Patrick
Süskind - Kontrbas
Oda. Bir plak çalınmaktadır, Brahms’ın İkinci Senfoni’si.
Bunu çalarken altı kişiydik.
Her müzisyen size rahatlıkla doğrulayacaktır bir orkestranın
her zaman için şefsiz yapabileceğini ama kontrbassız asla.
Varmak istediğim nokta, kontrbasın mutlak olarak ve fark
atarak en önemli orkestra çalgısı olduğunu saptamak. Hiç de öyle belli etmez.
Alçakgönüllü bir insanımdır ben. Ama müzisyen olarak,
ayağımı bastığım zeminin nasıl bir zemin olduğunu bilirim…
Operadayız şimdi. Soprano,
Daha neredeyse bir genç kız, yirmilerinin ortalarında. Ben
kendim otuz beş yaşındayım.
tam karşı kutup,
bu arada adı Sarah, benden size söylemesi, günün birinde çok
yükselecek.
Kontrbas, ses derinliğinden dolayı yegâne temel orkestra
çalgısıdır.
Öyle insanlar tanıyorum ki, içlerinde bütün bir evren
gizlidir, ölçülemez boyutlarda bir şey. Ama ortaya çıkarmak olası değil.
Kesinlikle değil (s. 14).
İyi olan ne varsa ölüyor, çünkü zamanın akışı iyinin
karşısında. Ve bu akış önüne ne çıkarsa ezip geçiyor.
Kontrbas, insanın ne kadar uzaklaşırsa o kadar iyi işittiği
tek çalgıdır, ki bu da sorunlu bir durumdur.
Bir operada ortalama iki litre sıvı kaybediyorum; bir
senfoni konserinde bile bir litreyi buluyor gene de.
Çünkü kontrbas çalmak sırf kuvvet meselesidir, müzikle
ilgisi arkadan gelir.
Öyle pek kullanışlı bir çalgı değil. Bir kontrbas, nasıl
diyeyim, çalgı olmaktan çok engeldir. Taşıyamazsınız, sürüklemeniz gerekir, bir
düşerse parçalanır. Arabaya ancak ön sağ koltuğu sökerseniz sığar. O zaman da
doldurmuş olur zaten arabayı. Evde hep etrafından dolaşmak zorunda kalırsınız,
öyle... öyle salak salak durur ortada ama bir piyano gibi de değil, öyle ya,
piyano mobilyadır. Kapatır, olduğu yerde bırakırsınız. Kontrbası
bırakamazsınız. Hep ortalıkta kalır, şey gibi... (s. 22)
Devlet Orkestrası’ndaki sekiz kontrbasçı içinde bir tanesi
bile yoktur ki hayatın sillesini yememiş olsun ve de yediği sillelerin izi
bugün bile hâlâ yüzünden okunmuyor olsun. Tipik bir kontrbasçı kaderi olarak
kendiminkini örnek gösterebilirim: baskın bir baba, memur, sanatla filan ilgisi
yok; zayıf bir anne, flüt çalar, aklı fikri sanatta; ben çocuk olarak annemi
taparcasına seviyorum; annem babamı seviyor; babam küçük kız kardeşimi seviyor;
beni seven yok…
Eğer psikanaliz bundan yüz yüz elli yıl önce elimizde
olsaydı, çok daha işe yarardı – madem konu açıldı. O zaman sözgelimi Wagner’in
yapıtlarının çoğundan esirgenmiş olurduk. Herif had safhada nevrotik canım,
örneğin Tristan gibi bir yapıt, ortaya koyduğu şeylerin en büyüğü, nasıl oluşuyor
ki böyle bir şey? Sadece ve sadece, yıllarca geçimini sağlayan bir arkadaşının
karısıyla işi pişirdiği için. Yıllarca. Ve bu ihanet, nasıl diyeyim, bu adice
davranış biçimi kendi içini öylesine kemirmiş ki, tutmuş bu olaydan sözüm ona
bütün zamanların en büyük aşk trajedisini çıkarmadan edememiş. Toptan yüceltme
yoluyla toptan bastırma. “En yüce zevk” falan filan, biliyorsunuz.
Ayrıca, bildiğiniz gibi karısını da dövmüştür, bu
Wagner. İlk karısını tabii, ikinciyi değil. Kesinlikle
değil. Ama ilk karısını döverdi.
Kadın zaten müzikte ikinci derecede bir rol oynar. Yaratıcı
müzik etkinliğinde demek istiyorum, bestecilikte. İkinci derecede bir rol
oynar. Yoksa siz “bir tane” olsun tanınmış kadın besteci biliyor musunuz (s.
26)?
…–şimdi gene müzikten söz edecek olursak– kontrbas, ölümün
simgesi olarak, içinde müziğin de hayatın da aynı biçimde yitip gitme
tehlikesiyle karşı karşıya olduğu mutlak hiçliğe karşı savaşır.
…başka bir deyişle, bütün müziğin anlam yükünü omuzlarında
tepe yukarı sürükleyen Sisyphos gibi –rica ederim bu tabloyu bir gözlerinizin
önüne getirin!– aşağılanan, yüzüne tükürülen, ciğeri didik didik edilmiş – yok,
o ötekiydi... Pro metheus’tu…
Bir tanıdığımın bir şarkıcı kadınla macerası olmuştu
vaktiyle, bir buçuk yıl sürmüştü ama viyolonselciydi adam. Viyolonsel ise,
malum, kontrbas kadar battal değildir. Birbirini seven ya da sevmek isteyen iki
insanın arasına bas gibi paldır küldür girmez.
Kontrbas şimdiye kadar icat edilmiş çalgıların en iğrenç, en
hantal, en kaba saba olanı. Çalgı değil, gulyabani.
Her bir telin üstüne deli gibi basmanız gerekir, bakın şu
parmaklarıma hele. Bakın! Uçları nasır bağlamış, yarıklara bakın, taş gibi
sert. Bu parmaklarla hiçbir şey hissetmez oldum artık. Geçenlerde yakmışım
parmaklarımı, hiç anlamadım, yanan nasırın o pis kokusu geldi burnuma da öyle
fark ettim.
Hiç kimse eline kontrbası alıp da güzel çalamaz, eğer güzel
kelimesinin bir anlamı olsun istiyorsak.
(orkestradaki) yerim üçüncü kontrbas sırası.
Bizden sonra gelen bir tek davul vardır ama o da sırf kâğıt
üzerinde bizden sonra, çünkü tek başınadır davul, yeri de yüksektir, herkes
görebilir, üstelik daha da hacimlidir. Davul bir ses verdi mi ta en arka sıraya
kadar duyulur, herkes de, hah, davul, der. Ben çalınca kalkıp da, hah,
kontrbas, diyen olmaz,
(Hitler ve Goethe’nin müzikten anlamadığından, Mozart’ın
abartıldığından söz ediyor)
Mozart beste yaptığı sıralar henüz ortada bir şey yoktu.
Beethoven, Schubert, Schumann…
Bir tek şey varsa, efendim?, o zamanlar adı sanı olan bir
tek şey varsa, o da Bach’tı ve Bach tamamen unutulmuştu, çünkü Protestan’dı…
Neye ihtiyacı vardır ki bir sopranonun?
Galiba bizim teknik yönetmenle aralarında bir şey de geçmedi
değil. Oysa adam safi bürokrat. Hiç mi hiç müzik ruhu olmayan, iş bitirici
türünden. Uçkur düşmanı, şişko domuz. Üstelik de ibne.
…ne dersiniz, bir kadından... hiç beklenebilir mi... benim
gibi birine... katlanması...!
Bir keresinde şartları zorlayayım dedim, Ariadne provasında.
Echo’yu söylüyordu, çok bir şey değil, sadece birkaç ölçü, yönetmen de onu
sadece bir kere sahne önüne yolladı. Baksaydı, gözlerini GMD’ye dikmiş
olmasaydı, oradan görebilirdi beni...
Sonra olağanüstü güzel çalmayı denedim, benim çalgımla
olabildiği kadar.
Sonra, bakmadı benden tarafa.
Sarah’yı kafamdan silmeyi tabii denedim.
Ama sonra her provada sesini duymuyor muyum, o sesi, o
Tanrısal tınıyı...
Müziği severim. Bir tel yanlış akort edilmişse duyarım, tam
ses ile yarım sesi ayırmasını da bilirim. Ama “bir tek” müzik cümlesi bile
çalamam. Tek bir notayı bile güzel çalamam... – o ise, ağzını bir açıyor, çıkan
her şey harika. Bin tane yanlış da yapsa, harika!
Bazen gerçekten rezilce hayaller kuruyorum, kusura bakmayın.
Az önce, Sarah’yı karşımdaymış gibi düşündüm…
Ben –sesimi yükseltiyorsam kusura bakmayın ama bira içmişsem
sesim yükselir–, ben Devlet Orkestrası üyesi olarak memurum yani, öyle olunca
da görevime son verilemiyor.
Schubert benim yaşımdayken, öleli üç yıl oluyordu.
Şimdi gitmem gerek.
…
Der Kontrabass
Türkçeleştiren: Tevfik Turan
Can Yayınları, 4. baskı, 2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder