9 Haziran 2021 Çarşamba

Azgelişmişliğin Sürekliliği

Fikret Başkaya - Azgelişmişliğin Sürekliliği

Klasik sömürgeciliğin "tasfiyesinden" bu yana (…) içine girilen yeni süreç, ileri sürüldüğü gibi sömürgeciliğin tasfiyesi değil, yeni-sömürgeciliğin yerleşmesi sömürünün ve azgelişmişliğin derinleşmesiydi.

Bu durum kapitalist üretim tarzının evrensel plandaki işleyişinin doğal sonucudur.

Az gelişmiş ülkelerde yoksulluk artar, sefalet derinleşirken, bu ülkelerin küçük bir azınlığı hızla zenginleşmeye devam ediyor.

Bu kitapta yaklaşık beş yüzyıllık tarihi olan sömürgeciliğin kısa bir özeti yapılıyor.

GİRİŞ

Kapitalist gelişme ile azgelişmişlik, aynı tarihsel sürecin iki yanıdır.

Ekonomik sömürünün sürekliliğini sağlamak için, her aşamaya "uygun" düşen ideolojik destekler gerekliydi. Bu amaçla, sömürgeleştirilen halkların bilincinin çarpıtılıp, kültürel kimliklerinin yokedilmesi için sürekli çaba harcandı.

Yaklaşık beş yüzyıllık bir zaman kesitinde, Avrupalının bu "hümanist" ve uygarlaştırıcı "misyonu" aralıksız devam etti (s. 24).

Başlangıçta "vahşi" ya da "barbar" sayılan sömürgeleştirilmiş toplumlara, ·daha sonraları "geri", "azgelişmiş" vb. dendi. Şimdilerde "kalkınma yolundaki ülkeler" deniyor.

 

Birinci Bölüm'de "azgelişmişlik" kavramı üzerinde durulacak.

İkinci Bölüm'de, azgelişmişliğin oluşması ve yeni-sömürgecilik dönemi olarak adlandırılan II. Dünya Savaşı sonrasına kadarki dönemde geçirdiği aşamalar ile bu aşamaların temel özellikleri işlenecek.

Üçüncü Bölüm'de, II. Dünya Savaşı sonrasındaki gelişmeler ve bu gelişmelerin sınırı ele alınıyor.

Dördüncü Bölüm'de, son dünya ekonomik krizinin azgelişmiş ülkeleri hangi yönde etkilediği ve onları nasıl bir işbölümüne doğru sürüklediği, bu konudaki olası gelişme eğilimleri incelenmektedir.

Beşinci Bölüm'de ise, dış borçların zenginlerden yoksullara doğru nasıl bir zenginlik transferine dönüştüğü ve "modern köleleştirme" aracı haline geldiği tartışılıyor. Olası çözümler üzerinde duruluyor (s. 29).

 

BİRİNCİ BÖLÜM

AZGELİŞMİŞLİK NEDİR?

Neoklasik iktisatçılar, "azgelişmişlik" ya da "gerikalmışlık" kavramlarından, kapitalist gelişmelerinde gecikmiş veya kalkınma yarışına geç başlamış olma durumunu anlıyorlar.

 

…dünya ekonomisi, tek bir dinamiğe bağlı ve bu dinamik tarafından biçimlenen ekonomilerden oluşuyor. Her bir "milli" ekonomi söz konusu bütünün parçalarıdır. Parça ile bütün, organik ilişkilerle birbirine bağımlıdır (s. 33).

 

Eğer kalkınmışlığın ölçütü olarak kişi başına düşen milli gelir payı alınırsa, Kuveyt'in ABD ve Japonya'dan daha ileri bir ülke sayılması gerekir.

 

Ülke zenginliğinin % 90'ına ülke nüfusunun % 10'u el koyduğu zaman, söz konusu aritmetik ortalama neyi ifade edecektir?

 

İleri kapitalist ülkelerin, vaktiyle sömürgeleştirip baskı altında tuttukları, ekonomilerini ve kültürlerini biçimsizleştirdikleri, kaynaklarını yağma ettikleri ülkeleri şimdilerde kalkındıracaklarını düşünmek, azgelişmişlik sorununa azgelişmiş bir yaklaşımdır (s. 36).

 

Yabancı sermaye bir ülkeye, götürdüğünden daha fazlasını geri getirmek için gider.

 

"Azgelişmiş ülkeler" kavramı, ister istemez değer yargısıyla da yüklü bir kavramdır. Azgelişmişlik, gelişmişliğe göre tanımlandığına göre, demek ki "normal olan" ye "normal olmayan"lar söz konusudur. "Normal" olanlar gelişmiş olanlar olduğuna göre, azgelişmişler "anormal"dir,

 

…gelişmiş ülkeler tarihlerinin hiçbir döneminde azgelişmiş ülke olmadılar. Kendileri gelişirken, bugünkü azgelişmiş ülkelerin geri kalmalarına neden oldular.

 

Kalkınma Teorileri

Salt tarıma dayalı bir kalkınma stratejisinde ısrar etmek, daha baştan kalkınmayı reddetmek, azgelişmişliğe razı olmaktı. Tarımın gelişmesi sanayileşmeye, sanayi çıkışlı girdiler kullanmaya bağlıdır (s. 45).

 

Dengeli kalkınma teorisi, azgelişmiş ülkelerde düşük ücretler, kişi başına düşük milli gelir ve bunların sonucunda pazarın darlığı görüşünden hareket ediyordu.

 

"Dengeli kalkınma" teorisi, zımni olarak azgelişmiş ülkelerin yoksulluk zincirini kıramayacakları, dolayısıyla da ileri kapitalist ülkelerin yardımı olmadan kalkınamayacakları görüşünü içeriyor.

 

Hirschman'ın geliştirdiği "dengesiz kalkınma" teorisidir. Adından da anlaşıldığı gibi, dengeli kalkınma teorisine tepki olarak ortaya çıkmıştır.

Hirschman'ın teorisi, ilk defa ithal ikamesi üzerine dikkati çekmesi dışında, dengeli kalkınma teorisi, karşısında bir orijinalliğe sahip değildir.

 

İKİNCİ BÖLÜM

AZGELİŞMİŞLİĞİN OLUŞUMU ve EVRİMİ

Merkantilist Dönem (1500-1770)

Daha başlangıçta kapitalizm, bir dünya sistemi olarak ortaya çıktı. Yayılmacılık, kapitalizmin doğasında olan bir şeydir.

 

Avrupalıların dünya ticareti sayesinde büyük servetler biriktirmeleri, salt ekonomik plandaki üstünlüklerinden ileri gelmiyordu. Ekonomi dışı faktörler de devreye sokuldu. Korsanlık, eşkiyalık, her türlü militer baskı, talan ve soykırım, bu üstünlüğü sağlamada önemli olmuştur.

 

Amerika'nın "keşfinden'' önce sadece Doğu ticaret yolu biliniyordu.

XVI. yüzyılda Afrika ve Amerika'nın da dünya ticaretine dahil edilmeleriyle, durum birdenbire değişti.

 

Mal yüklü gemiler Afrika kıyılarına yanaşıyor; mallar köleleştirilmiş zencilerle değiştiriliyor; zenci yüklü gemiler Amerika'daki zengin altın, gümüş madenlerinde ve plantasyonlarda çalıştırılmak üzere yine mal karşılığı satılıyordu. Gemiler altın, gümüş ve plantasyonlarda üretilen mallarla yüklü olarak (pamuk, şeker, tropikal ürünler, vb.) Avrupa'nın batısına dönüyorlardı. Böylece Doğu-Batı ticaret üçgeni sayesinde dünyanın zenginliği sürekli olarak Avrupa'nın batısına akıyordu (s. 55).

 

Batı Avrupa'nın, Asya'nın ürünleriyle değiştirebileceği malları olmadığı için, satın aldığı malların bedelini altın ve gümüşle ödemesi gerekiyordu. Bu da sürekli olarak kıymetli madenlerin dışarıya kaçmasına neden oluyordu. O dönemde yürürlükte olan merkantilist politikaların bir amacı da, bu kıymetli maden akışını durdurmaktı.

 

XVI. yüzyıldan XIX. yüzyıl ortalarına kadar geçen sürede, yaklaşık 100 milyon Afrikalının Afrika toprağından sökülüp atıldığı tahmin ediliyor (s. 57).

 

Sanayi Devrimi Sonrası

…kapitalizmin "gençlik dönemi"

Merkezde sermaye, ticaretten sanayiye kaydı.

 

Bu da, hammadde ve tarım ürünlerinin artan oranda çevre ülkelerden sağlanmasını gerektiriyordu. Daha sonraki aşamada, madenlerin de çıkartılıp merkeze taşınması gündeme gelecekti (s. 61).

 

Sanayi Devrimiyle birlikte, İngiltere başta olmak üzere Fransa, Almanya, vb. çevre ülkelere sanayi ürünleri satmaya başladılar. Fakat azgelişmiş ülkelere bu ürünlerin satılabilmesi, bu sonuncu ülkelerin pazarlarının kapitalist sanayi ürünleri tarafından kesin olarak ele geçirilmesi için, yerli geleneksel zanaatların yıkılması gerekiyordu (s. 62).

 

Ne ki, geleneksel yöntemlerle de üretilseler, yerli sanayi ürünlerinin fiyatları her zaman Avrupa'nın fabrika mallarından daha pahalı değildi. Bu nedenle, bu ülkelerdeki yerli sanayilerin yıkılması, normal ekonomik rekabetle her zaman mümkün olmuyordu.

 

1800 yıllarının başında Hindistan, dünyanın en önemli tekstil üreticisi ve ihracatçısı durumundaydı. Fakat o tarihten sonra Hint pazarı İngiliz sermayesi tarafından fethedilecektir. Bu fethetme ekonomik yoldan değil (Hindistan'da maliyet çok daha ucuz olduğundan, tek başına bir ekonomik fetih olanaksızdı) savaş ve siyaset yoluyla gerçekleşti.

 

İngiltere'ye giden Hint kumaşlarından yüksek vergi alınmaya başlandı.

Hindistan'a giren İngiliz kumaşlarından az vergi alındı.

Bundan dolayı 1815 ile 1850 arasında: İngiliz pamukluları Hindistan'ı istila etmeye başladı.

 

Hindistan'da yerli sanayinin yıkılması, ülkenin ekonomik ve sosyal yaşam dengesini alt-üst etti.

 

R. Palme Dutt, Hindistan'ın ham pamuk ihracatının da İngiliz sanayisinin ihtiyacı doğrultusunda arttığını ekliyor. Öte yandan, çay dışında hububat, özellikle pirinç ve buğday ihracatının da 1849'da 858 bin sterlinden, 1914'te 19 milyon 300 bin sterline ulaştığını yazıyor. Üretimin Hintli insanların ihtiyacı için değil de dış pazarın ihtiyaçları için yapılması, doğal olarak yiyecek maddeleri üretilen alanların daralması sonucunu doğurmuştu.

 

Mısır bir uçtan bir uca Lancashire'deki fabrikalara pamuk yetiştiren büyük bir plantasyona dönüşmüştü. Böylece büyük toprak sahipleriyle Büyük Britanya arasında bir siyasi ittifak oluştu.

1823'tc Mısır'ın pamuk ihracatı 1,5 milyon sterlindi. 1850'de 5 milyon sterline yükseldi. Mehmet Ali'nin iktidarından sonra durum daha da belirgin bir hal aldı. Pamuk ihracatı 1880'de 22 milyon sterline, 1913'te ise 60 milyon sterline yükseldi (s. 65).

 

Kapitalist metropollere yönelik "büyük ölçekte" üretim yapılması, birçok çevre ülkede, iki sosyal sınıfın güç kazanması ve siyasal iktidar üzerinde söz sahibi olması sonucunu doğurdu. Bunlar, toprak zenginleri ve ihracatçılardır.

 

Osmanlı İmparatorluğunda, merkezi otoritenin etkinliği her zaman geçerli olmuştur.

 

K. Buchanon: Felaketlerin en büyüğü, kapitalizmle temasın yarattığı yeni sınıftır. Bu sınıf sömürge ülkenin yönetiminde görev alanlardan ve ticaretle uğraşanlardan oluşuyordu ve bağımlı ülkenin sömürülüp kontrol altında tutulmasında sömürgeci güçlerle aktif bir işbirliği içindeydi. Bu sınıfın ekonomik gelişmeyle bir ilgisi yoktu. Daha çok parazit bir sosyal gurubu oluşturuyordu (s. 67).

 

Tekelci Kapitalizm Dönemi

…sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi sonucu, büyük tekeller, firma gurupları, karteller, vb. ortaya çıktı.

 

Karlılık oranları çevre ülkelerde daha yüksek olduğu için, …sermayenin sömürge ve yarı-sömürge ülkelere ihraç edilmesi,

…sermaye ihracı arttıkça mal ihracı da aynı yönde artış gösterir…

Bu dönemde en büyük yatırımlar, demiryolu yapımı, liman inşası ve maden işletmelerine yönelmişti. Bu yatırımlar için gerekli makina ve teçhizat, gelişmiş kapitalist ülkelerin ihracatında büyük bir sıçramaya neden olmuştur.

 

Bu dönemde sermaye ihracı, daha çok devletlere borç verme şeklinde oluyordu.

Bu dönemde ulaşım sektörünün geliştirilmesi, hem maden ve enerji kaynaklarını sanayileşmiş ülkelere taşımak, hem de çevre ülkelerin en uzak yörelerine kadar sanayi mallarını ulaştırmak için gerekliydi. Demiryollarının finansmanı için gerekli para da, köylülerden alman ve her seferinde daha da ağırlaşan vergilerden sağlanıyordu (s. 71).

 

Kapitalist gelişmenin tekelci evresinde, çevre ülkeler kesin olarak azgelişmişlik yapılarına dönüştüler.

 

İlk başta, çeşitli ülkeler az sayıda ya da tek bir malda "uzmanlaştılar".

Çevre ülkelerin neyi üretecekleri, bütünüyle merkezdeki gelişmeler tarafından belirleniyordu.

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

YENİ SÖMÜRGECİLİK DÖNEMİNDE AZGELİŞMİŞLİĞİN GELİŞMESİ

…kapitalizm, 1910'lu yıllardan başlayarak, İkinci Dünya Savaşı sonlarına kadar devam edecek olan yapısal bir kriz dönemine girdi. Yaklaşık otuz yıllık bir gerileme döneminde, iki dünya savaşı oldu. Avusturya-Macaristan, Çarlık Rusyası ve Osmanlı İmparatorlukları çöktü. Bu yapısal kriz döneminde, bir de kapitalizmin "büyük krizi", 1929 Buhranı ya da "aşırı üretim krizi" denilen kriz patlak verdi (s. 83).

 

Savaş sonrasında

Uluslararası hiyerarşide hegemonya, İngiltere'den Atlantik'in öteki yakasındaki ABD'ye geçiyordu.

 

Amerikan ekonomisinin bu üstünlüğü, bazı düzenleme ve kurumlar oluşturularak da pekiştirildi. Bunlardan birincisi, Bretton-Woods para antlaşmasıdır. 1944'te yapılan bu antlaşmayla ABD, kendi çıkarlarına hizmet edecek ve diğer ülkeleri güdüm altına almasını kolaylaştıracak bir para sistemini öteki ülkelere kabul ettirdi.

 

Bu aşamadan sonra, klasik sömürgecilik tasfiye edilme yoluna giriyor ve yeni tip bir sömürgecilik ( neo-colonialisme) yerleşmeye başlıyordu.

 

ABD'nin kesin üstünlük kurmasında (…) ideolojik bir kozu ustaca kullanmasının da rolü olmuştur. Bu, "soğuk savaş"tı.

 

İkinci Dünya Savaşı sonrasına damgasını vuran ikinci önemli olgu, bağımsızlık hareketlerinin yaygınlık kazanmasıdır.

Klasik sömürgecilik ya da doğrudan kontrol, yerini, yeni tip bir sömürgeciliğe, dolaylı kontrola bırakmış oluyordu.

Üstelik, dolaylı denetim durumunda, sömürgeci ülke bir kısım harcamalardan da kurtulmuş oluyordu. Böylece, doğrudan sömürgecilik durumunda sömürgeci devlet tarafından yapılan harcamalar, yerli yöneticilere devredilmiş oluyordu.

Yeni bağımsızlıklar, çokuluslu şirketlerin işini kolaylaştırıcı sonuçlar doğurmuştur.

 

Biçimsel olarak bağımsızlığa kavuşan yeni devletler, "modernleşmek", "çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak", "Batılılaşmak", ''sanayileşmek"; son tahlilde Batı gibi kapitalist olmak istiyorlardı.

 

Bağımsızlık sonrasında Batılı yaşama tarzı daha yoğun olarak taklit edilmeye başlandı.

 

Cezayir Kurtuluş Hareketi,

Cezayir, Fransa'nın kaybedilmiş bir pazarı değildi. "Fransa'nın bu sonuncu ülkeye [Cezayir] yaptığı ihracat, 1972-1974 döneminde iki buçuk kat artarak, 1972'de 2.38 milyar franktan, 1974'te 6.2 milyar franga yükselmiştir.

 

…herhangi bir hareketin anti-emperyalist olup olmadığı, o hareketi yönetenlerin sözlerine bakarak değil, üretim, ticaret, hakimiyet ilişkilerinin aldığı yeni biçime ve bunun ne yönde geliştiğine bakarak anlaşılır. Toplumsal süreçleri belirleyip yönlendiren, bazı siyasi liderlerin kuruntuları değil, maddi çıkar ilişkileridir (s. 88).

 

"Sosyalist" denilen ülkeler, kapitalist dünya sisteminden bağımsız bir bütünlük oluşturabilmiş değillerdi, böyle bir şey zaten olanaksızdır.

Üretim ve tüketim alanlarında Batı'yı taklit eden bu ülkelerin, kapitalizmden ayrı bir "yaşam tarzı" oluşturmalarına olanak yoktu. Hem Batı'nın üretim ve tüketim "modelini" taklit etmek, hem de ondan bağımsız, değişik bir "yaşam tarzı" oluşturmak, teorik olarak bile mümkün değildir.

 

İleri kapitalist ülkeler daha ileri teknolojilere kaydıkça, görece geri, karlılık oranları düşük olanların çevre ülkelere kaydırılması (delocalisation) ve ticari ilişkilerin de bu değişime ayak uydurması gerekiyor.

 

"ithal ikameci sanayileşme"nin belirgin niteliği / En basit malların üretimi için bile, önemli bir ithal gereksinmesi ortaya çıkıyor. Türkiye'de imalat sanayiinin kullandığı ithalat girdilerinin üretim maliyetleri içindeki payı, yaklaşık % 40 civarındadır (s. 105).

…azgelişmiş ülkelerdeki ithal ikameci sanayileşme, çokuluslu şirketler için pazarı genişletmenin bir yolu olmuştur. Çoğunlukla azgelişmiş ülkelerdeki sanayiler çokuluslu şirketlerin bu ülkelerdeki uzantıları sayılabilir.

 

1970'li yılların sonlarından itibaren bazı azgelişmiş ülkeler hafif sanayi ürünleri ihracatçısı durumuna geldiler.

1960'tan sonra bazı azgelişmiş ülkelerden merkeze doğru emek ihracı da önemli boyutlara ulaşmıştır. Fakat uluslararası kapitalizmin yeniden krize girmesiyle bu işgücü akımı durmuş; dahası, geri dönüşler hızlanmıştır (s. 110-111).

 

İç pazara dönük olduğu için gerekli dövizi sağlayamayan sanayiyi, geleneksel malların ihracıyla sağlanan dövizlerle sürdürmenin de olanaksız olduğu koşullarda, dış borçlanma zorunlu hale geliyor. Daha çok sanayi ürünü daha çok ithalatla, daha çok ithalat daha çok dövizle, daha çok döviz de ancak daha çok borçlanmayla olanaklıdır.

 

Azgelişmiş ülkelerde geleneksel (yerli) sanayilerin, el sanatlarının yıkılmasıyla, bu ülkeler teknolojik yönden ileri sanayi ülkelerine bağımlı hale gelmişlerdi.

Bu aşamadan sonra, gerekli her türlü makina, teçhizat, vb. ancak sanayileşmiş ülkelerden sağlanabilirdi.

 

İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme kadar, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin ileri kapitalist ülkelere bağımlılıkları daha çok ticari nitelikteydi. İkinci Savaş sonrasında gelişen bağımlı sanayileşme süreciyle birlikte, teknolojik bağımlılık birinci plana çıktı.

 

Teknoloji üretimi hem ileri kapitalist ülkelerin tekelindedir, hem de uluslararası yasalarla korunmaktadır. Bu koşullarda azgelişmiş ülkeler, sanayileşmiş kapitalist ülkelerin kendilerine empoze ettikleri teknolojiyi kabullenmek durumundalar.

 

Azgelişmiş ülkeler sanayileştikçe / işsiz sayısı da kabarıyor.

 

Herhangi bir sanayi ünitesi kurulduğu zaman, kurulan bu sanayi geriye ve ileriye doğru kümülatif sonuçlar doğurur. Örneğin otomobil üretimi başlatılınca bu süreç geriye doğru da bir talep, dolayısıyla üretim ve istihdam yaratır. Eğer çelik sanayii, motor sanayii vb. kurulmadan otomobil üretimi başlatılırsa, böyle bir ülkede geriye doğru talep yaratılamaz; dolayısıyla istihdam da yaratılamaz. Bu durumda, söz konusu malların ithal edildiği ülkeler lehine bir istihdam kaybı söz konusudur (s. 119-120).

 

Kurulan sanayi, niteliği gereği, yeterli iş alanı yaratamayınca, hızlı nüfus artışı ve iç göçler sonucu büyük kentlerde biriken nüfus ya işsiz kalmakta; ya da sosyal verimliliği düşük işlerde / çalışmak zorunda kalmaktadır.

 

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

YENİ DÜNYA EKONOMİK KRİZİ VE AZGELİŞMİŞLİĞİN DERİNLEŞMESİ

1973 krizi

Batı Avrupa ve Japonya ekonomileri, 1950'li yılların sonlarına gelindiğinde ABD ile aralarındaki farkı büyük ölçüde kapatmış durumdaydılar.

Böylece ABD'nin kapitalist dünyadaki tartışılmaz liderliği tartışılabilir duruma gelmişti.

 

Dünya ekonomisini saran resesyonun gerçek nedenini gizlemek ve krizin sorumluluğunu petrol üretici Arap ülkelerinin üzerine atmak için bir fırsat ortaya çıkmıştı. Batılı hakim çevreler, bu rastlantının nimetinden yararlanmakta gecikmediler. Bütün kitle iletişim araçlarını harekete geçirerek, anti-Arap bir kampanya başlattılar.

 

…kriz, petrol fiyatlarının yükseltilmesinin sonucu ortaya çıkmamıştı.

 

ABD, petrol fiyatlarını bir koz olarak kullanarak, kendi ekonomik ve ticari hegemonyasını tehdit eden Batı Avrupa ve Japonya ekonomilerine bir darbe vurmak istemişti.

 

1970'li yıllarda, değişmekte olan uluslararası işbölümüne uygun olarak, bazı azgelişmiş ülkeler sanayi ürünleri ihraç etmeye başladılar.

Örneğin Tayvan ve Güney Kore'de, sanayinin dünya pazarına dönük hale getirilmesi, ithal ikameci modelin tıkanmasından sonra olmuştur.

 

En büyük 75 medya şirketinin 39'u Amerikan, 25'i Batı-Avrupa, 8'i Japonların... Dünya zenginliğine el koyanlar iletişim alanını hemen tümüyle denetlerken, bu denetim onların egemenliğini daha da derinleştiriyor (s. 141).

 

Azgelişmiş ülkelerin zaten çok düşük olan ihraç malları fiyatları daha da düşürülerek hem kaynak transferi derinleştirilmek isteniyor, hem de sanayileşmiş ülkelerde enflasyonu düşürmek bu sayede mümkün oluyor. Elbette azgelişmiş ülkelerin işbirlikçi sınıfları da yağmadan pay alabiliyorlar. Emperyalistlerin önerilerine aşırı düzeyde duyarlı olmalarının nedeni budur. Tarihte yaşanmış özel durumların başkaları tarafından taklit edilmeleri olanaksız olduğu gibi, arzulanır bir şey de olmamalıdır (s. 146).

 

BEŞİNCİ BÖLÜM

DIŞ BORÇLAR: YOKSULLARIN ZENGİNLERE YARDIMI

II. Dünya Savaşı sonrasında azgelişmiş ülkelerde benimsenen "büyüme modelleri" genel olarak Batı'yı taklit eden ve Batılılar tarafından önerilen modellerdi.

 

Son tahlilde, sanayileşmiş ülkeler borçlandırma yoluyla azgelişmiş ülkeleri denetimleri altında tutmanın yolunu bulmuşlardı.

 

(II. Dünya Savaşı öncesi) dönemde borçlandırmanın asıl amacı, azgelişmiş ülkeleri kapitalizme bağımlı hale getirmekti. II. Dünya Savaşı'ndan sonra ise borçlandırma, bu ülkelerin emperyalizmden kopmalarını önleme amacı taşıyordu.

 

Her iki dönemde de borçlandırmanın dar anlamda amacı; borç verenler için yüksek gelir (faiz), sanayi ürünleri için pazar, hammaddelerin ucuza sağlanması anlamına gelir.

 

Büyüme Modelleri / Batı tipi tüketimi taklit eden bir azınlığın ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliktir. Bu ülkelerde kurulan Sanayiler çoğunlukla teknoloji, teçhizat, ara-malı ve hammadde ithaline yüksek düzeyde bağımlı sanayilerdir. Kullandıkları teknolojiyi kendileri üretemediği için, yüksek düzeyde teknolojik bağımlılık söz konusudur. Dolayısıyla hem ithalat bağımlılığı yüksek, hem de üretilen mallar iç pazara yönelik olduğu için, sanayinin ihtiyaç duyduğu dövizi sağlaması mümkün değildir (s. 149).

 

Bugün insanlığın karşı karşıya olduğu ekolojik sorunların, dünya nüfusunun yaklaşık % 20'sinin oluşturdukları halde dünya kaynaklarının neredeyse % 80'ini kullanan zengin ülkelerden kaynaklandığında şüphe yoktur.

 

…borç ödemelerinin durdurulması gerekiyor.

 

Ne var ki, bir başına borç ödemelerinin durdurulması sorunun çözümü için yeterli koşul değildir. Bu nedenle de, sadece borçlar değil, "gelişmiş" ve azgelişmiş ülkeler arasındaki eşitsiz ilişkilerin ve dengesizliklerin gündeme getirilmesi gerekiyor. Bir kere azgelişmiş ülkelerde geçerli (Batıyı taklit etmeye çabalayan) büyüme modellerinin terkedilmesi gerekiyor (s. 168).

 

SONUÇ YERİNE

Kapitalist üretim tarzı, bir sömürü metabolizması şeklinde gelişiyor. Gelişip yayıldıkça, henüz kapitalist üretim tarzını tanımayan pre-kapitalist sosyo-ekonomik formasyonları etkisi altına alıyor. İşte azgelişmişlik, bu yayılmanın bir sonucu olarak ortaya çıkıyor (s. 171).

 

…kapitalist üretim tarzı varlığını korudukça azgelişmişlik de yeniden üretilmeye devam edilecektir.

 

…kapitalizme ve emperyalizme karşı verilecek mücadele, sadece eşitlikçi, özgürlükçü, sömürüsüz ve baskının olmadığı, insanların tüm potansiyel yeteneklerinin filizlenip gelişmesine uygun koşulların yaratılacağı bir toplumsal düzen oluşturma amacıyla da sınırlı değildir. Bizatihi gezegenin ve onun üzerinde yaşayan tüm canlıların varoluşunun ve geleceğinin de yegâne güvencesidir.

 

İmge Kitabevi Yayınları, 1991

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder