26 Ekim 2019 Cumartesi

Albaya Mektup Yazan Kimse Yok


Gabriel Garcia Marquez - Albaya Mektup Yazan Kimse Yok

Albay kahve tenekesinin tepesini kaldırdı ve yalnızca bir küçük kaşık kahve kalmış olduğunu gördü.

Nerdeyse altmış yıldır son iç savaş bittiğinden beri beklemekten başka hiçbir şey yapmamıştı albay. Gelen birkaç şeyden biri de ekimdi.

Albay cenazeyi unutmuştu.

Ekim avluya girmişti.

“Sirk palyaçolarına yakışır şemsiyemizden artakalana bak,” dedi albay,
“Şimdi yalnızca yıldızları saymaya yarıyor.”

“Herkes horoza oynamak için para biriktiriyor.”
“Bu kadar çirkin bir horozda ne buluyorlar bilmem,” dedi kadın.

Dokuz ay önce horoz dövüşlerinde el altından bildiri dağıttığı için vurularak öldürülen oğullarından bir hatıraydı o.

Sonuncusu posta teknesiydi. Albay onun yanaşmasını acılı bir tedirginlikle izledi.
Posta şefi başını kaldırmadı.
“Albaya bir şey yok,” dedi.
Albay mahcup olmuştu.
“Bir şey beklemiyordum,” diye yalan söyledi. Tümüyle çocuksu bir bakışla doktora döndü. “Bana mektup yazan yok.”

“Yeterince bekledik,” dedi karısı o gece. “Bir mektubu on beş yıl bekleyebilmek için insanda bir öküzün sabrı olmalı, sende olduğu gibi.”

Okurken emeldi aylığı hakkında düşündü. On dokuz yıl önce Meclis yasayı çıkardığı zaman, hakkım kanıtlaması sekiz yılını almıştı. Sonra, listelere alınabilmek için bir altı yıl daha harcamıştı. Albayın eline geçen son mektup oydu.

“12 Ağustos, 1949.”
Az sonra yağmur başladı. Albay, tıpkı Manaure'deki devlet okulunda öğrendiklerine benzer kocaman, çocuksu karalamalarla bir sayfa doldurdu.  Sonra ikinci bir sayfanın ortasına kadar yazdı ve imzaladı.
Mektubu karısına okudu.

“Hiçbir zaman çok geç sayılmaz,” dedi albay…

“Sinemaya en son ne zaman gittin?”
“1931'de,” dedi kadın. “Ölü Adamın Vasiyeti oynuyordu.”

Yağmurun sesiyle uyudular.

Buna gerçekten de inanıyordu, mektubun geldiği anda hayatta olacağından emindi.

“Kimse üç ayda ölmez.”
“Peki ama o arada ne yiyeceğiz?” diye sordu kadın.
“Bilmiyorum,” dedi albay. “Ama açlıktan ölecek olsaydık şimdiye çoktan ölürdük.”

“Saati satabiliriz.”

Alacakaranlıkta kolunun altındaki paketle eve girdiğinde karısının canı sıkıldı.
“Olmadı mı?” diye sordu.
“Olmadı,” diye yanıtladı albay.

Postanede doğruca posta şefine gitti:
“Acil bir mektup bekliyorum,” dedi. “Uçakla.”
“Bugün kesinlikle gelmesi gerekiyordu,” dedi albay.
Posta şefi omuzlarım silkti.
“Kesinlikle gelen tek şey ölümdür albay.”

“Neredeydin?”
“Orada oturup konuştum,” dedi kadın. “Evden çıkmayalı öyle çok olmuştu ki.”
“Albay hamağını kurdu. Evi kilitleyip odayı ilaçladı. Sonra lambayı yere koyup hamağa uzandı.
“Anlıyorum,” dedi hüzünle. “Kötü bir durumun en kötü yanı bize yalan söyletmesidir.”
Kadın uzun uzun içini çekti.
“Peder Angel ile birlikteydim,” dedi. “Nikâh yüzüklerimiz karşılığında borç istemeye gittim.”
“Peki ne söyledi sana?”
“Kutsal şeyleri takas etmenin günah olduğunu.”

“Demek şimdi herkes açlıktan ölecek halde olduğumuzu biliyor.”

“Yirmi yıldır her seçimden sonra sana vaat ettikleri renkli küçük kuşları bekliyoruz ve tek elimize geçen ölü bir oğul,” diye sürdürdü kadın. “Ölü bir oğul dışında hiçbir şey.”

“Öyleyse onu düşünmeye gerek yok artık,” dedi.
“Neyi?”
“Horoz sorununu,” dedi albay. “Yarın onu dokuz yüz pesoya dostum Sabas'a satacağım.”

“Ne söyleyecekseniz çabuk söyleyin,” dedi Sabas. “Ayıracak tek dakikam yok.”
Eli kapının tokmağında, bir an duraksadı. Albay yaşamının en uzun beş saniyesinin geçmekte olduğunu hissetti. Dişlerim sıktı.

Yemek sırasında albay son üç saatin olaylarını anlattı. Kadın onu sabırsızlanarak dinledi.
“Bütün sorun zayıf karakterli oluşun,” dedi sonunda.

…hayatında ilk kez, oğlunu vuran adamı yakından gördü. Adam tüfeğinin namlusunu albayın karnına doğrultmuş, tam önünde duruyordu. Ufak tefek, Hintliye benzer, yanık yüzlü bir adamdı ve soluğu bir çocuğunki gibi kokuyordu. Albay dişlerini gıcırdattı ve tüfeğin namlusunu parmaklarının ucuyla hafifçe itti.
“İzninizle,” dedi.

“Yemek zamanı,” dedi albay.
“Yemek yok.”
Albay omuzlarını silkti.

…albay lambayı söndürmeye hazırlandı. Ama kadın karşı çıktı.
“Karanlıkta ölmek istemiyorum,” dedi.

“Hiçbir şey satamazsak ne yapacağız?”
“O zamana kadar Ocağın 20'si olur,”

“Ya kaybederse? Horozun kaybedebileceği hiç aklına gelmiyor.”
“O horoz kaybedemez.”
“Ama diyelim ki kaybetti.”
“Bunu düşünmeye başlamamıza daha kırk dört gün var,” dedi albay.
Kadının sabrı taşmıştı.
“Peki o zamana kadar ne yiyeceğiz?”

“Elinin körünü.”

Türkçeleştiren: Handan Saraç
Can Yayınları


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder