Fikret Başkaya - Paradigmanın İflası, Resmi İdeolojinin Eleştirisine Giriş
Türkiye iki yüzyılı aşkın bir zamandan beri Batı gibi olmak için onu taklit ediyor.
Her dönemde iktidarı ele geçirenler, "kurtuluş reçetesinin" ceplerinde olduğunu ve beş-on yılda sorunların çözüme kavuşacağını söylüyorlar. Ne var ki, bu beş-on yılların sonu bir türlü gelmiyor (s. 9).
Cumhuriyet rejimi, Türkiye'nin emperyalist Batı ile olan ilişkilerinde ve kapitalist Dünya sistemi içindeki konumunda köklü bir değişikliği temsil etmiyor (s. 10).
Eğer bir ideolojinin gücü temsil ettiği toplum sınıflarının (burada hakim sınıfların) gücünün ideolojik plana yansımasıysa, emperyalizm çağında bu sınıfların ilerici bir rol oynamaları olanaksızdı. Cumhuriyeti kuran kadroların bu niteliği veri olduğunda, ideolojik boşluğun resmi ideoloji ile doldurulması bir "zorunluluk"tu (s. 11).
Cumhuriyet aydınları resmi ideolojinin üreticisi ve yayıcısı olma misyonuna koşulmuşlardı (s. 11-12).
Bu durum, düşünsel entelektüel alanı kısırlaştırmış, antidemokratik, tektip, bağnaz bir düşünce kalıbının yerleşmesi sonucunu doğurmuştu (s. 12).
Türk özel sermayesi onca yıl "teşvik'', "destek" ve ''vurgun"dan sonra yeni teşvikler, ayrıcalıklar istiyor ve ancak emperyalist sermayenin eteğine yapışarak ayakta kalabiliyor.
Cumhuriyet Türkiyesi
Sovyet Rusya'ya karşı bir ''tampon bölge" oluşturarak
Ortadoğu pazarından pay almak isteyen emperyalist devletlerin çıkar
çatışmasından yararlanmayı, dış yardım almayı ve dış destekle yaşamayı bir
"ilke" haline getirmiştir (s. 12).
"iktisat bilimi", ileri sürüldüğü gibi, evrensel
geçerliliği olan bir "bilim" değildir. Kapitalizmin ortaya çıktığı
özel koşullarda Batı için Batılılar tarafından üretilen, ama bizimki gibi
"yeni sömürge" statüsündeki ülkelerde de "tüketilen"
"iktisat bilimi", hakim durumdaki ülkelerin elinde ideolojik bir araç
işlevi görmektedir.
Artık iki yüzyıldır dayatılan (asrileşme, muasırlaşma,
batılılaşma, çağdaşlaşma, kalkınma, çağ atlama) ve her seferinde yeni bir
şeymiş gibi sunulan paradigmanın iflas ettiğini kabullenmeliyiz (s. 13).
II. BÖLÜM
AYDINLAR VE RESMİ İDEOLOJİ
İlkel kabilede büyücü, Firavunun rüya yorumcusu, günümüzün
diplomalıları vb. ait oldukları toplumsal formasyonların sosyolojik anlamda
aydınlarıdırlar.
Eski Uzakdoğu uygarlıklarında bilge, toplumsal hiyerarşide
birinci sırada yer alırdı.
…birinci bilge, ikinci çiftçi, üçüncü zanaatkâr, dördüncü
tacir denirdi.
Osmanlı İmparatorluğu'nda Şeyh-ül İslam, müftü, kadı,
müderris, imam vb. den oluşan bir dini hiyerarşi oluşmuştu. l Söz konusu
hiyerarşi sayesinde imparatorlukta hem ideolojik (Şeriatın uygulanması) hem de
idari fonksiyonlar (yargı) gerçekleştirilirdi. Hiyerarşinin yükseklerinde yer
alanlar, büyük servetlerin de sahibiydiler.
"ilim iktidardır" atasözü aslında iki şeyi
içermektedir; Birincisi, her bilgi doğal olarak bir siyasal iktidar yaratma
eğilimindedir; ikincisi de, her iktidar zorunlu olarak bir bilgi donanımına
ihtiyaç duyar (s. 18).
Entelektüelin ayırdedici niteliği, onun siyasal iktidardan
ve siyasal iktidarın gerisindeki egemen sınıflardan bağımsızlığı, siyasal
iktidar karşısında eleştirel bir tavır içinde olmasıdır.
…entelektüelin misyonu, gerçeğin çarpıtılmış biçimiyle
savaşmaktır. Gerçeğin saptırılmış (ideolojik) bir versiyonunu topluma kabul
ettirmeye çalışan devletin ve bu işleve koşulmuş "aydınlar"ın,
"aldatıcılar"ın ipliğini pazara çıkarmaktır / s. 19-20
(entelektüel yapan) sahip olduğu "bilimsel bilgi"
değil, toplumsal, insani, evrensel sorunlar karşısında aldığı tavırdır.
Ortaçağda kilisenin temel öğretisine ve hakim düşüncesine
karşı çıkan birine, ne kadar derin bilgin olursa olsun, yaşama hakkı
tanınmazdı.
1930'1u yıllarda bir Sovyet tarihçisi ölümü göze almadan Çin
tarihi üzerine bir araştırmaya girişemezdi (ATÜT nedeniyle).
İktidarı ele geçiren her bürokratik klik, kendi çıkarına
uygun düşen bir tarih versiyonunu topluma kabul ettirmek istemiştir (s. 22).
Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemi
aydınları, üstlendikleri ideolojik işlev bakımından Batı burjuvazisinin
Türkiye'deki "organik aydınları"ydılar.
Tanzimatla başlayan dışardan "düşünce" ve
"kurum" ithal etme süreci, 1920 ve 1930'lu yıllarda fanatik bir inkârcılıkla
sürdürüldü.
Takrir-i Sükun terör rejimi altında insanlara şapka
giydirildi. Arapça-Farsça melezleşmesidir diye Osmanlıca bir çırpıda yok
sayıldı. Arap alfabesi Latin alfabesiyle değiştirildi. Bütün bunlar
"inkılap" sayıldı. Terör rejimi koşullarında gerçekleştirilen bu
inkılapların bekçiliğini yapmak da, Cumhuriyet aydınlarına düşecekti. Zora
dayanılarak yapılan "inkılaplar"; ancak zora dayanarak korunabilirdi.
Aydınların açmazı da buradaydı (s. 27).
Oysa asıl yapılması gereken inkar değil, "diyalektik
aşma" olmalıydı. Başka bir ifade ile var olanı sürdürme, eleştirme, aşma
biçiminde bir yaklaşım gerekiyordu.
Sovyetler Birliği'nde proletarya kültürünün yüceltilmesi,
burjuva kültürünün toptan mahkûm edilmesi, Stalinist terör rejimi koşullarında
tam bir kültürel, entelektüel ve artistik gerilemeye ve kısırlığa neden oldu.
İlginç olan bir şey de, Cumhuriyet aydınının Meşrutiyet aydınım,
Meşrutiyet aydınının da Tanzimat dönemi aydınlarını suçlamış olmalarıdır. Her
dönemde, bir öncekiler yanlış yaptıkları için suçlanmışlardır.
Cumhuriyet aydınları için de iktidarlarını sağlamlaştırmanın
biricik yolu, kendilerinden öncekileri kötülemekti (s. 29-30).
1960'larm başında sosyalist ideoloji, bürokrasinin iktidar
ortaklığının sona erdiği bir dönemde, iktidarı yeniden ele geçirmenin bir aracı
olarak görülüyordu.
…asıl amaç sosyalizmin kurulması değildi. Bu aşamada
görüntüyle gerçeğin birbirinden ayrılması önemlidir. Amaç, sosyalist bir toplum
düzeni oluşturmak değil, "sosyalist yöntemler" kullanarak Batı'yı
daha hızlı taklit etmekti.
(Gramsci) devlet aygıtını ele geçirmek amacıyla hasım
sınıflarla mücadeleye girişen yeni (yükselen) sınıf, üretici güçleri dönüşüme
uğratacak, toplumun ikincil (egemen sınıf dışında) sınıflarına da bir şeyler
verebilecek, son analizde kendi sınıfsal projesini geniş kitlelere kabul
ettirirken, zor öğesini değil, ikna ve inandırma yolunu seçecek; böylece kendi
ideolojisi aracılığıyla bir entegrasyonu (bütünleşmeyi) gerçekleştirecek.
Cumhuriyetin kurulduğu dönemde tam tersi geçerliydi.
Türkiye'de Cumhuriyetin kurulmasıyla iktidara el koyan
"yeni" yönetici sınıflar koalisyonu, emekçi sınıflara bir şeyler
vermediği gibi, baskı ve sömürüyü yoğunlaştırmıştı(s. 35).
Cumhuriyet iktidarları "büyük devlet"
kompleksinden hiçbir zaman kurtulamadılar. Mazlum halkların yanında değil, her
zaman onları ezen sömürgeci emperyalist devletlerin safında yer aldılar (s.
36).
Türk aydınları, yalan üretip ürettikleri yalanla yaşamak
gibi, talihsiz bir konumda bulunmuşlardır.
Resmi ideolojinin geçerli olduğu Türkiye gibi sosyal
formasyonlarda, devlet politikalarına ters düşen bilgiye izin verilmez. Resmi
ideolojiye ters düşmek veya onu eleştirmek cezai yaptırımlarla engellenmek
istenir.
İnsanlar, düşünceleri, "iyi ve kötü",
"yararlı ve zararlı" diye sınıflandırılır.
Batı Ortaçağı'nda "doğru"ların tespiti kilise
adamları tarafından yapılırdı. Bizim Cumhuriyetimizde de yasalar ve uygulayıcılar
bu işi yapıyorlar (s. 37).
Cumhuriyet dönemi aydınları (…) Kendi ayrıcalıklı
konumlarını muhafaza edebilmek için her türlü "farklı" düşünceyi
tehlikeli saydılar (s. 38).
Gerçek toplumsal dönüşümlerin ortaya çıkmadığı koşullarda,
inkilapları idealize edip yücelttiler. Kapalı bir kültür oluşturdular. Her ne
kadar yaydıkları resmi ideolojiyle toplumun tamamını temsil ettiklerini ileri
sürseler de, aslında palazlanmakta olan bir sermaye sınıfının çıkarlarını
meşrulaştırdılar (s. 39).
Resmi ideoloji üretmenin yerini resmi ideolojinin eleştirisi
almadıkça, gerçek anlamda aydınlanma mümkün olamayacaktır (s. 40).
III. BÖLÜM
MİLLİ MÜCADELE'NİN NİTELİĞİ
Resmi ideoloji tarafından Mustafa Kemal'in yaşadığı dönem
Cumhuriyet'in "altın çağı", 1950 sonrası da bir çeşit
"duraklama" ve "gerileme" dönemi sayılıyor.
Bir kere, Osmanlı İmparatorluğu hiçbir zaman doğrudan
sömürge olmadı. Yıkıldığı güne kadar emperyalist Batı'nın ekonomik-diplomatik
bir yarı-sömürgesi durumunu muhafaza etti. İkincisi, Osmanlı İmparatorluğu Birinci
Emperyalistler arası Savaşa “taraf” olarak katıldı (s. 46).
Emperyalist paylaşım savaşına katılan bir devletin
antiemperyalist bir ulusal kurtuluş savaşı vermesi mümkün müdür? (Yazar şunu
hatırlamalı; İstiklal Harbini veren Osmanlı değil Türkler idi).
Milli Mücadele Anti Emperyalist Bir Hareket Değildir.
Sovyet Devrimi ve devrimin yayılma potansiyeli,
emperyalistlerin savaş öncesi ve savaş içindeki hesaplarını alt-üst etti. Yeni
Türk Devleti de bu yeni durumun yarattığı çıkar çatışmalarından yararlanarak
varlığını korumuştur (s. 49).
1921’den sonra İngiltere’nin temel siyaseti Doğu’da
Bolşevizmin yayılmasını durdurmaktı. İngiliz desteği kalktığı andan itibaren de
Yunanlıların Anadolu’da barınma şansı yoktu. Bu nedenle Türk-Yunan savaşı
abartıldığı kadar önemli bir savaş değildi.
İsmet İnönü 29 Ekim 1973’te Milliyet Gazetesine verdiği
demeçte, İstiklal mücadelesinin başarısının esasen İngilizlerin buna karar
vermesi ve diğer müttefikleri bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olduğunu
belirtmiş.
Bürokrasinin varlığı status quo'nun korunmasına bağlıdır.
Bürokrasiler reformcu göründükleri zaman bile, amaç ortaya
çıkan yeni durumda egemenliklerini korumaktır.
Bu amaçla yeni düzenlemelere girişirler. Cumhuriyet
döneminin inkılaplarını değerlendirirken bu niteliğin hatırlanması gerekir (s.
52).
Tanzimatlara, Islahatlara (Cumhuriyet döneminde bu
düzenlemeler inkılap oldu) Cumhuriyet döneminde devam edildiğinde de asıl amaç
aynıydı. Amaç yine devleti güçlendirmekti.
Osmanlı döneminde yapılan "kurum aktarmacılığı"
Cumhuriyet bürokrasisi tarafından eleştirilmiştir. Ama kendileri daha yoğun bir
"ithalat" sürecine girmişlerdir. Kendi aktarmacılıklarını
"ilerici" inkılaplar olarak sunmuşlardır. Cumhuriyet döneminin
Batı'dan kurum aktarmacılığıyla daha öncekilerin özde hiçbir farkı yoktur. Her
ikisinin de ortak yanı, yarısömürgeleşme sürecini hızlandırıyor olmalarıdır (s.
54).
Cumhuriyeti kuranlarla 1908 hareketinin yönetici kadroları,
aşağı yukarı aynı kişilerden oluşuyordu.
Cumhuriyeti kuranlar sanki İttihatçılardan başkasıymış gibi
gösterilmeye çalışıldı.
Milli Mücadele ve sonrasında üretim ilişkilerine
dokunulmadı. Komprador burjuvazinin işlevini, Rum ve Ermenilerden
"Müslüman tüccara" aktarmak dışında yapısal nitelikte hiçbir dönüşüm
söz konusu olmadı (s. 55-56).
"Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir" demekle
hakimiyet milletin olmuyor. "Millet" kavramına herkes istediği anlamı
yükleyebilir.
İttihat ve Terraki Partisi, iktidara geldikten sonra ve I.
Dünya Savaşı boyunca, imparatorluğun yaşayabilmesinin koşulu olarak sermayenin
"Müslümanlaştırılmasını" görüyordu.
Nitekim, burjuvazi komprador niteliğinden uzaklaşmadıkça,
onun Müslüman, Yahudi, vb. olması sanıldığı kadar önemli değildi.
Mütarekeden sonra, göçe zorlanıp da sağ kalanlardan bir
kısmının geriye dönmesi için uygun koşullar ortaya çıkmıştı. İngiliz ve
Fransızlar tarafından desteklenen bu iki etnik grup kaybettikleri servetlerini
elde etmek isteyeceklerdi. İşte Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerinin asıl ortaya
çıkış nedeni bu korkudan kaynaklanıyordu. Aslında öncelikle müdafaa etmek
istedikleri şey el koydukları ama şimdi elden çıkma ihtimali beliren
servetleriydi... / s. 59
Erzurum Kongresinde temsil edilen vilayetlere bakılırsa;
Ermeni tehdidinin yüksek olduğu yerler dışından Kongreye· delege gelmediği görülür;
Erzurum, Bitlis, Van, Muş ve Erzincan'dan delegeler katılmıştır.
Anadolu eşrafının, Müslüman, kısmen de Yahudi tüccarların
milli harekete katılmalarının asıl nedeni, emperyalizme bir tepki değil, Rum ve
Ermenilerle çıkar çatışmasının sonucudur.
Milli Mücadele içinde Duyun-u Umumiye'ye ·dokunulmadığı
gibi; bu kurum, topladığı vergilerden devlet payını İstanbul Hükümetine değil,
Ankara'ya vermeyi kabul etmişti.
I. Dünya Savaşı içinde yapılan gizli anlaşmalarda
İngilizlerin üzerinde önemle durduğu bir sorun da, Hilafetin ideolojik
etkinliğinin ortadan kaldırılmasıdır.
17 Ekim 1919'da bütün Hindistan'da Türkiye için oruç tutulup
dua edilir, genel grevler yapılır (s. 66).
Milli Mücadele'de Kitle Katılımı Sınırlıydı
Köylerde erkek nüfus büyük ölçüde erimişti.
1914'ten 1923'e kadar geçen sekiz yılda, Müslüman nüfus %18
azalmıştı (Keyder).
Çeşme İlçesinin gençleri askerliklerini Yemen'de
yapıyorlardı. 1908'de Çeşme' de 20-30 yaşları arasında bir tek Türk erkeği
kalmıştı. O da cüce idi (Taşalan, Ege'de Kurtuluş Savaşı Başlarken, s. 36).
Milli Mücadele (…) halka rağmen yapılmıştı.
Cephelerde ölen asker sayısı 9167
Bazı yazarlar İstiklal Mahkemeleri'nde idam edilenlerin
savaşta ölenlerden daha fazla olduğunu ileri sürüyorlar.
İktidar güçlendikçe halka daha ağır mükellefiyetler
yüklemeyi sürdürüyor. 1920'de köylüye orman dağıtırken, 1937'de angarya
usulüyle orman diktirilmeye başlanıyor.
Eğer resmi tarihin ve ideolojinin yaymaya çalıştığı gibi,
gerçek anlamda bir halk hareketi söz konusu olsaydı, Cumhuriyet bir darbe
sonucu kurulmazdı... Milletvekilleri gerçek bir serbest seçimle meclise
gelmemişlerdi. Önemli bir bölümü de, Padişah'ın Meclis-i Mebusanının
üyeleriydi. Geri kalanlar eşraf, mütegalibe arasından tayin edilmişlerdi (s.
76).
IV. BÖLÜM
MİLLİ MÜCADELENİN "ULUSALLIĞI" SORUNU!
Osmanlılar döneminde adı Kürdistan olarak bilinen, tüm resmi
yazışmalarda da öyle geçen bölgenin adı, zamanla değişiyor! Cumhuriyetin
kurulduğu dönemden 1950'lere kadar bölgenin adı "Vilayet-i
Şarkiye"dir. Bu dönemde Kürdistan ve Kürt sözcükleri sözlüklerden
çıkarılıyor (s. 83).
V. BÖLÜM
KOMİNTERN VE MİLLİ MÜCADELE'NİN ANTİ-EMPERYALİSTLİĞİ
SORUNU
…Komintern'in Milli Mücadele'yi desteklemesi, hareketin
antiemperyalistliğinden çok, Sovyetler Birliği'nin güvenliği ile ilgili bir sorundu.
Milli Mücadele, başından sonuna kadar emperyalizmle uzlaşma
yanlısı bir hareketti.
VI. BÖLÜM
MUSTAFA KEMAL VE TARİHTE BİREYİN ROLÜ
Tarihsel olayların çarpıtılmasında, bir liderin kişiliğinin
arkasına gizlenmek ekseri başvurulan bir yoldur.
İlk anıtı 1927'de Sarayburnu'nda dikilmişti.
Cepheden İstanbul'a döndükten sonra, etkin bir siyasi mevki
elde etmek için uğraştı ve altı ay İstanbul'da kaldı. Hareketin liderliğini bir
başkası da üstlense, Anadolu hareketi mutlaka başarıya ulaşacaktı.
Her siyasi lider son tahlilde belirli sınıfların
çıkarlarının temsilcisidir. Hiçbir lider boşlukta durmaz.
vatan kurtarma rantı
Milli Mücadele'yle çıkarları tehlikeye giren mülk sahibi
sınıfların sömürü olanakları güvence altına alındı. Doğrudan üreticiler (emekçi
kitleler) cephesindeyse, sömürü ve baskının derinleşmesinden öteye bir
"yönelim" söz konusu olmadı...
Mustafa Kemal'in olaylara Makyavelist bir yaklaşımı vardı.
Komitacı taktik ve yöntemleriyle amaca ulaşmayı yeğlerdi.
Emperyalist Batı neden Mustafa Kemal'e hayran oluyor?
Herhalde emperyalist devletlerin yöneticileri ve sözcüleri,
Mustafa Kemal'in mavi gözlerine hayranlık duymuyorlardı. Onu emperyalist
çıkarlar açısından değerlendiriyorlardı... Bu açıdan bakılınca da kuşkuya yer
yoktu. Zira tutulan yol ''yeni sömürgeciliğin" yoluydu.
Cumhuriyet aydınları, Tanzimat ve Meşrutiyet aydınları gibi
Türkiye'nin "geri kalmışlığı"nın gerçek nedenini kavrayacak
yüksekliğe hiçbir zaman çıkamamışlardır. Bugün de Türkiye'yi yönetmeye aday
siyasal partilerin ve onlara akıl hocalığı eden aydınların ve bilim adamlarının
çıkmazı da buradadır. Sanılıyor ki, "geriliğin" nedeni İslam
kültürüdür. Ve daha genel olarak da, Doğu kültürüdür.
Hiçbir kültür bütünüyle geri (gerici) olamaz. Kültür çok
uzun bir geçmişin ürünüdür. Mekanik bir anlayışla kültür ithal etmek, bir
tüketim malı ithalinde olduğu gibi kültür ithal etmek, bilimsel değildir.
…bir ülkede okuma yazma bilmeyenlerin çokluğunu veya
azlığını alfabeye bağlamak inandırıcı değildir. Latin harfleri alındıktan sonra
da okuma-yazma bilmeyenler büyük bir oran oluşturmaya devam etti. Sorunun
çözümü alfabeyle değil, doğrudan eğitim politikasıyla ilgilidir.
VII. BÖLÜM
KEMALİST REJİMİN NİTELİĞİ: ORİJİNAL BİR BONAPARTİZM
Türk üniversiteleri Ulu Önder Atatürk'e övgüler yazmanın
ötesine geçemiyor.
Prof. Nermin Abadan, Mustafa Kemal döneminde yapılan
seçimleri (aslında seçim değil tayindir ve 12 Eylül generallerinin Danışma
Meclisi'nden bile antidemokratik yöntemler söz konusudur), "örnek
denilecek tarzda serbest ve adil bir atmosfer içinde" yapılmıştır diye
yazdığı için; önce profesör, sonra senatör tayin edildi.
Bir başka bilim adamı İsmail Beşikçi, Mustafa Kemal
döneminde serbest seçimlerin kesinlikle söz konusu olmadığını yazdığı için,
önce üniversiteden atıldı, sonra da uzun yıllar kalacağı hapishaneye (s. 168).
Bonapartist rejimlerde Bonapart, tüm toplum kesimlerinin
ataerkil kurtarıcısı, tüm toplum sınıflarının "iyiliği" için ortaya
çıkmış toplum sınıflarından "bağımsız" ve onların
"üstündeymiş" gibi görünerek, kitleleri yanıltmayı amaçlar.
Mustafa Kemal, Milli Mücadele'yi yürüten kadrolar içinde
Birinci Grubu; yani kendi ekibini sürekli olarak ön plana çıkararak, tüm Milli
Mücadele'nin mirasını kendi grubuna mal etme amacını gütmüştür (s. 180).
Kemalistlerin her yaptığı devrim sayılıyor ve iş
kolaylaşıyor.
1924 Anayasası ölü doğmuş bir metin olarak kaldı. Yerini
CHF’nin tüzüğü aldı. Mebus tayinleri Mustafa Kemal tarafından bizzat
yapılıyordu.
Hâkimiyet kayıtsız şartsız Mustafa Kemal'in ve onun yakın
çevresinindir / s. 186
1935'te parti genel sekreteri aynı zamanda içişleri bakanı
oluyordu. İllerdeki valiler parti il
başkanlığı görevine getirildiler.
Kemalistler, sadece baskıya dayalı bir iktidarın uzun ömürlü
olamayacağının bilincindeydiler. Bunun da yolu değişik toplum kesimlerinden
"yandaşlar" bulmaktır.
1932'de imparatorluk döneminden beri var olan Türk
Ocakları'nın yerini, "Halk Evleri" aldı. Aslında bunlar gerçek
anlamda "halk evleri" değildi. Bu evler aracılığıyla yapılmak
istenen, emekçi halk üzerinde bir denetim sağlamak, bunun için de halk
katlarından Bonapartist rejime yandaşlar yaratmaktı. Halk Evleri'nin başkanları
o illerin valileriydi (s. 189).
Emin Sazak, 1920-1950 arasında, yani otuz yıl müddetle,
devamlı olarak mebusluk yapmıştır
Emin Sazak, Eskişehir yöresinin en büyük toprak ağalarından
biridir. Topraklarının 70 bin dönümü bulduğu ileri sürülürdü.
Üzerinden Porsuk çayının aktığı bu verimli topraklarda Emin
Sazak 7 tane çiftlik kuruyor. Her çiftlikte bir saray var.
Çukurova'nın en büyük toprak ağalarından Cavit Oral 1935,
1939, 1943 dönemlerinde; yine Çukurova'nın başta gelen toprak ağalarından Damar
Arıkoğlu, 1920, 1923, 1927, 1931, 1935, 1939, 1943 dönemlerinde milletvekili
olarak TBMM üyesidir (s. 195).
1931'den sonra Adnan Menderes de sürekli mebusluğa tayin
edilenler arasına girmiştir. Menderes ailesinin Aydın'da 60 bin dönümü aşan
toprakları vardı.
Sürekli olarak "mebusluğa" tayin edilen şeyhler de
var. 1920-50 döneminde Vanlı İbrahim Arvas, tayin listelerinde sürekli yeralan
bir şeyhtir. Aynı şekilde Hakkı Ungan, 1923 'ten öldüğü 1943 yılına kadar mebus
tayin edilmiş bir şeyhtir. Diyarbakır Mebusu Zülfü Tigrel, Siirt Mebusu Şeyh
Halil Hulki, Mahmut Soydan, Süreyya Özgeevren sürekli "mebus"' tayin
edilen şeyhler arasındadır.
VIII. BÖLÜM
ÜRETİCİ GÜÇLER VE İKTİSAT POLİTİKASI
Genellikle ihracattan sağlanan gelir, dış borçlara,
"Batı tipi" tüketime alışmış azınlığın tüketim amaçlı
gereksinmelerini karşılamaya yönelikti.
İstanbul 'un yüzyıllarca en büyük işi olan saraçlık
bitmiştir.
Saraçlar ithal malı deri ile çalışmaktadır Fakat deriye 27
kuruş, deriden mamul eşyaya 15 kuruş gümrük konduğu için, saraçlık ölmüştür (s.
204).
I. Dünya Savaşı başlamadan önce; "Büyük toprak sahibi
ağalar (köy nüfusunun %1 'i) tüm işlenen toprakların %39,3’ünü, küçük toprak
ağaları ve zengin köylüler (köy nüfusunun %4'ü) toprakların %26,2’sini
ellerinde tutuyorlar, köylü ailelerin-(köy nüfusunun %95'i) payına ise işlenen
toprakların %34,5’i kalıyordu." / Rozaliev; Türkiye'de Kapitalizmin
Gelişme Özellikleri, s. 23
Ermeni tehciri sonucu açığa çıkan topraklar çoğunlukla
ağaların eline geçmişti.
1920'li yılların sonlarında toprakların yarısının büyük
toprak sahiplerinin elinde olduğu söylenebilir. Buna karşılık köy nüfusunun
%65-70'e varan bölümü, işlenen toprakların %5 ila 10'una sahiptiler.
Bütçe gelirlerinin en önemli bölümü de köylünün ödediği
vergilerden oluşuyordu.
1933'de "Türkiye'de tüketilen pamuklu mensucatın ancak
%25'ini karşılıyordu. Yünlü mensucatın ancak %24'ü, ipekli mensucatın da %6'sı
yerli üretimdi. Türkiye o yıllarda şekeri, çimentoyu, unu, deriyi, sabunu ve
sayısız başka malları ithal yoluyla sağlıyordu."
Var olan sanayi, emperyalist ülke sanayicilerinin
"ilgilenmediği" alanlarda faaliyet gösteriyordu.
Tüm imalat sanayiinin yaklaşık %75'i İstanbul ve İzmir'de
faaliyet gösteriyordu.
"1920'lerin başında Türkiye'de, sermayelerinin toplamı 91,8
milyon lirayı bulan 23 yabancı banka ile ulusal sermayeye dayalı, toplam
sermayeleri 17,8 milyon lira olan 10 banka faaliyet gösteriyordu."
Ankara'daki Mustafa Kemal, onlar için 'bu memleketin
efendisi', demiş olsa ne çıkardı, bu söz onların kulağına bile erişemezdi.
Lozan Barış görüşmeleri 4 Şubat 1923'te kesildi. 17 Şubat
1923'te İzmir'de İktisat Kongresi toplandı.
Kongre, başta emperyalist devletler olmak üzere, yerli
"burjuvazi"ye özellikle de İstanbul 'un tüccarlarına güvence vermeyi
amaçlıyordu.
Kongre'de, Türkiye'nin emperyalist sistem içinde kalmaya
devam edeceği açıkça ilan edilmişti.
Öncelikle Osmanlı borçlarının ödeneceğine ilişkin güvence
veriliyordu.
Osmanlı borçlarının devralınması, hem Milli Mücadele'nin
antiemperyalist bir öze sahip olmadığını, hem de Cumhuriyetin imparatorluğun
devamı olduğunu gösterir.
Mustafa Kemal, Kongreyi açış konuşmasında; " ...
Kanunlarımıza uymak şartıyla yabancı sermayeye gereken güvenliği sağlamaya her
zaman hazırız," diyordu.
Cılız yerli sermayenin emperyalist sermayeyle eşit
koşullarda faaliyet göstermesi, ister istemez onun emperyalist sermayenin
güdümüne girmesiyle sonuçlanabilirdi.
Ne ki, emperyalizmin yapısal bunalımı, ("uzun
dalga"nın ikinci aşaması) yüzünden yabancı sermayenin Türkiye ekonomisini
biçimlendirip, şartlandırması sınırlı kaldı.
(inkılaplar), yabancı sermayenin faaliyetine uygun koşullar
yaratılmıştı.
Lozan Antlaşması'na göre Türkiye, anlaşmanın imza tarihinden
başlayarak beş yıl süreyle gümrüklerini yükseltemeyecekti.
1924'te çıkartılan bir yasayla ihracata dönük
"sanayilerin" kullandıkları hammaddelerin gümrük vergisinden bağışık
tutulmaması sağlanmıştır.
1921-27 yılları arasında sanayi kuruluşlarında %30'luk bir
artış olmuştur. Bunun büyük bölümü özel kesimde gerçekleşmiştir. Aynı dönemde
ücretli işçi sayısında da %60'lık bir artış olmuştur.
Türkiye Milli İthalat ve İhracat Anonim Şirketi (25 Temmuz
1922'de şirketin kurulma çalışmaları başlatılıyor)
Bu şirketin kurucuları arasında 54 milletvekiliyle 37 de
tüccar vardı.
1931 ile 1940 arasında kurulan (ve 1968'de varlıklarını hala
sürdüren) şirketlerin %74,2’sinin kurucusu bürokratlardı.
25 Temmuz 1922'de şirketin kurulma çalışmaları başlatılıyor
IX. BÖLÜM
BONAPARTİST REJİM VE SERMAYE BİRİKİMİ
(Y.K. Karaosmanoğlu) O sıralarda bence bu hadiselerin en
önemlisini teşkil eden dünkü Milli Mücadeleler ve o günkü devrimciler
kadrosunun bir kazanç ve menfaat şirketi karakterini taşımaya başlamasıydı. / Politikada
45 Yıl, Bilgi Yayınevi, Ankara, s. 86
Bürokrasi de dahil, iktidar blokunu oluşturan sınıfların
hiçbiri tarihsel olarak "ilerici" bir rol oynayacak durumda
değillerdi. Hepsinin ortak kaygısı, tehlikeye düşen çıkarlarının güvence altına
alınması ve sömürü olanaklarının derinleştirilip çeşitlendirilmesiydi... / s.
231-232
Çoğunlukla "yerel burjuvazi" kavramı yerine
''milli burjuvazi" kavramı kullanılır. Aslında bu yanlıştır. Bir
burjuvazininyerelliği, onun "milliliğinin" güvencesi olamaz. Milli burjuvazi
çıkarları yabancı (emperyalist) burjuvazilerle çelişen bir burjuvazidir.
Burjuvazi (daha genel olarak mülk sahibi sınıfların bir bölümü) yabancı
burjuvaziler karşısında kendi sınıfsal çıkarlarını sonuna kadar koruduğu zaman
"milli burjuvazi" sayılabilir. Doğal olarak bu durum ona zorunlu bir
tarihsel misyon da yükler. Türkiye'de böyle bir misyonu üstlenecek sınıf ya da
sınıflar mevcut değildi (s. 237).
Zaten derin bir yoksulluk içinde yaşayan kitlelerin yaşam
koşulları, krizin etkisiyle daha da kötüleşti (s. 241).
(1929 krizinden sonra) Bu dönemde, yabancı şirketlerden
zarar edenleri, yüksek fiyatlar ödenerek "millileştirildi." Böylece
yabancılar, kriz koşullarında iflastan kurtulmanın yolunu bulmuşlardı.
Cumhuriyet rejimi, 1923-1933 yılları arasında uzun yıllar
çalışmış olmaktan dolayı önemli ölçüde eskimiş ve ciddi tamir ve yenileme
isteyen 1.667 kilometrelik demiryolunu kamulaştırdı. Kilometre başına,
kamulaştırma karşılığı olarak, 95 bin Türk Lirası ödendi. Aynı Cumhuriyet
rejimi 1923-1939 yılları arasında yeni olarak inşa ettiği demiryolunun
kilometresini 115 bin T ürk Lirası 'na mal etti. Bu rakamların
karşılaştırılmasından, kamulaştırma bedeli olarak çok yüksek bir ödeme
yapıldığı sonucunu çıkarmak mümkün oluyor."
Millileştirilen 22 şirketten 20'si kamuya yönelik hizmet
üreten şirketlerdi (s. 243).
Bonapartist diktatörlüğün bir aracı durumundaki CHP'nin
hiçbir zaman tutarlı ilkeleri olmamıştır. Duruma göre değişen uygulamalar,
sonradan "ilkeleştirilmek" gibi zorlamalara girişilmiştir. 1937'de
devletçiliğin anayasaya girmesi de hiçbir anlam taşımaz. Ölü bir metin olan
anayasa CHP tüzüğüne göre biçimleniyordu (s. 248).
X. BÖLÜM
"SINIFSIZ," "İMTİYAZSIZ,"
"HALKÇI" BİR DİKTATÖRLÜK
Milli Mücadele'de Mustafa Kemal halkçılık kavramını meclis
içindeki ve dışındaki muhalefeti, özellikle de İttihatçıların
"radikal" kanadını etkisizleştirmek için kullanıyordu. 1930'lu
yıllarda ise halkçılık, kitlelerin iktidardan kaçışını ve hoşnutsuzluğunu
ödünlemek ve kitleleri denetim altında tutmak amacıyla yeniden gündeme
getirilmiştir.
…hükümet için halk prensibi…
Kemalizmin "halkçılığı" teorik referanslarım Rus
popülizmi yerine, A. Comte ve E. Durkheim'in pozitivist felsefesinde buluyordu.
Söz konusu ideolojiyi Türkiye'ye taşıyan Ziya Gökalp'ın görüşlerine dayanıyordu.
1930'lu yıllarda "Kemalist halkçılığın" Ziya Gökalp'ten esinlendiği inkâr
edilmiştir.
Eğer toplumsal yaşamda doğal bir uyum varsa, bunun sonucu
olarak toplumsal gelişme insan bilincinden ve bilinçli eyleminden bağımsızdır.
Toplumu dönüştürmeye yönelik çabalar boşunadır ve sonuçsuz
kalmaya mahkûmdur.
…sınıfların olmadığı yerde siyasi partilere de yer yoktur.
Türkiye sınıfsız bir toplumdur. Sınıfsız topluma da bir tek siyasal parti
yeter!
Türkiye'de sınıfların bulunmadığını söylemek nasıl
anlamsızsa, emekle sermaye arasında çıkar ortaklığının bulunduğuna ilişkin
görüşler de aynı derecede anlamsızdır.
Milli Mücadele döneminde Mustafa Kemal ve çevresinde
"halkçılık" kavramı taktik bir amaçla kullanılıyordu. Bunun böyle
olduğunu 17 Şubat 1923 'te toplanan İzmir İktisat Kongresi göstermiştir. Bu
kongrede "milli'' bir burjuva sınıfı yaratmaya dönük kararlar alınmıştır
(s. 266).
Mustafa Kemal, 8 Şubat 1923'te Balıkesir'de yaptığı
konuşmada
İzmir İktisat Kongresi'ne davet edilen mülk sahibi sınıfları
rahatlatmayı amaçladığı açıktır. Nitekim o dönemde, İstanbul'un komprador
çevrelerinde "halk" ve "halkçılık" sözcüklerinden kuşkulanılıyordu.
İzmir İktisat Kongresi'nde bu tereddütler giderildi.
…halktan gelen tepkiler "gericilik ve "inkılap
düşmanlığı", yönetici elitten gelen her şey de "inkılapçılık"
sayılıyordu.
XI. BÖLÜM
YENİ SÖMÜRGECİLİK DÖNEMİNDE SÔSYO-EKONOMİK FORMASYONUN
EVRİMİ
…emperyalist savaş sonrasında tek parti rejimleri (1920'li
ve 1930'lu yıllarda pek revaçta olan) gözden düşmüştü.
1910'lu yıllardan beri devam eden hegemonya krizi ABD'nin
lehine olarak sonuçlanmış, "Pax Britanica", yerini "Pax
Americana"ya bırakmıştı.
Yeni durumda, kapitalist rasyonele uygun düşen çözüm,
"bağımsız" ulus-devletlerin varlığını gerektiriyordu.
Öte yandan, yeni-sömürgeciliğin araçları olan kurumlar, IMF,
Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler Örgütü etrafında oluşturulan diğer
"insancıl amaçlı kuruluşlar", teker teker sömürgeci devletler yerine
kolektif bir sömürüye olanak verecek durumdaydı.
"Uluslararası" denilen bu kuruluşlar emperyalist
devletlerin Dünya ölçeğinde status quo'yu korumasına olanak veren kuruluşlardı.
Batı'ya ulaşmayı temel amaç ve tek kurtuluş yolu olarak
gören klasik sömürgecilik sonrasının ulus devletleri, Batılılar tarafından
önerilen büyüme modellerine (kalkınma reçetelerine) uyum sağlamaya yöneldikleri
ölçüde, oyunu daha baştan kaybetmişlerdi.
4 Temmuz 1947'de Türkiye ile ABD arasındaki ilk
"ikili" anlaşma imzalandı. Bu "ilk anlaşma"yı, 12 Temmuz
1948'de imzalanan ikinci "ikili anlaşma" izledi. Artık ABD yardımları
akmaya başlıyordu: Amerikalılar demode olmuş, işe yaramayan, depolanmaları da
sorun yaratan silahları, savaş artıklarını Türkiye'ye yardım olarak veriyordu.
Ama Türkiye, söz konusu silahları ABD'nin izni olmadan kullanamayacaktı (s. 285).
Eski dönemin Fransız, İngiliz, Alman hayranlığı, yerini
Amerikan hayranlığına bırakmıştı.
Türkiye'nin oldukça gelişmiş demiryolu şebekesini ihmal
ederek, ülke gerçeklerine ve çıkarlarına uygun düşmeyen karayolu taşımacılığını
ön plana çıkarması, emperyalist şartlandırma ve biçimlendirmenin ilginç bir
örneğidir.
1930'lu yıllarda ve savaş süresince etkinliğini artıran
bürokrasi, DP iktidarıyla ittifak dışına atılmıştı. 1950-1960 dönemi ittifak
dışı kalan bürokrasinin "yüksekleri", 1960, 27 Mayıs darbesi
sonrasında toprak ağalarının dışlanmasıyla tekrar kısmi bir etkinlik sağlamayı
başarmışlardı.
1960 sonrası egemen sınıf ittifakına damgasını vuran sanayi
burjuvazisi olmuştur.
1923-1946 aralığında Kemalist iktidarlarca milliyetçi
ideolojiyi dini ideolojinin yerine geçirme çabaları beklenen sonucu vermemişti.
Bu durumun farkında olan DP daha muhalefetteyken, kitlelerin bu
rahatsızlığından yararlanma yolunu seçti.
"Laiklik" uygulaması da, dinin baskı altına
alınması olarak anlaşıldı. Türbelerin ziyaretinin yasaklanması gibi gariplikler
"laikliğin bir gereği" sayılıyordu.
NATO ve CENTO'ya bağlılığını darbe bildirisinin en başına
koyan 27 Mayıs askeri cuntası, uygulanacak ekonomi politikası hakkında da
emperyalistlere güvence vermeyi ihmal etmedi.
İthal ikameci model, sadece bağımlılık yaratıp
derinleştirmekle kalmıyor (teknolojik ve mali bağımlılık), teknoloji üretimini
de gündemden çıkarıyor. Üstelik ülkenin genel gelişmişlik düzeyine denk
düşmeyen bir tüketim yapısı ve alışkanlığını da yerleştirerek, bağımlılığı daha
kapsamlı hale getiriyor. Üretme yeteneğine sahip olunmayan malların
tüketilmesine olanak veren model, ülkeyi Dünya ekonomisi bütünlüğü içinde
"gecekondu statüsüne" sokarak, çevrede yer almasına ve bunun
süreklilik kazanmasına neden oluyor (s. 302).
XII. BÖLÜM
SEKSENLİ YILLAR: UYDULAŞMA SÜRECİNİN DERİNLEŞMESİ
1970'lerin başından beri ardarda gelen "petrol
şokları" emperyalist ülkeler için Ortadoğu petrolünün önemini daha da
artırmıştı.
Dünyada sadece zabıtayı sağlamak amacıyla darbe yapıldığı görülmemiştir.
Cunta lideri Kenan Evren, bir taraftan· geleneksel resmi
ideolojinin (Atatürkçülük) üretildiği kurumları tasfiye eder, üniversitelere
yeni bir biçim verirken, diğer yandan da meydanlarda Kuran'dan ayetler
okuyordu. Bununla ikili bir hedef söz konusuydu. Birincisi, İslam'a yumuşak
bakıldığı imajını yaratarak, "devlet kontrolündeki İslam'a" göz
kırpmak ·ve Ortadoğu'da da devlet kontrolündeki İslam'ın iktidarda olduğu
gerici rejimlere hoş görünmek, (onlara hoş görünmek, ABD'ye hoş görünmekle özdeşti);
ikincisi de, radikal İslamcı akımın Türkiye'de etkinlik sağlamasını önlemek...
Türkiye'nin siyasal krizi aşması, Batılıların istekleri
doğrultusunda yeni bir sermaye birikimi modelinin benimsetilmesi ve ülkenin
emperyalist hegemonyaya daha fazla sokulması için, devlet terör rejimi gündeme
getiriliyordu... Devlet terör rejimi ile, sermaye örgütleri hariç (TÜSİAD vb.
), tüm demokratik odaklar etkisizleştirilerek devlet aygıtı yeni baştan
düzenlenerek baskıcı bir yapının kalıcılığı sağlanacaktı (s. 316).
XIII. BÖLÜM
PARADİGMANIN İFLASI
Başlangıçta sömürgeciliğin yerleşmesi için askeri planda, ki
üstünlük önemli olmakla birlikte, asıl belirleyici olan "Batı
düşüncesi", "Batı bilimi ve teknolojisi"ydi.
…sömürgeciliğin, bir aracı olan "modem Batı
bilimi" kendini "tarafsız" ve "evrensel" olarak
sunmayı da başardı.
Her kim batı düşüncesine, egemen batı ideolojisine karşı
çıkarsa, bilim düşmanı ve gerici damgasını yemekten kendini kurtaramazdı.
Hristiyan misyonerlerin başlangıçtaki "uygarlaştırma
misyonu", giderek "kalkındırma misyonuna" dönüştü!
Egemen batı ideolojisinin önemli yapıcı unsurlarından birini
oluşturan "iktisat kuramı"na dayalı politikalar, azgelişmiş ülkelerde
büyük yıkımlara neden olduğu halde, tartışmasız kabul görüyor ve
üniversitelerde okutulmaya devam ediliyor.
…kapitalist toplumda, kapitalist üretim sürecine girmeyen,
amacı kar elde etmek olmayan hiçbir şey makbul değildir.
"Kalkınma" kavramı, 1940'larda ortaya atıldı.
Aslında söz konusu olan dinsizin (paien) Hıristiyanlaştırılması,
vahşinin uygarlaştırılması, Batılı olmayanın Batılılaştırılması problematiğinin
yeni koşullardaki devamından başka bir şey değildi.
…milli gelir hesapları neyin üretildiği, ne pahasına
üretildiği, üretimin ekolojik ve sosyal maliyeti ile ilgili değildir. Oysa söz
konusu GSMH artışı, yenilenemez doğal kaynakların tahribi ve gelecek kuşakların
yaşamını tehlikeye atarak gerçekleştirilmiş olabilir!
…liberal oligarşi…
İktisat Bilimi: Geçerli Eğilimleri Meşrulaştırma Aracı
Aslında 1950 ve 1960'lı yıllarda azgelişmiş ülkelere
mukayeseli üstünlükler teorisini esas alan kalkınma stratejileri önermek,
bunlara azgelişmişliğe razı olun demekle özdeşti...
Batı'dan ithal edilen iktisat kuramının, Türkiye'nin (ve
benzer durumdaki ülkelerin) gerçeğini ne açıklama yeteneği vardır, ne de öyle
bir isteğe sahiptir. Söz konusu kurama dayalı politikalar da azgelişmişliği
yeniden üretmeye yarar.
Bize göre "çağdaş toplum"; kimyasal-biyolojik
silahlara, F16'lara, nükleer füzelere, otoyollara, uzak tan kumanda aletine,
Coca Cola'ya, robotlara vb. sahip olan değil; kendisi hakkında düşünme
yeteneğine sahip olan, bugünü n ü ve geleceğini tasarlayabilen toplumdur. Bunun
da birinci koşulu Avrupamerkezli Dünya görüşünün, bilim ve teknolojinin işlevi
hakkında düşünce açıklığına ulaşmaktır. Başka bir anlatımla, ideolojik köleliği
aşmaktır.
…
11. basım, 2006
Özgür Üniversite Kitaplığı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder