Andrew
Jolly - Seni İçime Gömdüm
Tan ağarırken ölmüştü kız.
Kan zehre baskın çıkarsa ölecekti karısı;
zehir daha çok akarsa, yaşayacaktı.
Karnını iyice doyurması gerekiyordu, ancak
öyle dayanabilirdi yola.
Onu böyle çırılçıplak ilk görüşüydü. Korkudan
midesi bulandı. Gömleği tenekedeki suya bastırdı, cesede bakmamaya çalıştı.
Artık kızın çıplaklığı odayı baştanbaşa doldurmuştu sanki.
Ufacık bir Yaki kabilesiyle -topu topu beş
altı aile vardı- kuzeye doğru yol alıyorlardı.
İhtiyara kızla evlenmek istediğini söyledi.
“Sizin oralarda kız yok mu?” diye sordu
ihtiyar.
“Var. Dolu."
Ağabeyi, Kızılderili bir kızla evlenmenin
akıllıca bir iş olmayacağını söylemişti.
Rahip bir konuda daha uyarmıştı: Her şeyi
göze alıp kızla evlenmeye kalkışırsa, kendisi de Kilise’nin üyesi
sayılamayacaktı.
Baş tarafı tutan kayışı alnına geçirdi, ucunu
sedyenin ortasına doladı. …yola koyuldu (s. 18).
…yamaç beklenmedik güçlüklerle doluydu. İki
kere ayağı kaymış, yuvarlanmıştı; dengesini bulmak için kollarını iki yana
açtığından baş taraftaki kayışın durmaksızın öne çektiği tabutu kollayamamış,
üstüne yıkılan cesedin ağırlığı altında korkudan soluğu kesilerek kalakalmıştı
(s. 20).
Uyandığında başını cesedin kamına dayalı
buldu; demek gecenin bir saatinde o yana dönmüştü. Hemen fırladı, kutsal bir
şeyi lekelemiş gibi bir utanca kapıldı.
…yarmalardaki dönemeçler güçlük
çıkarıyordu.
…dönmeye çalışırken yalnızca baştaki
kayışla dengeyi sağlamaya çabalıyordu. Bu dönüşlerden birinde kayış koptu.
Tabut iki yana sallandı, aşağı yuvarlandı.
Başının sol yanında da bir yara vardı
galiba, düşerken bir dikene ya da bir kaya çıkıntısına çarpmış olmalıydı.
Babasının yalnızlığını düşündü ansızın.
Daha önce hiç kafa yormamıştı bu konuda, bu Yalnızlığın gölgesi altında
yaşadığı günlerde bile. Neden acaba? Ağabeyiyle birlikte, -tıpkı rüzgâra ve kum
fırtınasına ve sonunda bastıran yağmura sırtlarını dönen, fırtınayı böylelikle
geçiştiren davar sürüsü gibi boyun eğmişlerdi bu öfke kasırgalarına; hayatın
doğal öğelerinden biri sayarak katlanmışlardı.
Koku almadı burnu. Şimdiye kadar kokmuş
olması gerekirdi; ama kokuyu alamıyordu, belki de baştan beri birbirlerinden ayrılmadıklarından
karısının hiçbir özelliği ona yabancı gelmiyordu. Belki de gerçekten kokmamıştı
daha.
Şimdiye kadar hiç yiğitlik göstermemişti,
hayatında tek yiğitçe davranış yoktu. Ağabeyine, kasabalılara kafa tutup
Kızılderili bir kızla evlenmesi de yiğitlik değildi aslında. Kız, korkudan iri
iri açılmış gözleriyle o sabah yüzüne ilk baktığında, yara içine işlemişti; o
günden sonra onu gözetmek, korumak ve sevmek, kendi istencinin dışında bir şey
olmuştu. Onu sevmek; dikenlerle dolu bir uçumdan aşağı yuvarlanılan sonra
toparlanıp yine tepeye tırmanmak kadar bir yiğitlikti. Oysa asıl yiğitlik, onu
buradan götürmek, sudan, serinlikten ve yeşillerden yoksun bu yerden kurtarmaktı
(s. 30).
…karısına olan aşkı dilinin ucunda bir acı
gibi dururdu, konuşma duyusunu köreltirdi, çünkü benliğinin tam obasında
açılmış bir yarayı andıran bu aşk, bildiği sözcüklere, okuyamadığı bütün o
kitaplardaki sözcüklere sığmıyordu. Hiç değilse bu vardı, diye düşündü, ben
layık olsam da olmasam da vardı (s. 31).
Uyandığında tabut yerinde yoktu.
Eğildi, kumu incelemeye koyuldu. Bir, iki,
belki de üç insanın ayak izleri vardı kumda.
Hiçbir şey göremedi. Hiçbir şey.
Bitkinlikten ve umutsuzluktan titrediği bir sırada bir kurşun yedi omzuna;
topukları üstünde döndü acıdan, sırtüstü yere yuvarlandı.
Bilinci yerindeydi, ama daha kurşunun
acısını tam duymamıştı ki kayanın arkasına gizlenen iki adam ortaya çıktı. Biri
tabutu sürüklüyordu ardından, öbürünün elinde bir tüfek vardı.
“Çaldığınız, benim karım, ahmak
herifler!"
Gümüş taşıyorsun sandık.
“Evliydim ben."
“Herkes en az bir kere evlenir zaten."
“Karımdı o.”
“Bir sürü erkeğin karısı var.”
“O, benim karımdı.”
Ona karımı sevdiğimi söylemek zorunda
değildim. Bunu karıma bile söylememiştim, birlikte yaşadığımız iki yıl boyunca
bir kere sözünü etmemiştim…
Bu yabancıya açılmamın nedeni, belki de
inancımı yitirmeye başlamamdır.
Alacakaranlığa özgü nemle birlikte müthiş
bir ter fışkırdı gövdesinden, yaralarını azdırdı, ama o yürüyüşüne ara vermedi.
Bir çocuk sesi duydu, bir oğlan yürüyordu
yanı başında.
“Ne avladın abi? Koca bir av ha?”
Kaplan-kedi mi yoksa bu?
Sonra ağabeyinin sesini duydu
“Karım," dedi.
“Ne dedin? Ne dedin?"
“Karım bu dedim, salak. Karım öldü."
“Babam, annemle kendisi için bir parça
toprak satın almıştı mezarlıktan, ağabeyimle
benim için de yer var. Kenti yerime gömeceğim onu."
“Yapamam. Kutsal toprak orası. Ancak vaftiz
edilmiş olsaydı oraya gömülmesine izin verebilirdim."
“Şimdi vaftiz edin öyleyse."
“Nasıl olur? Ölmüş bir kere."
“Ruh mu vaftiz edilir, yoksa beden
mi?"
“Ruh tabii."
“Karımın ruhu öldü mü yani?"
“Ruh hiç ölmez. Bilmiyormuş gibi yapma."
“İyi ya, ruhunu vaftiz edin."
“Bedende olmayan bir ruh nasıl vaftiz
edilir? Saçma. Hiç kimse ruhlara söz geçiremez. Üstelik onun ruhu burada değil artık.
Mutlaka Cehennemdedir."
“İnanılır gibi değil! Bütün bunlar iki yıl
için.”
Onu buraya getirmek için yola çıkmıştı
-getirmişti de, şuradaydı işte- gelgelelim bir çözüme varamamıştı.
Cesedi nereye götürebilirdi? Sonun,
başlangıca benzemesi gerektiğini kavramıştı artık. Bu insanlarla birlikte yaşarken,
onların sağlar ve ölüler arasındaki ayrımları ve benzerlikleri pekiştiren
törenlerine katılırken, birdenbire bütün bunların dışında başlayan bu sevginin
sonu -da (eğer son diye bir şey varsa... ayrıca son kavramına karşı koyacak
gücü mü kalmıştı?) bu bildik, güvenli hayatın dışında olmalıydı. Sevdiği kızla
evlenmek, yeşil-gölgeli iki yıl boyunca onu sevmek, başka hiç kimseye
gereksinme duymamak kolaydı belki, gelgelelim bunlara tek başına son vermek hiç
de kolay değildi. Çok dardı o mezar. İki gündür -ne İki günü, biraz sonra gece yarısı
olacağına göre üç gündür- bir çözüme varabilmek için yeterli saydığı, daha
doğrusu kendini yeterli saymaya kandırmaya çalıştığı o tören, o toprak parçası
ne kadarcıktı ki? Kendisi ne kadarcıktı ki? Gücü ne kadar kısıtlıydı (s. 62)!
…onu sevmekten korkuyorum artık.
Üçüncü günün sabahı daha ölmemişti…
İlk geçidi tırmanmak güç olmadı. Kabrero
ile ağabeyi önde, sedyeyi taşıyorlardı, arkadan, iki elinde iki tüfek, sırtında
çifte körüklü bir hurçla uzun boylu haydut geliyordu. En geride, yükleri taşıyan
merkeple Nacho vardı.
Jandarmalarla karşılaştıklarında güneş,
batıdaki dağların uçlarına varmıştı…
“…ruhsatım yoksa?"
“O zaman tüfeklere el koyarım."
Jandarma, arkadaşına bir işaret çaktı;
hörgücün arasında kalan yoldan aşağı inmeye başladılar. Oturuşunu bozmadan,
yirmi beş metre uzaktan ateş etti uzun boylu, ikisini de ense kökünden vurdu.
Atışlar birbirini öylesine hızlı izlemişti ki tek ses duyuldu, dağlarda da tek
ses yankılandı. Uzun boylu yanlarına gittiğinde,
hâlâ debelenip duruyorlardı; kollarını
açmışlardı çırpınırcasına, ama bir daha ateş etmek gereğini duymadı.
İki haydut cesetleri soydular güzelce;
tüfekleri, fişeklikleri, paraları, tütünleri aldılar. Sonra ayaklarının ucuyla
bir vuruşta yamaçtan aşağı yuvarladılar jandarmaları.
Ürperdi. Havanın soğuğu keskinleşmişti.
Geceyi tedirgin eden o yabancı varlığın gitgide büyüdüğünü duyuyordu, ama adını
koyamamıştı bir türlü. (…) O şey gecenin içinde, yakınlarda bir yerdeydi,
gerçek bir şeydi; şu anda adını koyamasa bile biliyordu, belleğin derinlerine
sinen unutulmuş günler yumağından ansızın su üstüne çıkan bir çocukluk anısı
gibi bir gün bilincinde çakıverecekti.
“İşin bu mudur senin baştan beri?"
diye sordu Kabrero.
“Ne midir?"
“Adam öldürmek midir?"
“Baştan beri değil. Uzun bir süre adam
öldürdüm, ama hep değil.”
“Daha önce ne iş yapardın?"
“Öğretmendim.”
İşte o sırada gecedeki tedirginliğin anlamını
kavradı. Karanlıkların içinden görünmez bir duman gibi yükselen incecik leş
kokusunu duydu. Oturdu, aşağı sarkıttı bacaklarını. Havayı kokladı uzun uzun.
Kuşkusu kalmamıştı. Karısından geliyordu koku.
Jandarmalar ateş ettiklerinde, yarı yola
gelmişti Nacho. Kabrero, onun geniş sırtına giren kurşunların tak tak tak eden
boğuk sesini, sesler boğazın öte yanında yankılanmadan önce duymuştu…
O yüksek tepeden kimin ateş ettiğini görememişti
elbet, ama mutlaka jandarma olmalıydılar…
Kabrero, cesedin kaskatı koluyla gövdesi arasına
sıkıştırdı tüfeği, hayduda güle güle anlamında elini salladı. Cesedi
dizlerinden tutup yukarı doğru kaldırdı, tüfeği setin üstüne dayadı. Uzandı,
tetiği çekti. Bir ateş yağmuru geldi karşıdan. Kurşunlardan birinin yanından
geçişiyle sarsıldı, çoktan ölmüş bedenin delik deşik oluşunu gözledi. Tüfeği
itti hafifçe, sonra cesedi kaldırdığı gibi geçidin dibine fırlattı.
Sevgilim benim!
Jandarmalarla kasabalılar gelene kadar
tuttu kendini…
Ağabeyi boyuna konuşuyordu. Biraz aksıyordu
arada, yalnız çok inandırıcıydı söyledikleri…
Aşağı inmek, sandığından daha kolay
olmuştu. İlk uçurumu bir ikincisi izliyordu…
“Ne yaptığını biliyor musun sen?" diye
haykırıyordu ağabeyi.
“Ne yaptığını biliyor musun allasen?"
Tahtaları üst üste dizip bir metre
yüksekliğinde kaba saba bir kerevet yaptı.
Benzin olsaydı keşke. Keşke olsaydı. Karısının
parçalanmış, yağmalanmış ölüsünü kollarına aldı, usulca yatırdı bu döşeğe.
“Ne yaptığımı nereden bilebilirim? Doğru
olup olmadığını nereden kestirebilirim? Daha önce hiç karşılaşmadım ki böyle
bir durumla.”
Yat sevgilim. Kıpırdama. Yat bir tanem. Seni içime gömdüm.
…
Lie
down in me
Türkçeleştiren:
Tomris Uyar
Ayrıntı Yayınları
3. Baskı, 1997
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder