasım 2020 Pazartesi

Müzik: Evgeny Grinko - Field

 Evgeny Grinko - Field


"Polyushka Polye" ismiyle bilinen marşın daha yavaş/ağır ve soğuk versiyonu 

6 Kasım 2020 Cuma

Roald Dahl - Matilda

Seslendirilmiş şekli şu linkte: https://www.youtube.com/watch?v=b0-CY3QgfNg&list=PLBCjrAT-FHTqjcFDGadjDw6G8wn4RsPek



4 Kasım 2020 Çarşamba

Mümtaz Turhan - Kültür Değişmeleri - Sosyal Psikoloji Bakımından Bir Tetkik

Bu kitabın bir kısmı (köy tetkikiyle, üçüncü, son kısım) doktora tezi olmak üzere Cambridge üniversitesine sunulmuştur.

…kültür değişmeleri

(evolution - tekamül) nazariyesidir. Bu nazariye taraftarlarına göre medeniyet, ilk vahşet devrinden bugüne kadar devamlı bir ilerleme ve gelişme göstermiştir.

…evolüsyonizm, hakiki vakıaların sübjektif bir tarzda basitleştirilmesinden ibarettir.

…tekamülün bütün mesuliyet ve sebebini bir kültürden diğerine geçen unsurlarda ve bunların yayılmasında (diffusion - intişarında) gördüğü için bu mektep mensuplarına da difüsiyonistler denmektedir.

(bunlara) tarihçi mektep adı da verilmektedir.

H.R. Lowie: insan yaradılışı itibariyle taklide mütemayil, itiyatlarına bağlıdır; yaratıcı ve icatkar değildir. Onun için yüksek bir kültürün meydana gelebilmesi için fevkalade müstesna ve müsait şartları ihtiva eden bir muhite, bir mıntıkaya ihtiyaç vardır.

(Bu şartlar) eski Mısır'da vardı ve hakikaten burada yüksek bir medeniyet meydana geldi.

Medeniyet böylece yayıldığı nisbette tabiatıyle hızından, kuwetinden kaybederek zayıflayacaktır. Binaenaleyh merkezden uzak mesafelerde medeniyette bir gerileme, bir inhilal olması zaruridir (s. 18).

…kültür değişmelerinin sistemli, ilmi bir şekilde tetkiklne başlangıç olan ilk etnoloji araştırmalarının misyoner ve müstemlekecilik hareketiyle birlikte yürüyüp geliştiği görülüyor.

Bu nevi tetkiklerin nazari ve ameli faydalarını kavrayan ilk müstemlekeci memleket de Hollanda oluyor.

Dünyanın birçok yerlerinden gelen muhtelif ırklara, milletlere mensup ve ayrı kültür ve medeniyetleri temsil eden müteaddit grupların karşılaştığı, birbirinden farklı mütenevvi yerli kavimlerin yaşadığı Amerika, kültür temaslarına ve değişmelerine ait tetkikler için çok müsait bir zemin teşkil etmektedir.

Kültür ve Medeniyet

(Kültürün üç tanımı / s. 36-37) …kültür insanın hayatında içtimaı yoldan tevarüs ettiği maddi ve manevi her unsuru ihtiva eder.

Bu terimin ikinci bir manada kullanılışı daha çok taammüm etmiştir. Bu manaya göre kültürden ferdi inceliğin daha ziyade konvansiyana tabi bir ideali kastolunmaktadır.

Medeniyetten biz insanın, hayatı üzerinde müessir şartları kontrol maksadıyla sarfetmiş olduğu cehitler neticesinde meydana getirdiği mekanizma ve teşkilatın umumi heyetini kastediyoruz.

•Kültür ise• bu manada kullanılan medeniyetin anti tezidir.

Ziya Gökalp'a göre / Bir medeniyet müteaddit milletlerin müşterek malıdır. Çünkü her medeniyet, sahipleri olan müteaddit milletler, müşterek bir hayat yaşayarak vücuda getirmişlerdir. Bu sebeple her medeniyet, mutlaka, beynelmileldir. Fakat bir medeniyetin, her millette aldığı hususi şekilleri vardır ki, bunlara (hars-kültür) adı verilir.

…medeniyet usul vasıtasiyla ve ferdi iradelerle vücuda gelen içtimai hadiselerin mecmuudur.

Harsa dahil olan şeylerse, usul ile, fertlerin. iradesiyle vücuda gelmemişlerdir, sun'i değillerdir.

İctimai ihtiyaçların başında fertlerin arasındaki münasebetlerin tanzimi gelir. 

Bedeni, içtimai ve ruhi ihtiyaçlar… / Kültür…

…her kültür daimi bir tahavvül halinde bulunmaktadır.

Malinowski'nin tarifi

Kültür değişmesi, bir cemiyetin mevcut nizamını, yani ictimai, maddi ve manevi medeniyetini bir tipten başka bir tipe kalbeden bir prosestir (s. 49).

Umumiyetle münferit yabancı kültür unsurlarının iktibası hemen hemen bütün serbest kültür değişmelerine bir başlangıç olmaktadır.

Yabancı bir kültür unsurunun cemiyete ithalinden, iyiden iyice benimsenip temessül edilmesine kadar geçen ictimai kültür presesini başlıca üç safha veya merhale halinde göstermek mümkündür.

Evvela, bu yeni unsurun kabulünde rolleri olan ilk müteşebbislerin onu benimsemeleri ve kabul etmeleri safhası; saniyen, mücedditler tarafından cemiyete ithal edilen yeni kültür unsurunun diğer fertler tarafından benimsenip kabul edilmesi safhası; ve nihayet bu unsurun, mevcut kültüre intibak ve temessül edebilmesi için geçirmek mecburiyetinde olduğu tahavvüller merhalesi gelir.

Köy Topluluğu Üzerinde Bir Tetkik

Aşağı Pasin ovası

Ardos, Azap ve Zars köylerinde yaşayanlar aynı menşeden gelmiş olduklarına inanıyorlar.

Bu havailde toprağı işlemek için kara sapan kullanılmaktadır.

(Bir diğer alet) “Kotan” dedikleri pulluktur.

…atlar, yalnız yarışlar, cirit oyunları vesair zamanlarda binmek için beslenir, fakat ziraatte veya yük taşımakta kullanılmazdı; yalnız kışın şahısların nakli için kızaklara koşulurdu.

…fenni ziraat usulleri tatbik olunamadığı için verim pek noksandır (s. 67).

…evlerin süt ve yağ ihtiyaçlarını tatmin maksadiyle koyun ve inek beslenmektedir.

Bu köylerde basit demircilik, nalbantlık, marangozluk ve berberlikten başka zenaat yoktur.

…zengin bir arazi sahibinin yanında dürüst hareket eden çalışkan bir marabanın, kendi başına müstakil çalışan ortahalli bir çiftçiden çok defa daha iyi durumda olduğu ekseriya görülür.

Umumiyetle aile ana ve babadan, oğullardan, bunların karılarından ve çocuklarından teşekkül eder. Böylece bir ailenin nüfusu 10 ile 30 arasındadır.

16 yaşına kadar bu köy cemaatiyle birlikte yaşadığım için o vakitki hayatlarına ve yaşayış tarzlarına dair hatıralarım taze ve canlıydı

Değişmeler Üzerinde müessir olan faktörler

Muhacirlik veya yeni bir muhite yerleşme faktörü.

Cemaatin bugün yaşadığı asıl muhitte vukua gelen coğrafi (fiziki) ve ictimai tahavvüller

Civar vilayetler, bilhassa Kars ahalisi ile temas.

Maddi kültürde husule gelen değişmeler

Ev inşaatında göze çarpan ilk yenilik çatının ithaliydi. (Kiremit kullanımına ilk olarak 1928 zelzelesinden sonra başlanmış)

…ev inşaatında çok daha sık görülen asıl yenilik, pencerelerin şeklinde ve yapılış tarzında idi.

Evvelce pencereler duvarların çatıya yakın kısımlarında hatta çatı üzerinde gayet küçük olmak üzere açılırdı.

Manevi kültür sahasındaki değişmeler

…zengin ailelerin Birinci Dünya Savaşından evvel bu havalide büyük bir nüfuzları vardı.

Başı sıkıntıya düşen, hükümetle işi olan, alacağını alamayan, borcunu veremeyen, evi yıkılan, hayvanı ölen herkes onlara baş vururdu.

Şüphesiz mevkilerini bazen suiistimal edenler de olurdu. Fakat bu çok enderdi.

Eskiden din, düşüncelerinde merkezi bir yer işgal ediyor ve hareketlerinin esas saikini teşkil ediyordu. Her şey rengini dini hislerden alıyor, ona göre kıymetlendiriliyordu.

Bugün din artık kollektif bir mesela olmaktan çıkmış, tamamiyle ferdileşmiştir.

…en çok çarpan değişikliğin, evvelce dini birer vecibe imiş zanniyle riayet edilen adetlerin hurafe veya batıl itikatlardan çoğunun bugün terk olunmasıdır.

Birinci Dünya Savaşından önce, devlet mekteplerinde verilen terbiye ve tahsilin, dini hisleri zayıflatacağı, bu itibarla zararlı olduğu zannedilirdi; bu telakki oldukça umumi idi.

Birinci Dünya Savaşından evvel bu köylerdeki mektepler (mahalle mektepleri gibi) hocaların elinde idi.

Reddedilen veya temessül edilmeyen kültür unsurları

Evvela kabul edilip denendikten sonra reddilen yeni unsurlar.

…iki buğday tipiyle muhtelif nevi meyve ağaçları ve sebzeler

…biçme, tohum ekme, tırmık ve harman makinesi gibi unsurlar

…köylüler eğer bu kategoride bulunan unsurları kabul edebilselerdi, geçinmek hususunda rastlamış oldukları güçlüklerden birçoğundan kurtulacak, en esaslı ihtiyaçları tatmin edilmiş ve nisbeten rahata kavuşmuş olacaklardı.

Hiç denenmeden doğrudan doğruya reddedilen unsurlar.

…peçe ve çarşafın lağvı, şapkanın kabulü, köyde müşterek bir meyve fidanlığının tesisi ve temizliğe ait bazı tedbirler

Kanuni mecburiyet dolayısiyle kabul ettikleri şapka veya kasketleri eski itiyatlara, fes adabına göre giyiyorlardı.

…ahlak kaidelerine, zevk ve düşüncelerine aykırı düşen bir kültür unsuru, temin edeceği faydalar nazarı itibara alınmadan reddedilebiliyor.

Umumiyetle serbest kültür değişmelerin en mühim bir hususiyeti olmak üzere, yerine daha iyi, daha faydalı ve müessir yeni bir unsur konmadan eskilerden hiç birisinin terk olunmadığı müşahedesini de zikretmek lazımdır (s. 108).

Mecburi kültür değişmeleri

…mecburi veya empoze kültür değişmesi, aynı cemiyet içinden çıkan bir grubun üstünlüğüne inandığı yabancı bir kültürü veya bunun bir kısmını yahut muayyen bazı unsurlarını, mensub olduğu cemiyete zorla kabul ettirmesini de tazammun eder (s. 114).

Norman ve Sakson kültür unsurlarının birleşerek İngiliz kültürünü meydana getirmiş olması buna iyi bir misal teşkil edebilir.

…temas halinde gruplardan birinin ötekisini üstün gördüğü veya öyle tanıdığı umumiyetle müşahede edilen bir vakıadır. Bu takdirde kendisini küçük gören grup gerek ictimai gerek kültür bakımından hayran olduğu cemiyete benzemeye çalışmaktadır. Üstün gruba karşı duyulan hayranlığı, kendisini küçük gören cemiyetin verdiği hükümlerde müşahede etmek mümkündür (s. 116).

Eğer kültür teması, sosyal psikolojik planda kalıyor ve silah kuvvetiyle desteklenmiyorsa, ikna yolu, itibar faktörünün tesiri sayesinde, biricik tesirli metot olarak kalacaktır.

Bununla beraber davranışlarla doğrudan doğruya alakası olmayan kültür unsurlarını zorla kabul ettirmek güçtür. Zira yaptığı veya yapmadığı muayyen bazı şeylerden ötürü bir insana ceza verilebildiği halde düşündüğü veya inandığı bir şeyden dolayı cezalandırılamaz. Yedi bir grubu kiliseye muntazaman gitmeye mecbur etmek mümkündür; fakat Hıristiyanlığı zorla kabul etmesi temin olunamaz.

…mecburi kültür değişmesinin bir hususiyeti de hakim grubun, empoze edeceği unsurlar gibi mahkum grubun kültüründe tahrip etmek istediği unsurları da bizzat seçmektedir. Tabii bu intihap, hakim grubun alaka ve menfaatlerine uyacak bir şekilde yapılır (s. 17).

…serbest kültür değişmelerinde, bütün fonksiyonel münasebetleri tamamiyle ifa edebilecek yeni bir unsur kabul edilmeden eski kültür unsurlarına dokunulmamaktadır. Halbuki mecburi kültür değişmelerinde bunun aksine hareket edilerek tatmin edici ikameler bulunmadan, yani yerlerine uygun, muadil yeni unsurlar kanmadan eskileri mütemadiyen ortadan kaldırılmaktadır. Bu suretle kültürün en tabii, en asli bir fonksiyonunun önüne geçilerek grubun birçok ihtiyaçlarının tatmin edilmesine mani olunmaktadır. Bunun neticesi olmak üzere cemiyetin iktisadi ve ictimai hayatında birçok aksaklıklar meydana gelmekte, fertler azami bir huzursuzluk ve sıkıntı içinde yaşamaya mahkûm bulunmaktadırlar (s. 118).

Mecburi bir değişmenin fena ve zararlı neticeler vermesinin sebebini, yalnız zorla ithal edilen yeni unsurlarda aramak doğru değildir; asıl sebep büyük bir ihtimalle mevcut kültür unsurlarının fonksiyanlarına mani olunmasındadır.

Umumiyetle alıcı grup, kabule mecbur olduğu davranış şekillerini kendi kıymet sistemlerine, zihniyetine göre yeniden kıymetlendirmek, tefsir etmek, değiştirmek suretiyle ancak muvaffakiyetle temsil edebilir (s. 120).

Avram Galanti'ye göre, ikinci Beyazid zamanında İstanbul ve Selanik'de, 19, Birinci Selim zamanında da 33 kitap basılmıştır. Bu tarihlerde İstanbul'da üç ve Selanik'te bir matbaa vardı. Bu matbaalarda İbranice, Latince, Yunanca eserler basılıyordu.

…garplılaşmaya karşı gösterilen ruhi mukavametin kırılmasında başlıca amil mağlubiyetlerimiz olduğuna göre, kültür değişmelerinin, hiç olmazsa başlangıcında, daha çok askerlik sahasında veya onunla ilgili olarak vukua gelmesi beklenebilir. Nitekim öyle olmuş, Tanzimata kadar değişmelerin ağırlık noktasını askerlik veya ona bağlı mevzular teşkil etmiştir (s. 141).

Birinci Abdülhamid'in (1774-1789) sadrazamı Halil Hamid Paşa, padişahın da tasvibiyle ordunun talimi ve teknik bakımdan ıslahı maksadiyle Fransa'dan mütehassıslar getirmiştir.

(Rusya’ya karşı) Osmanlı imparatorluğunun hiç olmazsa kendisini müdafaa edebilecek bir vaziyette bulunması lazımdı

III. Selim devri

Bu devirde husule gelen değişmeler / tasarlanmış olduğu halde meydana gelmiştir; bu itibarla daha sistemlidir; daha şuurludur.

II. Mahmut zamanı

…yeniçeriliğin lağvı, cemiyet içinde ani bir boşluk bırakması bakımından ictimai bünyede çok mütenevvi ve mühim tesirler icra etmiştir.

…bu devir, serbest değişmeler çağının sona erdiğini, mecburi veya güdümlü değişmelerin başladığını ve artık böylece devam edip gideceğini göstermektedir.

Garplılaşma tarihimizde yine ilk defa olmak üzere Avrupa, bu devirde kılık ve kıyafette, yaşayış tarzında, ictimai teşkilatında taklit edilmekte, bu noktalar üzerinde bilhassa ısrarla durulmaktadır. Avrupalıya yaşayış tarzında ve şekil itibariyle benzeme ihtiyacı halinde, çok kuvvetli bir şekilde tezahür eden bu temayül, artık garp medeniyetinin üstünlüğünü tasdik etmekten. ona teslim olmaktan başka çare kalmadığını ifade eder (s. 167).

Tanzimat Devri (1839 - 1876)

…bu devir, yakın zamana kadar garplılaşma hareketinin başlangıcı sayılmıştır.

…bu devir, yenilik hareketlerinin artık genişlemek üzere olduğunun ilk işaretini verir. Zira ıslahat hareketlerinin istikameti, devletin esas bünyesini değiştiren ve padişahın selahiyetlerini tahdit eden bir mahiyet almıştır.

II. Abdülhamit veliaht iken Mithat Paşa ile aralarında geçen müzakereler neticesinde Meşrutiyet idaresi kuracağını vadetmiş, bu şartla tahta çıkmıştı.

1892 den itibaren müslüman Türklerden Avrupaya talebe gönderilmesine artık müsaade edilmiyor. Aynı suretle bunların, o vakitler sayısı gittikçe çoğalmaya başlayan ecnebi mekteplere devamları da menediliyor. Buna mukabil müslüman olmayan ekalliyetler bundan istisna ediliyor. Hakikaten bu tarihlerde Robert Kolej harıl harıl Bulgar, Rum ve Ermeni talebeleri yetiştirip mezun ettiği halde Türkler bundan faydalanamıyor.

Meşrutiyet Devri (1908 • 1923)

Lale Devrinden Tanzimata kadar olan bir asırlık zaman zarfında garplılaşma faaliyetleri, bariz bir şekilde ordunun ıslahı veya yenileştirilmesi mevzuu etrafında toplanır. Diğer her nevi yenileşme teşebbüslerine ya ikinci derecede bir ehemmiyet verilir; veya bunlar sırf bu esas gayeyi desteklemek maksadiyle ele alınır (s. 206).

Tanzimat devrindeyse Avrupa'ya başka bir cepheden yaklaşılmak istendiğinden garplılaşma hareketi de gayesini değiştirir. Bu defa imparatorluğun kurtuluşunun çaresi, esas teşkilatının, ictimai bünyesinin Avrupa devletlerinin yapısına benzetilmek üzere ıslahında görülür.

…köydeki inkişaflar, kültürün zayıf taraflarını gidermek maksadiyle iktibas edilen münferit unsurlar neticesinde meydana gelen serbest bir değişme olduğu halde şehirlerde müşahede edilen yenilikler, kültürün bütünü üzerine yapılmış tazyik ve müdahale esasına dayanan güdümlü bir değişme karakterini taşımaktadır.

Şehirlerde birçok kültür unsurları terkedilip yerlerine daha iyisi veya yenisinin konulmaması ve garp medeniyetine intibak edilememesi yüzünden eski kültür, istiklaliyle birlikte kendi kendini kontrol hassasını da kaybetmiştir. Bunun bir neticesi olmak üzere kültürün ferdi davranışlardaki tezahürleri de gayri muayyen ve mütehavvil bir şekil almıştır (s. 210).

Kültür Değişmelerinin Umumi Bir Tahlili

…kültür değişmeleriyle bunlar üzerinde müessir olan faktörler

Birinci kategoriye ait tesirlere Müsbet faktörler, ikinci kategoride bulunanlara da Menfi faktörler diyeceğiz.

Birbiriyle karşılaşan iki medeniyet arasındaki esas farkları görememek, benimsemek istenen kültürü meydana getiren asli unsurları ve hakiki kıymetleri tayin edememek (s. 217 vd.)

…güdümlü (empoze) bir kültür değişmesi… / Bu hal uzun müddet devam ettiği takdirde kültür, kendi kendini kontrol hassasını, inkişaf imkanlarını kaybedeceğinden cemiyette her şey düzeninden çıkacaktır (s. 118).

…bir kültürün sert tarafı dediğimiz unsurları değiştirmeye teşebbüs etmeden önce cemiyeti bu hususta hazırlamak ihtiyacı vardır. Bir ictimai grup veya cemiyetin atitüd/tavır, zihniyet ve görünüşünde değişmelere alıştırmak maksadiyle bu nevi lüzumlu bir hazırlık yapılmadan işe girişilecek olursa çok şiddetli bir mukavemetle karşılaşılacağı muhakkaktır (s. 225).

Onun için ekseri büyük müceddid ve inkılapçıların neden ilkin kültürün bu sert kısımlarını tahrip etmek veya onları değiştirmek istedikleri anlaşılmamakta ve bu sual ısrarla sorulmaktadır. Maamafih bu suale cevap olmak üzere, bu unsurların yerli halkı, yabancı kültür veya medeniyet mensuplarından ayırmaları bakımından sembolik bir kıymet ve ehemmiyeti haiz oldukları ve zorla tahrip edildikleri takdirde değişmelere karşı gösterilecek mukavemetin ortadan kalkacağı ileri sürülmektedir. Eğer her iki kültürü ayırt eden farklar bu suretle yok edilirse mahalli kültür de istiklal ve hüviyetini kaybetmiş olacak denmektedir.

Rus köylülerinin sakallarını tıraş ettirip elbiselerini değiştiren Deli Petro ile memurların kıyafetini Avrupalılaştırıp sarık yerine fes giyilmesini emir ve resmi ziyafetlerde şarap içitmesine müsaade eden II. Mahmud gibi cezri inkılapçıların bu hareketleri bir tesadüf eseri değildir. Zira gerek sarığı gerek fesi yalnız Müslüman Türkler biraz da Hıristiyanlardan ayırt edilmek üzere giymekte idiler / s. 226

…bu unsurların sembolik bir kıymeti haiz olmaları sarığın yerine geçen fesin kabulü hususunda başlangıçta gösterilen mukavemet, sonraları onun terkedilip şapkanın alınmasına karşı da gösterilmiştir. Zira bu arada fes sarığın yerine geçip onun rolünü üzerine almış bulunuyordu.

“Türk halkının gözünde şapka ile ebedi bir lanete mahkumiyet arasında fark yoktur. Bir İstanbul efendisi uşaklarından birisinin ne dereceye kadar itaatli ve temkinli olduğunu denemek maksadiyle bir bardağa ağaç çileği şurubu doldurup Osman al, şu şarabı iç der, bir an tereddüt içinde şaşalayan uşak, yalvaran bir eda ile Allah Allah! Efendim, neredeyse bana şapka giy diyecek cevabını verir.”

Charles White: Three Years in Constantinople. cilt II, sf. 197. / s. 227

Avrupa medeniyetini diğer bütün kültürlerden ayıran unsur, ilmi metoddur. (Peki neden inkişaf hepsinde aynı değil)

…birçok ilimadamları, bu cemiyetlerde görülen kısmi veya tam inhilallerin sebebini, kültür değişmelerinin ani ve empoze oluşunda bulmaktadırlar.

Bizce asıl sebep, bir cemiyetin, garp medeniyetinin tazyikiyle kültürünü değiştirdiği esnada bunun maddi kısmiyle manevi kısmı arasındaki münasebeti ve bu arada ruhi muvazenesini kaybetmiş olmasıdır. Çünkü cemiyet, bu sırada kendi öz ölçülerini, kıymet sistemlerini, itiyadlarını kanaat ve telakkilerini, imanını ya kısmen veya tam olarak kaybettiği ve bunların yerine kendine daha iyi bir nizam, daha yüksek bir ruhi müvazene ve kültür bütünlüğü temin edecek muadillerini, fonksiyanlarına göre ikame edemediği için ictimai faaliyetleri ve kültür hadiselerini artık idare ve kontrolden aciz bulunmaktadır (s. 268).

Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul, 1987


8 Ekim 2020 Perşembe

Ahmet Faik Günday'ın Hayat ve Hatıratı

Süleyman Yatak - Ahmet Faik Günday'ın Hayat ve Hatıratı

Önsöz

Faik Bey, 3 Eylül 1956 – 6 Mart 1957 tarihleri arasında Dünya gazetesinde tefrika ettiği “İzmir Suikastının İç Yüzü” adlı hatıralarını, gazetenin 2.9.1956 tarihli iddiaları karşısında hasta yatağında acı çekmesine rağmen, tarihi vazifesini yapmak mecburiyetinde kalarak neşr etmiştir.

Bu hatıralar (…) suikastı hükumete ihbar etmiş olabileceği ihtimali dolayısıyla ayrıca değer kazanmaktadır.

Faik Bey hatıralarının 1. Cildini 1960 yılında “Hayat ve Hatıralarım” adıyla yayınlamıştır. Bu birinci ciltte doğumundan 1918 yılına kadar yaşadıklarını anlatır.

Faik Bey Büyük Savaş’ta Kerkük Divaniye kaymakamlığında görevli olduğu için Irak cephesinde yaşanan pek çok hadisenin şahidi olmuştur. 

Tezde çalışılan hatırat birini cildin devamı olup 1950 yılına kadar yaşadıklarını anlatır.

Hatıratın orijinali İÜ Tarih Semineri Kütüphanesinde iki adet çizgili okul defterine kurşun kalemle yazılmış haldedir (k 305).

Defterlerden birinin üzerinde “3. Defter” ibaresi vardır, dolayısıyla bir defterin kayıp olduğu aşikârdır.

Mevcut iki defterden biri 1919-1920 yıllarına dairdir. Diğer defter ise 1923’ten itibaren yaşadıklarını anlatmaktadır. Açıktır ki 1920-1923 yılları arasını anlatan defter kayıptır.

Ahmet Faik Günday'ın Hayatı

Hicri 1300 (1884) yılında Rize – Pazar – Hemşin bucağının Molla Veysi köyünde doğdu.

Ailesinin lakabı “Kürdoğlu”

Babası Mehmed Hurşid Efendi kadılık yapmış ve bir dönem Kiğı naibliğinde bulunmuştur.

Faik Bey tahsiline Hemşin’de başladı.

Pazar Rüşdiyesinde Arapça talim etti. 1897’de amcası Recep Efendi ile birlikte İstanbul – Fatih’e geldi. Malta Çarşısında Şekerci Hanında bir oda kiraladı. Şükrü Saraçoğlu ve Hilmi Ural’la arkadaş oldu.

Fatih Merkez Rüşdüyesi, Vefa İdadisi, Mülkiye-i Şahane ve Darü’l Muallimin riyaziye şubesinde tahsilin devam etti. 26 Recep 1326’da (24 Ağustos 1908) Trabzon’da maiyyet memurluğunda çalışmaya başladı.

3 Şevval 1329 (29 Eylül 1911) tarihinde Kiğı kaymakamlığına tayin edilmesine karşın Bağdat’taki Horasan kaymakamlığına nakledildi.

1917’de Cavid Paşa’nın emriyle Horasan kaymakamlığına döndü.

Bağdat vali vekilliği, bir süre Kerkük ve Divaniye mutasarrıflığı görevlerinde bulundu.

Kasım 1917’de kısa bir süre Malatya mutasarrıflığına getirildi. Bu görevinin ardından Eskişehir’deki ailesini ziyaret etti. İstanbul’a döndüğünde tutuklandı ve Sultanahmet adliyesine hapsedildi.

İsnat edilen suçlama Bağdat’ta vali vekilliği yaptığı sırada istimlak kanununa aykırı yollar açtırmasıydı…

Tutuklanmasına sebep, Harbin sonunda İttihatçılara muhalif olan Hürriyet ve İtilafçıların iktidarda olmasıdır.

Eylül 1919’da Lazistan mutasarrıflığına tayin edildi.

20 Şubat’ta vasıl olduğu Rize, Rus işgalinden mütevellit harap vaziyetteydi.

Asayişsizlikten dolayı memurlar vazife yapamıyorlardı.

İlk iş olarak memurları disipline etti.

Kan davası sanıklarını takip ettirerek 600 kadar cinayet davasını çözdü.

Bu 600 kişiyi kapatacak hapishane yoktu Rize’de. Ahmet Faik Bey, Ankara hükumetinin iznini alarak 600 mahkûmdan müteşekkil bir tabur tesis ederek Milli mücadeleye sevkini gerçekleştirdi.

Ahmet Bey’in Rize’ye vardıktan sonra Ankara hükumetiyle temasa geçtiği kabul edilmektedir.

Rize’nin ardından Şubat 1921’de Ordu, Kasım 1921’de Canik mutasarrıflıklarına getirildi.

Nisan 1923’te Sivas mutasarrıflığına getirildi.

Ağustos 1923’te Mustafa Kemal’in aday göstermesi üzerine Ordu sancağından mebus seçilerek meclise girdi.

Hareketli bir siyasi hayatı oldu.

Musul meselelerinin görüşüldüğü Haliç konferansında Türk heyetinde yer aldı.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kurucuları arasında yer aldı.

Parti kapatılınca bağımsız vekil olarak mecliste yer aldı.

İzmir Suikastı teşebbüsü dolayısıyla tutuklandı.

Ziya Hurşid Bey’in ağabeyi olduğu için dikkat çeken Ahmet Faik Bey, suikast tertibini bildiği halde hükumete bildirmemekle suçlandı.

Mahkeme neticesinde berat etti.

Ali Fuat Cebesoy, Ahmet Faik’in suikast tertibini hükumete çok önceden bildirdiğini söyler (Cebesoy, Siyasi Hatıralar)…

1927’de mebusluk müddeti sona erdi.

Memuriyet kanunu hükümleri gereğince 3 yıl daha maaş almaya devam etti.

Aralık 1930’da Etibank idare meclisi azalığına

Kasım 1940’ta Türkiye Şeker Fabrikaları AŞ yönetim kurulu üyeliğine

Eylül 1945’te aynı kurumun başkanlığına getirildi.

1950’de emekli oldu, 6 Mayıs 1967’de vefat etti.

Faik Bey ilk hatıratını Eylül 1956-Mart 1957 tarihleri arasında Dünya Gazetesinde 178 gün süreyle intişar eden İzmir Suikastının İçyüzü adlı tefrikada yayınlamıştır.

Umumi mahiyetteki hatıratının 1. Kısmını Hayat ve Hatıralarım adı altında 1960 yılında bastırmıştır.

…Of kaymakamlığı vekaleti sırasında Of’ta ağaların her şeye hakim olduğunu görmüştür. “Of’ta ağalık hükümranlığının her taraftan daha kuvvetli olduğunu (…) gördüm.”

Doğuda görev yaptığı dönemlerde Batılıların kaşıdığı milliyetçilik rüzgarına kapılan Arap isyancılarla ilgili gözlem ve değerlendirmeler yapma imkanı bulmuş…

Ona göre Arap milliyetçiliğinin uyanmasına sebep Türk idarecilerin zaafıdır.

Ahmet Faik Bey hatıralarının ilk cildinde son olarak Malatya’da görev yaptığı döneme değinir.

Ahmet Bey’in yayınlanmamış hatıratı yazma halinde olup İÜ Tarih Semineri Kütüphanesinde “K. 305” numarada kayıtlıdır. Defterler buraya 1969’da intikal etmiştir.

1. Defter

Lazistan mutasarrıflığımdaki hatıralarım başlığını taşımaktadır.

Faik Bey İstanbul’a gelip dahiliye nezaretine evrak teslim ettikten hemen sonra tutuklandı.

Serbest kaldıktan sonra Dahiliye Nazırı Şerif Paşa tarafından Lazistan Mutasarrıflığına atandı.

Rus işgalinden yeni kurtulmuş olan kentte asayiş ciddi bir sorundur.

Kan davasından mütevellit işlenmiş suçları çözüp suçluları yakalattı. Ele geçirilen yaklaşık 600 mahkûmdan bir tabur teşkil edip bunları Milli Mücadeleye sevk etti.

Fail Bey’in anlattıklarına göre o yıllarda Rize’nin birçok yerinde cinayet, gasp, adam kaçırma (daha çok kız kaçırma) gibi adli vakaların görüldüğünden söz eder.

Hatırat, 1919-1920 yıllarında Rize’ye dair malumat içermesi bakımından mühim bir evraktır.

3. Defter

Sivas Mutasarrıflığımdaki Hatıralarım başlığını taşıyor bu defter.

Faik Bey 15. 04. 1923 tarihinde Sivas’a atandı. 3 ay sonra Ordu’dan mebus seçilmiştir.

Faik Bey 2. dönem TBMM’de iki grup gözlemler. Bunlardan ilki Mustafa Kemal’i destekleyen ve Kazım Paşa etrafında toplanan gruptu. Sayıları 60-70 mebus kadar. Kazım Paşa Kliği veya İzmir kliği deniyor bunlara.

Diğer grup yaklaşık 180 mebustan müteşekkil. Bunlar Mustafa Kemal’in aleyhindeler. Başlarında Erzincan Mebusu Sabit Bey var.

Faik Bey bu gruplaşmayı teşvik edenlerin başında Rauf Bey ve Ali Fuat Paşa’nın yer aldığını belirtir.

Faik Bey’in verdiği sayılar doğru değildir.

Zira Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına 30 kadar mebus geçmiştir.  

Cumhuriyet’in ilanı hadisesini bir iki cümle ile geçer.

O yıllardaki İstanbul matbuatının hükumetin aleyhtarlığından söz eder.

Musul Meselesini görüşmek üzere toplanan Haliç Konferansında Türk heyetinde yer aldı. Konferans 20 gün devam etti, müspet netice elde edilemedi.

Şeyh Sait isyanı ertesinde başvekil Fethi Bey istifa etti. İsmet Paşa yeniden başvekil seçildi. Derhal Takrir-i Sükun kanununu meclisten geçirdi. Hemen ardından Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının hariçteki teşkilatını dağıttı, partinin önde gelenlerini tutuklatıp İstiklal Mahkemesine sevk etti.

Suikasd Hadisesi başlığı altında evvel kardeşi Ziya Hurşit’ten söz eder.

Faik Bey suikasdden haberdar olmasını şöyle anlatır:

“…uyandığımda Rauf Bey’i gördüm. (…) Rauf Bey: “Be birader sen uyuyorsun!

Bugün Mustafa Kemal’i vuracaklar, hepimiz mahv olacağız,” tarzında sözler söyledi…”

Faik Bey suikasd haberinden hükûmeti haberdar etmek istemiş ancak konuştuğu kişiler kendisine kulak asmamışlar…

1. Defter

(Mütarekeden sonra) Yunanlılar Karadeniz’in Rus sahillerindeki Rumları bizim sahillere nakledip iskan etmek suretiyle nüfusça ekseriyeti temine çalışıyorlardı (s. 5).

(Giresun) Osman Ağa hemen her gün Giresun Rumlarından on-onbeş tanesini ödürtüp çuvala koyarak denize attırıyor ve bunların gayrı menkullerini ucuz bir bedelle kendine veya akrabalarına ve avanesinden istediklerine tapu ettirmekte ve bedellerini de müdafaa-i hukuk cemiyetine teberru ettiklerini kaydettirmekte idi (s. 5).

Ruslar, Batum’dan itibaren deniz kenarından şimendifer hattını ve buna muvazi olarak hemen yanından da şose yolunun tesviye-i türabiyelerini tamamen yapmışlar. Ve bu yollar boyunca kâfi miktarda taş kırdırmış ve balast hazırlamışlar. Fakat bunları döşemeye vakit bulamamışlar.

Huduttan Rize’ye kadar yüzlerce silindir ve taş kırma makineleri yollarda metruk bir halde kalmış ve halkımızdan bazı kimseler bu makinelerin sökülmesi mümkün olan kısımlarını sökmüş ve götürmüşler. Bu kadar kıymetli ve memleketin çok muhtaç olduğu bu makineleri istimal edilemeyecek hale getirmişlerdi.

Eşraftan Mataracı Mehmet’in riyasetinde bir müdafaa-i hukuk cemiyeti kurulmuştu.

Rusların çekilmesinden hemen sonra çok sayıda cinayet vakası olmuştu.

Pazar kazasında bir günde 117 adam katledilmiş…

Bazı köylü kadınlar ki en ziyade aslen Rus olup evlenmek suretiyle gelmiş olanlar Rus zabitleriyle gayrı meşru münasebata girmiş olup Ruslarla kaçamayanların hepsi derhal katledilmişler.

Kan gütme davası had bir şekilde devam etmekte idi.

Katil ve katilin bilumum akrabasını ve hatta beşikteki çocuğunu da katlediyor ve soyundan sopundan kimseyi bırakmıyorlardı (s. 6).

Kan gütme adetinin bu kadar devamlı ve şiddetli olmasının saiklerinin kadınlar olduğunu hayretle gördüm. Lazistan sancağında her kadın mütemadiyen çocuk doğurmak ister. Bir aile erkekçe ne kadar kalabalıksa o kadar kuvvetli olur.

(Cinayet suçlularından 600’ünü Taşlıdere’de bir mahalde toplayıp Milli Mücadeleye iştirak etmeleri üzere cepheye sevk etti.)

Hepsi motora binerken elimi öptü (s. 7).

Karadeniz sahilinde Kemer Burnu’ndan Çoruh nehrine kadar olan sahada dağların denize nazır sathı mailleri üzerinde yaşayan halka Laz denir ve kavmi lisanları Lazcayı tekellüm ederler. Bu lisanın hurufatı olmadığı gibi okuyup yazması da yoktur. Yalnız konuşa lisanıdır. Lazların hiçbir zaman milliyet iddiasında bulundukları vaki değildir.

Çok dindar ve iyi Müslüman olup hükûmete yakınlıkları Türklerden hiç de farklı değildir (s. 9).

Mapavri nahiyesinde 8-10 köyde ve Atina’nın 3 köyünde ve Viçe ve Hopa’nın, Hemşin mıntıkalarındaki köylerde Ermmenice konuşulduğunu tespit etmiş ve suret-i kat’iyyede men etmiştim.

Ermenice konuşan ahali çok iyi Müslüman ve dindar insanlar olup devlete candan merbut olduklarından şüphe edilemez (s. 10).

Mahpuslardan biri her gün bir miktar kükürt yemek suretiyle sarılık olduğuna inandırıyor kendisini kontrol eden doktoru. Aynı mahkûm, hapishaneden firar ediyor. Saklandığı yerde kısa sürede sağlığı düzeliyor. Bundan sonraki ilk işi, duruşmada kendisi aleyhinde şahitlik eden kişiyi öldürmek oluyor. Ahmet Faik Bey bu şakinin hakkından gelmek işini yörenin namlı ağalarından birine havale ediyor.

Bir ramazan günü Kapudan-Paşa Köyündeki jandarma karakoluna Senoz köylüleri basarak jandarmaların silah ve cephanelerini alıp karakolda bulunan asker firarilerini serbest bıraktılar… Bu hareketi 4 kişi tertip etmiş. Bu kişiler Rize’yi terk etmişler.

Bu vaka hakiki bir isyan hareketi idi.

Rize kadısı Galip Efendi, isyan eden köyler ahalisinden idi. Kadıyı hemen yola çıkardım. Jandarmaların silah ve cephanelerinin eksiksiz hemen verilmesini emrettim (s. 12).

O köylerde ne kadar firari ve bakaya varsa hepsini karakola teslim edip (…) bu hadisenin kapatılmasını tembih ettim.

Atina’nın Mülmenat Köyünde mülkiye mezunu büyük savaşta çeşitli cephelerde bulunmuş Cemil isminde bir yedek subay, ordunun hizmetine verilmek üzere mekkare hayvanı toplamaya çalışan jandarmaları engellemiş. Faik Bey, Cemil’i uyaran bir mektup yazmak suretiyle bu isyan hareketinin de önünü almış (s. 13).

Bir Cuma günü vali Hamid Bey (Trabzon Valisi) telefonla “Fransız vapurunun soyulduğundan haberiniz var mı demişti. Batum’dan hareket eden vapuru soyan haydutlar Hopa civarında vapuru terk etmişler (s. 15-16).

Haydutlar yakalanınca bunlardan üçünün Batum’daki İngiliz idaresinin emrinde çalışan polisler oldukları anlaşıldı. Demekti ki İngilizlerin desteğiyle Fransız vapuru soyulmuş…

3. Defter

Sivas Hatıralarım

Samsun’dan Sivas’a yollar çok bozuk olduğu için kamyonla dördüncü gün vardım.

Kendisini karşılayan kalabalık içerisinden 3 kadın kucaklarında çocuklarıyla yanına gelip, avuç içiyle çocukların ağzına vurmasını istemiş. Bundan maksat lal çocukların konuşabileceği inancıymış.

Bundan sonra tekke olarak kullanılan uyduruk bir mekanın tasfiyesi uğraşmış.

8 Mayıs 1923’te göreve başladım.

Sivas adliyesi ehliyetsiz ve itimada layık olmayan şahıslardan müteşekkil idi.

Sivas’a giderken yolun kenarlarında Amasya ve Tokat sancakları dahilinde binlerce çingene çadırları görmüş… Bu çingeneler bir nev’i tabiiyetsiz (haymatloz) cemiyet idi.

Çingeneler devlet tebaası olmadığı için devlet kanunlarından hakk-ı istifadeleri olamayacağına göre… / s. 22

3 Haziran 1923’te Kabak Meydanında at koşusu yapılmış…

Rauf Bey otomobiliyle 13 Ağustos 1923’te Sivas’a geldiler.

Rıza Nur bir telgrafla Ahmet Bey’den Rauf Bey’i Sivas’a getiren otomobile, sıhhıye vekaletine ait olması gerekçesiyle el koymasını ister. / s. 26

İstiklal Harbi esnasında Ümraniye nahiyesinde mühim bir Kürd isyanı vuku bulmuştu. Nurettin Paşa ve Topal Osman Paşa bastırmış bu isyanı.

…Ümraniye’deki te’dibât daha ziyade isyana iştirak etmeyen sadık Kürdlere tatbik edilmiş ve yüzlerce günahsız kürdlerin, Topal Osman tarafından kurşuna dizildiği ve bütün Kürd köylerinin yağma edilerek Topal Osman’ın avanesinin heybelerini altun ve gümüş mecidiyelerle doldurmuş olduklarını vak’a esnasında nahiye müdürü olan Kangal kaymakamı Abdülkadir Bey, daha pek çok tafsilatıyla anlatmış…

Asıl isyancılar te’dib kuvvetleri gelemeden evvel Dersim’e kaçmışlar.

Osmanlı dönemi Sivas valilerinden Hasan Paşa, Divriği’deki camide çiniden yapılmış küreyi müzeye göndermek bahanesiyle istemiş ve sonra kendine mal etmiş. Divriğililer durumu padişaha (2. Abdülhamit) arz ederek küreyi geri alabilmiş ve bundan sonra caminin en yüksek kubbesine zincirle asmışlar. / s. 27

Vilayetteki alevi köylerinden Bektaşi çelebisi vergi alırmış (hükumetten gayri olarak) / s. 27

16 Ağustos’ta Ordu mebusu olarak meclise davet edildi.

2. mecliste sadece 3 muhalif vekil var.

Meclis zaman içinde iki gruba ayrılıyor. Birinci grup İzmir veya Kazım Paşa kliği adıyla anılıyor, sayıları 60 kadar / ikinci grup Mustafa Kemal Paşa aleyhinde hareket ediyor ve sayıları 180 kadar… Başlarında Erzincanlı Sabit var. / s. 31

Rauf ve Ali Fuad Paşaların da bu oluşumu desteklediğinden emin.

Rauf Bey Sivas’ta Ahmet Bey’e yeni parti kuracağından söz edip kendisini partiye davet ediyor.

Rauf Bey ve Kazım Paşa, İstanbul gazetelerinin hükumet aleyhinde yayınlar yapmasını destekliyor.

Suikast hadisesi tamamen bunların eseridir. Rauf Orbay iki cepheli çalışıyordu. Bir tarafı ittihatçılara diğeri de Karabekir Kazım, Ali Fuad, Refet Bele ve Dr. Adnan Adıvar cephesi idi. / s. 34

Haliç Konferansı / s. 40 vd.

Müzakerelerde hiçbir ilerleme kaydedilemedi.

Terakkiperver Fırkanın Kurulması / 41 vs.

Ali Fuad ve Kazım Karabekir Paşaların ordu müfettişliklerindeki vazifelerini bırakıp meclise iltihak etmeleri hükumet ve bilhassa Mustafa Kemal’i telaşlandırmış… Mebus ve kumandanlık arasında tercih zorunluluğu bundan sonra gündeme gelmiş…

Fırka kurulduktan sonra Mustafa Kemal’in aşırılıklar yaptığından söz ediyor: Fırka programının yedinci maddesini gerekçe göstererek fırkayı irticayla itham etmiş,

Nihayet şarkta Şeyh Sait İsyanının çıkmasına meydan verildi. Ve hatta isyan teşvik edilmiştir. / s. 42-43

İsyan Genç vilayeti mıntıkasına patlak vermişti. Nihayet Genç valisi Rizeli İsmail Hakkı Hordoloş mahkûm edildi.

Takrir-i Sükûn hazırlığı sırasında Başvekil Fethi Bey, elini kana bulayamayacağını söyleyerek istifa etti.

Takrir-i Sükûn yürürlüğe girdikten sonra hükumetin ilk icraatı Terakkiperver fırkanın teşkilatını kapatmak oldu.

İstanbul havagazı şirketiyle millet aleyhine anlaşma yapan nafia vekili Süleyman Sırrı’nın yolsuzluk hadisesi / s. 43-44

Suikast Hadisesi / s. 45 vd.

(Kardeşi) Ziya Hurşid birinci mecliste ikinci grupla çalışmıştı. İkinci meclisin intihabı serbest olsaydı. Ziya Hurşid Lazistan, Trabzon ve Gümüşhane’den namzedliğini kor ve muhakkak kazanırdı. İntihabat-ı umumiye serbest olmadığı gibi Ziya Hurşid’e karşı çok şiddetli tertibat alınmış ve hatta icab ederse Lazistan’da isyan çıkarmış ve asilerin başına geçmiş demeyi ve iftira etmeği dahi kararlaştırmışlar ve Lazistan mutasarrıflarına emri de vermişlerdi. Bu vaziyet karşısında Ziya Hurşid mebus olamadı (s. 45).

Ziya Hurşid’i yanıma aldım. Ben ve kardeşim Fazlı iki bin lira sermaye ile Ziya Hurşid’e Balık Pazarında Liman Hanında akrabalarımızdan komisyoncu Esad Bey’le ortak yaptık. Polis tahkikatının şiddeti yüzünden yazıhanelerine kimse gelmez olunca, Ziya Hurşid’in ortağının işini bozmamak için yazıhane ve komisyon işini bilmecburiye terk ettiğini bilahare öğrendim.

Hariciye müsteşarı mektep arkadaşım Tevfik Kamil Bey vasıtasıyla İsmet Paşa’dan Ziya Hurşid’in hariçte bir sefarette ve mümkün ise Paris sefaretinde bir vazifeye tayinini rica etmiştim. İsmet Paşa, “Bu ikinci gruptandır, devlet kadrosunda buna ve bu gibilere yer verilmez” demişti.

Bu vaziyetler karşısında Ziya Hurşid cinayet yuvası kurmuş olan bir çetenin içine düşmüş olduğu görülüyor.

(Terakki Perver Cumhuriyet Fırkasının kulüp binasında) …odamda uyuyordum. Karyolanın başında uyandığım zaman Rauf Bey’i gördüm. Ben uyku sersemliği ile bir şey söylemeden Rauf Bey: “Be birader sen uyuyorsun! Bugün Mustafa Kemal’i vuracaklar, hepimiz mahvolacağız,” tarzında sözler söyledi. Mustafa Kemal’i vuracak olan ben değilim, ben uykuda idim. Bir şeyden haberim yok, kim vuracak ise ona git buraya yanlış geldin, dedim. Rauf, Sabir Bey’in akşam evlerinde rakı içerken Şükrü'nün vaziyet ve sözlerinden suikasdın yapılacağını anlayıp, sabahın karanlığında Rauf’a giderek anlattığını söyledi.

Rauf, Kâzım Karabekir, Ali Fuad, Refet Paşalar ile Doktor Adnan’ın da (suikasttan) haberdar olduğu muhakkaktır (s. 47).

Ziya Hurşid’la karşı karşıya geldik. (…) Ben: “Ziya, bu ne haldir, sizler suikasd yapacakmışsınız. Bu kötü ve korkunç sözlerle, sen de alakalı imişsin, bana doğrusunu söyle,” dedim. Ziya o kadar serin, o kadar sakin ve tabii bir edayla “Ağabey sen de bu akılsızların sözlerine inanarak sabahın bu erken saatinde rahatını bırakarak sokaklara mı düştün, burası hükumet merkezi bu adamlar seni rahatsız edeceklerine hükumete haber versinler. Bizler de buradayız işte,” dedi.

…Heyhat… Seneler geçtikten sonra Ali Fuad Paşa bana şu sözleri zaman zaman hikâye etmiş ve söylemişti. “İstanbul’da Büyük Meclis kararını Saruhan Mebusu Abidin vasıtasıyla paşalara ve Rauf Bey’e bildirmiştir. Bu kararda, şayet memlekette arkadaşlara karşı tecavüzi bir harekete hükumet geçerse bunların müdafaası için liderlerin ve paşaların yarısının şimdiden Avrupa’ya gitmeleri muvafık olur. Gidecekler hemen gitsinler” Rauf, Doktor Adnan ve Rahmi Beylerin Avrupa’ya gitmeleri mutlaka bu kararın neticesidir. Bu kararın suikast hadisesiyle alakalı olduğundan şüphe edilemez (s. 49).

Bütün çok kötü ve caniyane teşebbüs ve teşekküllerde Rauf’un parmağı olduğuna kuvvetle inanıyorum. 

Meclis … tatile girecekti. (Kâzım Karabekir) “…Mustafa Kemal Bursa ve oralarda vefat ederse İsmet Paşa’ya karşı ne vaziyet alabiliriz” dedi (s. 50).

İstiklal Mahkemesi hükmünü vermek için Mustafa Kemal’in riyasetinde İsmet Paşa ve Fevzi Paşalar iştirakiyle üç gün müzakere ettiler. Ancak paşaları kurtardılar. Mustafa Kemal, paşaların da idamını istiyormuş (s. 56).

Ziya Hurşid’den maadası doğru dürüst bir müdafaada bulunmadılar. Ziya Hurşid kendisini çok mükemmel ve kanuni esaslara uygun şekilde müdafaa etti. Suikasdın sebebini inhısa siyasetine son vermek olduğunu söyledi. Demokrasiyi müdafaa etti. Diktatörlüğe karşı hürriyet ve demokrasiyi kurmak hedefini güttüklerini söyledi (s. 56-57).

…İdam edilenler demokrasi şehidleridir.

(Karabekir’in hatırat kitabı matbaadan toplanıp imha ediliyor)

Bu hatıratda en mühim iki vesika vardı: Birisi Mareşal Fevzi Paşa’nın padişahın heyeti nasihası olarak Erzurum’a giden heyet miyanında bulunduğu esnada katl edilmesini Mustafa Kemal’in istemesi, ikincisi de Amerikan mandasının kabulüne dair İsmet Paşa’nın mektubu idi (s. 61).

Süleyman Yatak, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1986

Ahmet Turan Alkan - İstiklal Mahkemeleri

 

Ahmet Turan Alkan - İstiklal Mahkemeleri

İstiklâl Mahkemeleri hakkında,  (…) yükselme eğilimi gösteren bir yorum heyecan…

Bu heyecanı besleyen ana sebep, istiklâl Mahkemelerinin yarattığı olağandışı hukuk düzeni ve Bu uygulamanın Türk Hukuk Tarihi içinde kapladığı olumsuz alan değildir. Türkiye’de yakın ve uzak tarih, hâlâ gündelik siyasetin kullanmaktan vazgeçemediği bir istismar unsuru ve bir inanç alanıdır.

 Çoğu tenkid anlamını taşıyan değerlendirmelerin büyük bir kısmı, İstiklâl Mahkemelerinin Cumhuriyet rejimi kurulduktan sonra işletilen kısmı üzerinde yoğunlaşmıştır. Halbuki, istiklâl Mahkemelerinin ilk dönemi diyebileceğimiz 1920-1922 yılları arasında geçen sancılı yıllar, bu mahkemelerin kuruluş ve işleyiş mantığını kavrayabilmek bakımından vazgeçilmezidir önem taşıyor (s. 10).

Tarihi olayları istismar mevzuu olmaktan kurtarmanın bir yolu, olayları bilmek kadar anlamayı da gerektirir.

İstiklal Mahkemelerini Gerekli Kılan Şartalar

Meclisin açılmasından bir hafta sonra çıkarılan (29 Nisan 1920) Hıyanet-ı Vataniye Kanunu istiklâl Mahkemeleri fikrinin oluşmasında ilk adımı teşkil eder.

11 Eylül 1920’de çıkarılan “Firâriler Hakkındaki Kanun” bünyesinde istiklâl Mahkemelerinin kurulmasına karar verilmiş, bu kanunun ilk maddesine onbeş gün sonra (26 Eylül 1920) önemli bir ilave yapılarak Mahkeme’nin yetki ve çalışma alanı genişletilmiş (s. 15),

1922’de kabul edilen “istiklâl Mehakimi Kanunu” 4.5.1949 tarihine kadar yürürlükte kaldı.

Türkiye’de tek parti devri ile aynı zamanları paylaşmış olması şüphesiz bir tesadüf sayılamaz (s. 15-16).

23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi, yeni bir devletin yeni kurulan parlementosu değil, hâlâ yaşayan bir devletin (işgal sebebiyle) başkent dışında toplanmış meclisi hükmündeydi.

…meclise “legalite” kazandıran temel metin, hâlâ Meşrutiyet devirlerinde muhtelif düzenlemelerle geliştirilmiş Osmanlı Kanun-ı Esasisi idi.

TBMM Hükümetinin ele almak zorunda kaldığı ilk mesele (…) asayişsizlik, eşkıyalık, iç isyanlar ve hükümet otoritesinin hakim kılınması problemi oldu.

İttihatçılar, Bolşevikler, Halifeye ve Saltanat makamına saygısızlığı bir gün bile aklından geçirmemiş dini bütün muhafazakârlar, Amerikan mandasını o gün için en mâkul çözüm tarzı olarak gören ümidi kırık aydınlar, TBMM Hükümetinin ihtiyaç duyduğu otorite ve meşruiyete destek oldukları ölçüde “ittifak ligi” içinde kabul edildiler. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ilk on yılı içinde Milli İttifak ligi, son derece siyasi ve hesaplı zaman aralıkları ile 1930’li yılların sonuna kadar peyderpey dağıtıldı ve tasfiye edildi (s. 18).

Hıyanet-i Vataniye Kanunu, beklenen caydırıcı tesiri gösteremedi.

Yozgat ayaklanmasını bastıran Çerkez Ethem’in zanlıları “Kuva-yı Tedibiye” namına yargılayıp, Meclis’in tasdikini beklemeden infaza geçmesi, kanunun çoğu yerde askeri Divan-ı Harpler vasıtasıy­la tatbik edilmesi ve sivil bidayet mahkemelerinde görülen davaların Meclis komisyonunda tasdik için sıra beklemesi gibi sebepler yüzünden yeni bir kanun tanzim etmek fikri belirdi (s. 19-20).

1920 yazında TBMM Hükümetini en ziyade meşgul eden husus, TBMM adına hareket etmekle beraber cephede ve cephe gerisinde etkili olabilecek silahlı birliklere sahip olmak ve bu gücü kontrol altına alabilmek olmuştu.

İstiklâl Mahkemeleri, 11 Eylül 1920 tarihinde TBMM’nin kabul ettiği 21 sayılı kanunla kuruldu.

Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun caydırıcı bir tesir göstermemesi üzerine Müdafaa-i Milliye Vekaleti’nce hazırlanan, “Firar Ceraimini İrtikâb Edenler Hakkında Kanun” tasarısı (gündeme geldi).

Fevzi Paşa (Çakmak) kanunun tedvinine kendisinin sebep olduğunu belirtmektedir.

Kanun 11 Eylül 1920 tarihinde maddeleri tek tek oylanmak suretiyle kabul edildi.

“Firariler Hakkında Kanun”un uygulaması için Hükümet, 18 Eylül günü Meclis’e bir teklif getirdi. Bu teklife göre 14 yerde İstiklâl Mahkemesi kurulması isteniyordu. Bunlar Kastamonu, Eskişehir, Konya, İsparta, Ankara, Kayseri, Sivas, Maraş, Ma’müretülaziz, Diyarbekir, Bitlis, Refahiye, Erzurum ve Van bölgeleriydi.

Miralay İsmet Bey (İnönü), 14 bölge içinden 7’sinin derhal teşkili hususunda ısrar gösterdi.

İstiklâl Mahkemesi üyelerinin tamamen mebuslardan seçilmesi tenkid konusu edilmişse de, yargıda hızlı ve etkili hareket etmek gibi gerekçelerle tenkid kaale alınmamıştı.

İstiklâl Mahkemesi üyeleri kendi aralarında toplanarak bir beyanname neşrettiler ve asker kaçaklarına, teslim oldukları takdirde affedileceklerini, ama aksine hareket edenlerin en küçük memurdan en büyüğüne kadar yargılanacağını, İstiklâl Mahkemelerinin, “hiç bir kanun maddesine bağlı olmadan ceza verme yetkisine sahip olduğunu” belirttiler. Beyanname, Saruhan mebusu Refik Şevket Bey tarafından hazırlanmıştı / s. 28

İstiklâl Mahkemeleri Nasıl Çalıştı?

İstiklâl Mahkemesinin el koyduğu bir dâvâda istinaf (temyiz) hükümleri işlemiyor, zanlı, savunmasını kendi başına yapmak durumunda kalıyor ve cezalar derhal infaz ediliyordu.

Mahkemeler Meclis adına karar veriyordu

Büyük Millet Meclisi bu dönemde yargı, yasama ve yürütme fonksiyonlarını kendi bünyesinde toplamıştı.

Ankara İstiklâl Mahkemesinin Çalışmaları

7 Ekim'1920’den 31 Temmuz 1921 tarihine kadar çalışan mahkeme, siyasi ağırlık taşıyan önemli dâvâları karara bağladı. Bunların başında Sadrazam Damat Ferit Paşa’nın gıyabında yargılanarak idama mahkum edilmesi gelir. Bu dâvayla birlikte Sevr Muahedesi’ni imzalayan Hâdi, Rıza Tevfik (Bölükbaşı) ve Reşat Halis Beyler de gıyaben yargılanarak idama mahkum edildiler. Bundan başka Gizli Komünist Partisi dâvası (Yeşil Ordu), İngiliz casusu Hint asıllı Mustafa Sagir’in yargılanması, İngilizler’in desteği ile kurularak Anadolu’da bozguncu faaliyetlerde bulunan Kuva-yı İnzibatiye mensuplarının yargılanması, Çerkeş Ethem’in Yunan kuvvetlerine iltihakından sonra kalan kuvvetlerinin tasfiyesi yanında, mıntıkada cereyan eden ve mahkemenin yetki alanına giren diğer suçlara da bakıldı. Mahkemenin ele aldığı dâvâlar arasında gaspdan emniyeti suistimale, askeri eşya satmaktan askerden firara, vatana ihanetten katile, hırsızlıktan rüşvete, eşkıyalıktan isyana kadar geniş bir suç yelpazesi görülmektedir (s. 30-31).

istiklâl Mahkemeleri, Büyük Millet Meclisi’nin 17 Şubat 1921 tarihinde aldığı bir kararla faaliyetlerini durdurdu.

1. TBMM, olağanüstü şartların bir araya getirdiği, olağanüstü yetkilerle donanmış (…)1923 Temmuz’unda ikinci defa yenilenen Meclis, eski meclisin çoğulcu manzarasına, otorite ve nüfuzuna asla erişememiştir.

Birinci İnönü muharebesinde Yunan ordusuna karşı kazanılan psikolojik üstünlük, Hükümetin iç ve dış kamuoyunda varlığını ve inisyatifini kabul ettirmesi, iç isyanların büyük çapta bastırılması ve İstanbul Hükümeti’ne karşı Ankara’nın varlığını kabul ettirmesi gibi faktörler hayli iyimser bir atmosfer doğmasına yardımcı olmuştu.

Kastamonu İstiklâl Mahkemesi üyelerinin, kanunun belirttiği çerçevenin de dışına taşarak asker kaçakları hakkında sert misilleme ve müsadere hükümleri uygulaması Meclis’te sert tartışmalara sebep oldu.

İstiklâl Mahkemelerinin tatil dönemine raslayan tarihlerde İç Anadolu’da yeniden soygun, ayaklanma ve adi suç vakalarında artış görülmesi yüzünden istiklâl Mahkemeleri’nin yeniden faaliyete geçirilmesi fikri olgunluk kazandı.

23 Temmuz 1921 Günü Heyet-i Vekile Reisi sıfatıyla Meclis kürsüsüne gelen Fevzi Paşa (Çakmak) askeri durum hakkında tafsilatlı bilgi verdi.

Bu tedirgin atmosfer içinde Fevzi Paşa Batı Karadeniz bölgesi ve Konya mıntıkasında düşmanın bozguncu faaliyetlerini önlemek gayesiyle birer İstiklâl Mahkemesi kurulmasını teklif etti.

İstiklâl Mahkemeleri’nin ikinci defa faaliyete geçmesinden sonra Meclis’in bu yolda aldığı en önemli siyasi karar, Mustafa Kemal Paşa’ya, hukuken Meclis’in uhdesinde bulunan başkumandanlık yetkisini devreden kanun olmuştur.

Bu kanunla, istiklâl Mahkemeleri, bundan böyle Meclis’e değil, başkumandan sıfatıyla Mustafa Kemal Paşa’nın şahsına bağlanacaktır (s. 39).

Mustafa Kemal Paşa, şahsına devredilen olağanüstü yetkilerini hemen iki gün sonra kullanarak “Tekâlif-i Milliye Emirleri”ni yayınladı

İstiklâl Mahkemeleri de Tekâlif-i Milliye kararlarının yürütülmesindeki aksamaları önlemek üzere görevlendirildi.

Mahkemeler, görevli bulundukları mıntıkalarda TBMM Hükümetinin ve Meclis’in (Başkumandanlık kanunu dolayısıyla Gazi’nin) tam yetkili bir uzvu gibi çalışmaya başladılar.

8 Eylül 1921’de, bilhassa Koçgiri (Zara) mıntıkasında çıkan isyanı söndürmek ve Yozgat isyanının o güne kadar devreden etkilerini ortadan kaldırmak gayesiyle Yozgat İstiklâl Mahkemesi kuruldu.

Bundan böyle İstiklâl Mahkemesi üyelerini Meclis değil, yetkisine binaen Başkumandan seçiyordu (s. 40).

Konya istiklâl Mahkemesi’nin faaliyeti esnasında zaruret sebebiyle kendi adına çalışan Tahkik Heyetleri kurması ve bu heyetleri, kendi yetkileriyle donanmış sayarak, bunları adeta ikinci bir istiklâl Mahkemesi gibi değerlendirmek istemesi hayli ilginçtir. Dahiliye Vekaleti’nin ve Meclis’in tepkisi üzerine bu kurulların faaliyeti sınırlandırıldı (s. 42-43).

Sakarya harbinden sonra istiklâl Mahkemelerinin uyguladığı olağanüstü yargılama biçiminin artık ne derece gerekli olduğu yeniden tartışılmaya başlandı.

1922’nin 20 Temmuz’unda

Reis Hüseyin Rauf Bey, Meclis’e verdiği tezkerede Amasya ve civarında beliren lüzum üzerine yeni bir İstiklâl Mahkemesi kurulması için yetki istedi.

Sinop mebusu Hakkı Hami Bey, (…) Amasya civarında mahkemeye ihtiyaç duyuluyorsa normal hukuk düzeni içinde mahkemelerin takviye edilmesi gerektiğini ileri sürdü. Hakkı Hami Bey’e göre hukuk düzeninde çifte standarta yol açan bu uygulama artık sürmemeliydi

Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey, İstiklâl Mahkemeleri’ne Meclis’in tanıdığı yetkiyi “Cenab-ı Hak Peygamberine dahi vermemişti”.

Ertesi gün yapılan gizli celsede istiklâl Mahkemeleri’nin çalışma usullerini tahkik gayesiyle bir komisyon kurulması teklifi kabul edildi (s. 46).

Bu komisyonun hazırladığı yeni bir kanun teklifi 31 Temmuz 1922 tarihinde kabul edilerek “istiklâl Mehakimi Kanunu” adı altında yeni bir kanun kabul edildi

Meclis, ertesi günü aldı bir kararla eski İstiklâl Mahkemeleri’nin kaldırılmasını karara bağladı (1 Ağustos 1922).

İstiklâl Mehakimi Kanunu

Yapılan en mühim değişiklik, idam cezalarının mutlaka Meclis’in tasdikine sunulması kararı oldu.

Yeni kanunun bir başka özelliği, mahkeme heyeti içine bir de müddeiumumi yerleştirilmesiydi ve müddeiumumi’nin mahkeme kararlarına itiraz hakkı vardı.

 

istiklâl Mehakimi Kanunu’nun kabulünden sonra hükümet 14 Ağustos 1922’de Pontusculuk cereyanına karşı mücadele etmek üzere Amasya ve çevresinde yeniden bir İstiklâl Mahkemesi kurulması için teklifi kabul edildiyse de bu karar fiiliyata geçirilemedi (s. 47).

Mevcut hukuki düzen içinde istiklâl Mahkemeleri’nin kuruluşunu mazur gösterecek bir boşluk bulunmamasına rağmen, “fiili durum”un “hukuki durum”u aşması sonucu istiklâl Mahkemeleri vücut bulmuş oldu.

Bu dönemde istiklâl Mahkemelerinin yaptığı iş, harp hukukunun cephe gerisinde de tatbik edilmesi olmuştur (s. 51).

Barış Döneminde istiklâl Mahkemeleri

Türkiye Cumhuriyeti, Düvel-i Muazzama ile oturduğu Lozan hesaplaşmasında an’anevi Osmanlı statejisinin takipçisi olmayacağını siyasi ve coğrafî platformda kabullenerek, bir bölge devleti olmakla iktifa edeceğini deklare etmiş bulunuyordu (s. 53-54).

İstiklâl Mahkemeleri, doğrusu, siyasi muhalefeti kıpırdamaz hale getirmek için -siyâseten- çok elverişli bir araç teşkil ediyordu.

Birinci Meclis’in feshi ve seçimlerin yenilenmesi, kendisinden sonraki hadiseleri izah etmesi açısından çok önemlidir. 1923 Temmuz’unda yenilenen II. Meclis’te, II. gruba mensup olduğu farzedilen şahıslardan ancak üç kişinin bulunması, tabloyu izah eden önemli bir noktadır.

Muhalefet yapmak Hıyanet-i Vataniye kanununda 15 Nisan’da yapılan değişiklikle (ki bu kararın Birinci Meclis’in son karan olması hayli dikkat çekicidir) imkânsız hale gelmişti,

Milli Mücadeleyi bilfiil yürüten ve idare eden Meclis’in Türk siyasi hayatından uzaklaştırılmasıyla, en ılımlı muhalefet taraftarlarının bile varlığına tahammül gösterilmediği bir dönem başlıyordu (s. 56).

İsmet Paşa, meşhur mektubun Tanin ve İkdam da yayınlanmasının üstünden üç gün geçmeden konuyu Meclis’e getirdi. Aynı gün, İstanbul’da vazife yapmak üzere 31 Temmuz 1922’de çıkarılmış olan “İstiklâl Mehakimi Kanunu” mucibince bir istiklâl Mahkemesi teşkil edilerek, üyeler belirlendi.

Müddeiumumi Vâsıf Bey Aralık’ın 15’inde yapılan ilk duruşmada zanlıların tevkifini talep etti.

Siyasi tarihimize “Gazeteciler dâvası “ olarak geçen bu duruşmada müddeiumumi 25 Aralık’ta iddianamesini okuyarak sanıkların Hiyanet-i Vataniye Kanunu’nun ilk maddesi gereğince cezalandırılmalarını istedi. 2 Ocak 1924 tarihinde açıklanan karara göre yargılanan bütün gazeteciler beraat ettiler.

Bu dâvâ, yeni Cumhuriyet rejimi ile, İstanbul basını arasındaki ilk ciddi güç gösterisi olmak gibi bir anlam taşımaktadır (. 58).

II. Grup’un seçimlerde tamamen tasfiye edilmesinden sonra Meclis, etkili bir muhalefet hareketini besleyecek sivil cihazlardan mahrum kalmış bulunuyordu.

…Halife, İstanbul istiklâl Mahkemesi’nde küçük bir gözdağı verilmiş olmasına rağmen hâlâ ağırlığını devam ettiren İstanbul matbuatı ve klasik değerlere bağlılığını sürdüren toplumun muhafazakâr çoğunluğu, hesaba katılması gereken potansiyel muhalefet merkezleri olarak varlığını devam ettirmekteydi (s. 61).

3 Mart 1924 günü kabul edilen bir kanun teklifi ile Hilâfet kaldırıldı.

Hilafetin kaldırıldığı gün Meclis’te iki önemli kanun daha kabul edildi: Buna göre Şer’iye, Evkaf ve Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekâletleri de kaldırılmış, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabulü ile laik devlet prensibinin yerleştirilmesi için son derece elzem bir alan, İnkılâplar lehine boşaltılmıştı. 3 Mart 1924 tarihi, sadece gelecek İnkılâpların zeminini teşkil etmesi bakımından değil, Milli Mücadelenin başlangıcından beri önemli bir sıklet merkezi durumundaki İstanbul’un maddi ve manevi itibarının da Ankara lehine bozguna uğratılması bakımından da özel bir anlam taşımaktadır (s. 62).

17 Kasım 1924’de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kuruldu.

Fırka’nın programında yer alan “dine hürmetkâr olmak” ibaresi birçok tenkid ve demagojiye konu edilerek TCF, Meclis’te yıkıcı tenkidlere uğratıldı.

Bursa’da yapılan ara seçimlerde CHF’ye karşı Terakkiperver Fırka adayının seçimi kazanması, mukadder bir hesaplaşmayı hızlandıran başlıca âmil oldu (s. 63).

Şeyh Sait İsyanı ve Takrir-i Sükûn Kanunu

Şeyh Sait İsyanı 13 Şubat’ta başladı.

23 Şubat’ta hükümet, 12 il ve 2 ilçede bir ay süreyle sıkıyönetim ilan ederek isyanı bastırmaya teşebbüs etti.

…bu isyanın, İngilizler tarafından tahrik edildiği yaygın bir kanaattir.

25 Şubat’ta yapılan Meclis toplantısında “Hıyanet-i Vataniye Kanunu”nun ilk maddesi tadil edilerek, “Dini veya mukaddesat-ı diniyyeyi, siyasi gayelere esas veya alet ittihaz eden cemiyetler teşkili” vatana ihanet tarifi içine alındı (556 sayılı kanun).

2 Mart 1925’de Fethi Bey (Okyar) istifa etti. 4 Mart günü yerine, sertlik yanlısı siyasetiyle tanınan ismet Paşa atandı, ismet Paşa, isyan suçlularını kovuşturmak için derhal istiklâl Mahkemesi teşkilini talep ettiği gibi “Takrir-i Sükûn” adı verilen kanun teklifiyle, bir nevi olağanüstü hal rejimi ilan ederek, ülkenin her yanında, hükümete ezici bir kudret veren yetkilerin kanunlaşmasını istedi.

Kanun metni dikkatle incelendiğinde görülmektedir ki Takrir-i Sükûn Kanunu ile baskı altına alınan tek kurum basındır.

22 Mart 1925’de Meclis’te yapılan seçim sonucu, şu mebuslar istiklâl Mahkemesi üyesi olarak seçildiler:

Ankara İstiklâl Mahkemesi;

Ali Bey (Çetinkaya)- Başkan

Necip Ali Bey (Küçüka) -Müddeiumumi

Ali Bey (Kılıç)- Üye

Ali Bey (Rize Mebusu)- Üye

Reşit Galip Bey- Yedek üye / s. 69

İsyan Bölgesi istiklâl Mahkemesi,

Duruşmalar esnasında mahkeme heyetinin, isyancılarla Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası arasında hiç değilse “mânevi” bir ilişki araması dikkat çekmektedir.

Gazeteciler Dâvası

Şeyh Sait’in yargılanması devam ederken bazı sanıkların, İstanbul gazetelerinin yayını tesiri altında kaldıklarını ifade etmeleri üzerine Sebilürreşad, Tevhid-i Efkâr, Vatan, Son Telgraf, Tanin, İleri ve İstiklâl gazeteleri hakkında takibata geçti.

İsyan bahane ederek İstanbul matbuatının önemli isimlerini Elazığ’a celbetmesi ve bir müddet sonra Mustafa Kemal Paşa’nın müzaheret telgrafı üzerine sanıkları salıvermesi, bu mahkemenin siyasi kararlardan ne kadar kolayca etkilenebildiğim açıkça gösterir.

İsyan Bölgesi istiklâl Mahkemesi üyelerinden Avni Bey’in(Doğan) hâtıralarında ifade ettiğine göre, mahkeme esnasında Şeyh Said’e, bazı gazete ve yazar isimleri verilerek, bunları itham etmesi halinde cezasının hafifletileceği yolunda vaadde bulunulmuştu (s. 73).

2. Dönem Ankara İstiklâl Mahkemesi 4 Mart 1925 tarihinde kuruldu.

Mahkeme reisliğine Kel Ali lakabıyla mâruf Ali( Çetinkaya), müddeiumumiliğe Necip Ali (Küçüka), üyeliklere Kılıç Ali ve Rize Mebusu Ali (Zırh) Bey seçildiler. Reşit Galip Bey de yedek üye olarak seçildi.

Şeyh Sait isyanı sanıklarının TCF ile ilgisini isbat etmek için en sıradan ifadelerin bile üzerine giden mahkeme, (…) TCF İstanbul Merkez Şubesinin zabıtaca aranarak gerekli evraklara el konulması, bir başka krize yol açtı. Haberi

“Dün Gece TCF Basıldı” başlığıyla veren Tanin gazetesi, bu haberinden dolayı 16 Nisan’da kapatıldı

3 Haziran 1925 tarihinde hükümet, TCF’yi kapattığını açıklayarak Cumhuriyet tarihinin ilk meşru muhalefet hareketine son verdi (s. 75).

Orak-Çekiç dergisiyle birlikte sol eğilimli yayın organları kapatıldı ve 12 Ağustos’ta yapılan duruşmada 6 kişiye 7 yıl, 6 kişiye 10 yıl, aralarında Şefik Hüsnü (Değmer) ve Nazım Hikmet (Ran)’in de bulunduğu 4 kişiye 15 yıl kürek cezası verildi.

Şapka inkılâbını takib eden tekke ve zaviyelerin kapatılmasına ilişkin kanun, Türkiye’nin hayli radikal bir kültür ihtilâli içinde bulunduğunun açık göstergeleriydi.

(Gazi) 24 Ağustos 1925 günü Kastamonu’da, kendisini karşılamaya gelenleri Panama türü bir şapkayla selamladı

Bunu 2 Eylül’de Hükümet’in aldığı 2413 sayılı karar izledi.

Şapka giymeyi bütün ahaliye emreden kanun 25 Kasım 1925’de çıkarıldı.

30 Kasım’da çıkarılan 677 sayılı kanunla tekke ve zaviyeler kapatıldı. 

Başı açık gezmeyi ya da Batı tarzda şapka giymeyi, yerleşik değerlere olduğu kadar inanca da bir müdahale sayan insanlar, Anadolu’nun pek çok yerinde tepkilerini ifade edici eylemde bulundular. Hükümet, şapka inkılâbına karşı doğan tepkileri izale etmek için istiklâl Mahkemelerini kullandı.

Mahkeme 24 Kasım’da Kayseri’ye geldi ve ertesi gün Sivas’a geçti.

Bu dâvâ sonucunda, Sivas’ta belli başlı bütün muhaliflerin şu veya bu sebeple mahkemeye celbedilerek cezaya çarptırılmaları ve Sivas’tan uzaklaştırılmaları, İstiklâl Mahkemesi’nin yargı mantığını izah etmesi bakımından ehemmiyet taşımaktadır (s. 80).

11 Aralık’ta Rize’ye geçen Mahkeme, iki gün süren duruşmada 143 kişiyi yargıladı. 14 Aralık’ta verilen kararda, elebaşı olduğu ileri sürülen 8 kişi idama, 14 kişi onbeş yıl, 22 kişi on yıl, 19 kişi beş yıl hapse mahkum edildi (s. 81).

15 Aralık’ta Giresun’a gelen mahkeme, “dini siyasete alet ederek, şapka aleyhinde bulunan ve halkı hükümete isyana teşvik ettiği” ileri sürülen 60 kişi hakkında hüküm verdi (s. 81-82).

21 Ocak’ta İstanbul’da tevkif edilen Teali-i İslam Cemiyeti mensupları, 1 Şubat’ta ise Erzurum ve Giresun hadisesi zanlıları yargılanmaya başlandı. Bu dâva bünyesinde İskilipli Atıf Hoca’nın, Şapka Kanunu’ndan çok önce yazdığı risale sebeple sanık olarak yargılanması dikkat çekicidir (s. 82).

İzmir Suikastı Davası / s. 84 vd.

İttihatçılar’ın Yargılanması / s. 91 vd.

İstiklâl Mahkemelerinin Sonu

28 Şubat 1927 tarihinde yapılan Cumhuriyet Halk Partisi grup toplantısında Başvekil İsmet Paşa, hadiselerin tamamen yatışmış olduğuna binaen Takrir-i Sükûn Kanunu’nun iki yıl daha uzatılması ama İstiklâl Mahkemeleri’nin 7 Mart 1927’de sona erecek görev süresinin uzatılmamasını istedi. Teklif 2 Mart günü Meclis’te kabul edildi ve istiklâl Mahkemeleri’nin fiili varlığı sona erdi ve Mahkeme elindeki dosyaları normal mahkemelere devretti.

İstiklâl Mehakimi Kanunu ve ekleri, ancak 4 Mayıs 1949 tarihinde 5384 sayılı kanunla yürürlükten kaldırıldı (s. 95).

Yakın tarihimizde kurulmuş bulunan ilk olağanüstü mahkeme, II. Abdülhamid’in, iktidarını pekiştirdikten sonra, amcası Sultan Abdülaziz’in katlini soruşturmak üzere Yıldız Sarayı bahçesinde topladığı “Yıldız Mahkemesi” olmuştur.

31 Mart Vak’asım takib eden günlerde kurulan “Divan-ı Harp”ler oldu.

Divan-ı Harp uygulamaları Meşrutiyet yıllarında tekrar edildi

Divan-ı Harp ve olağanüstü mahkeme geleneğinin, I. TBMM Hükümeti ve Cumhuriyet devrindeki uzantısı İstiklâl Mahkemeleridir.

Yassıada Mahkemelerine mensup bir hâkimin-sanıklara, “sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor!” cümlesi, bir anlamda istiklâl Mahkemesi geleneğinin, çok partili siyasi hayatta bile devam edebildiğinin açık göstergesiydi. 12 Mart’tan sonra kurulan Sıkıyönetim ve Devlet Güvenlik Mahkemeleri, hâlâ olağanüstü bir yargı biçimi olarak mer’i hukukumuz içindeki yerini korumaktadır (s. 98).

1924 yılında teşkilatlanmaya başlayan legal muhalefet, sıradan bir i’tizal hareketi değil, Milli Mücadele’ye imzasını atmış komutanlardan müteşekkil bir siyasi parti görünümündeydi. Halk nazarında kredileri vardı ve fırka programlarında, iktidarın husumetini çekebilecek hiçbir inkılâp aleyhtarı madde bulunmuyordu. TCF muhaliflerince ikiyüzlülük olarak nitelendiren fırka programı, aslında son derece samimidir ve işaret ettiği temel siyasi haklar bakımından Halk Fırkası programından daha Batılı ve ilerici bir espri taşır.

TCF’nin varlığına gösterilen tahammülsüzlük, inkılâp veya cumhuriyet aleyhtarı olmalarından değil, Halk Fırkası’nın ancak şiddet gösterileriyle elinde tutabildiği iktidarı paylaşabilme ihtimalinden kaynaklanıyordu (s. 102).

İstiklâl Mahkemeleri, bilhassa Şapka İnkılâbı’na bağlı dâvâlarda, Taşrada “efkâr-ı umumiye”yi şekillendirmeye kabiliyet ya da istidadı bulunan her güç odağı, İstiklâl Mahkemeleri vasıtasıyla siyâsi mücadelenin dışına itildi (s. 104).

Ergun Aybars, İstiklâl Mahkemeleri isimli eseri

İstiklâl Mahkemelerinin varlığını ve çalışma tarzını bütünüyle “inkılâpları koruma” teorisine dayandırarak, tarih nazarında istiklâl Mahkemelerini “ibrâ” etmek için bize göre gereksiz bir gayret sarf etmiştir.

Kronoloji

23 Nisan 1920 / Büyük Millet Meclisi’nin açılışı

29 Nisan 1920 / Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun kabulü

11 Eylül 1920 / Firariler Hakkında Kanun’un kabulü

26 Eylül 1920 / Firariler Kanunu’nun ilk maddesine yapılan zeylin kabulü, Meclis’te istiklâl Mahkemelerine üye seçilmesi

21 Ekim 1920 / Isparta istiklâl Mahkemesi’nin göreve başlaması

6-10 Ocak 1921 / Birinci İnönü Muharebesi

20 Ocak 1921 / Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun kabulü

19 Şubat 1921 / İstiklâl Mahkemeleri’nin ilk defa tatil edilmesi (Ankara hariç)

23 Tem. 1921 / İstiklâl Mahkemeleri’nin ikinci defa faaliyete geçmesi

5 Ağustos 1921 / Mustafa Kemal Paşa’ya Başkumandanlık yetkisi verilmesi

7-8 Ağustos 1921 / Tekâlif-i Milliye Kararlarının yayınlanması

31 Tem. 1922 / İstiklâl Mehâkimi Kanunu’nun kabulü

1 Ağustos 1922 / İstiklâl Mahkemelerinin kapatılışı

6 Aralık 1922 / İzmir, Kütahya ve Bursa İstiklâl Mahkemesi’nin kurulması

1 Nisan 1923 / I. TBMM’nin yenilenmesi için seçime karar verilmesi

15 Nisan 1923 / Hiyanet-i Vataniye Kanunu’nun ilk maddesinin tâdili

8 Aralık 1923 / İstanbul istiklâl Mahkemesi’ne hâkim seçimi

24 Tem. 1923 / Lozan Anlaşması’nın yürürlüğe girmesi

17 Kasım 1924 / Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşu

19 Aralık 1924 / Asker Milletvekillerinin ordudan istifasını emreden kanun

13 Şubat 1925 / Şeyh Sait İsyanının başlaması

4 Mart 1925 / İsmet Paşa Hükümeti’nin kurulması, Takrir-i Sükûn Kanunu’nun kabulü, isyan Bölgesi ve Ankara istiklâl Mahkemeleri’nin kurulması,

3 Haziran 1925 / Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın hükümetçe kapatılması

25 Kasım 1925 / Şapka İktisası Hakkında Kanun’un Kabulü

16 Haziran 1926 / Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya İzmir’de suikast teşebbüsünün ortaya çıkması

7 Mart 1927 / Mahkeme’nin görev süresinin sona ermesi

4 Mayıs 1949 / İstiklâl Mehakimi Kanunu’nun ekleriyle beraber yürürlükten kaldırılmasını emreden kanunun kabulü

...

Ağaç Yayınları, İstanbul, 1993