Gabriel
Garcia Marquez - Albaya Mektup Yazan Kimse Yok
Albay kahve tenekesinin tepesini kaldırdı ve yalnızca bir
küçük kaşık kahve kalmış olduğunu gördü.
Nerdeyse altmış yıldır son iç savaş bittiğinden beri
beklemekten başka hiçbir şey yapmamıştı albay. Gelen birkaç şeyden biri de
ekimdi.
Albay cenazeyi unutmuştu.
Ekim avluya girmişti.
“Sirk palyaçolarına yakışır şemsiyemizden artakalana bak,”
dedi albay,
“Şimdi yalnızca yıldızları saymaya yarıyor.”
…
“Herkes horoza oynamak için para biriktiriyor.”
“Bu kadar çirkin bir horozda ne buluyorlar bilmem,” dedi
kadın.
Dokuz ay önce horoz dövüşlerinde el altından bildiri
dağıttığı için vurularak öldürülen oğullarından bir hatıraydı o.
Sonuncusu posta teknesiydi. Albay onun yanaşmasını acılı bir
tedirginlikle izledi.
Posta şefi başını kaldırmadı.
“Albaya bir şey yok,” dedi.
Albay mahcup olmuştu.
“Bir şey beklemiyordum,” diye yalan söyledi. Tümüyle çocuksu
bir bakışla doktora döndü. “Bana mektup yazan yok.”
“Yeterince bekledik,” dedi karısı o gece. “Bir mektubu on
beş yıl bekleyebilmek için insanda bir öküzün sabrı olmalı, sende olduğu gibi.”
Okurken emeldi aylığı hakkında düşündü. On dokuz yıl önce
Meclis yasayı çıkardığı zaman, hakkım kanıtlaması sekiz yılını almıştı. Sonra,
listelere alınabilmek için bir altı yıl daha harcamıştı. Albayın eline geçen
son mektup oydu.
“12 Ağustos, 1949.”
Az sonra yağmur başladı. Albay, tıpkı Manaure'deki devlet
okulunda öğrendiklerine benzer kocaman, çocuksu karalamalarla bir sayfa
doldurdu. Sonra ikinci bir sayfanın
ortasına kadar yazdı ve imzaladı.
Mektubu karısına okudu.
“Hiçbir zaman çok geç sayılmaz,” dedi albay…
“Sinemaya en son ne zaman gittin?”
“1931'de,” dedi kadın. “Ölü Adamın Vasiyeti oynuyordu.”
Yağmurun sesiyle uyudular.
Buna gerçekten de inanıyordu, mektubun geldiği anda hayatta
olacağından emindi.
“Kimse üç ayda ölmez.”
“Peki ama o arada ne yiyeceğiz?” diye sordu kadın.
“Bilmiyorum,” dedi albay. “Ama açlıktan ölecek olsaydık
şimdiye çoktan ölürdük.”
“Saati satabiliriz.”
Alacakaranlıkta kolunun altındaki paketle eve girdiğinde
karısının canı sıkıldı.
“Olmadı mı?” diye sordu.
“Olmadı,” diye yanıtladı albay.
Postanede doğruca posta şefine gitti:
“Acil bir mektup bekliyorum,” dedi. “Uçakla.”
“Bugün kesinlikle gelmesi gerekiyordu,” dedi albay.
Posta şefi omuzlarım silkti.
“Kesinlikle gelen tek şey ölümdür albay.”
“Neredeydin?”
“Orada oturup konuştum,” dedi kadın. “Evden çıkmayalı öyle
çok olmuştu ki.”
“Albay hamağını kurdu. Evi kilitleyip odayı ilaçladı. Sonra
lambayı yere koyup hamağa uzandı.
“Anlıyorum,” dedi hüzünle. “Kötü bir durumun en kötü yanı
bize yalan söyletmesidir.”
Kadın uzun uzun içini çekti.
“Peder Angel ile birlikteydim,” dedi. “Nikâh yüzüklerimiz
karşılığında borç istemeye gittim.”
“Peki ne söyledi sana?”
“Kutsal şeyleri takas etmenin günah olduğunu.”
“Demek şimdi herkes açlıktan ölecek halde olduğumuzu
biliyor.”
“Yirmi yıldır her seçimden sonra sana vaat ettikleri renkli
küçük kuşları bekliyoruz ve tek elimize geçen ölü bir oğul,” diye sürdürdü
kadın. “Ölü bir oğul dışında hiçbir şey.”
…
“Öyleyse onu düşünmeye gerek yok artık,” dedi.
“Neyi?”
“Horoz sorununu,” dedi albay. “Yarın onu dokuz yüz pesoya
dostum Sabas'a satacağım.”
“Ne söyleyecekseniz çabuk söyleyin,” dedi Sabas. “Ayıracak
tek dakikam yok.”
Eli kapının tokmağında, bir an duraksadı. Albay yaşamının en
uzun beş saniyesinin geçmekte olduğunu hissetti. Dişlerim sıktı.
Yemek sırasında albay son üç saatin olaylarını anlattı.
Kadın onu sabırsızlanarak dinledi.
“Bütün sorun zayıf karakterli oluşun,” dedi sonunda.
…hayatında ilk kez, oğlunu vuran adamı yakından gördü. Adam
tüfeğinin namlusunu albayın karnına doğrultmuş, tam önünde duruyordu. Ufak
tefek, Hintliye benzer, yanık yüzlü bir adamdı ve soluğu bir çocuğunki gibi
kokuyordu. Albay dişlerini gıcırdattı ve tüfeğin namlusunu parmaklarının ucuyla
hafifçe itti.
“İzninizle,” dedi.
…
“Yemek zamanı,” dedi albay.
“Yemek yok.”
Albay omuzlarını silkti.
…albay lambayı söndürmeye hazırlandı. Ama kadın karşı çıktı.
“Karanlıkta ölmek istemiyorum,” dedi.
“Hiçbir şey satamazsak ne yapacağız?”
“O zamana kadar Ocağın 20'si olur,”
“Ya kaybederse? Horozun kaybedebileceği hiç aklına
gelmiyor.”
“O horoz kaybedemez.”
“Ama diyelim ki kaybetti.”
“Bunu düşünmeye başlamamıza daha kırk dört gün var,” dedi
albay.
Kadının sabrı taşmıştı.
“Peki o zamana kadar ne yiyeceğiz?”
“Elinin körünü.”
…
Türkçeleştiren: Handan Saraç
Can Yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder