14 Ekim 2019 Pazartesi

George Orwell - 1984


SAVAŞ BARIŞTIR

ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR
CAHİLLİK GÜÇTÜR


George Orwell - 1984

Nisan ayının soğuk, ama açık bir günüydü; saatler on üçü gösteriyordu. Yıldırıcı esen rüzgârdan korunabilmek için çenesini göğsüne gömmüş olan Winston Smith, hızla Zafer Konağının camlı kapıdan içeri süzüldü.

Otuz dokuz yaşında olan ve sağ ayak bileğinin üstünde bir varis ülseri taşıyan Winston, yolda birkaç kez dinlenerek, ağır ağır çıktı merdivenleri.

Resmin altındaki başlıkta: BÜYÜK BİRADERİN GÖZÜ SENDE, yazılıydı.

Tele-ekran aynı anda hem alıcı hem de verici işlevi görüyordu. Fısıltıyla konuşmadığı sürece Winston'ın çıkardığı her ses tele-ekran tarafından alınıyordu; dahası, madeni levhanın görüş alanında kaldığı sürece Winston işitilmekle kalmıyor, görülebiliyordu da. Hiç kuşkusuz, ne zaman izlendiğinizi anlamanız olanaksızdı. Düşünce Polisi'nin, kime ne zaman ve hangi sistemle bağlandığını kestirmek çok zordu. Herkesi her an izliyor da olabilirlerdi.

Gerçek Bakanlığı −Yenisöylem'de Gerbak− görünürdeki bütün öteki nesnelerden ilk bakışta ayrılıyordu.
Piramit biçimindeki koskocaman parlak beyaz beton yapının yüksekliği üç yüz metreydi. Beyaz cephesine zarif harflerle yazılmış üç Parti sloganı, Winston'ın durduğu yerden az çok okunabiliyordu:
SAVAŞ BARIŞTIR
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR
CAHİLLİK GÜÇTÜR

Söylenenlere bakılırsa, Gerçek Bakanlığı'nın yerüstündeki üç bin odasının yeraltında da uzantıları bulunuyordu. Londra'nın çeşitli yerlerinde benzer görünüş ve büyüklükte yalnızca üç yapı daha vardı.
Haberler, eğlence, eğitim ve güzel sanatlara bakan Gerçek Bakanlığı; savaşlarla ilgilenen Barış Bakanlığı; yasa ve düzeni sağlayan Sevgi Bakanlığı ve ekonomi işlerinden sorumlu Varlık Bakanlığı. Bunların Yenisöylem'deki adları Gerbak, Barbak, Sevbak ve Varbak'tı.

…ilaç içer gibi içiverdi.
…dünya gözüne daha hoş görünmeye başladı.

Garip bir güzelliği vardı defterin.
Küçük, eğri büğrü harflerle şöyle yazdı:
4 Nisan 1984

1984 yılında olduklarından hiç de emin değildi.

Bu günceyi kimin için tutuyordu? Gelecek için, daha doğmamış olanlar için.

Winston hemen hiçbir kadından, özellikle de genç ve güzel kadınlardan hoşlanmazdı.
Kızın, Düşünce Polisi'nin bir ajanı olabileceği bile geçmişti aklından.

(O’Brien) Öyle ya da böyle, tele-ekranı atlatabilir ve onu tek başına yakalayabilirseniz, konuşabileceğiniz birine benziyordu.

İki Dakika Nefret izlenceleri her seferinde değişirdi, ama Goldstein'ın başrolde olmadığı bir tek izlence yoktu. Goldstein baş haindi, Parti'nin saflığını bozan ilk kişiydi.

Goldstein'ın etkisi hiç azalmıyor gibiydi. Her gün onun oyununa gelmeye hazır yeni yeni salaklar çıkıyordu. Gün geçmiyordu ki, onun buyruklarıyla eyleme geçen casuslar ve kundakçılar Düşünce Polisi tarafından ele geçirilmesin. Goldstein, gözle görülmeyen koca bir ordunun komutanı, kendilerini Devlet'i yıkmaya adamış bozgunculardan oluşan bir yeraltı örgütünün başıydı.

Winston bir an O'Brien'la göz göze geldi.
Saniyenin onda biri kadar göz göze geldiler, ama bu kadarcık bir süre bile Winston'ın, O'Brien'ın kendisi gibi düşündüğünü anlamasına yetti (…) O'Brien,"Senin yanındayım" der gibiydi. "Ne düşündüğünü, ne hissettiğini çok iyi biliyorum. Ne kadar aşağıladığını, ne kadar nefret ettiğini, ne kadar tiksindiğini biliyorum. Ama merak etme, yanındayım!"

Birkaç saniye kadar belli belirsiz bakışmışlardı, o kadar. Ne ki, yaşamak zorunda bırakıldıkları yapayalnızlıkta bu kadarı bile unutulmaz bir olaydı.

Gözleri yeniden önündeki sayfaya odaklandı. Umarsız düşünceler içinde öylece otururken istençsizce bir şeyler yazmış olduğunu fark etti:
KAHROLSUN BÜYÜK BİRADER

Kendinden utanarak arkasına yaslanıp kalemi bıraktı. Sonra birden irkilerek dehşete kapıldı. Kapı vuruluyordu.

Nefesini tutup kapıyı açtı. O anda gönlüne su serpildi. Kapının önünde solgun, seyrek saçlı, yüzü kırış kırış, ezik bir kadın duruyordu.
Acaba bize kadar gelip mutfağımızdaki lavaboya bir bakar mısınız? Tıkanmış galiba...

Kendi çocuklarından korkmak, otuz yaşından büyükler için nerdeyse olağan bir şey olup çıkmıştı.

Yeniden masanın başına oturdu, kalemini mürekkebe batırıp yazmaya başladı: Geleceğe ya da geçmişe, düşüncenin özgür olduğu, insanların birbirlerinden farklı oldukları ve yapayalnız yaşamadıkları bir zamana; gerçeğin var olduğu ve yapılanın yok edilemeyeceği bir zamana:
Tekdüzen çağından, yalnızlık çağından, Büyük Birader çağından, çiftdüşün çağından; selamlar!

Düşüncesuçu, ölümü gerektirmez: Düşüncesuçunun KENDİSİ ölümdür.

Sağ elinin iki parmağına mürekkep bulaşmıştı. İşte tam da böyle bir ayrıntı insanı ele verebilirdi.


Winston rüyasında annesini görüyordu.

Annesinin anısı yüreğini dağlıyordu, çünkü annesi onu severek ölmüştü…

Parti geçmişe el koyabiliyor ve şu ya da bu olayın hiçbir zaman olmadığını söyleyebiliyorsa, bu hiç kuşkusuz işkenceden de, ölümden de beter bir şeydi.

Parti sloganında ne deniyordu: "Geçmişi denetim altında tutan, geleceği de denetim altında tutar; şimdiyi denetim altında tutan, geçmişi de denetim altında tutar."
"Gerçeklik denetimi" diyorlardı buna: Yenisöylem'de ise "çiftdüşün".

Aklı çiftdüşünün dolambaçlı dünyasına kayıp gitmişti. Hem bilmek hem de bilmemek, bir yandan ustaca uydurulmuş yalanlar söylerken bir yandan da tüm gerçeğin ayırdında olmak, çeliştiklerini bilerek ve her ikisine de inanarak birbirini çürüten iki görüşü aynı anda savunmak; mantığa karşı mantığı kullanmak, ahlaka sahip çıktığını söylerken ahlakı yadsımak, hem demokrasinin olanaksızlığına hem de Parti'nin demokrasinin koruyucusu olduğuna inanmak; unutulması gerekeni unutmak, gerekli olur olmaz yeniden anımsamak, sonra birden yeniden unutuvermek: en önemlisi de, aynı işlemi işlemin kendisine de uygulamak. İşin asıl inceliği de buradaydı: bilinçli bir biçimde bilinçsizliği özendirmek, sonra da, bir kez daha, az önce uygulamış olduğunuz uykuya yatırmanın ayırdında olmamak.

Yeni bir işgünü başlarken tele-ekranın yakınlığının bile farkında olmadan derin bir iç çeken Winston, söyleyaz'ı kendine çekip ağızlığındaki tozları üfledi ve gözlüğünü taktı. Sonra, masasının sağındaki basınçlı borudan düşmüş olan dört küçük kâğıt ruloyu düzeltip birbirine tutturdu.

Ele aldığınız bilgilerin çoğunun gerçek dünyayla en küçük bir bağıntısı yoktu; bir kuyruklu yalanın bile gerçek dünyayla daha çok bağıntısı olduğu söylenebilirdi. İstatistiklerin ilk başta verilen rakamları da sonradan düzeltilmiş rakamlar kadar uydurmaydı.

Winston'ın hayattaki en büyük zevki yaptığı işti.

Dile son biçimini veriyoruz; başka bir dil konuşan hiç kimse kalmadığında alacağı biçimi. Sözlüğü tamamladığımızda, senin gibilerin dili yeni baştan öğrenmeleri gerekecek. Bana öyle geliyor ki, sizler asıl işimizin yeni sözcükler icat etmek olduğunu sanıyorsunuz. Oysa ilgisi yok! Sözcükleri yok ediyoruz; her gün onlarcasını, yüzlercesini ortadan kaldırıyoruz. Dili en aza indiriyoruz.

Sözcükleri yok etmek harika bir şey. Hiç kuşkusuz, asıl fazlalık fiiller ve sıfatlarda, ama atılabilecek yüzlerce isim de var. Yalnızca eşanlamlılar değil, karşıt anlamlılar da söz konusu. Bir sözcüğün karşıt anlamlısına ne gerek var ki? Kaldı ki, her sözcük karşıtını kendi içinde barındırır. Örneğin, 'iyi' sözcüğü. 'İyi' sözcüğü varken, 'kötü' sözcüğüne neden gerek duyalım ki? 'İyideğil' dersin, olur biter; hatta daha da iyi olur, çünkü 'iyideğil' 'iyi'nin tam karşıtı, 'kötü' ise tam karşıtı değil. Ya da 'iyi'nin yerine daha güçlü bir sözcük istiyorsan, 'mükemmel' ve 'fevkalade' gibi belirsiz ve yararsız sözcük kullanmanın ne anlamı var? 'Artıiyi' aynı anlamı karşılıyor; ya da, daha da güçlü bir sözcük istiyorsan, 'çifteartıiyi' diyebilirsin. Kuşkusuz, bu sözcükleri daha şimdiden kullanıyoruz; ama Yenisöylem son biçimini aldığında bunlardan başka hiçbir sözcük kullanılmayacak.

Yenisöylem'in tüm amacının, düşüncenin ufkunu daraltmak olduğunu anlamıyor musun? Sonunda düşüncesuçunu tam anlamıyla olanaksız kılacağız, çünkü onu dile getirecek tek bir sözcük bile kalmayacak. Gerek duyulabilecek her kavram, anlamı kesin olarak tanımlanmış, tüm yan anlamları yok edilmiş ve unutulmuş tek bir sözcükle dile getirilecek.

Tele-ekrandan akıllara durgunluk veren istatistikler birbiri ardı sıra yağıyordu. Geçen yıla oranla daha çok yiyecek, daha çok giyecek, daha çok konut, daha çok ev eşyası, daha çok tencere, daha çok yakıt, daha çok gemi, daha çok helikopter, daha çok kitap, daha çok bebek vardı; hastalık, suç ve cinnet dışında her şey daha çoktu. Her yıl, her dakika herkes ve her şey görülmemiş bir hızla çoğalıyordu. Winston, biraz önce Syme'ın yaptığı gibi, kaşığını eline almış, masanın üstündeki türlü artığıyla oynuyor, deşeleyip şekiller oluştururken, yaşadıkları yaşamın büründüğü görünümü düşünüyordu öfkeyle. Yaşam hep böyle mi olagelmişti? Yemeğin tadı her zaman böyle mi olmuştu?

Yan masadaki kız hafifçe dönmüş, ona bakıyordu. O esmer kızdı.
Neden ona bakıp duruyordu bu kız?

Winston evliydi; daha doğrusu bir zamanlar evlenmişti. Belki hâlâ evliydi, çünkü bildiği kadarıyla karısı ölmüş değildi.

Fahişelerle birlikte olmak hiç kuşkusuz yasaktı, ama ara sıra çiğnemeyi göze alabileceğiniz kurallardandı bu. Tehlikeli olmasına tehlikeliydi, ama işin ucunda ölüm yoktu. Bir fahişeyle yakalanmak, daha önce işlenmiş bir suçunuz yoksa, size zorunlu çalışma kampında topu topu beş yıla patlayabilirdi. Kolayca göze alınabilecek bir suçtu bu, yeter ki suçüstü yakalanmayın.

Parti'nin açıklamadığı gerçek amacı, cinsel ilişkiden zevk almayı tümden yok etmekti. Evlilikte olsun, evlilik dışı olsun, düşman görülen, aşktan çok erotizmdi.
…birbirlerini fiziksel olarak çekici buldukları izlenimi uyandıran çiftlerin evlenmesine asla izin verilmiyordu. Evliliğin kabul gören tek bir amacı vardı, o da Parti'ye hizmet edecek çocuklar dünyaya getirmekti.

Winston bir kez daha Katharine'i düşündü. Ayrılalı dokuz, on, belki on bir yıl olmuştu.

Ona ne zaman dokunacak olsa, ürküp kaskatı kesilirdi. Ona sarılmak, tahtadan bir kuklaya sarılmaktan farksızdı.

Bir umut varsa, proleterlerde olmalıydı…

Bilinçleninceye kadar asla başkaldırmayacaklar, ama başkaldırmadıkça da bilinçlenemezler.

Winston birden, çağdaş yaşamın asıl özelliğinin acımasızlığı ve güvensizliği değil, yavanlığı, donukluğu ve kayıtsızlığı olduğunu fark etti. Yaşamın yalnızca tele-ekranlardan yağdırılan yalanlarla değil, Parti'nin erişmeye çalıştığı ülkülerle de hiç benzeşmediğini görmek için çevrenize bir göz atmanız yeterliydi.

Geçmiş değişmekle kalmıyor, sürekli olarak değişiyordu. Onu en çok perişan eden de, bu büyük sahtekârlığın neden yapıldığını bir türlü açık seçik anlayamamasıydı. Geçmişi çarpıtmanın dolaysız yararları apaçık ortadaydı, gel gör ki gerçek neden bilinemiyordu. Winston kalemini alıp yazdı:
NASIL'ını anlıyorum: NEDEN'ini anlamıyorum.

Günceyi O'Brien için, daha doğrusu O'Brien'a yazıyordu…

Özgürlük, iki kere iki dört eder diyebilmektir. Buna izin verilirse, arkası gelir.

Dernek Merkezindeki akşam toplantısını üç haftadır ikinci kez kaçırıyordu: Pek akıllıca sayılmazdı bu yaptığı, çünkü Merkez'e devamlılığın sürekli denetlendiği kesindi. Bir Parti üyesinin ilke olarak hiç boş vaktinin olmaması ve yatak dışında hiç yalnız kalmaması gerekiyordu.

Birden ortalık birbirine girdi. Millet çığlık çığlığaydı. İnsanlar tavşanlar gibi kaçışıyor, kapılardan içeri atıyorlardı kendilerini.
Winston kendini hemen yüzükoyun yere attı.
Kaldırım yerinden oynuyormuşçasına bir gümbürtü koptu; sırtına patır patır bir şeyler yağdı.
Yeniden yürümeye başladı.

Meyhanenin kapısını araladığında, insanın burnunun direğini kıran berbat bir ekşi bira kokusu çarptı suratına.

Anımsadığınız kadarıyla söyler misiniz, 1925'te hayat şimdikinden daha mı iyiydi, yoksa daha mı kötüydü?

Güncesini yazdığı defteri aldığı eskici dükkânının önündeydi.

Buna mercan diyorlar,
Winston hemen dört doları verdi, gözünü alamadığı parçayı cebine attı.

Yukarıda bir oda daha var, belki bir göz atmak istersiniz,
Tele-ekran yok!" diye mırıldanmaktan alamadı kendini.

Kız Winston'la göz göze geldi, ama onu hiç görmemiş gibi geçip gitti.

…kızın sağ kolunun askıda olduğunu fark etti…

Aralarında dört metre kadar bir uzaklık kalmıştı ki, kız tökezleyerek yüzükoyun yere kapaklandı ve acı içinde çığlığı bastı. Herhalde sakat kolunun üstüne düşmüştü.

"Canınız yandı mı?" dedi.
"Bir şey yok. Kolum. Geçer şimdi."

Winston bir anlık şaşkınlığını gizleyebilmek için akla karayı seçmişti, çünkü kızın ayağa kalkmasına yardım ettiği iki üç saniye içinde kız kaşla göz arasında eline bir şey tutuşturmuştu.
Katlanmış bir kâğıt parçasıydı.

Seni seviyorum.

Kızla bağlantıya geçip randevulaşmak gibi çözülmesi gereken ciddi bir sorun vardı. Artık kızın kendisine tuzak kuruyor olabileceği aklının ucundan bile geçmiyordu.

Winston biraz sonra kızın masasına oturmuştu bile; yüreği yerinden fırlayacak gibiydi.

Kızın kendisine yakınlık gösterdiği günün üzerinden bir hafta geçmişti. Belki de fikir değiştirmişti, belki değil, mutlaka değiştirmişti fikrini! Böylesi bir serüvenin bir yere varması olanaksızdı; gerçek yaşamda böyle şeyler olmuyordu.

Randevu saatini beş dakika geçmiş, ama kız hâlâ görünmemişti.

Kız, tıpkı kantinde yaptığı gibi, hemen dizginleri ele aldı. Daha önce de yaptığı gibi, dudaklarını nerdeyse hiç kıpırdatmadan, soğuk bir sesle konuşmaya başladı; sesi, bağrışmalar ve kamyonların gürültüsü arasında boğulup gidiyordu.
"Beni duyabiliyor musun?"
"Bunların hepsini aklında tutabilecek misin?" diye mırıldandı.
"Evet."

Artık Winston'la kızın ayrılmaları gerekiyordu. Ama son anda, henüz kalabalıktan kurtulamamışken, kız Winston'ın elini tutup usulca sıktı.

Kız durup arkasına döndü.
"İşte geldik," dedi.

"Otuz dokuz yaşındayım. Yakamı kurtaramadığım bir karım, bacaklarımda varislerim, beş takma dişim var."
"Umurumda değil," dedi kız.

Winston, "Adın ne?" diye sordu.
"Julia.

"Çok gençsin," dedi. "Benden on on beş yaş gençsin. Benim gibi bir adamın nesini beğenmiş olabilirsin ki?"
"Yüzünde fark ettiğim bir şey çekti beni. Şansımı deneyeyim dedim. Bağlılık duymayanları saptamakta üstüme yoktur. Seni görür görmez onlara karşı olduğunu anladım."

Daha önce de yaptın mı bunu?"
"Tabii. Yüzlerce kez yaptım... yüzlerce kez olmasa da pek çok kez."

"Bak. Ne kadar çok erkekle yattıysan, seni o kadar çok seviyorum. Anladın mı?"
"Evet, çok iyi anladım."

…yarım saat kadar uyudular.
İlk uyanan Winston oldu.

"Buraya bir kere daha gelebiliriz," dedi Julia. "Saklı yerleri iki kez kullanmanın genellikle pek sakıncası olmaz. Ama bir iki ay sonra tabii."

"Asla geldiğin yoldan dönme," dedi Julia, çok önemli bir kuralı açıklıyormuşçasına.

Sonuçta, ormandaki o açıklığa bir daha hiç gitmediler.

Küçük kurallara uyarsan, büyük kuralları çiğneyebilirdin.
Julia, Winston'ı, ateşli Parti üyelerinin gönüllü olarak yaptıkları gibi, hiç değilse bir akşamını savaş gereçleri üretimine ayırmaya bile razı etmişti.

Julia yirmi altı yaşındaydı.

İlk ilişkisini on altı yaşındayken, altmış yaşında bir Parti üyesiyle yaşamış, daha sonra adam tutuklanmamak için intihar etmişti. "İyi de oldu," dedi Julia, "konuştursalardı adımı verebilirdi."

Parti den nefret ettiği gibi, bunu en yakası açılmadık sözlerle dile getiriyor, ama hiçbir zaman Parti'nin genel bir eleştirisini yapmıyordu. Kendi yaşamına dokunmadıkça, Parti öğretisi onu hiç mi hiç ilgilendirmiyordu. Winston, günlük dile girmiş sözcükler dışında Yenisöylem sözcüklerini hiç kullanmadığını fark etmişti.

Parti'nin cinsellik konusundaki softalığının ardında yatanı çok iyi kavramıştı. Burada söz konusu olan, cinsel içgüdünün, Parti'nin denetleyemediği, kendine özgü bir dünya yarattığı için elden geldiğince yok edilmesi gerektiği değildi yalnızca. Daha da önemlisi, cinselliğin bastırılması isteriyi tetikliyordu; bu da Parti'nin istediği bir şeydi, çünkü savaş coşkusuna ve öndere tapınmaya dönüştürülebiliyordu. Julia bunu şöyle yorumluyordu: "Seviştiğin zaman içindeki enerjiyi boşaltırsın; sonra da kendini mutlu hisseder ve hiçbir şeyi iplemezsin. Ama senin bu halin onların hiç hoşuna gitmez. Her zaman enerji yüklü olmanı isterler. Bütün o yürüyüşler, bağrını yırtarcasına bağırış çağırışlar, bayrak sallamalar, ekşiyip bozulmuş cinsellikten başka bir şey değildir. …”

"Biz ölüyüz," dedi Winston.
Julia, "Daha değil," diye karşı koydu.
"Bedence ölmemiş olabiliriz. Ama ne kadar dayanabiliriz ki?

Sonuç olarak insanız, ölümle yaşam aynı kapıya çıkar."
"Hadi oradan, saçmalama! Benimle mi sevişmeyi yeğlersin, yoksa iskeletimle mi? Yaşıyor olmaktan memnun değil misin? Kendini hissetmek, bu benim, bu benim elim, bu benim bacağım, ben gerçeğim, somutum, canlıyım diyebilmek hoşuna gitmiyor mu? Söylesene, sahiden hoşuna gitmiyor mu?"

Beyhude bir hayaldi,
Nisan güneşi gibi geldi geçti,
Bir bakış, bir söz aklımı çeldi,
Gönlümü çaldı, çekti gitti.

Bu şarkıların sözleri, güfteyazar denen bir aygıt tarafından insan eli değmeden yazılıyordu. Ama kadın öyle güzel söylüyordu ki…

“İç Parti kahvesi,” dedi Julia. “Tam bir kilo.”
“Bütün bunları nereden buldun?”
“Hepsi İç Parti'nin.”

Haziran ayı boyunca dört, beş derken, altı yedi kez buluştular.

Julia bazı bakımlardan Winston'dan çok daha uyanıktı ve Parti propagandasından çok daha az etkileniyordu.
Her gün Londra'nın tepesine inen tepkili bombalar, olasılıkla, "sırf halka korku vermek için" Okyanusya Hükümeti tarafından atılıyordu. Bu, açıkçası, hiç aklına gelmemişti Winston'ın.

Geçmiş yalnızca şu cam parçası gibi, üstünde hiçbir şey yazmayan nesnelerde yaşıyor. Artık Devrim'le, Devrim'den önceki yıllarla ilgili hemen hiçbir şey bilmiyoruz. Bütün kayıtlar ya yok edilmiş ya da çarpıtılmış, bütün kitaplar yeniden yazılmış, bütün resimler yeniden yapılmış, bütün heykeller, sokaklar ve yapılar yeniden adlandırılmış, bütün tarihler değiştirilmiş. Üstelik bu işlem her gün, her dakika uygulanmaya devam ediyor. Tarih durdu. Parti'nin her zaman haklı olduğu sonsuz bir şimdiden başka bir şey yok.

Sonunda olmuştu işte. Beklenen mesaj gelmişti. Sanki yaşamı boyunca bunun olmasını beklemişti.
Size adresimi vereyim.
Hayalinde canlandırdığı gizli hareketin var olduğu kesindi, şimdi bu hareketin sınır boylarına ulaşmıştı Winston.

İlk aşamada, kafasında karşı koyamadığı, gizli bir düşünce belirmiş, ikinci aşamada günce tutmaya başlamıştı. Düşüncelerden sözcüklere geçmişti, şimdi de sözcüklerden eyleme geçiyordu. Son aşama Sevgi Bakanlığında gerçekleşecekti. Bunu kabullenmişti. Son, başlangıçta gizliydi.

Bir keresinde, çikolata tayını dağıtılmıştı.
Winston birden çikolatanın tümünün kendisine verilmesi gerektiğini söyleyerek bas bas bağırmaya başlamıştı; sanki kendisi değil de, başka biriydi kıyameti koparan. Annesi açgözlülük etmemesini söylüyordu,
Sonunda annesi çikolatanın dörtte üçünü Winston'a, dörtte birini de kız kardeşine vermişti. Küçük kız çikolatayı alıp belki ne olduğunu bile anlamadan boş boş bakıyordu ki, Winston bir an izledikten sonra ansızın atılıp çikolatayı kız kardeşinin elinden kapmış, kapıya doğru fırlamıştı.

Elinden bir şey kapıldığını fark eden kız kardeşi usul usul ağlamaya başlamıştı. Annesi çocuğu kollarına almış, bağrına basmıştı. Winston, annesinin bu davranışından, kız kardeşinin ölmekte olduğunu sezmiş; elinde yapış yapış olan çikolatayla merdivenden aşağı fırlamış, kaçıp gitmişti.
Annesini bir daha görmemişti. Çikolatayı mideye indirdikten sonra kendinden utanmış, karnı acıkıncaya kadar saatlerce sokaklarda dolanıp durmuştu. Eve döndüğünde, annesi ortadan kaybolmuştu…
Annesi ve kız kardeşi dışında odada her şey yerli yerindeydi.

…ayrı yollardan gelip O'Brien'ın kapısının önünde buluşmuş olsalar da, birlikte gelmeleri tam bir çılgınlıktı. Ama böyle bir yere gelmek başlı başına bir cesaret işiydi.

"Demek kapatabiliyorsunuz!" deyiverdi.
"Evet," dedi O'Brien, "kapatabiliyoruz. Bizim öyle bir ayrıcalığımız var."

"Parti'ye karşı gizli bir etkinlik yürütüldüğü, gizli bir örgüt olduğu, sizin de bu işin içinde olduğunuz kanısındayız. Örgüte katılıp görev almak istiyoruz. Biz Parti'nin düşmanıyız. İngsos ilkelerine inanmıyoruz. Düşüncesuçlularıyız. Üstüne üstlük, bir de zina yapıyoruz. Bunu size anlatıyorum, çünkü kendimizi sizin ellerinize teslim etmek istiyoruz. Başka suçlar da işlememizi isterseniz, emrinizdeyiz."

"Her şeyi yapmaya hazırız," dedi Winston

"Hayatınızı vermeye hazır mısınız?"
"Evet."
"Cinayet işlemeye hazır mısınız?"
"Evet."
"Yüzlerce masum insanın ölmesine yol açabilecek sabotaj eylemlerine girişmeye?"
"Evet."
"Vatanınızı yabancı devletlere satmaya?"
"Evet." (…)

“Birbirinizden ayrılmaya ve birbirinizi bir daha hiç görmemeye hazır mısınız?”
“Hayır!” diye patladı Julia.

Biz ölüyüz. Bizim biricik gerçek yaşamımız gelecekte. O da, bir avuç toprak ve kemik parçaları olarak. Ama bu gelecek ne kadar uzakta, bilen yok. Bin yıl sonra da olabilir. Şimdilik aklın alanını azar azar genişletmekten başka hiçbir şey mümkün değil.

Nefret Haftası'nın altıncı günü (…) törenlerin son günü ortalık yerde asılacak iki bin Avrasyalı savaş suçlusunu ele geçirseler oracıkta paramparça edecek kadar çıldırtmışken, işte tam o sırada Okyanusya'nın Avrasya'yla savaşta olmadığı açıklanmıştı. Okyanusya Doğuasya'yla savaştaydı, Avrasya Okyanusya'nın müttefikiydi.
Hiç kuşkusuz, herhangi bir değişiklik olduğu kabul ediliyor değildi. Apansızın aynı anda her yerde, düşmanın Avrasya değil, Doğuasya olduğu öğrenilmişti, hepsi bu.

OLİGARŞİK KOLEKTİVİZMİN TEORİ VE PRATİĞİ
Emmanuel Goldstein
Winston okumaya başladı:
Birinci Bölüm
Cehalet Güçtür.

Bilinen tarih boyunca, olasılıkla Neolitik Çağ'ın sona ermesinden bu yana, dünyada üç tür insan olagelmiştir: Yüksek, Orta ve Aşağı.

Bu üç kesimin amaçları asla uzlaştırılamaz...

Savaş, uygarlık merkezlerinde, tüketim maddelerinin durmadan kısıtlanmasından ve arada sırada otuz kırk kişinin ölümüne yol açan tepkili bombalardan başka bir anlam taşımamaktadır.

Modern savaşın ana amacı (bu amaç, çiftdüşün ilkelerine uygun olarak, İç Parti yönetiminin beyinleri tarafından aynı anda hem benimsenmiş hem de reddedilmiştir), genel yaşam düzeyini yükseltmeksizin, makinelerin ürettiklerini tüketmektir.

…on dokuzuncu yüzyılın sonu ve yirminci yüzyılın başındaki yaklaşık elli yıllık bir dönemde ortalama insanın yaşam düzeyini çok büyük ölçüde yükseltti.

Sorun, dünyanın gerçek zenginliğini artırmadan sanayinin çarklarının nasıl döndürüleceğiydi. Üretimin sürdürülmesi, ama ürünlerin dağıtılmaması gerekiyordu. Uygulamada bunu gerçekleştirmenin tek yolu da, savaşın sürekli kılınmasıydı.

Üç süper-devletten hiçbiri, ağır bir bozguna uğrama riski taşıyan bir harekâta girişmez.
Yaşam koşulları üç süper-devlette de birbirinin aynıdır.
Dolayısıyla, üç süper-devlet birbirinin topraklarını fethedemeyeceği gibi, bundan bir yarar da sağlayamaz. Tam tersine, birbirleriyle çatışmayı sürdürdükleri sürece, birbirine yaslanmış üç ekin demeti gibi birbirlerini ayakta tutarlar.

Savaş, tüketim malları fazlasını eritmekle kalmaz, aynı zamanda hiyerarşik bir toplumun istediği zihinsel ortamın korunmasına destek olur.
Eskiden, bütün ülkelerin egemen kesimleri, ortak çıkarlarını bilerek savaşın yıkıcı gücünü sınırlandırabilmelerine karşın, birbirleriyle gerçekten savaşırlar ve savaştan zaferle çıkan her zaman yenik düşeni yağmalardı. Günümüzde ise asla birbirlerine karşı savaşmamaktadırlar. Savaş her egemen kesim tarafından kendi uyruklarına karşı verilmektedir ve savaşın amacı toprak ele geçirmek ya da toprak yitirmeyi önlemek değil, toplum yapısının hiç değişmeden sürmesini sağlamaktır.
Parti sloganının özündeki anlam budur: Savaş Barıştır.

Burada anlatılanlar temelinde, önceden hiçbir şey bilmeyen biri bile, Okyanusya toplumunun genel yapısını anlayabilir. Piramidin tepesinde Büyük Birader oturmaktadır. Büyük Birader yanılmaz ve her şeye kadirdir. Tüm başarılar, tüm kazanımlar, tüm zaferler, tüm bilimsel buluşlar, tüm bilgiler, tüm bilgelikler, tüm mutluluklar ve tüm erdemler doğrudan onun önderliğinden doğar ve ondan esinlenir. Büyük Birader'i bugüne kadar gören olmamıştır. O, duvarlardaki posterlerde bir yüz, tele-ekranlarda bir sestir.
Büyük Birader, Parti'nin dünyaya görünmek için büründüğü surettir.

Oligarşik yönetimin özü babadan oğula geçmesi değil, ölülerin yaşayanlara dayattığı belirli bir dünya görüşü ve belirli bir yaşam biçiminin sürdürülmesinde diretilmesidir.
İktidarı kimin elinde tuttuğu önemli değildir, yeter ki hiyerarşik yapı hep aynı kalsın.

Kitlelerin ne düşündükleri ya da ne düşünmedikleri, ilgilenmeye değmez bir sorun olarak görülmektedir. Bir düşünceleri olmadığı için onlara düşünsel özgürlük tanınabilir.

Bir Parti üyesinden kişisel duygular taşımaması ve coşkuya kapılmaması beklenir.
Parti'nin gücü ve bilgeliği karşısında kendini aşağılayarak yaşaması gerekir.
…hoşnutsuzluklar İki Dakika Nefret gibi yöntemlerle dışarıya yöneltilip giderilir ve kuşkucu ya da asi bir kişilik yaratabilecek kuruntular genç yaşlarda aşılanan iç disiplinle önceden yok edilir. Küçük çocuklara bile öğretilebilecek bu iç disiplinin ilk ve en basit aşamasına Yenisöylem'de suçdurdurum denir. Suçdurdurum, her türlü tehlikeli düşüncenin eşiğinde adeta içgüdüsel olarak ansızın durabilme becerisi anlamına gelir. Kıyaslamaları kavramama, mantık hatalarını algılamama (…) en basit görüşleri bile yanlış anlama ve sapkınlığa varabilecek her türlü düşünceden sıkılma ya da nefret etme gücünü içerir. Sözün kısası, suçdurdurum, koruyucu aptallık demektir.

Parti üyesi, yabancı ülkelerden kopartıldığı gibi geçmişten de kopartılmalıdır, çünkü atalarından daha iyi durumda olduğuna ve ortalama yaşam düzeyinin sürekli yükseldiğine inanması gerekmektedir.
…geçmişin yeniden düzenlenmesinin asıl önemli nedeni, Parti'nin yanılmazlığının korunmak zorunda olmasıdır. Parti'nin öngörülerinin hep doğru çıktığını göstermek için söylevlerin, istatistiklerin, tekmil kayıtların sürekli güncelleştirilmesi yeterli değildir.

İnsanın azınlıkta olması, tek kişilik bir azınlık olması bile, deli olduğu anlamına gelmiyordu. Bir doğru vardı, bir de doğru olmayan; doğruya sarıldığın zaman, tüm dünyayı karşına bile alsan, deli olmuyordun.

"Biz ölmüşüz," dedi Winston.
"Biz ölmüşüz," diye yineledi Julia, görev bilircesine.
"Siz ölmüşsünüz," deyiverdi arkalarından acımasız bir ses.

"Olduğunuz yerde kalın. Emir verilmedikçe kıpırdamayın."
Başlıyordu, sonunda başlıyordu işte! Birbirlerinin gözlerinin içine bakmaktan başka bir şey yapamıyorlardı. Kaçıp canlarını kurtarmak, evden kaçıp gitmek için artık çok geçti; akıllarının ucundan bile geçmiyordu kaçmak.

"Ev kuşatılmış," dedi Winston.

Adamlardan birinden karın boşluğuna bir yumruk yiyen Julia da katlanır cetveller gibi iki büklüm olmuştu.

…iki adam, Julia'yı kollarından ve bacaklarından tutup karga tulumba odadan çıkardı. Winston bir an Julia'nın baş aşağı çevrilmiş yüzünü görür gibi oldu; sapsarı kesilmişti, gözleri kapalıydı, yanaklarındaki allık izleri silinmemişti. Bu, Julia'yı son görüşü olacaktı.

…kapıdan içeri Bay Charrington girdi.
Sert bir sesle, "Kaldırın şunları yerden," dedi.
O olduğu belliydi, ama artık aynı kişi değildi.

Üçüncü bölüm
Nerede olduğunu bilmiyordu. Büyük olasılıkla Sevgi Bakanlığı'ndaydı; ama bunu anlamak olanaksızdı.

Tele-ekrandan bir ses, "Smith!" diye bağırdı. "6079 Smith W! Hücrede elleri cebe sokmak yok!"

Çoğu adi suçlu olmakla birlikte, aralarında birkaç siyasi mahkûm da vardı.

Julia'yı pek düşündüğü yoktu. Zihnini ona veremiyordu.

Bazen hücrenin duvarındaki fayansları saymaya çalışıyordu. Kolayca sayabilmesi gerekirken, bir yerde hep sayıyı şaşırıyordu. Sık sık da, nerede olduğunu, gündüz mü gece mi olduğunu bile anlayamıyordu.

Kapı açıldı, içeriye O'Brien girdi.
"Demek sizi de yakaladılar!" diye bağırdı.
O'Brien, nerdeyse pişmanlık içeren belli belirsiz bir alaycılıkla, "Beni çoktan yakalamışlardı," dedi.

Kaç kez dayak yemişti, dayaklar ne kadar sürmüştü, anımsayamıyordu.

"101 Numaralı Oda'ya," diyordu subay.
Beyaz önlüklü adam dönüp bakmıyordu. Winston'a da bakmıyor, gözlerini kadranlardan ayırmıyordu.
Bir kilometre genişliğinde, ışıl ışıl aydınlatılmış, uçsuz bucaksız bir koridorda, bir yandan kahkahalar atarak, bir yandan da bağıra çağıra itiraflarda bulunarak düşe kalka ilerliyordu.

Winston, hüngür hüngür ağlayarak, "Elimde değil," dedi. "Gözümle gördüğümü nasıl yadsırım? İki kere iki dört eder."
"Bak, Winston. Bazen iki kere iki beş eder. Hatta bazen üç eder. Bazen aynı anda hem beş hem üç ettiği de olur. Daha fazla çaba göstermelisin. Aklı başında olmak kolay değildir."

Sözünü bitirdikten sonra beyaz önlüklü adama işaret etti. Winston, başının arkasına büyükçe bir aygıtın yerleştirildiğini fark etti. O'Brien yatağın yanı başına oturduğu için, yüzü Winston'ın yüzüyle aynı hizadaydı.
Winston'ın başının üzerinden, beyaz önlüklü adama, "Üç bin," dedi.
Winston'ın şakalarına hafif nemli birer ped yerleştirildi.

"Büyük Birader diye biri var mı?"
"Tabii ki var. Parti var. Büyük Birader, Parti'nin cisme bürünmüş halidir."
"Peki, ama benim var olduğum gibi mi var?"
"Sen yoksun ki," dedi O'Brien.

"101 Numaralı Oda'da ne var?"

Parti, iktidarda olmayı, yalnızca kendi çıkarı için istiyor. Başkalarının iyiliği bizim umurumuzda değil, bizi ilgilendiren yalnızca iktidardır. Servet, lüks, uzun yaşamak ya da mutluluk değil, yalnızca iktidar, salt iktidar. Salt iktidarın ne demek olduğunu birazdan anlayacaksın.

Aklına gelen düşünceleri yazmaya koyuldu. İlkin eğri büğrü büyük harflerle şunu yazdı:
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR.
Sonra hemen altına ekledi:
İKİ KERE İKİ BEŞ EDER.

Önünde sonunda onu kurşuna dizmeye karar vereceklerdi.

"Kalk," dedi O'Brien."Gel buraya."
Winston'ı muhafızlara doğru hafifçe itti.
"101 Numaralı Oda'ya," dedi.

Üstünde bir tutamağı olan, uzunca bir tel kafesti masada duran. Tel kafesin ön tarafına, içbükey yanı dışa bakan, eskrim maskesine benzer bir şey takılmıştı. Winston, üç dört metre uzağında olmasına karşın, kafesin uzunlamasına iki bölüme ayrılmış olduğunu ve her bölümde birer yaratık bulunduğunu görebiliyordu. Sıçanlar.
Maske Winston'ın yüzüne yaklaştıkça yaklaşıyordu.
"Julia'ya yapın! Julia'ya yapın! Beni bırakın!
…bir çıt sesi daha duydu ve kafesin kapısının açılmadığını, kapandığını anladı.

Kestane Ağacı Kahvesi'nde nerdeyse in cin top oynuyordu.

Julia'yı görmüştü, dahası onunla konuşmuştu bile.

Julia, birden, "Sana ihanet ettim," deyivermişti.
"Sana ihanet ettim," demişti Winston da.

Başını kaldırıp o kocaman yüze baktı. O siyah bıyığın ardına gizlenen gülümseyişin anlamını kavraması kırk yılını almıştı. Ah, o acımasız, boş aldanışlar! Ah, o sevecen kucaktan dik kafalı, bile isteye kaçışlar! Yanaklarından cin kokulu iki damla gözyaşı süzüldü. Ama artık her şey yoluna girmişti, mücadele sona ermişti. Sonunda kendine karşı zafere ulaşmıştı. Büyük Birader'i çok seviyordu.

Ek
Yenisöylem kuralları
Yenisöylem, Okyanusya'nın resmî diliydi ve İngsos ya da İngiliz Sosyalizmi'nin ideolojik gereksinimlerini karşılamak amacıyla oluşturulmuştu.

Yenisöylem'in amacı, yalnızca İngsos'un sadık izleyicilerinin dünya görüşü ve düşünsel alışkanlıklarına uygun düşecek bir anlatım ortamı sağlamak değil, aynı zamanda bütün öteki düşünce biçimlerini olanaksız kılmaktı.
Türkçeleştiren: Celâl Üster
38. basım, Ocak 2013
Can Yayınları

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder