SAVAŞ BARIŞTIR
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR
CAHİLLİK
GÜÇTÜR
George
Orwell - 1984
Nisan ayının soğuk, ama açık bir günüydü; saatler on üçü
gösteriyordu. Yıldırıcı esen rüzgârdan korunabilmek için çenesini göğsüne
gömmüş olan Winston Smith, hızla Zafer Konağının camlı kapıdan içeri süzüldü.
Otuz dokuz yaşında olan ve sağ ayak bileğinin üstünde bir
varis ülseri taşıyan Winston, yolda birkaç kez dinlenerek, ağır ağır çıktı
merdivenleri.
Resmin altındaki başlıkta: BÜYÜK BİRADERİN GÖZÜ SENDE,
yazılıydı.
Tele-ekran aynı anda hem alıcı hem de verici işlevi
görüyordu. Fısıltıyla konuşmadığı sürece Winston'ın çıkardığı her ses
tele-ekran tarafından alınıyordu; dahası, madeni levhanın görüş alanında
kaldığı sürece Winston işitilmekle kalmıyor, görülebiliyordu da. Hiç kuşkusuz,
ne zaman izlendiğinizi anlamanız olanaksızdı. Düşünce Polisi'nin, kime ne zaman
ve hangi sistemle bağlandığını kestirmek çok zordu. Herkesi her an izliyor da
olabilirlerdi.
Gerçek Bakanlığı −Yenisöylem'de Gerbak− görünürdeki bütün
öteki nesnelerden ilk bakışta ayrılıyordu.
Piramit biçimindeki koskocaman parlak beyaz beton yapının
yüksekliği üç yüz metreydi. Beyaz cephesine zarif harflerle yazılmış üç Parti
sloganı, Winston'ın durduğu yerden az çok okunabiliyordu:
SAVAŞ BARIŞTIR
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR
CAHİLLİK GÜÇTÜR
Söylenenlere bakılırsa, Gerçek Bakanlığı'nın yerüstündeki üç
bin odasının yeraltında da uzantıları bulunuyordu. Londra'nın çeşitli
yerlerinde benzer görünüş ve büyüklükte yalnızca üç yapı daha vardı.
Haberler, eğlence, eğitim ve güzel sanatlara bakan Gerçek
Bakanlığı; savaşlarla ilgilenen Barış Bakanlığı; yasa ve düzeni sağlayan Sevgi
Bakanlığı ve ekonomi işlerinden sorumlu Varlık Bakanlığı. Bunların
Yenisöylem'deki adları Gerbak, Barbak, Sevbak ve Varbak'tı.
…ilaç içer gibi içiverdi.
…dünya gözüne daha hoş görünmeye başladı.
Garip bir güzelliği vardı defterin.
Küçük, eğri büğrü harflerle şöyle yazdı:
4 Nisan 1984
1984 yılında olduklarından hiç de emin değildi.
Bu günceyi kimin için tutuyordu? Gelecek için, daha doğmamış
olanlar için.
Winston hemen hiçbir kadından, özellikle de genç ve güzel
kadınlardan hoşlanmazdı.
Kızın, Düşünce Polisi'nin bir ajanı olabileceği bile
geçmişti aklından.
(O’Brien) Öyle ya da böyle, tele-ekranı atlatabilir ve onu
tek başına yakalayabilirseniz, konuşabileceğiniz birine benziyordu.
İki Dakika Nefret izlenceleri her seferinde değişirdi, ama
Goldstein'ın başrolde olmadığı bir tek izlence yoktu. Goldstein baş haindi,
Parti'nin saflığını bozan ilk kişiydi.
Goldstein'ın etkisi hiç azalmıyor gibiydi. Her gün onun
oyununa gelmeye hazır yeni yeni salaklar çıkıyordu. Gün geçmiyordu ki, onun
buyruklarıyla eyleme geçen casuslar ve kundakçılar Düşünce Polisi tarafından
ele geçirilmesin. Goldstein, gözle görülmeyen koca bir ordunun komutanı,
kendilerini Devlet'i yıkmaya adamış bozgunculardan oluşan bir yeraltı örgütünün
başıydı.
Winston bir an O'Brien'la göz göze geldi.
Saniyenin onda biri kadar göz göze geldiler, ama bu kadarcık
bir süre bile Winston'ın, O'Brien'ın kendisi gibi düşündüğünü anlamasına yetti
(…) O'Brien,"Senin yanındayım" der gibiydi. "Ne düşündüğünü, ne
hissettiğini çok iyi biliyorum. Ne kadar aşağıladığını, ne kadar nefret
ettiğini, ne kadar tiksindiğini biliyorum. Ama merak etme, yanındayım!"
Birkaç saniye kadar belli belirsiz bakışmışlardı, o kadar.
Ne ki, yaşamak zorunda bırakıldıkları yapayalnızlıkta bu kadarı bile unutulmaz
bir olaydı.
Gözleri yeniden önündeki sayfaya odaklandı. Umarsız
düşünceler içinde öylece otururken istençsizce bir şeyler yazmış olduğunu fark
etti:
KAHROLSUN BÜYÜK BİRADER
Kendinden utanarak arkasına yaslanıp kalemi bıraktı. Sonra
birden irkilerek dehşete kapıldı. Kapı vuruluyordu.
Nefesini tutup kapıyı açtı. O anda gönlüne su serpildi.
Kapının önünde solgun, seyrek saçlı, yüzü kırış kırış, ezik bir kadın
duruyordu.
Acaba bize kadar gelip mutfağımızdaki lavaboya bir bakar
mısınız? Tıkanmış galiba...
Kendi çocuklarından korkmak, otuz yaşından büyükler için
nerdeyse olağan bir şey olup çıkmıştı.
Yeniden masanın başına oturdu, kalemini mürekkebe batırıp
yazmaya başladı: Geleceğe ya da geçmişe, düşüncenin özgür olduğu, insanların birbirlerinden
farklı oldukları ve yapayalnız yaşamadıkları bir zamana; gerçeğin var olduğu ve
yapılanın yok edilemeyeceği bir zamana:
Tekdüzen çağından, yalnızlık çağından, Büyük Birader
çağından, çiftdüşün çağından; selamlar!
Düşüncesuçu, ölümü gerektirmez: Düşüncesuçunun KENDİSİ
ölümdür.
Sağ elinin iki parmağına mürekkep bulaşmıştı. İşte tam da
böyle bir ayrıntı insanı ele verebilirdi.
Winston rüyasında annesini görüyordu.
Annesinin anısı yüreğini dağlıyordu, çünkü annesi onu
severek ölmüştü…
Parti geçmişe el koyabiliyor ve şu ya da bu olayın hiçbir
zaman olmadığını söyleyebiliyorsa, bu hiç kuşkusuz işkenceden de, ölümden de
beter bir şeydi.
Parti sloganında ne deniyordu: "Geçmişi denetim altında
tutan, geleceği de denetim altında tutar; şimdiyi denetim altında tutan,
geçmişi de denetim altında tutar."
"Gerçeklik denetimi" diyorlardı buna:
Yenisöylem'de ise "çiftdüşün".
Aklı çiftdüşünün dolambaçlı dünyasına kayıp gitmişti. Hem
bilmek hem de bilmemek, bir yandan ustaca uydurulmuş yalanlar söylerken bir
yandan da tüm gerçeğin ayırdında olmak, çeliştiklerini bilerek ve her ikisine
de inanarak birbirini çürüten iki görüşü aynı anda savunmak; mantığa karşı
mantığı kullanmak, ahlaka sahip çıktığını söylerken ahlakı yadsımak, hem
demokrasinin olanaksızlığına hem de Parti'nin demokrasinin koruyucusu olduğuna
inanmak; unutulması gerekeni unutmak, gerekli olur olmaz yeniden anımsamak,
sonra birden yeniden unutuvermek: en önemlisi de, aynı işlemi işlemin kendisine
de uygulamak. İşin asıl inceliği de buradaydı: bilinçli bir biçimde
bilinçsizliği özendirmek, sonra da, bir kez daha, az önce uygulamış olduğunuz
uykuya yatırmanın ayırdında olmamak.
Yeni bir işgünü başlarken tele-ekranın yakınlığının bile
farkında olmadan derin bir iç çeken Winston, söyleyaz'ı kendine çekip
ağızlığındaki tozları üfledi ve gözlüğünü taktı. Sonra, masasının sağındaki
basınçlı borudan düşmüş olan dört küçük kâğıt ruloyu düzeltip birbirine
tutturdu.
Ele aldığınız bilgilerin çoğunun gerçek dünyayla en küçük
bir bağıntısı yoktu; bir kuyruklu yalanın bile gerçek dünyayla daha çok
bağıntısı olduğu söylenebilirdi. İstatistiklerin ilk başta verilen rakamları da
sonradan düzeltilmiş rakamlar kadar uydurmaydı.
Winston'ın hayattaki en büyük zevki yaptığı işti.
Dile son biçimini veriyoruz; başka bir dil konuşan hiç kimse
kalmadığında alacağı biçimi. Sözlüğü tamamladığımızda, senin gibilerin dili
yeni baştan öğrenmeleri gerekecek. Bana öyle geliyor ki, sizler asıl işimizin
yeni sözcükler icat etmek olduğunu sanıyorsunuz. Oysa ilgisi yok! Sözcükleri
yok ediyoruz; her gün onlarcasını, yüzlercesini ortadan kaldırıyoruz. Dili en
aza indiriyoruz.
Sözcükleri yok etmek harika bir şey. Hiç kuşkusuz, asıl
fazlalık fiiller ve sıfatlarda, ama atılabilecek yüzlerce isim de var. Yalnızca
eşanlamlılar değil, karşıt anlamlılar da söz konusu. Bir sözcüğün karşıt
anlamlısına ne gerek var ki? Kaldı ki, her sözcük karşıtını kendi içinde
barındırır. Örneğin, 'iyi' sözcüğü. 'İyi' sözcüğü varken, 'kötü' sözcüğüne
neden gerek duyalım ki? 'İyideğil' dersin, olur biter; hatta daha da iyi olur,
çünkü 'iyideğil' 'iyi'nin tam karşıtı, 'kötü' ise tam karşıtı değil. Ya da
'iyi'nin yerine daha güçlü bir sözcük istiyorsan, 'mükemmel' ve 'fevkalade'
gibi belirsiz ve yararsız sözcük kullanmanın ne anlamı var? 'Artıiyi' aynı
anlamı karşılıyor; ya da, daha da güçlü bir sözcük istiyorsan, 'çifteartıiyi'
diyebilirsin. Kuşkusuz, bu sözcükleri daha şimdiden kullanıyoruz; ama
Yenisöylem son biçimini aldığında bunlardan başka hiçbir sözcük
kullanılmayacak.
Yenisöylem'in tüm amacının, düşüncenin ufkunu daraltmak
olduğunu anlamıyor musun? Sonunda düşüncesuçunu tam anlamıyla olanaksız
kılacağız, çünkü onu dile getirecek tek bir sözcük bile kalmayacak. Gerek
duyulabilecek her kavram, anlamı kesin olarak tanımlanmış, tüm yan anlamları
yok edilmiş ve unutulmuş tek bir sözcükle dile getirilecek.
Tele-ekrandan akıllara durgunluk veren istatistikler birbiri
ardı sıra yağıyordu. Geçen yıla oranla daha çok yiyecek, daha çok giyecek, daha
çok konut, daha çok ev eşyası, daha çok tencere, daha çok yakıt, daha çok gemi,
daha çok helikopter, daha çok kitap, daha çok bebek vardı; hastalık, suç ve
cinnet dışında her şey daha çoktu. Her yıl, her dakika herkes ve her şey
görülmemiş bir hızla çoğalıyordu. Winston, biraz önce Syme'ın yaptığı gibi,
kaşığını eline almış, masanın üstündeki türlü artığıyla oynuyor, deşeleyip
şekiller oluştururken, yaşadıkları yaşamın büründüğü görünümü düşünüyordu
öfkeyle. Yaşam hep böyle mi olagelmişti? Yemeğin tadı her zaman böyle mi
olmuştu?
Yan masadaki kız hafifçe dönmüş, ona bakıyordu. O esmer
kızdı.
Neden ona bakıp duruyordu bu kız?
Winston evliydi; daha doğrusu bir zamanlar evlenmişti. Belki
hâlâ evliydi, çünkü bildiği kadarıyla karısı ölmüş değildi.
Fahişelerle birlikte olmak hiç kuşkusuz yasaktı, ama ara
sıra çiğnemeyi göze alabileceğiniz kurallardandı bu. Tehlikeli olmasına
tehlikeliydi, ama işin ucunda ölüm yoktu. Bir fahişeyle yakalanmak, daha önce
işlenmiş bir suçunuz yoksa, size zorunlu çalışma kampında topu topu beş yıla
patlayabilirdi. Kolayca göze alınabilecek bir suçtu bu, yeter ki suçüstü
yakalanmayın.
Parti'nin açıklamadığı gerçek amacı, cinsel ilişkiden zevk
almayı tümden yok etmekti. Evlilikte olsun, evlilik dışı olsun, düşman görülen,
aşktan çok erotizmdi.
…birbirlerini fiziksel olarak çekici buldukları izlenimi
uyandıran çiftlerin evlenmesine asla izin verilmiyordu. Evliliğin kabul gören
tek bir amacı vardı, o da Parti'ye hizmet edecek çocuklar dünyaya getirmekti.
Winston bir kez daha Katharine'i düşündü. Ayrılalı dokuz,
on, belki on bir yıl olmuştu.
Ona ne zaman dokunacak olsa, ürküp kaskatı kesilirdi. Ona
sarılmak, tahtadan bir kuklaya sarılmaktan farksızdı.
Bir umut varsa, proleterlerde olmalıydı…
Bilinçleninceye kadar asla başkaldırmayacaklar, ama
başkaldırmadıkça da bilinçlenemezler.
Winston birden, çağdaş yaşamın asıl özelliğinin acımasızlığı
ve güvensizliği değil, yavanlığı, donukluğu ve kayıtsızlığı olduğunu fark etti.
Yaşamın yalnızca tele-ekranlardan yağdırılan yalanlarla değil, Parti'nin
erişmeye çalıştığı ülkülerle de hiç benzeşmediğini görmek için çevrenize bir
göz atmanız yeterliydi.
Geçmiş değişmekle kalmıyor, sürekli olarak değişiyordu. Onu
en çok perişan eden de, bu büyük sahtekârlığın neden yapıldığını bir türlü açık
seçik anlayamamasıydı. Geçmişi çarpıtmanın dolaysız yararları apaçık ortadaydı,
gel gör ki gerçek neden bilinemiyordu. Winston kalemini alıp yazdı:
NASIL'ını anlıyorum: NEDEN'ini anlamıyorum.
Günceyi O'Brien için, daha doğrusu O'Brien'a yazıyordu…
Özgürlük, iki kere iki dört eder diyebilmektir. Buna izin
verilirse, arkası gelir.
Dernek Merkezindeki akşam toplantısını üç haftadır ikinci
kez kaçırıyordu: Pek akıllıca sayılmazdı bu yaptığı, çünkü Merkez'e
devamlılığın sürekli denetlendiği kesindi. Bir Parti üyesinin ilke olarak hiç
boş vaktinin olmaması ve yatak dışında hiç yalnız kalmaması gerekiyordu.
Birden ortalık birbirine girdi. Millet çığlık çığlığaydı.
İnsanlar tavşanlar gibi kaçışıyor, kapılardan içeri atıyorlardı kendilerini.
Winston kendini hemen yüzükoyun yere attı.
Kaldırım yerinden oynuyormuşçasına bir gümbürtü koptu;
sırtına patır patır bir şeyler yağdı.
Yeniden yürümeye başladı.
Meyhanenin kapısını araladığında, insanın burnunun direğini
kıran berbat bir ekşi bira kokusu çarptı suratına.
Anımsadığınız kadarıyla söyler misiniz, 1925'te hayat
şimdikinden daha mı iyiydi, yoksa daha mı kötüydü?
Güncesini yazdığı defteri aldığı eskici dükkânının
önündeydi.
Buna mercan diyorlar,
Winston hemen dört doları verdi, gözünü alamadığı parçayı
cebine attı.
Yukarıda bir oda daha var, belki bir göz atmak istersiniz,
Tele-ekran yok!" diye mırıldanmaktan alamadı kendini.
Kız Winston'la göz göze geldi, ama onu hiç görmemiş gibi
geçip gitti.
…kızın sağ kolunun askıda olduğunu fark etti…
Aralarında dört metre kadar bir uzaklık kalmıştı ki, kız
tökezleyerek yüzükoyun yere kapaklandı ve acı içinde çığlığı bastı. Herhalde
sakat kolunun üstüne düşmüştü.
"Canınız yandı mı?" dedi.
"Bir şey yok. Kolum. Geçer şimdi."
Winston bir anlık şaşkınlığını gizleyebilmek için akla
karayı seçmişti, çünkü kızın ayağa kalkmasına yardım ettiği iki üç saniye
içinde kız kaşla göz arasında eline bir şey tutuşturmuştu.
Katlanmış bir kâğıt parçasıydı.
Seni seviyorum.
Kızla bağlantıya geçip randevulaşmak gibi çözülmesi gereken
ciddi bir sorun vardı. Artık kızın kendisine tuzak kuruyor olabileceği aklının ucundan
bile geçmiyordu.
Winston biraz sonra kızın masasına oturmuştu bile; yüreği
yerinden fırlayacak gibiydi.
Kızın kendisine yakınlık gösterdiği günün üzerinden bir
hafta geçmişti. Belki de fikir değiştirmişti, belki değil, mutlaka
değiştirmişti fikrini! Böylesi bir serüvenin bir yere varması olanaksızdı;
gerçek yaşamda böyle şeyler olmuyordu.
Randevu saatini beş dakika geçmiş, ama kız hâlâ
görünmemişti.
Kız, tıpkı kantinde yaptığı gibi, hemen dizginleri ele aldı.
Daha önce de yaptığı gibi, dudaklarını nerdeyse hiç kıpırdatmadan, soğuk bir
sesle konuşmaya başladı; sesi, bağrışmalar ve kamyonların gürültüsü arasında
boğulup gidiyordu.
"Beni duyabiliyor musun?"
…
"Bunların hepsini aklında tutabilecek misin?" diye
mırıldandı.
"Evet."
Artık Winston'la kızın ayrılmaları gerekiyordu. Ama son
anda, henüz kalabalıktan kurtulamamışken, kız Winston'ın elini tutup usulca
sıktı.
Kız durup arkasına döndü.
"İşte geldik," dedi.
"Otuz dokuz yaşındayım. Yakamı kurtaramadığım bir
karım, bacaklarımda varislerim, beş takma dişim var."
"Umurumda değil," dedi kız.
Winston, "Adın ne?" diye sordu.
"Julia.
"Çok gençsin," dedi. "Benden on on beş yaş
gençsin. Benim gibi bir adamın nesini beğenmiş olabilirsin ki?"
"Yüzünde fark ettiğim bir şey çekti beni. Şansımı
deneyeyim dedim. Bağlılık duymayanları saptamakta üstüme yoktur. Seni görür
görmez onlara karşı olduğunu anladım."
Daha önce de yaptın mı bunu?"
"Tabii. Yüzlerce kez yaptım... yüzlerce kez olmasa da
pek çok kez."
"Bak. Ne kadar çok erkekle yattıysan, seni o kadar çok
seviyorum. Anladın mı?"
"Evet, çok iyi anladım."
…yarım saat kadar uyudular.
İlk uyanan Winston oldu.
"Buraya bir kere daha gelebiliriz," dedi Julia.
"Saklı yerleri iki kez kullanmanın genellikle pek sakıncası olmaz. Ama bir
iki ay sonra tabii."
"Asla geldiğin yoldan dönme," dedi Julia, çok
önemli bir kuralı açıklıyormuşçasına.
Sonuçta, ormandaki o açıklığa bir daha hiç gitmediler.
Küçük kurallara uyarsan, büyük
kuralları çiğneyebilirdin.
Julia, Winston'ı, ateşli Parti üyelerinin gönüllü olarak yaptıkları
gibi, hiç değilse bir akşamını savaş gereçleri üretimine ayırmaya bile razı
etmişti.
Julia yirmi altı yaşındaydı.
İlk ilişkisini on altı yaşındayken, altmış yaşında bir Parti
üyesiyle yaşamış, daha sonra adam tutuklanmamak için intihar etmişti. "İyi
de oldu," dedi Julia, "konuştursalardı adımı verebilirdi."
Parti den nefret ettiği gibi, bunu en yakası açılmadık
sözlerle dile getiriyor, ama hiçbir zaman Parti'nin genel bir eleştirisini
yapmıyordu. Kendi yaşamına dokunmadıkça, Parti öğretisi onu hiç mi hiç
ilgilendirmiyordu. Winston, günlük dile girmiş sözcükler dışında Yenisöylem
sözcüklerini hiç kullanmadığını fark etmişti.
Parti'nin cinsellik konusundaki softalığının ardında yatanı
çok iyi kavramıştı. Burada söz konusu olan, cinsel içgüdünün, Parti'nin
denetleyemediği, kendine özgü bir dünya yarattığı için elden geldiğince yok
edilmesi gerektiği değildi yalnızca. Daha da önemlisi, cinselliğin bastırılması
isteriyi tetikliyordu; bu da Parti'nin istediği bir şeydi, çünkü savaş
coşkusuna ve öndere tapınmaya dönüştürülebiliyordu. Julia bunu şöyle
yorumluyordu: "Seviştiğin zaman içindeki enerjiyi boşaltırsın; sonra da
kendini mutlu hisseder ve hiçbir şeyi iplemezsin. Ama senin bu halin onların
hiç hoşuna gitmez. Her zaman enerji yüklü olmanı isterler. Bütün o yürüyüşler,
bağrını yırtarcasına bağırış çağırışlar, bayrak sallamalar, ekşiyip bozulmuş
cinsellikten başka bir şey değildir. …”
"Biz ölüyüz," dedi Winston.
Julia, "Daha değil," diye karşı koydu.
"Bedence ölmemiş olabiliriz. Ama ne kadar dayanabiliriz
ki?
Sonuç olarak insanız, ölümle yaşam aynı kapıya çıkar."
"Hadi oradan, saçmalama! Benimle mi sevişmeyi
yeğlersin, yoksa iskeletimle mi? Yaşıyor olmaktan memnun değil misin? Kendini
hissetmek, bu benim, bu benim elim, bu benim bacağım, ben gerçeğim, somutum,
canlıyım diyebilmek hoşuna gitmiyor mu? Söylesene, sahiden hoşuna gitmiyor
mu?"
Beyhude bir hayaldi,
Nisan güneşi gibi geldi geçti,
Bir bakış, bir söz aklımı çeldi,
Gönlümü çaldı, çekti gitti.
Bu şarkıların sözleri, güfteyazar denen bir aygıt tarafından
insan eli değmeden yazılıyordu. Ama kadın öyle güzel söylüyordu ki…
“İç Parti kahvesi,” dedi Julia. “Tam bir kilo.”
“Bütün bunları nereden buldun?”
“Hepsi İç Parti'nin.”
Haziran ayı boyunca dört, beş derken, altı yedi kez
buluştular.
Julia bazı bakımlardan Winston'dan çok daha uyanıktı ve
Parti propagandasından çok daha az etkileniyordu.
Her gün Londra'nın tepesine inen tepkili bombalar,
olasılıkla, "sırf halka korku vermek için" Okyanusya Hükümeti
tarafından atılıyordu. Bu, açıkçası, hiç aklına gelmemişti Winston'ın.
Geçmiş yalnızca şu cam parçası gibi, üstünde hiçbir şey
yazmayan nesnelerde yaşıyor. Artık Devrim'le, Devrim'den önceki yıllarla ilgili
hemen hiçbir şey bilmiyoruz. Bütün kayıtlar ya yok edilmiş ya da çarpıtılmış,
bütün kitaplar yeniden yazılmış, bütün resimler yeniden yapılmış, bütün
heykeller, sokaklar ve yapılar yeniden adlandırılmış, bütün tarihler değiştirilmiş.
Üstelik bu işlem her gün, her dakika uygulanmaya devam ediyor. Tarih durdu.
Parti'nin her zaman haklı olduğu sonsuz bir şimdiden başka bir şey yok.
Sonunda olmuştu işte. Beklenen mesaj gelmişti. Sanki yaşamı
boyunca bunun olmasını beklemişti.
Size adresimi vereyim.
Hayalinde canlandırdığı gizli hareketin var olduğu kesindi,
şimdi bu hareketin sınır boylarına ulaşmıştı Winston.
İlk aşamada, kafasında karşı koyamadığı, gizli bir düşünce
belirmiş, ikinci aşamada günce tutmaya başlamıştı. Düşüncelerden sözcüklere
geçmişti, şimdi de sözcüklerden eyleme geçiyordu. Son aşama Sevgi Bakanlığında
gerçekleşecekti. Bunu kabullenmişti. Son, başlangıçta gizliydi.
Bir keresinde, çikolata tayını dağıtılmıştı.
Winston birden çikolatanın tümünün kendisine verilmesi gerektiğini
söyleyerek bas bas bağırmaya başlamıştı; sanki kendisi değil de, başka biriydi
kıyameti koparan. Annesi açgözlülük etmemesini söylüyordu,
Sonunda annesi çikolatanın dörtte üçünü Winston'a, dörtte
birini de kız kardeşine vermişti. Küçük kız çikolatayı alıp belki ne olduğunu
bile anlamadan boş boş bakıyordu ki, Winston bir an izledikten sonra ansızın
atılıp çikolatayı kız kardeşinin elinden kapmış, kapıya doğru fırlamıştı.
Elinden bir şey kapıldığını fark eden kız kardeşi usul usul
ağlamaya başlamıştı. Annesi çocuğu kollarına almış, bağrına basmıştı. Winston,
annesinin bu davranışından, kız kardeşinin ölmekte olduğunu sezmiş; elinde
yapış yapış olan çikolatayla merdivenden aşağı fırlamış, kaçıp gitmişti.
Annesini bir daha görmemişti. Çikolatayı mideye indirdikten
sonra kendinden utanmış, karnı acıkıncaya kadar saatlerce sokaklarda dolanıp
durmuştu. Eve döndüğünde, annesi ortadan kaybolmuştu…
Annesi ve kız kardeşi dışında odada her şey yerli
yerindeydi.
…ayrı yollardan gelip O'Brien'ın kapısının önünde buluşmuş
olsalar da, birlikte gelmeleri tam bir çılgınlıktı. Ama böyle bir yere gelmek
başlı başına bir cesaret işiydi.
"Demek kapatabiliyorsunuz!" deyiverdi.
"Evet," dedi O'Brien, "kapatabiliyoruz. Bizim
öyle bir ayrıcalığımız var."
"Parti'ye karşı gizli bir etkinlik yürütüldüğü, gizli
bir örgüt olduğu, sizin de bu işin içinde olduğunuz kanısındayız. Örgüte
katılıp görev almak istiyoruz. Biz Parti'nin düşmanıyız. İngsos ilkelerine
inanmıyoruz. Düşüncesuçlularıyız. Üstüne üstlük, bir de zina yapıyoruz. Bunu
size anlatıyorum, çünkü kendimizi sizin ellerinize teslim etmek istiyoruz.
Başka suçlar da işlememizi isterseniz, emrinizdeyiz."
"Her şeyi yapmaya hazırız," dedi Winston
"Hayatınızı vermeye hazır mısınız?"
"Evet."
"Cinayet işlemeye hazır mısınız?"
"Evet."
"Yüzlerce masum insanın ölmesine yol açabilecek sabotaj
eylemlerine girişmeye?"
"Evet."
"Vatanınızı yabancı devletlere satmaya?"
"Evet." (…)
“Birbirinizden ayrılmaya ve birbirinizi bir daha hiç
görmemeye hazır mısınız?”
“Hayır!” diye patladı Julia.
Biz ölüyüz. Bizim biricik gerçek yaşamımız gelecekte. O da,
bir avuç toprak ve kemik parçaları olarak. Ama bu gelecek ne kadar uzakta,
bilen yok. Bin yıl sonra da olabilir. Şimdilik aklın alanını azar azar
genişletmekten başka hiçbir şey mümkün değil.
Nefret Haftası'nın altıncı günü (…) törenlerin son günü
ortalık yerde asılacak iki bin Avrasyalı savaş suçlusunu ele geçirseler
oracıkta paramparça edecek kadar çıldırtmışken, işte tam o sırada Okyanusya'nın
Avrasya'yla savaşta olmadığı açıklanmıştı. Okyanusya Doğuasya'yla savaştaydı,
Avrasya Okyanusya'nın müttefikiydi.
Hiç kuşkusuz, herhangi bir değişiklik olduğu kabul ediliyor
değildi. Apansızın aynı anda her yerde, düşmanın Avrasya değil, Doğuasya olduğu
öğrenilmişti, hepsi bu.
OLİGARŞİK KOLEKTİVİZMİN TEORİ VE PRATİĞİ
Emmanuel Goldstein
Winston okumaya başladı:
Birinci Bölüm
Cehalet Güçtür.
Bilinen tarih boyunca, olasılıkla Neolitik Çağ'ın sona
ermesinden bu yana, dünyada üç tür insan olagelmiştir: Yüksek, Orta ve Aşağı.
Bu üç kesimin amaçları asla uzlaştırılamaz...
Savaş, uygarlık merkezlerinde, tüketim maddelerinin durmadan
kısıtlanmasından ve arada sırada otuz kırk kişinin ölümüne yol açan tepkili
bombalardan başka bir anlam taşımamaktadır.
Modern savaşın ana amacı (bu amaç, çiftdüşün ilkelerine uygun
olarak, İç Parti yönetiminin beyinleri tarafından aynı anda hem benimsenmiş hem
de reddedilmiştir), genel yaşam düzeyini yükseltmeksizin, makinelerin
ürettiklerini tüketmektir.
…on dokuzuncu yüzyılın sonu ve yirminci yüzyılın başındaki
yaklaşık elli yıllık bir dönemde ortalama insanın yaşam düzeyini çok büyük
ölçüde yükseltti.
Sorun, dünyanın gerçek zenginliğini artırmadan sanayinin
çarklarının nasıl döndürüleceğiydi. Üretimin sürdürülmesi, ama ürünlerin
dağıtılmaması gerekiyordu. Uygulamada bunu gerçekleştirmenin tek yolu da,
savaşın sürekli kılınmasıydı.
Üç süper-devletten hiçbiri, ağır bir bozguna uğrama riski
taşıyan bir harekâta girişmez.
Yaşam koşulları üç süper-devlette de birbirinin aynıdır.
Dolayısıyla, üç süper-devlet birbirinin topraklarını
fethedemeyeceği gibi, bundan bir yarar da sağlayamaz. Tam tersine,
birbirleriyle çatışmayı sürdürdükleri sürece, birbirine yaslanmış üç ekin
demeti gibi birbirlerini ayakta tutarlar.
Savaş, tüketim malları fazlasını eritmekle kalmaz, aynı
zamanda hiyerarşik bir toplumun istediği zihinsel ortamın korunmasına destek
olur.
Eskiden, bütün ülkelerin egemen kesimleri, ortak çıkarlarını
bilerek savaşın yıkıcı gücünü sınırlandırabilmelerine karşın, birbirleriyle
gerçekten savaşırlar ve savaştan zaferle çıkan her zaman yenik düşeni
yağmalardı. Günümüzde ise asla birbirlerine karşı savaşmamaktadırlar. Savaş her
egemen kesim tarafından kendi uyruklarına karşı verilmektedir ve savaşın amacı
toprak ele geçirmek ya da toprak yitirmeyi önlemek değil, toplum yapısının hiç
değişmeden sürmesini sağlamaktır.
Parti sloganının özündeki anlam budur: Savaş Barıştır.
Burada anlatılanlar temelinde, önceden hiçbir şey bilmeyen
biri bile, Okyanusya toplumunun genel yapısını anlayabilir. Piramidin tepesinde
Büyük Birader oturmaktadır. Büyük Birader yanılmaz ve her şeye kadirdir. Tüm
başarılar, tüm kazanımlar, tüm zaferler, tüm bilimsel buluşlar, tüm bilgiler,
tüm bilgelikler, tüm mutluluklar ve tüm erdemler doğrudan onun önderliğinden
doğar ve ondan esinlenir. Büyük Birader'i bugüne kadar gören olmamıştır. O,
duvarlardaki posterlerde bir yüz, tele-ekranlarda bir sestir.
Büyük Birader, Parti'nin dünyaya görünmek için büründüğü
surettir.
Oligarşik yönetimin özü babadan oğula geçmesi değil,
ölülerin yaşayanlara dayattığı belirli bir dünya görüşü ve belirli bir yaşam
biçiminin sürdürülmesinde diretilmesidir.
İktidarı kimin elinde tuttuğu önemli değildir, yeter ki
hiyerarşik yapı hep aynı kalsın.
Kitlelerin ne düşündükleri ya da ne düşünmedikleri,
ilgilenmeye değmez bir sorun olarak görülmektedir. Bir düşünceleri olmadığı
için onlara düşünsel özgürlük tanınabilir.
Bir Parti üyesinden kişisel duygular taşımaması ve coşkuya
kapılmaması beklenir.
Parti'nin gücü ve bilgeliği karşısında kendini aşağılayarak
yaşaması gerekir.
…hoşnutsuzluklar İki Dakika Nefret gibi yöntemlerle dışarıya
yöneltilip giderilir ve kuşkucu ya da asi bir kişilik yaratabilecek kuruntular
genç yaşlarda aşılanan iç disiplinle önceden yok edilir. Küçük çocuklara bile
öğretilebilecek bu iç disiplinin ilk ve en basit aşamasına Yenisöylem'de
suçdurdurum denir. Suçdurdurum, her türlü tehlikeli düşüncenin eşiğinde adeta
içgüdüsel olarak ansızın durabilme becerisi anlamına gelir. Kıyaslamaları
kavramama, mantık hatalarını algılamama (…) en basit görüşleri bile yanlış
anlama ve sapkınlığa varabilecek her türlü düşünceden sıkılma ya da nefret etme
gücünü içerir. Sözün kısası, suçdurdurum, koruyucu aptallık demektir.
Parti üyesi, yabancı ülkelerden kopartıldığı gibi geçmişten
de kopartılmalıdır, çünkü atalarından daha iyi durumda olduğuna ve ortalama
yaşam düzeyinin sürekli yükseldiğine inanması gerekmektedir.
…geçmişin yeniden düzenlenmesinin asıl önemli nedeni,
Parti'nin yanılmazlığının korunmak zorunda olmasıdır. Parti'nin öngörülerinin
hep doğru çıktığını göstermek için söylevlerin, istatistiklerin, tekmil
kayıtların sürekli güncelleştirilmesi yeterli değildir.
İnsanın azınlıkta olması, tek kişilik bir azınlık olması
bile, deli olduğu anlamına gelmiyordu. Bir doğru vardı, bir de doğru olmayan;
doğruya sarıldığın zaman, tüm dünyayı karşına bile alsan, deli olmuyordun.
"Biz ölmüşüz," dedi Winston.
"Biz ölmüşüz," diye yineledi Julia, görev
bilircesine.
"Siz ölmüşsünüz," deyiverdi arkalarından acımasız
bir ses.
"Olduğunuz yerde kalın. Emir verilmedikçe
kıpırdamayın."
Başlıyordu, sonunda başlıyordu işte! Birbirlerinin
gözlerinin içine bakmaktan başka bir şey yapamıyorlardı. Kaçıp canlarını
kurtarmak, evden kaçıp gitmek için artık çok geçti; akıllarının ucundan bile
geçmiyordu kaçmak.
"Ev kuşatılmış," dedi Winston.
Adamlardan birinden karın boşluğuna bir yumruk yiyen Julia
da katlanır cetveller gibi iki büklüm olmuştu.
…iki adam, Julia'yı kollarından ve bacaklarından tutup karga
tulumba odadan çıkardı. Winston bir an Julia'nın baş aşağı çevrilmiş yüzünü
görür gibi oldu; sapsarı kesilmişti, gözleri kapalıydı, yanaklarındaki allık
izleri silinmemişti. Bu, Julia'yı son görüşü olacaktı.
…kapıdan içeri Bay Charrington girdi.
Sert bir sesle, "Kaldırın şunları yerden," dedi.
O olduğu belliydi, ama artık aynı kişi değildi.
Üçüncü bölüm
Nerede olduğunu bilmiyordu. Büyük olasılıkla Sevgi
Bakanlığı'ndaydı; ama bunu anlamak olanaksızdı.
Tele-ekrandan bir ses, "Smith!" diye bağırdı.
"6079 Smith W! Hücrede elleri cebe sokmak yok!"
Çoğu adi suçlu olmakla birlikte, aralarında birkaç siyasi
mahkûm da vardı.
Julia'yı pek düşündüğü yoktu. Zihnini ona veremiyordu.
Bazen hücrenin duvarındaki fayansları saymaya çalışıyordu.
Kolayca sayabilmesi gerekirken, bir yerde hep sayıyı şaşırıyordu. Sık sık da,
nerede olduğunu, gündüz mü gece mi olduğunu bile anlayamıyordu.
Kapı açıldı, içeriye O'Brien girdi.
"Demek sizi de yakaladılar!" diye bağırdı.
O'Brien, nerdeyse pişmanlık içeren belli belirsiz bir
alaycılıkla, "Beni çoktan yakalamışlardı," dedi.
Kaç kez dayak yemişti, dayaklar ne kadar sürmüştü, anımsayamıyordu.
"101 Numaralı Oda'ya," diyordu subay.
Beyaz önlüklü adam dönüp bakmıyordu. Winston'a da bakmıyor,
gözlerini kadranlardan ayırmıyordu.
Bir kilometre genişliğinde, ışıl ışıl aydınlatılmış, uçsuz
bucaksız bir koridorda, bir yandan kahkahalar atarak, bir yandan da bağıra
çağıra itiraflarda bulunarak düşe kalka ilerliyordu.
Winston, hüngür hüngür ağlayarak, "Elimde değil,"
dedi. "Gözümle gördüğümü nasıl yadsırım? İki kere iki dört eder."
"Bak, Winston. Bazen iki kere iki beş eder. Hatta bazen
üç eder. Bazen aynı anda hem beş hem üç ettiği de olur. Daha fazla çaba
göstermelisin. Aklı başında olmak kolay değildir."
Sözünü bitirdikten sonra beyaz önlüklü adama işaret etti.
Winston, başının arkasına büyükçe bir aygıtın yerleştirildiğini fark etti.
O'Brien yatağın yanı başına oturduğu için, yüzü Winston'ın yüzüyle aynı
hizadaydı.
Winston'ın başının üzerinden, beyaz önlüklü adama, "Üç
bin," dedi.
Winston'ın şakalarına hafif nemli birer ped yerleştirildi.
"Büyük Birader diye biri var mı?"
"Tabii ki var. Parti var. Büyük Birader, Parti'nin
cisme bürünmüş halidir."
"Peki, ama benim var olduğum gibi mi var?"
"Sen yoksun ki," dedi O'Brien.
"101 Numaralı Oda'da ne var?"
Parti, iktidarda olmayı, yalnızca kendi çıkarı için istiyor.
Başkalarının iyiliği bizim umurumuzda değil, bizi ilgilendiren yalnızca
iktidardır. Servet, lüks, uzun yaşamak ya da mutluluk değil, yalnızca iktidar,
salt iktidar. Salt iktidarın ne demek olduğunu birazdan anlayacaksın.
Aklına gelen düşünceleri yazmaya koyuldu. İlkin eğri büğrü
büyük harflerle şunu yazdı:
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR.
Sonra hemen altına ekledi:
İKİ KERE İKİ BEŞ EDER.
Önünde sonunda onu kurşuna dizmeye karar vereceklerdi.
"Kalk," dedi O'Brien."Gel buraya."
Winston'ı muhafızlara doğru hafifçe itti.
"101 Numaralı Oda'ya," dedi.
Üstünde bir tutamağı olan, uzunca bir tel kafesti masada
duran. Tel kafesin ön tarafına, içbükey yanı dışa bakan, eskrim maskesine
benzer bir şey takılmıştı. Winston, üç dört metre uzağında olmasına karşın,
kafesin uzunlamasına iki bölüme ayrılmış olduğunu ve her bölümde birer yaratık
bulunduğunu görebiliyordu. Sıçanlar.
Maske Winston'ın yüzüne yaklaştıkça yaklaşıyordu.
"Julia'ya yapın! Julia'ya yapın! Beni bırakın!
…bir çıt sesi daha duydu ve kafesin kapısının açılmadığını,
kapandığını anladı.
Kestane Ağacı Kahvesi'nde nerdeyse in cin top oynuyordu.
Julia'yı görmüştü, dahası onunla konuşmuştu bile.
Julia, birden, "Sana ihanet ettim," deyivermişti.
"Sana ihanet ettim," demişti Winston da.
Başını kaldırıp o kocaman yüze baktı. O siyah bıyığın ardına
gizlenen gülümseyişin anlamını kavraması kırk yılını almıştı. Ah, o acımasız,
boş aldanışlar! Ah, o sevecen kucaktan dik kafalı, bile isteye kaçışlar!
Yanaklarından cin kokulu iki damla gözyaşı süzüldü. Ama artık her şey yoluna
girmişti, mücadele sona ermişti. Sonunda kendine karşı zafere ulaşmıştı. Büyük
Birader'i çok seviyordu.
Ek
Yenisöylem kuralları
Yenisöylem, Okyanusya'nın resmî diliydi ve İngsos ya da
İngiliz Sosyalizmi'nin ideolojik gereksinimlerini karşılamak amacıyla
oluşturulmuştu.
Yenisöylem'in amacı, yalnızca İngsos'un sadık
izleyicilerinin dünya görüşü ve düşünsel alışkanlıklarına uygun düşecek bir
anlatım ortamı sağlamak değil, aynı zamanda bütün öteki düşünce biçimlerini
olanaksız kılmaktı.
…
Türkçeleştiren: Celâl Üster
38. basım, Ocak 2013
Can Yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder