Rıza
Nur – Lozan Hatıraları
Boğaziçi Yayınları, 3. Baskı, 1992, İstanbul
Dr. Rıza Nur, saltanat, Meşrutiyet, Milli Mücadele ve
Cumhuriyet devrinin mühim şahitlerinden ve hatta faillerinden birisidir.
Eski harflerle yazılıp dünyanın dört büyük kütüphanesine
emanet edilen bu hatıralar, 1960 senesinden önce okuyucuya arzedilmemek kaydını
taşımaktadır. Hatıraları ilk keşfeden ve Türk basınında yer veren Dr. Cavit
Orhan Tütengil’dir.
Dr. Rıza Nur’un karakterinin iki büyük çizgisi vardır:
3 - Türkçü ve vatansever olması...
2 - «Egocentrique» bir ruhi yapıya malik bulunması...
…bu eserin neşredilmesinin mahzurlu bir tarafı vardı;
Atatürk kanununa muhalefet. Bu sebeple biz eserin o kısımlarını çıkardık.
Lozan
Hatıraları
Lozan’a Delege Seçimi
Yusuf Kemal’i heyet reisliği için yeterli görmüyor (s. 21).
Yusuf Kemal’in riyasetine değil, murahhaslığına bile razı
değildim (s. 22).
(Rauf Bey’e soruyor) yedinci maddeyi nasıl imzaladın?» diye
sormuştum. Bana: «Namussuz İngilizler beni aldattılar. Söz verdilerdi, tutmadılar»
diye anlatmıştı.
Rauf’un Abaza gayreti güttüğünü gözlerimle gördüm.
İsmet kulağıma eğildi. Dedi ki: «Canım bu Haşan on para
etmez. Bunu murahhaslıktan çıkaralım. Müşavir olarak gelsin. Biz ikimiz
murahhas kalalım.» «Canım Paşa! Ne olacak? Ne sıfatla gelirse gelsin!» dedim.
Lozan’a vardık.
Bizde ne hazırlık var, ne dosya var, hiçbir şey yok.
İsmet Lozan’da Musul için daima bana, «Canım
gel şunu bırakalım da sulh yapalım» der, beni zorlardı.
(Tevfik Bıyıkoğlu için) Keldani Tevfik (s. 38)
Karşımızda İngiltere, Fransa, Amerika, İtalya, Japonya,
Romanya, Sırbistan (Sırp-Hırvat-Sloven) ve Yunanistan olmak üzere sekiz devlet
var. Dünyanın en büyük milletleri bunların arasında. Biz bir kişiyiz. Bunlar
bize her şeyi empoze etmek istiyorlar; fakat aşikâr görülüyor ki, bunlara da
İngiltere empoze ediyor. Hemen her şeyi Lord Curzon yapıp, diğerlerine kabul
ettiriyor (s. 38).
Her celse sonunda Massigli
bir tebliğ hazırlardı. Celse biter bitmez, okurdu; tasvip olunurdu. Bu adamın
dirayetini daima takdir ederdim. Celse bittiği vakit tebliğini hazırlamış
olurdu, derhal okurdu ve müzakerenin esas noktalarını şayan-ı hayret bir
surette toplamış ve hulâsa etmiş olduğu görülürdü.
Garroni son zamana kadar
İstanbul’da İtalya Sefiri’ydi.
Bompard son zamana kadar uzun
müddet İstanbul’da Fransız Sefiri idi.
İtalyanlar’ın ikinci murahhasları Montanya
İstanbul’da Düyun-u Umumiye’de İtalyan delegesi olan Nogar müşavir idi.
(Şevket Doğruker için) Mebus
Ali Şükrü’nün kardeşi
Metr Salem: Talât'ın baş
dostu ve en itimad ettiği adamı idi. Devletin en mühim işlerini ona söyler,
sorar, rey alırdı. İşte bu adam Lozan’da şimdi karşımıza düşman safında olarak
çıkıvermiştir.
Biz Moskova muahedesini yaparken sıkıştıkça Misak-ı Milli’yi ileri sürer ve bu sayede davamızı
kazanırdık. Burada da öyle yaptık. Yine işe yarıyordu. Fakat Lozan’daki Misak-ı
Milli Moskova’daki gibi sağlam değil, yaralı idi. Adeta can çekişiyordu (s. 53).
İstihbarat ve neşriyat işi en mühim bir iş. Bu işe bizzat
çok ehemmiyet verdim. Malûmat almalıyız.
Bunun için bir kalem teşkil ettim. Buraya İngiliz ve
Fransızlardan çok tanıdığı vardır diye Doktor Nihat Reşat (Belger)i ve Yahya
Kemal (Beyatlı) ile Ruşen Eşref (Ünaydın)ı tayin ettik. Söylemek lâzımdır ki,
bu kalemden hiç istifade etmedik.
Bunlar verdiğim vazifeyi yapamıyorlar.
Hiç olmazsa İngilizce ve Fransızca gazeteleri derhal
okuyacaksınız. Konferansı enterese eder malûmatı derhal Türkçe hülâsa edip bir
deftere yazacaksınız.
Bunu bile bir türlü yapmadılar. En sonunda fena söylendim.
Neyse Yahya Kemal beş on gün kadar Fransızca gazete için yaptı. Bunların diğer
işleri bizim fikirlerimizi, müdafaalarımızı, haklarımızı ecnebi gazetelerde
neşrettirmekti. Hele bunu hiç yapamadılar.
İstihbaratımız sıfırdı.
Nihat (Reşat Belger)’in getirdiği adamlar da çok. Adamlar
imtiyaz istiyorlar. Ezcümle Musul petrollerini. Meğerse bu adamlar hep İngiliz
istihbaratının memurları imiş.
Nihad’ın bize takdim ettiği adamların diğer bir tanesi
Seliye adında bir Keldani. En mühim petrol ticarethanesi tarafından geliyormuş.
Şimdi bu adam Paris’te. Türk Ticaret Odası’na da reis
yapmışlar.
Nihad’ın getirdikleri hep böyle şeyler. Kendisi de imtiyaz
almak, zengin olmak peşinde.
Ruşen Eşref. Hele bu adamdan hiç hizmet görmedik.
İsmet sâde muhabere ile meşgul.
Yalnız Hariciye Vekâleti’ne yazacakken Mustafa Kemal’e de
yazıyor. Bu ise Abdülhamit zamanı sistemi, Saraya jurnal, istibdat ve
dalkavukluk usulü, o zamanın en fena gördüğümüz âdeti (s. 61-62).
Birçok cümleleri bir defa değil, birkaç defa çizilip
yazılmıştır, saatler geçmiştir.
Bunun iki sebebi vardır. Biri kitabet ve yazıdaki
iktidarsızlığı. Böyle hararetli birçok tashihten sonra dahi İsmet’in yazılar
mânâ çıkmaz bir şeydir. İkincisi evhamdır. Her cümleyi defalarca tartar.
«Bundan şu çıkabilir», der, çizer, yenisini yazar. «Ondan da bu çıkar» der,
yine çizer. Ama hiçbirisi de çıkmaz ya.
Sağırlar, evhamlı ve alıngan olurlar. Biri bir şey söyler,
anlamazlar. Derhal kendi aleyhlerinedir, zan ve vehmine düşerler. Bunda da o
hal var (s. 62).
Fransız delegesi Barrere serçe
parmağını iyice, adeta birinci mafsalına kadar burnuna sokup karıştırıyor,
çıkardığı pisliği iki parmağı arasında yuvarlayıp bir fiske ile fırlatıyor (s.
63).
Birinci Komisyon
Bütün İtilaf Devletleri, Sırbistan ve Romanya’ya kadar,
hepsi Meriç’in garbına geçmemize asla razı olmadıklarını söylüyorlar. Maalesef
bizi konferansa davet eden notada da hudut Meriç gösterilmişti (s. 66).
…nasıl amiral Calthorpe Mondros’ta Rauf (Orbay)’ı dolaba
koydu ise Harrington da İsmet’i Mudanya’da dolaba koymuştur.
İttihatçılar da 1915’te Bulgarları Alman tarafında harbe
sokmak için bu hudutta aleyhimize ve Bulgar lehine tadilât yapıp bu mahalleri
Bulgarlara terketmişler imiş. Ne deli ve ahmak insanlarmış...
Garbi Trakyalılardan bir heyet gelmişti. Galip Bahtiyar da heyetteydi. Türkiye’ye iltihak
olamazsa muhtariyetli bir idare istiyorlardı. Bura Türkleri evvelce silâhlı bir
isyan yapmışlar, çeteler teşkil edip vuruşmuşlardı. Gayret göstermiş bir halk
idi. Bir aralık istiklâllerini ilan etmişlerdi. İsmet, mütehassıs komitesinde
birden bu babdaki mütalâamızı terkedivermiştir. Bunu bana da haber vermeden
yapmıştır. Galip Bahtiyar ve arkadaşları pek me’yus oldular, İsmet’e kızdılar
ve Lozan’ı bırakıp gittiler (s. 67).
Vakıa Mudanya’da bir kere Meriç hududu kabul edilmişti.
Yapacak bir şey kalmamıştı.
Boğazlar Meselesi
Ruslar bizim menfaatimiz için İngilizler aleyhine hareket
edecek iken istediklerini yaptırmak için bizim üzerimize çullandılar.
Bu konferansta en mühim adam şüphesiz Curzon ile Çiçerin’di.
Bizde bir iki asırdır umumi bir zihniyet var. Frenklerden
korkmak. Lozan’a bu kafalarla geldik.
…İsmetle bir iki saat çalışıyoruz. Benim Türkçülüğe ait
tetkikatımı soruyor. Kendisi hararetli Türkçülüğünden bahsediyor. Türk Ocağı’na
aza olduğunu söylüyor. Bir akşam nasıl gaflet edip bana şöyle dedi: «Babam, ben
Bitlisliyiz. Bitlis’te Türk var mıdır?» Kendisine, «Şehirde Türk vardır.»
diyerek teselli edici bir laf söyledim (s. 75).
Boğazlar’ın serbestisi
Bu serbesti Lozan’a gelmezden evvel kabul edilmiş bir şey.
Vakıa Boğazlan eskisi gibi kapalı tutmak pek âlâ şeydi.
Boğazlar’ın serbestisini harp gemilerine de kabul ediyorduk.
Ancak şartlarda pazarlık yapıyoruz. Ruslar bundan memnun olmadılar ve telâş
ettiler. Bize kızdılar. Çiçerin celsede Boğazlar’ın açılmasının Türkiye’nin
istiklâlinin sonu olduğunu söyledi (s. 79).
Ruslar bize, «Boğazları serbest yapamazsınız. Kabulünüzden
rücu edeceksiniz.» dediler. Hatırımda kaldığına göre bu bâbda bize nota da
verdiler. Moskova Muahedesi mucibince Rusya’nın rızası olmadan muahede
imzalayamazsınız, dediler.
Çiçerin safsata yapıyordu. Düzenbazlık ediyordu. Ruslar
İsmet’le görüşmüşler, onu tehdit etmişler. İsmet fena korkmuş.
Dedi: “Kardeşim, bu Ruslar büyük belâ çıkardılar.
Boğazlar’ın serbestisin! katiyyen kabul etmeyeceksiniz, diyorlar. Mahvolduk.
Rıza Nur! Bu İşi sen halledersin. Bu adamları hiç olmazsa şimdilik susturmalı.
Büyük, müşkil işleri daima sen halletmişindir (s. 81-82).”
Kâtibi çağırtıp Rus murahhaslarına telefonla hemen
ziyaretlerine geleceğimi söylettim.
Mesele, İngiliz donanmasının bir gün Rusya’ya hücumunun
kolaylaşmış olmasıydı.
Musul
İsmet mütemadiyen bana, «Gel, şu Musul’u verelim de
kurtulalım» diyor. Ben de, «Olamaz, Musul bizim en mühim yerimizdir. Orası
boğrümüzdür. Böğrümüze hücum oradan olur. Hem de başımıza bir Kürdistan fikri
çıkar. Çalışalım. Kurtulmak ihtimali vardır,» diyorum. O da, «Etme, sonra boca
olur. Muahede, sulh kalır.» diyor (s. 87).
İngilizler ile hususi görüşmelerde epey terakki oldu. Bir
gün İngilizler bize geldiler. Yeni teklifte bulundular.
«İşte» dediler. Musul’un hemencik şimalinden hududundan
geçiyor ve Süleymaniye sancağını tamamiyle bize bırakıyorlardı. Bu büyük bir
şeydi. Demek Musul’u almak için ümid artıyordu.
Bizim askeri müşavir Tevfik (Bıyıklıoğlu):
«Süleymaniye’den ne çıkar? Buraları dağlıktır. Musul
olmayınca oralara gidilemez bile. Başa belâ olur.» dedi.
Bana öyle geliyor ki, İsmet Tevfik’in tesiri altında,
hakikaten bu adamın İsmet üzerinde, orduda ve Lozan’da ve sonraları çok menhus
tesiri olmuştur. Araplar zamanında Tevfik, İsmet’in yanındaydı. Onun hassas
damarlarını biliyor. Derhal damarına giriyordu.
Tevfik Süleymaniye’den ne çıkar sözüyle beni kandırdı. Böyle
olsaydı da bari Süleymaniye’yi alsaydık. İki yıl sonra bunu da alamayarak İsmet
bütün Musul’u terk etti (s. 88-89).
(İsmet) Petrolü vererek Musul’u almak için Londra’ya Muhtar
(Çilli) ile Mustafa Şerif (Özkan)’ı göndermeye karar vermiş (s. 95).
Bu adamlar Londra’da bir şey yapamadılar. Bilakis Curzon
derhal bize bir nota gönderdi. Notada diyor ki: “Siz benim üstümden atlayıp,
başka makamlar ile iş yapmak istiyorsunuz. Bu çirkin bir iştir…” (s. 98)
…Londra seferiyle Musul işini sarpa sardırmıştık. Curzon
fena kızmıştı. İşi cebre döktü, bu şekle soktu.
Nüfus ve Esir Mübadelesi - Azınlıklar Meselesi
Frenkler bizde ekalliyet diye üç nevi biliyorlar: Irkça
ekalliyet, dilce ekalliyet, dince ekalliyet. Bu bizim için gayet vahim bir şey,
büyük bir tehlike. Aleyhimize olunca şu adamlar ne derin ve ne iyi
düşünüyorlar... Irk tabiri ile Çerkez, Abaza, Boşnak, Kürt, ilh... yi Rum ve
Ermeni’nin yanına koyacaklar. Dil tabiri ile Müslüman olup başka dil
konuşanları da ekalliyet yapacaklar. Din tabiri ile halis Türk olan iki milyon
kızılbaşı da ekalliyet yapacaklar. Yani bizi hallaç pamuğu gibi dağıtıp
atacaklar (s. 103).
Hıristiyanların en mühim davası: «Sizin kanunlarınız dindir.
Dininiz Müslüman. Müslümanlık ile Hıristiyanları idare edemezsiniz.» der (s.
105).
Bir akşam İsmet'in yanma girdim, oturuyoruz. Suratında bir
sır var, somurtmuş... Damdan düşer gibi, «Bu ne? Sana ikinci delege diyorlar? Bunu
nerden çıkardın?» dedi (s. 106).
Düşündüm, nasıl bir adamla arkadaşız?! Devlet ve milletin
beka ve hayatı için kanlı bir kavgadayız. Safda dövüşürken başkumandan sıfatını
haiz olan bir adam emri altında kumandan olan bir adamın mevkiini, unvanını
çekemiyor ve onu yüzüme karşı söylüyor (s. 107).
Şükrü Kaya, ilk celselerde
münakaşa şiddetlenip bize hücum edildikçe bütün mânâsıyla zangır zangır
titriyordu. Benzi kül gibi oluyordu. Elimle dizini tutarak: «Titreme! Herkes
görüyor, cesur ol!..» diyordum (s. 110).
Vaktiyle Şeyhülislâm Vani Efendi zamanında Türkler
Hıristiyan kızları ile Müslüman etmeksizin evleniyorlarmış. Rum patriki görmüş
ki Rumlar bitiyor. Vani Efendi’ye rüşvet vermiş, ondan şöyle bir fetva almış:
«Bu kadınlar gebelik esnasında domuz eti yiyip, şarap içtiklerinden bu çocuklar
Müslüman olamaz.» Bu suretle bu evlenmeyi hükümet men etmiş. Bu melun
Şeyhülislâm bunu yapmasaydı, Türkiye’de bugün Hıristiyan bulunmazdı. Devlet,
çektiği binlerce belâları görmez ve böyle yıkılmazdı (s. 114).
Ermeniler İçin Yurt İsteği
20 Kânunuevvel (31 Aralık 1922) içtimaında Amerika delegesi
Ermeniler için Ermeni Yurdu istedi ve bunun insaniyet namına lâzım olduğunu
söyledi. Ha! Bulgar derken, Ermeni hayalini görmüştüm. Şimdi galiba hakikat
oluyor. Ben de, «Madem ki, Amerikalılar, insaniyet için Ermenilerin rahatlarım
istiyorlar ve kendileri insaniyete hizmet gayretindedir. Bu halde onlara
Amerika’da yurt versinler.» dedim. «Niçin?,.» dediler. «Çünkü, Türkiye’de henüz
konfor yoktur. Amerika tamamiyle teşkilâtı yapılmış, rahat ve saadeti yerinde
zengin bir memlekettir. Ermeniler orada çok rahat olurlar.» dedim. Hepsi
güldüler. Amerika delegesi de güldü. Zabıtnameye bunu da koymamışlar. Montagna,
«Yarın yılbaşıdır. Bunu yılbaşı hediyesi olarak ver!..» dedi. «Bizde yılbaşında
hediye vermek âdeti yoktur. Hem bu Hıristiyan yılbaşısıdır, hem de bu âdet
sizde var, siz veriniz.» dedim. Buna da güldüler. Biz de güldük. Celse de
kapandı.
Bunu da zabıtnameye koymamışlar (s. 114-115).
Bizim kâtipte ise bir duygu, bir gayret, hiçbir varlık yoktu
(s. 116).
6 Kânunusani 1923 (17 Ocak 1923) celseleri sonlarında
Vfontagna Ermeni Yurdu meselesine geçti.
Dedim ki: «İtilâf Devletleri Ermenileri kendilerine siyasi
âlet yapmışlar, ateşe saldırmışlardır. Kendi devletleri aleyhine isyan ettirmişlerdir.
Bunun neticesi onların tedibi olmuştur. Te’dip ile sâri hastalık açlık ve
hicret ile kırılmışlardır. Bunun bütün mes’uliyeti bize değil, İtilâf
Devletlerime aittir. Ermenilere mükâfat lâzımsa siz verin!.. El malı ile dost
İtezanılmaz. Ermeniler mazlum imiş, onlara yurt, istiklâl vermeliymiş. Biz
bunlara kaniiz. Ancak dünyada mazlum millet bir tane değildir. Mısır hürriyeti
için birkaç defadır vc daha dün kan içinde çalkandı. Hindistan, Tunus, Cezayir,
Fas hürriyetini, yurdunu istiyor Hatta İrlandalılar yurtları, istiklâlleri için
kaç asırdır, ne kadar kan döktüler?!. Siz bunlara istiklâllerini, yurtlarını
verin, biz de Eımenilere derhal verelim. Bütün bu okuduklarınız
keenlemyekûndür. Bu şart dahilinde burda duramayız. Celseyi terk ediyoruz.» dedim.
Ayağa kalktım. Bu sözlerim çok ağırdı. Hepsi pancar gibi
kıpkırmızı idi. Hele Rumbold!.. Kâh al, kâh mosmordu (s. 118-121).
(Bölümün devamında Ermenilerin çirkefliklerinden,
hainliklerinden, kafasızlıklarından, hulasa kafirliklerinden örnekler veriyor)
(Veli Saltık) Zannımca iyi
yürekli, namuslu bir insandır. Duruşu öyle intiba vermektedir. Fakat fevkalâde
zayıf, tabansız, bozguncu, menfi zihniyetli bir adamdır. Münakaşanın şiddetine
dayanamadı. Sinirleri çözülüverdi. Gördüm ki, beraber götürmekte bir fayda
yoktur. Bir daha yanıma almadım. Bu hilkat meselesidir (s. 131).
Muslihiddin Adil adında biri
Lozan’a gelmiş. Benimle görüşmek istedi. Görüştük. Selânik vilâyeti
Müslümanlarının ahali mübadelesinden istisna edilmesini, rica etti. «Bu makul
bir teklif değil ama İsmet Paşa’ya söyleyeyim tekrar görüşürüz.» dedim. Kim
olduğunu soruşturdum. İstanbul Darülfünunu’nda profesör olup Selânik
Dönmeleri’nden imiş. Burasını söylemiyor (s. 138).
Bu adamın teşebbüsü dediği gibi değildi. Bana müessir ve
kuvvetli bir yalanla Yahudi dolabı yapıyordu. Makedonya’da istiklâl filân hep
bizim gözümüze boya idi. Kandıracak... Gayesi sırf Selânik Dönmeleri’ni
mübadeleden istisna ettirmektir (s. 139).
İstanbul eski Hahambaşısı Hayim
Naum
İsmet bunu müşavir tayin etti. Yevmiye vermeye de başlamış.
Bana da söylemiyor. Derken Hahambaşını soframıza da aldı (s. 140).
Hahambaşı, İsmet’e bütün İngiliz ve Fransız ricalini
tanıdığım, hepsi ahbabı olduğunu, işleri istediği gibi yaptıracağım
söylüyormuş. Tabii İngiliz, Fransız ve İtalyan delegelerine de Ismet’in
avucunda olduğunu söylüyordu. Derken dediğim oldu. Bizim hahambaşı İsmet’ten
İzmir’de bir imtiyaz, istikraz işi, daha türlü para dolabı istemiş. Nihayet
Washington sefirliğini de istemiş. Lozan muhitinde dolaşıyor.
Herkese «İsmet teklifsiz ahbabımdır, sözümden dışarı
çıkmaz.» diyormuş. Haberi aldım. İsmet’e «Gördün mü?» dedim. Cevap yok. «Kov bu
herifi!..» dedim. İsmet bu imtiyaz ve emsali işleri bana söylememişti. Şimdi
ben söyleyince sözlerimin doğruluğuna inanmıştır. Fenalaştı (s. 141-142).
Fuat Ağralı
Bunu mali müşavir ve heyetin para işini idareye memur olarak
Rauf musallat etmişti.
…kimsenin yevmiyesini vaktinde vermez, herkes şikâyet eder,
işine bakmaz, bir mâli encümene gidip çalışmaz ve yerinde durmaz, zaten bir şey
bilmez de.
Bu paralan bankada Türk parasından İngilize, İngilizden
İsviçre Frankı’na lüzum olmayarak tebdil edip bundan da vuruyor (s. 142).
Birçok işler hallolunmuş, fakat askerlik, istimlâk,
Patrikhane’nin imtiyazlarının kâmilen ilgası gibi birtakım mühim şeyler
muallâkta kalmıştı. Bunlara pazarlık payı olarak Patrikhanemin İstanbul’dan
tardını teklif etmişim, kıyametler kopmuştu.
Venizelos
İllâ Patrik ve bütün Fatih’in verdiği imtiyazlar kalacak,
diyor. Bu adam şüphesiz zeki, fakat ne kadar olsa Rum. Rum şarlatanlığı var.
Venizelos yine Türkleri katliamla itham ediyor, fena şeyler
söylüyor.
«Reis Efendi! Susturunuz! Bir millete burada hakaret
edilemez. Abada mugayir.» diyorum. Ben söyledikçe Venizelos azıyor.
Reis: «Söz Sör Ekselans Rıza Nur Bey’in» dedi. Venizelos
yine susmuyor, söylüyor. Onun sözünü kesmesini beklemedim, söze başladım. Büyük
bir şiddetle söylüyorum. Venizelos sustu. Demek herifi şirretlikle bastırdım.
Dedim ki: «Kaç gündür Türk milletini barbar, katliamcı gibi sözlerle itham
ediyor. Barbar da katliamcı da Rumlar’dır. Türkler açık sözlüdür. İtiraf
ediyorum. Efendiler hep İşitin, biz Yunanlıları kestik. Tabii can müdafaası.
Hırsız gibi gelip evimize girdiler, yaktılar. Oraları gezen İsviçre Salib-i
Ahmer’in delegesi vatanımızı Pompei’ye benzer bulmuş. Bunu tabiat değil, bunu
yirminci asırda maatteessüf Hıristiyan elleri yapmıştır diyor. İşte Salib-i
Ahmer’in raporu. Bu müthiş cinayetlerin kabahati Yunan milletindedir. O da
değil, bunda mesul olan Yunan hükümetidir. O milleti bu belâya o sevketmiştir.
Hatta o da değil, efendiler, Yunan millet ve hükümetini sevk eden ve bu
facianın yegâne mesulü vardır. Bu cani kimdir biliyor musunuz? (elimi uzattım,
göstererek) işte bu Venizelos efendidir. Yunan milletini faciaya şevketti,
kırdırdı. İki taraftan bu kadar kanlar döktü. Bunu yapan budur. Bu kanlar hep
onun boynundadır. Gonaris’i kurşuna diziyorlar. Yunan milleti, Venizelos’u
kurşuna dizsin. Bir gün gelecek o millet, bu adamı lânet ile yâd edecektir.»
Benim gözlerim dönmüştü. Bir telâş oldu. Baktım Venizelos’un
başı bükülmüş. Masanın üstüne yıkılmış (s. 153-155).
Bunları da hiç zabta geçirmemişlerdir. Frenkler yamandır
istediklerini kor, istemediklerini komazlar, veya tahrif ederler. Bizimkiler de
kör. Hakkını görüp müdafaa etmez (s. 156).
Yunanlılar aleyhine deliller arıyoruz.
…beynelmilel Salib-i Ahmer (Kızıl Haç)’in Cenevre’de olan
merkezi Anadolu’ya iki adam gönderip tahkikat yaptırmışlar. Onlar cemiyete bir
rapor vermişler, bu rapor, cemiyetin revüsünde neşrolunmuştu. Bu nüshayı
Cenevre’den Salib-i Ahmer’in merkezinden istedim, verdiler. Orada Yunanlıların
Anadolu’yu Pompei gibi harap ettikleri yazılıdır (s. 162-163)
İktisadi Meseleler
Frenkler de aşikâr söylüyorlar: «Türkler her şeyde iyi,
fakat iktisat ve mâliyede sıfır.»
İsmet bu adama (Hasan Saka)
ahmak diye her gün küfretti: «Başıma nerden getirdim?» dedi. Ama konferansın
ikinci devresine de yine getirdi (s. 169).
Haşan, Cavid, Cahid Düyun-î Umumiye işi ile meşguldürler. Bu
üçü bir trinite halindeler. Bir sacayağı yaptılar, gece gündüz beraberler.
Birbirlerinden hiç ayrıldıkları yok. Hem de daima ve hususi olarak da Fransız
heyeti azası ile dost, holde onlarla oturuyorlar. Onlar ile yemekte ve gezmekte
beraberler. Adetâ bizimle hiç temasları yok (s. 171).
Müzakerelerde, Cavid, Haşan, Cahid Düyun-ı Umumiye’nin
sermaye değil faizinin taksimi esası üzerine karar vermişler. Bu benim
havsalama sığmadı. Borcun esasını, sermayesini taksim edip de Türk’e, «Senin
borcun şudur. Bunun da senelik faizi ve amortismanı şudur. Her yıl bu miktarı
vereceksin.» demiyorlar da bütün borç Türkiye’nin sırtında duracak. Sade faiz-i
senevisini bizden arazi alan devletlerle Türkiye arasında taksim edecekler. Ya
bu devletler: «Borç bizim değil, veremeyiz borç ahden Türkiye’nindir. O
versin...» deyiverirlerse... Felâket (s. 172)!
Haşan:
«Çünkü sermaye taksimi fennen mümkün değildir. Onun için.»
dedi. Şaşılacak şey...
Nihayet Cavid’e sorduk; «Sermaye taksiminin fennen asla
imkânı yoktur» dedi ve onda durdu. Söylendik. Biz söylendikçe Cavid kızıyor.
Pancar gibi oluyor. «Olamaz!» diyor.
Nihayet düşündüm ki, bitaraf Avrupalı maliye mütehassısı
bulup ona fikir danışmak hepsinden doğrudur.
İsmet’ten habersiz Ahmet İhsan’a (Tokgöz) böyle birisini
bulmasını söyledim.
Günter’i getirdi. Ona sordum. Bu adam sermaye taksiminin
pekâlâ mümkün olduğunu söyledi.
Bu iş için Hüseyin Cahid de gazetesinde Cavid’in sözünü
müdafaa ediyor, bizim aleyhimize yazıyor (s. 174).
Bu efendiler yıllarla Düyun-ı Umumiye’den çöplenmişlerdi.
Hâlâ da çöplenmekteler. Biri Yahudi, diğeri Arnavut. Türk çalışsın Frenkelere
para versin, umurlarında mı…
Bu işlerin başında Fransızlar’dan Bompard, Dekloneyer,
Serrebos var. Bompard’a behemehal sermaye taksimi olacağını söyledim. «Sizin
delegeleriniz (Cavid, Cahid, Haşan) faizde taksimi kabul ettiler, bile. O
geçti. Geri dönülmez.» dedi. «Yok onlar kabul edemez, murahhas biziz» dedim.
Hale bak dedim, hale bak!.. Meğerse bizim reyimize danışmadan murahhasımız
Haşan, müşavirlerimiz Cavid ve Cahid, bunu kabul etmişler. Felâket, vazifeşinaslık,
hıyanet... (s. 175)
İsmet pek ıstırap içinde. (…) «Bunlar düşmanla bir
olmuşlardır. Hem düşmanla uğraş, hem de bir de bunlarla uğraş. Bunlar hıyanet
ediyorlar. Kendi elimle ettim. Sen ise bana Cavid’i getirme diye çok söyledin.
Bunlardan kurtulmadıktan sonra bu işi halledemeyiz. Engel oluyorlar. Haşan
aptalını da bunlar iğfal ediyorlar.» dedi (s. 176).
Reşad (Nihad Reşad Belger) da imtiyaz ve kadın işinden başka
bir şeyle meşgul değil ve Frenklerle çok temasta. Bize de henüz hiçbir hizmeti
görülmedi. Pek hafif meşrep bir adam. Çalışmıyor da. Hiçbir sözünde de
durmuyor. Bu beşini Lozan’dan gönderelim (diğer dördü: Cavid, Cahid, Hamid ve
Hahambaşı). Saha açılır.» İsmet, «İyi ama ben bunu yapamam!..» dedi. «Niye?
Pekâlâ yaparsın. Sen reissin.» dedim.
Dedi ki: «Sen yap!..» İsmet bu!.. Kendine düşman kazanır
mı?.. Millet, devlet işi ikinci derecededir. Evvelâ şahsı.
(…)
Derhal bunu tebliğ ettim. Müşavirlikten azledildiniz. Hemen bu akşam Lozan’ı terk edeceksiniz!..
Etmezseniz bunun akıbeti ağır olur. Hepsi gittiler, sade Cavid birkaç gün izin
istedi. Birkaç gün sonra o da gitti (s. 177).
Hıdiv Abbas Hilmi
Brüksel bankalarında parası varmış. Harpte haczetmişler.
Hâlâ vermiyorlarmış. «Bunu alıverin» diyor.
Hıdiv bize adamları vasıtasıyla Celâl
Arif aleyhinde müthiş şeyler söyledi. Biz Hıdiv’den böyle bir şey
istemedik ama söyledi. Şöyle ki: Hıdiv Roma’da imiş. İtalyanların kendisini
hudut haricine atacaklarını işitmiş. Mümessü Celâl Arife müracaat etmiş. O da
ben mâni olurum demiş. Fakat biraz sonra «Bazüarına rüşvet vermek lâzım
geliyor» demiş. Hıdiv’den 500 İngiliz lirası almış. Sonra «Hüâliahmer’e para
lâzımdır» demiş. Bin lira daha almış. Bu parayı da Hilâliahmer’e yollamamış.
Hıdiv İtalya’da kalmış. Fakat haber almış ki, kendisini İtalya’dan çıkarmak
havadisi asılsız imiş. Bu da Celâl Arif, para çekmek için tertip ve işaası
imiş. Hıdiv’in kalması için rüşvet de dağıtmamış, paralan yutmuş (s. 186-187).
Suriye Arapları namına, Suriye Hey’eti Murahhasası olarak Caberizade İhsan adında biri benden mülakat rica etti.
Meramını anlattı. Hulâsası şudur:
«Suriye’ye Fransızlar aleyhine isyan edeceklermiş. Fakat
kudretleri yokmuş. Türkiye ordu gönderip Fransızları kovmalı imiş. Sonra da
Suriye’yi bu Araplara vermeli imiş. Araplar müstakil bir devlet yapmak imiş.»
(s. 188)
Mısırlılardan da bir heyet var. Lozan konferansına, bize,
diğer heyetlere beyanat gönderiyorlar. Mısır'ın İngilizlerden kurtarılıp
müstakil edilmesini talep ediyorlar. Bunlar Said Zağlul’un (105) «Vafd»
Partisi. Ermeni, Keldani. Asuri, ilh... Hıristiyanları konferansa kabul edip
dinleyen Frenkler, zavallı Mısırlıları kabul etmiyorlar.
Vafd Zağlul, Türk aleyhtarı. Harb-i Umumi’de İngilizlere bir
milyon insan verdiler. Bunlar cebren değil, para ile yazılmışlardır. Hâlâ
sırası düştükçe Mısır matbuatı «Biz Harb-i Umumi’de İngilizlere milyonlarla
insan ve para verdik. Yardım ettik. Bize istiklâlimizi vermiyor.» diyorlar. Bu
Mısırlılar da çoğu Çanakkale’de kullanılmıştır (s. 192).
(İtilaf devletleri, Ocak ayının sonunda heyetimize
antlaşma taslağı teslim edip imzalamamızı istediler. İsmet Paşa “imzalayıp sulh
yapalım” diye ısrar ediyor, Rıza Nur reddediyor, s. 202’den itibaren bu süreç
detaylı şekilde anlatılıyor)
Sonradan haber aldım meğerse İsmet, Curzon’a ve diğerlerine
verdikleri projeyi İmza edeceğine son hususi konuşmalarında ve son celseden
evvel söz vermiş imiş (s. 214).
Ankara’da bir de «Yenigün» gazetesi var. Bu, Yunus Nadi’nin. Daima Mustafa Kemal’in lehinde fakat,
şimdi bazen aleyhine yazıyor. Bir gün sonra yine lehinde. Hariçteki]ere
anlaşılmaz bir muamma. Yunus Nadi’ye Matbuat Müdüriyetinin bütün tahsisatı
verilir kâğıtları gümrüksüz geçirilir. Bir gün yanındayım. Yunus Nadi’nin
aleyhinde yazmasından bahsettim. Mustafa Kemal dedi ki: «Ha, o böyle bir
mahlûktur... (s. 228-229)
Biz Yunanlılardan tazminat-ı harbiye istedik.
Hususi tahkikatımız Pangalos’un hücum edeceğini gösteriyor.
Bulgarlara sorduk. Memleketlerine sordular. Hücumun kati olduğunu söylediler.
Bu da büyük bir tehlike idi.
Bu suretle paradan vazgeçtik. Resmen konferansa bildirdik.
Her şey yatıştı. Sulhtan sonra Edirne’den geçerken bizi ziyarete gelen
zabitlere de sordum. Dediler ki: «Yunanlılar tamamiyle hücum tertibatı
almışlardı. Birtakım müfrezeleri ileri sürdüler. Hücumları muhakkaktı.» (s.
240-243)
Harpte çıkarılan kâğıt paralarımıza garanti olan altınlar
Viyana’da bir bankada imiş. Mütareke iptidasında İngilizler zaptetmiş. Bu
parayı onlar aldılar. Bizim kâğıtlar havada kaldı. Yine şaşıyorum ki, bu
garantisiz kâğıtlar para diye geçiyor! Bu garanti parayı almak mümkün olmadı
(s. 244).
Söyleyeyim ki, bu muahede bu iki adamın eseridir. Biz
bedavadan imza koyduk. Hele Haşan! Büsbütün bedavadan. Lozan Muahedesi’nde de
bu adamın imzası pek haksızdır. Hiçbir hizmeti geçmemiştir. Bilakis muahedeye
fenalığı vardır. Münir’in, Hikmet’in diğer bütün müşavirlerin, hatta kâtip ve
şifrecilerin ondan ziyade hakkı vardır (s. 249).
İtalyan meselesi mühim bir meseledir. Bunların bugün
siyasetlerinin en mühim noktası, Anadolu’nun İzmir’den İskenderun’a kadar olan
kısmının istilâsı ve oraya İtalyan yerleştirmektir. Bir de İtalyan sanayiine
lâzım olan kömür, İtalya’da ve müstemlekelerinde yoktur. Bu sebeple Ereğli
Havzası’nda da gözleri vardır. Bu siyaset Mussolini ile kuvvetlenmişti.
Lozan’da Montagna ile bir düziye ve kemal-i hararetle
Menderes boyuna İtalyan yerleştirmek için çalıştı. Bunu bize dostlukla kabul
ettirmek istiyordu. Bana belki on defa söylemişti. Bense İzmir’deki İtalyanları
tard için uğraşıyordum (s. 255).
Robert Kolej, Cizvit mektepleri memleketimizin irfanı için
pek mühimdir, lazımdır. Ancak bu mektepler dini ve siyasidir. Memleketimizde
sırf bu maksatla yapılmışlardır. Talebeyi Katolik ve Protestan yapmak
istiyorlar. Koloni işinin mukaddemesi mektep, yetimhane ve hastahanedir (s.
270).
Fransızlar bizim mukavemetimiz karşısında sulh yapmaktan vazgeçmişler.
Mali işler, onların en mühim işi idi. Zavallılar istediklerinin hemen hiçbirini
alamamışlardı. Fakat, Lord Curzon, Fransız hükümeti üzerine tazyik icra, onları
şartlan kabule ve sulhu imzaya mecbur etmiştir. Demek ki, sulh İngiltere ve
bilhassa Curzon’un sayesinde olmuştur (s. 282).
Ancak bu mükemmel muahedenin bir kusuru vardır. Boğaz’a
serbesti verdik, garbi Trakya’ya muhtariyet veremedik, Yunanlılardan tamirat
bedeli alamadık, İskenderun Türklerini hududumuz içine alamadık, Musul’un halli
sonraya kaldı. Fakat bunları da yapmak mümkün değildi (s. 284).
TBMM Gizli Zabıtlarından Lozan Müzakereleri (s. 287 vd.)
Dr.
Rıza Nur ve Lozan Telgrafları
No: 355, Tarih: 16 Ocak
Başbakan H. Rauf Beyden İsmet Paşaya tel No. 263 Zata
mahsus. Çok gizli
Haim Naum efendi İngiltere’ye
gönderilmek üzere dört ay için 5000 lira aldı. Cavit
Bey Düyun-î Umumiye idaresinden para almıştır ve onların çıkarlarını
koruyacaktır. Onun Lozan’da bulunması ve İngilizlerce size rakip gibi
gösterilmesi üzücüdür (s. 365).
Abdülmecid zamanından beri ecnebilerle ittifâk ederek millî
menâfiimiz aleyhinde iş görmek tenkîd edilmiyordu; bu tarzda iş görenler
devletten rütbe, nişan ve mevkî alıyorlardı, hürmet görüyorlardı.
Milliyetperverliğin iktisadiyatta ve mâliyedeki tecellisini ilk defâ Ankara’da
gördük (s. 383).
Notlar
Yusuf Kemal Tengirşek. 1878’de Boyabat’ta doğdu.
İstanbul ve Paris Hukuk mezunudur. Osmanlı Meclis-i Mebusan’ınında bulundu.
Darülfünûn’da iktisat profesörü iken 42 yaşında Büyük Millet Meclisi 1. Dönem
Kastamonu milletvekili seçildi. 2-8. dönemlerinde de Sinop milletvekili olarak
Meclis’te yer aldı. İktisat, Adliye ve Hariciye Bakanlığı yaptı. Türkiye ile
Sovyet Rusya arasındaki itilafname ile Türk-Fransız itilafnamesini heyet
başkanı olarak o imzaladı. 1969 yılında vefat etti.
Reşit Saffet Atabinen. Yazar, tarihçi, diplomat. 1894
yılında İstanbul’da doğdu. Saint-Joseph okulu ve Paris’te Politik Bilimler’i
bitirdi. Bükreş, Washington, Madrit ve Tahran büyükelçiliği yaptı. Maliye
Nazırlığı Özel Kalem Müdürlüğü ve Şûra-yı Devlet Azalığı’nda bulundu. TBMM’nin
ilk devresinde milletvekilliği yaptı. Lozan Konferansına da «Genel Kâtip»
olarak katıldı. Yerli yabancı birçok gazetede yazarlık yaptı, Fransızca ve
Türkçe 40’tan fazla eser yazdı. 1965’teöldü.
Kara Vasıf Bey. 1872’de İstanbul’da doğdu. Harp Okulu
ve Harp Akademisi’ni bitirdi. Meclis-i Mebusan’da Sivas milletvekili iken
İngilizler tarafından tutuklanarak Malta’ya sürüldü. Anadolu’ya silâh sevk eden
Karakol Cemiyeti’nin kurucusudur. Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası’nın genel
sekreterliğini yaptı. Atatürk’e yapılan suikastle ilgili bulunduysa da İstiklal
Mahkemesi’nde beraat etti. Sonra politikayı bıraktı. 1931’de öldü.
Cavid Bey. 1875’te Selanik’te doğdu. Mülkiye
Mektebi’ni bitirdi. İttihat ve Terakki’nin önde gelen üyelerindendi.
Meclis-i Mebusan’ın birinci ve ikinci döneminde Selânik,
üçüncü döneminde Biga milletvekili olarak bulundu. 1912’de Sait Paşa
hükümetinde Bayındırlık, 1914’te de kısa bir süre Maliye Bakanlığı yaptı.
Talat ve İzzet Paşaların kabinelerinde Maliye Bakanlığı
yaptı. Mütareke döneminde İttihatçıların yargılanmaya başlamasıyla Avrupa’ya
kaçtı.
Lozan’ın ilk döneminde mali danışman olan Cavit Bey,
Fransızlarla yakın temas kurduğu belirlenince görevden alındı. İzmir’de
Atatürk’e karşı girişilen suikast ile ilgili olduğu iddiasıyla tutuklandı,
sonra da İstiklâl Mahkemesi tarafından idam edildi (1926).
Metr Salem. Selânik Dönmesi diye bilinen Yahudi
grubundandır. Maliye ve hukuk sahasında, Osmanlı devlet ricali üzerinde büyük
tesiri olmuştur. Özellikle Talat Paşa ile iyi ilişkiler kurmuş, devletin birçok
sırrına vâkıf olmuştu. İsrail Devleti’nin gerçekleştirilmesi için Emmanuel Karasu’dan
sonra en çok gayret sarfetmiş Yahudilerdendir.
Karasu Efendi (Emmanuel). Selânik Dönmesi (Yahudi
asıllı) Türk siyaset adamı.
İttihat ve Terakki Fırkasının Selânik şubesine girerek,
cemiyetin Mason localarıyla ilişkisini ve Masonların cemiyete sızmasını
sağladı.
Birinci Dünya Savaşı başlar başlamaz kendisini İaşe
Müfettişliğine tayin ettirerek, hudutsuz bir servet edindi.
Galip Bahtiyar. Batı Trakya liderlerinden.
Osmanlının, özellikle Birinci Balkan Savaşı sırasında Bulgarların Edirne’yi
işgal etmeleri üzerine bir daha Balkanlara çıkamayacağı kanaati yaygınlık
kazanınca, Balkanlarda, özellikle Batı Trakya’da kalan Türkler, birliklerini
muhafaza etmek için silaha sarıldılar. Batı Trakya’yı Rumlara veya Bulgarlara
bırakmamak için mücadele verdiler. Bir ara muhtarlıklarını bile ilan ettiler.
…haklarının unutulmaması için Lozan’a geldiler, ancak
anlaşılmayan sebeplerden dolayı Türk delegelerinden fazla hüsnü kabul
görmediler.
Vani Mehmet Efendi. IV. Mehmet zamanında Hünkâr Şeyhi
namıyla büyük nüfuz kazandı. Van’da doğdu. Boğaziçi’ndeki Vaniköy adını ondan
alır.
Fazıl Ahmet Paşa’nın delâletiyle padişahtan büyük teveccüh
gördü.
Hıdiv Abbas Hilmi Paşa. 1874’te İskenderiye’de doğdu.
Son Mısır hıdividir. Batıda eğitim gördü. Mısır’ı İngilizlerin etkisinden
kurtarmak için çaba harcadı.
Caberizade İhsan (Suriyeli diplomat). Meclisli
Mebusan’ın son dönemde Şam mebusu olarak bulundu. Arap milliyetçiliğinin
canlanması için çaba harcadı.
General Refet Bele. Harp Akademisi’ni Kurmay Yüzbaşı
olarak bitirdi. Mustafa Kemal ile birlikte Samsun’a çıkanlardandır. İki kez
İçişleri Bakanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı yaptı. TBMM’nin kararıyla
Trakya’nın teslim alınmasına memur edildi. Terakkiperver Fırkasında yer alınca
eski itibarını kaybetti. İzmir suikastı ile ilgilendirilerek tutuklandı ancak,
mahkeme tarafından aklandı. 1926 yılında bütün görevlerinden ve
milletvekilliğinden istifa ederek sade bir hayat yaşamaya başladı. 1963’te
öldü.
…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder