Klasik sömürgeciliğin "tasfiyesinden" bu yana (…) içine girilen yeni süreç, ileri sürüldüğü gibi sömürgeciliğin tasfiyesi değil, yeni-sömürgeciliğin yerleşmesi sömürünün ve azgelişmişliğin derinleşmesiydi.
Bu durum kapitalist üretim tarzının evrensel plandaki işleyişinin doğal sonucudur.
Az gelişmiş ülkelerde yoksulluk artar, sefalet derinleşirken, bu ülkelerin küçük bir azınlığı hızla zenginleşmeye devam ediyor.
Bu kitapta yaklaşık beş yüzyıllık tarihi olan sömürgeciliğin kısa bir özeti yapılıyor.
GİRİŞ
Kapitalist gelişme ile azgelişmişlik, aynı tarihsel sürecin
iki yanıdır.
Ekonomik sömürünün sürekliliğini sağlamak için, her aşamaya "uygun" düşen ideolojik destekler gerekliydi. Bu amaçla, sömürgeleştirilen halkların bilincinin çarpıtılıp, kültürel kimliklerinin yokedilmesi için sürekli çaba harcandı.
Yaklaşık beş yüzyıllık bir zaman kesitinde, Avrupalının bu "hümanist" ve uygarlaştırıcı "misyonu" aralıksız devam etti (s. 24).
Başlangıçta "vahşi" ya da "barbar" sayılan sömürgeleştirilmiş toplumlara, ·daha sonraları "geri", "azgelişmiş" vb. dendi. Şimdilerde "kalkınma yolundaki ülkeler" deniyor.
Birinci Bölüm'de "azgelişmişlik" kavramı üzerinde
durulacak.
İkinci Bölüm'de, azgelişmişliğin oluşması ve yeni-sömürgecilik
dönemi olarak adlandırılan II. Dünya Savaşı sonrasına kadarki dönemde geçirdiği
aşamalar ile bu aşamaların temel özellikleri işlenecek.
Üçüncü Bölüm'de, II. Dünya Savaşı sonrasındaki gelişmeler ve
bu gelişmelerin sınırı ele alınıyor.
Dördüncü Bölüm'de, son dünya ekonomik krizinin azgelişmiş
ülkeleri hangi yönde etkilediği ve onları nasıl bir işbölümüne doğru
sürüklediği, bu konudaki olası gelişme eğilimleri incelenmektedir.
Beşinci Bölüm'de ise, dış borçların zenginlerden yoksullara
doğru nasıl bir zenginlik transferine dönüştüğü ve "modern
köleleştirme" aracı haline geldiği tartışılıyor. Olası çözümler üzerinde
duruluyor (s. 29).
BİRİNCİ BÖLÜM
AZGELİŞMİŞLİK NEDİR?
Neoklasik iktisatçılar, "azgelişmişlik" ya da
"gerikalmışlık" kavramlarından, kapitalist gelişmelerinde gecikmiş
veya kalkınma yarışına geç başlamış olma durumunu anlıyorlar.
…dünya ekonomisi, tek bir dinamiğe bağlı ve bu dinamik
tarafından biçimlenen ekonomilerden oluşuyor. Her bir "milli" ekonomi
söz konusu bütünün parçalarıdır. Parça ile bütün, organik ilişkilerle birbirine
bağımlıdır (s. 33).
Eğer kalkınmışlığın ölçütü olarak kişi başına düşen milli
gelir payı alınırsa, Kuveyt'in ABD ve Japonya'dan daha ileri bir ülke sayılması
gerekir.
Ülke zenginliğinin % 90'ına ülke nüfusunun % 10'u el koyduğu
zaman, söz konusu aritmetik ortalama neyi ifade edecektir?
İleri kapitalist ülkelerin, vaktiyle sömürgeleştirip baskı
altında tuttukları, ekonomilerini ve kültürlerini biçimsizleştirdikleri,
kaynaklarını yağma ettikleri ülkeleri şimdilerde kalkındıracaklarını düşünmek,
azgelişmişlik sorununa azgelişmiş bir yaklaşımdır (s. 36).
Yabancı sermaye bir ülkeye, götürdüğünden daha fazlasını
geri getirmek için gider.
"Azgelişmiş ülkeler" kavramı, ister istemez değer
yargısıyla da yüklü bir kavramdır. Azgelişmişlik, gelişmişliğe göre
tanımlandığına göre, demek ki "normal olan" ye "normal
olmayan"lar söz konusudur. "Normal" olanlar gelişmiş olanlar
olduğuna göre, azgelişmişler "anormal"dir,
…gelişmiş ülkeler tarihlerinin hiçbir döneminde azgelişmiş
ülke olmadılar. Kendileri gelişirken, bugünkü azgelişmiş ülkelerin geri
kalmalarına neden oldular.
Kalkınma Teorileri
Salt tarıma dayalı bir kalkınma stratejisinde ısrar etmek,
daha baştan kalkınmayı reddetmek, azgelişmişliğe razı olmaktı. Tarımın gelişmesi
sanayileşmeye, sanayi çıkışlı girdiler kullanmaya bağlıdır (s. 45).
Dengeli kalkınma teorisi, azgelişmiş ülkelerde düşük
ücretler, kişi başına düşük milli gelir ve bunların sonucunda pazarın darlığı
görüşünden hareket ediyordu.
"Dengeli kalkınma" teorisi, zımni olarak
azgelişmiş ülkelerin yoksulluk zincirini kıramayacakları, dolayısıyla da ileri
kapitalist ülkelerin yardımı olmadan kalkınamayacakları görüşünü içeriyor.
Hirschman'ın geliştirdiği "dengesiz kalkınma"
teorisidir. Adından da anlaşıldığı gibi, dengeli kalkınma teorisine tepki
olarak ortaya çıkmıştır.
Hirschman'ın teorisi, ilk defa ithal ikamesi üzerine dikkati
çekmesi dışında, dengeli kalkınma teorisi, karşısında bir orijinalliğe sahip
değildir.
İKİNCİ BÖLÜM
AZGELİŞMİŞLİĞİN OLUŞUMU ve EVRİMİ
Merkantilist Dönem (1500-1770)
Daha başlangıçta kapitalizm, bir dünya sistemi olarak ortaya
çıktı. Yayılmacılık, kapitalizmin doğasında olan bir şeydir.
Avrupalıların dünya ticareti sayesinde büyük servetler
biriktirmeleri, salt ekonomik plandaki üstünlüklerinden ileri gelmiyordu.
Ekonomi dışı faktörler de devreye sokuldu. Korsanlık, eşkiyalık, her türlü
militer baskı, talan ve soykırım, bu üstünlüğü sağlamada önemli olmuştur.
Amerika'nın "keşfinden'' önce sadece Doğu ticaret yolu
biliniyordu.
XVI. yüzyılda Afrika ve Amerika'nın da dünya ticaretine
dahil edilmeleriyle, durum birdenbire değişti.
Mal yüklü gemiler Afrika kıyılarına yanaşıyor; mallar
köleleştirilmiş zencilerle değiştiriliyor; zenci yüklü gemiler Amerika'daki
zengin altın, gümüş madenlerinde ve plantasyonlarda çalıştırılmak üzere yine
mal karşılığı satılıyordu. Gemiler altın, gümüş ve plantasyonlarda üretilen
mallarla yüklü olarak (pamuk, şeker, tropikal ürünler, vb.) Avrupa'nın batısına
dönüyorlardı. Böylece Doğu-Batı ticaret üçgeni sayesinde dünyanın zenginliği
sürekli olarak Avrupa'nın batısına akıyordu (s. 55).
Batı Avrupa'nın, Asya'nın ürünleriyle değiştirebileceği
malları olmadığı için, satın aldığı malların bedelini altın ve gümüşle ödemesi
gerekiyordu. Bu da sürekli olarak kıymetli madenlerin dışarıya kaçmasına neden
oluyordu. O dönemde yürürlükte olan merkantilist politikaların bir amacı da, bu
kıymetli maden akışını durdurmaktı.
XVI. yüzyıldan XIX. yüzyıl ortalarına kadar geçen sürede,
yaklaşık 100 milyon Afrikalının Afrika toprağından sökülüp atıldığı tahmin
ediliyor (s. 57).
Sanayi Devrimi Sonrası
…kapitalizmin "gençlik dönemi"
Merkezde sermaye, ticaretten sanayiye kaydı.
Bu da, hammadde ve tarım ürünlerinin artan oranda çevre
ülkelerden sağlanmasını gerektiriyordu. Daha sonraki aşamada, madenlerin de
çıkartılıp merkeze taşınması gündeme gelecekti (s. 61).
Sanayi Devrimiyle birlikte, İngiltere başta olmak üzere
Fransa, Almanya, vb. çevre ülkelere sanayi ürünleri satmaya başladılar. Fakat
azgelişmiş ülkelere bu ürünlerin satılabilmesi, bu sonuncu ülkelerin
pazarlarının kapitalist sanayi ürünleri tarafından kesin olarak ele geçirilmesi
için, yerli geleneksel zanaatların yıkılması gerekiyordu (s. 62).
Ne ki, geleneksel yöntemlerle de üretilseler, yerli sanayi
ürünlerinin fiyatları her zaman Avrupa'nın fabrika mallarından daha pahalı
değildi. Bu nedenle, bu ülkelerdeki yerli sanayilerin yıkılması, normal
ekonomik rekabetle her zaman mümkün olmuyordu.
1800 yıllarının başında Hindistan, dünyanın en önemli
tekstil üreticisi ve ihracatçısı durumundaydı. Fakat o tarihten sonra Hint
pazarı İngiliz sermayesi tarafından fethedilecektir. Bu fethetme ekonomik
yoldan değil (Hindistan'da maliyet çok daha ucuz olduğundan, tek başına bir
ekonomik fetih olanaksızdı) savaş ve siyaset yoluyla gerçekleşti.
İngiltere'ye giden Hint kumaşlarından yüksek vergi alınmaya
başlandı.
Hindistan'a giren İngiliz kumaşlarından az vergi alındı.
Bundan dolayı 1815 ile 1850 arasında: İngiliz pamukluları
Hindistan'ı istila etmeye başladı.
Hindistan'da yerli sanayinin yıkılması, ülkenin ekonomik ve
sosyal yaşam dengesini alt-üst etti.
R. Palme Dutt, Hindistan'ın ham pamuk ihracatının da İngiliz
sanayisinin ihtiyacı doğrultusunda arttığını ekliyor. Öte yandan, çay dışında
hububat, özellikle pirinç ve buğday ihracatının da 1849'da 858 bin sterlinden,
1914'te 19 milyon 300 bin sterline ulaştığını yazıyor. Üretimin Hintli
insanların ihtiyacı için değil de dış pazarın ihtiyaçları için yapılması, doğal
olarak yiyecek maddeleri üretilen alanların daralması sonucunu doğurmuştu.
Mısır bir uçtan bir uca Lancashire'deki fabrikalara pamuk
yetiştiren büyük bir plantasyona dönüşmüştü. Böylece büyük toprak sahipleriyle
Büyük Britanya arasında bir siyasi ittifak oluştu.
1823'tc Mısır'ın pamuk ihracatı 1,5 milyon sterlindi.
1850'de 5 milyon sterline yükseldi. Mehmet Ali'nin iktidarından sonra durum
daha da belirgin bir hal aldı. Pamuk ihracatı 1880'de 22 milyon sterline,
1913'te ise 60 milyon sterline yükseldi (s. 65).
Kapitalist metropollere yönelik "büyük ölçekte"
üretim yapılması, birçok çevre ülkede, iki sosyal sınıfın güç kazanması ve
siyasal iktidar üzerinde söz sahibi olması sonucunu doğurdu. Bunlar, toprak
zenginleri ve ihracatçılardır.
Osmanlı İmparatorluğunda, merkezi otoritenin etkinliği her
zaman geçerli olmuştur.
K. Buchanon: Felaketlerin en büyüğü, kapitalizmle temasın
yarattığı yeni sınıftır. Bu sınıf sömürge ülkenin yönetiminde görev alanlardan
ve ticaretle uğraşanlardan oluşuyordu ve bağımlı ülkenin sömürülüp kontrol
altında tutulmasında sömürgeci güçlerle aktif bir işbirliği içindeydi. Bu
sınıfın ekonomik gelişmeyle bir ilgisi yoktu. Daha çok parazit bir sosyal
gurubu oluşturuyordu (s. 67).
Tekelci Kapitalizm Dönemi
…sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi sonucu, büyük
tekeller, firma gurupları, karteller, vb. ortaya çıktı.
Karlılık oranları çevre ülkelerde daha yüksek olduğu için, …sermayenin
sömürge ve yarı-sömürge ülkelere ihraç edilmesi,
…sermaye ihracı arttıkça mal ihracı da aynı yönde artış
gösterir…
Bu dönemde en büyük yatırımlar, demiryolu yapımı, liman inşası
ve maden işletmelerine yönelmişti. Bu yatırımlar için gerekli makina ve
teçhizat, gelişmiş kapitalist ülkelerin ihracatında büyük bir sıçramaya neden
olmuştur.
Bu dönemde sermaye ihracı, daha çok devletlere borç verme
şeklinde oluyordu.
Bu dönemde ulaşım sektörünün geliştirilmesi, hem maden ve
enerji kaynaklarını sanayileşmiş ülkelere taşımak, hem de çevre ülkelerin en
uzak yörelerine kadar sanayi mallarını ulaştırmak için gerekliydi.
Demiryollarının finansmanı için gerekli para da, köylülerden alman ve her
seferinde daha da ağırlaşan vergilerden sağlanıyordu (s. 71).
Kapitalist gelişmenin tekelci evresinde, çevre ülkeler kesin
olarak azgelişmişlik yapılarına dönüştüler.
İlk başta, çeşitli ülkeler az sayıda ya da tek bir malda
"uzmanlaştılar".
Çevre ülkelerin neyi üretecekleri, bütünüyle merkezdeki
gelişmeler tarafından belirleniyordu.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
YENİ SÖMÜRGECİLİK DÖNEMİNDE AZGELİŞMİŞLİĞİN GELİŞMESİ
…kapitalizm, 1910'lu yıllardan başlayarak, İkinci Dünya
Savaşı sonlarına kadar devam edecek olan yapısal bir kriz dönemine girdi.
Yaklaşık otuz yıllık bir gerileme döneminde, iki dünya savaşı oldu.
Avusturya-Macaristan, Çarlık Rusyası ve Osmanlı İmparatorlukları çöktü. Bu
yapısal kriz döneminde, bir de kapitalizmin "büyük krizi", 1929
Buhranı ya da "aşırı üretim krizi" denilen kriz patlak verdi (s. 83).
Savaş sonrasında
Uluslararası hiyerarşide hegemonya, İngiltere'den
Atlantik'in öteki yakasındaki ABD'ye geçiyordu.
Amerikan ekonomisinin bu üstünlüğü, bazı düzenleme ve
kurumlar oluşturularak da pekiştirildi. Bunlardan birincisi, Bretton-Woods para
antlaşmasıdır. 1944'te yapılan bu antlaşmayla ABD, kendi çıkarlarına hizmet
edecek ve diğer ülkeleri güdüm altına almasını kolaylaştıracak bir para
sistemini öteki ülkelere kabul ettirdi.
Bu aşamadan sonra, klasik sömürgecilik tasfiye edilme yoluna
giriyor ve yeni tip bir sömürgecilik ( neo-colonialisme) yerleşmeye başlıyordu.
ABD'nin kesin üstünlük kurmasında (…) ideolojik bir kozu
ustaca kullanmasının da rolü olmuştur. Bu, "soğuk savaş"tı.
İkinci Dünya Savaşı sonrasına damgasını vuran ikinci önemli
olgu, bağımsızlık hareketlerinin yaygınlık kazanmasıdır.
Klasik sömürgecilik ya da doğrudan kontrol, yerini, yeni tip
bir sömürgeciliğe, dolaylı kontrola bırakmış oluyordu.
Üstelik, dolaylı denetim durumunda, sömürgeci ülke bir kısım
harcamalardan da kurtulmuş oluyordu. Böylece, doğrudan sömürgecilik durumunda
sömürgeci devlet tarafından yapılan harcamalar, yerli yöneticilere devredilmiş
oluyordu.
Yeni bağımsızlıklar, çokuluslu şirketlerin işini kolaylaştırıcı
sonuçlar doğurmuştur.
Biçimsel olarak bağımsızlığa kavuşan yeni devletler,
"modernleşmek", "çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak",
"Batılılaşmak", ''sanayileşmek"; son tahlilde Batı gibi
kapitalist olmak istiyorlardı.
Bağımsızlık sonrasında Batılı yaşama tarzı daha yoğun olarak
taklit edilmeye başlandı.
Cezayir Kurtuluş Hareketi,
Cezayir, Fransa'nın kaybedilmiş bir pazarı değildi.
"Fransa'nın bu sonuncu ülkeye [Cezayir] yaptığı ihracat, 1972-1974
döneminde iki buçuk kat artarak, 1972'de 2.38 milyar franktan, 1974'te 6.2
milyar franga yükselmiştir.
…herhangi bir hareketin anti-emperyalist olup olmadığı, o
hareketi yönetenlerin sözlerine bakarak değil, üretim, ticaret, hakimiyet
ilişkilerinin aldığı yeni biçime ve bunun ne yönde geliştiğine bakarak anlaşılır.
Toplumsal süreçleri belirleyip yönlendiren, bazı siyasi liderlerin kuruntuları
değil, maddi çıkar ilişkileridir (s. 88).
"Sosyalist" denilen ülkeler, kapitalist dünya
sisteminden bağımsız bir bütünlük oluşturabilmiş değillerdi, böyle bir şey
zaten olanaksızdır.
Üretim ve tüketim alanlarında Batı'yı taklit eden bu
ülkelerin, kapitalizmden ayrı bir "yaşam tarzı" oluşturmalarına
olanak yoktu. Hem Batı'nın üretim ve tüketim "modelini" taklit etmek,
hem de ondan bağımsız, değişik bir "yaşam tarzı" oluşturmak, teorik
olarak bile mümkün değildir.
İleri kapitalist ülkeler daha ileri teknolojilere kaydıkça,
görece geri, karlılık oranları düşük olanların çevre ülkelere kaydırılması
(delocalisation) ve ticari ilişkilerin de bu değişime ayak uydurması gerekiyor.
"ithal ikameci sanayileşme"nin belirgin niteliği /
En basit malların üretimi için bile, önemli bir ithal gereksinmesi ortaya
çıkıyor. Türkiye'de imalat sanayiinin kullandığı ithalat girdilerinin üretim
maliyetleri içindeki payı, yaklaşık % 40 civarındadır (s. 105).
…azgelişmiş ülkelerdeki ithal ikameci sanayileşme, çokuluslu
şirketler için pazarı genişletmenin bir yolu olmuştur. Çoğunlukla azgelişmiş
ülkelerdeki sanayiler çokuluslu şirketlerin bu ülkelerdeki uzantıları
sayılabilir.
1970'li yılların sonlarından itibaren bazı azgelişmiş
ülkeler hafif sanayi ürünleri ihracatçısı durumuna geldiler.
1960'tan sonra bazı azgelişmiş ülkelerden merkeze doğru emek
ihracı da önemli boyutlara ulaşmıştır. Fakat uluslararası kapitalizmin yeniden
krize girmesiyle bu işgücü akımı durmuş; dahası, geri dönüşler hızlanmıştır (s.
110-111).
İç pazara dönük olduğu için gerekli dövizi sağlayamayan
sanayiyi, geleneksel malların ihracıyla sağlanan dövizlerle sürdürmenin de
olanaksız olduğu koşullarda, dış borçlanma zorunlu hale geliyor. Daha çok
sanayi ürünü daha çok ithalatla, daha çok ithalat daha çok dövizle, daha çok
döviz de ancak daha çok borçlanmayla olanaklıdır.
Azgelişmiş ülkelerde geleneksel (yerli) sanayilerin, el
sanatlarının yıkılmasıyla, bu ülkeler teknolojik yönden ileri sanayi ülkelerine
bağımlı hale gelmişlerdi.
Bu aşamadan sonra, gerekli her türlü makina, teçhizat, vb.
ancak sanayileşmiş ülkelerden sağlanabilirdi.
İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme kadar, sömürge ve
yarı-sömürge ülkelerin ileri kapitalist ülkelere bağımlılıkları daha çok ticari
nitelikteydi. İkinci Savaş sonrasında gelişen bağımlı sanayileşme süreciyle
birlikte, teknolojik bağımlılık birinci plana çıktı.
Teknoloji üretimi hem ileri kapitalist ülkelerin
tekelindedir, hem de uluslararası yasalarla korunmaktadır. Bu koşullarda
azgelişmiş ülkeler, sanayileşmiş kapitalist ülkelerin kendilerine empoze
ettikleri teknolojiyi kabullenmek durumundalar.
Azgelişmiş ülkeler sanayileştikçe / işsiz sayısı da
kabarıyor.
Herhangi bir sanayi ünitesi kurulduğu zaman, kurulan bu
sanayi geriye ve ileriye doğru kümülatif sonuçlar doğurur. Örneğin otomobil
üretimi başlatılınca bu süreç geriye doğru da bir talep, dolayısıyla üretim ve
istihdam yaratır. Eğer çelik sanayii, motor sanayii vb. kurulmadan otomobil
üretimi başlatılırsa, böyle bir ülkede geriye doğru talep yaratılamaz;
dolayısıyla istihdam da yaratılamaz. Bu durumda, söz konusu malların ithal
edildiği ülkeler lehine bir istihdam kaybı söz konusudur (s. 119-120).
Kurulan sanayi, niteliği gereği, yeterli iş alanı
yaratamayınca, hızlı nüfus artışı ve iç göçler sonucu büyük kentlerde biriken
nüfus ya işsiz kalmakta; ya da sosyal verimliliği düşük işlerde / çalışmak
zorunda kalmaktadır.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
YENİ DÜNYA EKONOMİK KRİZİ VE AZGELİŞMİŞLİĞİN DERİNLEŞMESİ
1973 krizi
Batı Avrupa ve Japonya ekonomileri, 1950'li yılların
sonlarına gelindiğinde ABD ile aralarındaki farkı büyük ölçüde kapatmış
durumdaydılar.
Böylece ABD'nin kapitalist dünyadaki tartışılmaz liderliği
tartışılabilir duruma gelmişti.
Dünya ekonomisini saran resesyonun gerçek nedenini gizlemek
ve krizin sorumluluğunu petrol üretici Arap ülkelerinin üzerine atmak için bir
fırsat ortaya çıkmıştı. Batılı hakim çevreler, bu rastlantının nimetinden
yararlanmakta gecikmediler. Bütün kitle iletişim araçlarını harekete geçirerek,
anti-Arap bir kampanya başlattılar.
…kriz, petrol fiyatlarının yükseltilmesinin sonucu ortaya
çıkmamıştı.
ABD, petrol fiyatlarını bir koz olarak kullanarak, kendi
ekonomik ve ticari hegemonyasını tehdit eden Batı Avrupa ve Japonya ekonomilerine
bir darbe vurmak istemişti.
1970'li yıllarda, değişmekte olan uluslararası işbölümüne
uygun olarak, bazı azgelişmiş ülkeler sanayi ürünleri ihraç etmeye başladılar.
Örneğin Tayvan ve Güney Kore'de, sanayinin dünya pazarına
dönük hale getirilmesi, ithal ikameci modelin tıkanmasından sonra olmuştur.
En büyük 75 medya şirketinin 39'u Amerikan, 25'i
Batı-Avrupa, 8'i Japonların... Dünya zenginliğine el koyanlar iletişim alanını
hemen tümüyle denetlerken, bu denetim onların egemenliğini daha da derinleştiriyor
(s. 141).
Azgelişmiş ülkelerin zaten çok düşük olan ihraç malları
fiyatları daha da düşürülerek hem kaynak transferi derinleştirilmek isteniyor,
hem de sanayileşmiş ülkelerde enflasyonu düşürmek bu sayede mümkün oluyor.
Elbette azgelişmiş ülkelerin işbirlikçi sınıfları da yağmadan pay
alabiliyorlar. Emperyalistlerin önerilerine aşırı düzeyde duyarlı olmalarının
nedeni budur. Tarihte yaşanmış özel durumların başkaları tarafından taklit
edilmeleri olanaksız olduğu gibi, arzulanır bir şey de olmamalıdır (s. 146).
BEŞİNCİ BÖLÜM
DIŞ BORÇLAR: YOKSULLARIN ZENGİNLERE YARDIMI
II. Dünya Savaşı sonrasında azgelişmiş ülkelerde benimsenen
"büyüme modelleri" genel olarak Batı'yı taklit eden ve Batılılar
tarafından önerilen modellerdi.
Son tahlilde, sanayileşmiş ülkeler borçlandırma yoluyla
azgelişmiş ülkeleri denetimleri altında tutmanın yolunu bulmuşlardı.
(II. Dünya Savaşı öncesi) dönemde borçlandırmanın asıl
amacı, azgelişmiş ülkeleri kapitalizme bağımlı hale getirmekti. II. Dünya
Savaşı'ndan sonra ise borçlandırma, bu ülkelerin emperyalizmden kopmalarını
önleme amacı taşıyordu.
Her iki dönemde de borçlandırmanın dar anlamda amacı; borç
verenler için yüksek gelir (faiz), sanayi ürünleri için pazar, hammaddelerin
ucuza sağlanması anlamına gelir.
Büyüme Modelleri / Batı tipi tüketimi taklit eden bir
azınlığın ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliktir. Bu ülkelerde kurulan Sanayiler
çoğunlukla teknoloji, teçhizat, ara-malı ve hammadde ithaline yüksek düzeyde
bağımlı sanayilerdir. Kullandıkları teknolojiyi kendileri üretemediği için,
yüksek düzeyde teknolojik bağımlılık söz konusudur. Dolayısıyla hem ithalat
bağımlılığı yüksek, hem de üretilen mallar iç pazara yönelik olduğu için,
sanayinin ihtiyaç duyduğu dövizi sağlaması mümkün değildir (s. 149).
Bugün insanlığın karşı karşıya olduğu ekolojik sorunların,
dünya nüfusunun yaklaşık % 20'sinin oluşturdukları halde dünya kaynaklarının
neredeyse % 80'ini kullanan zengin ülkelerden kaynaklandığında şüphe yoktur.
…borç ödemelerinin durdurulması gerekiyor.
Ne var ki, bir başına borç ödemelerinin durdurulması sorunun
çözümü için yeterli koşul değildir. Bu nedenle de, sadece borçlar değil,
"gelişmiş" ve azgelişmiş ülkeler arasındaki eşitsiz ilişkilerin ve
dengesizliklerin gündeme getirilmesi gerekiyor. Bir kere azgelişmiş ülkelerde
geçerli (Batıyı taklit etmeye çabalayan) büyüme modellerinin terkedilmesi
gerekiyor (s. 168).
SONUÇ YERİNE
Kapitalist üretim tarzı, bir sömürü metabolizması şeklinde
gelişiyor. Gelişip yayıldıkça, henüz kapitalist üretim tarzını tanımayan pre-kapitalist
sosyo-ekonomik formasyonları etkisi altına alıyor. İşte azgelişmişlik, bu
yayılmanın bir sonucu olarak ortaya çıkıyor (s. 171).
…kapitalist üretim tarzı varlığını korudukça azgelişmişlik
de yeniden üretilmeye devam edilecektir.
…kapitalizme ve emperyalizme karşı verilecek mücadele, sadece
eşitlikçi, özgürlükçü, sömürüsüz ve baskının olmadığı, insanların tüm
potansiyel yeteneklerinin filizlenip gelişmesine uygun koşulların yaratılacağı bir
toplumsal düzen oluşturma amacıyla da sınırlı değildir. Bizatihi gezegenin ve
onun üzerinde yaşayan tüm canlıların varoluşunun ve geleceğinin de yegâne
güvencesidir.
…
İmge Kitabevi Yayınları, 1991
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder