Kant’ın Eleştirel Felsefesi
Kant’ın Yaşamı ve Yapıtları
Immanuel Kant (1724-1804) bir saracın oğlu olarak Doğu
Prusya’nın Königsberg kentinde doğdu. Ailesi
İskoya’dan gelen göçmenlerdendir. Kant, dini duyguları kuvvetli olan annesinin
etkisi altında büyüdü. Collegium Friedericianum’daki öğrenimin ardından
Königsberg Üniversitesi’ne başladı. Burada Martin Knutzen’in derslerini takip
etti. Knutzen’in etkisiyle doğa bilimleri, mantık ve Newton fiziğini inceledi. Canlı Güçlerin Doğru
Değerlendirilişi Üzerine
Düşünceler adlı fizik tezi ile üniversiteyi bitirmiştir. Üniversiteyi
bitirdikten sonra bir süre özel öğretmenlik yaptı. 1755’te doktora derecesi
alarak üniversitede eğitmen olarak göreve başladı. Aynı yıl Ateş Üzerine
ve Genel Doğa
Tarihi ve Gök Teorisi adlı çalışmaları yayımlandı. 1770’de Duyu Dünyası ve Düşünce
Dünyasının Form ve İlkeleri başlıklı tezi ile mantık ve metafizik
alanlarında profesör payesi aldı. Bu yazısında duyu dünyası ile düşünce dünyası
birbirinden ayırt edilmekte ve her birinin kendine özgü bilgi temelleri olduğu
öne sürülmektedir. Bu eser aynı zamanda Kant’ın eleştirel döneminin başlangıcı
kabul edilir. 1781’de Salt Aklın Eleştirisi (Kritik der reinen Vernunft),
1788’de Pratik Aklın
Eleştirisi (Kritik der Praktischen Vernunft), 1790’da Yargı Gücünün Eleştirisi
(Kritik der Urteildkraft) yayımlandı.
Diğer eserleri: İlerideki Her Bir Metafiziğe Önsöylem, Ahlak Metafiziğinin
Temelleri, Ahlak Metafiziği, Dünya Yurttaşlığı Bakımından Bir Genel Tarih
Tasarımı, Sonsuz Barış Üstüne, Aklın Sınırları İçindeki Din, Pragmatik Bakımdan
Antropoloji…
Kant’ın ilk dönem çalışmalarının konusu doğa felsefesidir. Genel Doğa Tarihi ve Gök Teorisi adlı
çalışmasında gök cisimlerinin oluşumunu, bir başka deyişle evrenin başlangıcını
Newton fiziğinin genel ilkelerinden hareketle açıklamaya çalışmaktadır. Zaman ve uzam içindeki dünya tam bir mekanizmdir. Ne var ki tüm evreni yöneten mekanik nedenselliğin arkasına
tanrı idesini yerleştirmekten geri durmaz.
1770’deki eleştirel dönemin ürünlerini Kant, eleştirel
idealizmin bir formu olarak betimlemiştir. Duyulur ve Düşünülür Dünyaların Form ve İlkeleri Üzerine başlıklı
tezin konusu evren-kosmos kavramının zaman ve uzam kavramları açısından araştırılmasıdır.
Bu çalışmanın ayırt edici özelliği zaman uzamın varlığın ilkeleri olarak değil
algı yetimizin formları olarak ele alınmasıdır. Kant burada duyulur dünya (mundus sensibilis) ile düşünülür dünya (mundus intellegibilis) ayrımı yapar. Buna
bağlı olarak duyu bilgisi ile akıl bilgisi ayrımı yapar. Bu yolla zaman ve uzam
algıya dayalı bilgimizin genel formları olarak insanın bilgi yetisinde
temellenirler.
Kant bu yapıtta açımlanan felsefi sistemini transcendental idealizm olarak adlandırır.
İnsan hangi alanlarda geçerli bilgi ortaya koyabiliyor? Bu
bilginin sınırı nereye dek uzanıyor? Geçerli bilgi deyince ne anlıyoruz? Tüm bu
soruların yanıtlanabilmesi için Kant geniş kapsamlı bir araştırmaya girişir.
Salt akıl, duyu deneyimiyle hiçbir ilişkisi olmayan, tümüyle
ussal kavramlarla iş gören akıl yetimizi anlatmaktadır.
Salt Aklın Eleştirisi’nde, bilgi türlerimizi ve bunlara
paralel zihinsel yetileri birbirinden ayırarak her birini ayrıntılı bir biçimde
araştırmaya girişir. Ele alınan zihinsel yetiler duyarlık, anlık ve salt akıl,
bunlara bağlı bilgi sistemleri matematik, doğa bilimleri ve metafiziktir.
Salt Aklın Eleştirisi’nin
Önsözü ve Metafizik Sorunu
Kant, eserinin önsözünde metafiziğin ele aldığı temel
sorunları aydınlatmadığını belirtir ve sorar neden metafizik, matematik ve doğa
bilimleri gibi geçerli bilgiler sunamaz? Salt aklın kullanımı bize düşünülür dünya
(mundus intellegibilis) üzerine bilgi verebilir mi? Bu sorulara cevap aramadan
önce insan aklının elde edebileceği bilgi türlerinin neler olduğu ortaya
konulmalıdır. Kant, yine önsözünde bu bilgi türlerinden söz etmiştir.
Kant bilgi türlerini önce a priori
ve a posteriori olarak ikiye ayırır. Daha sonra
bunlara analitik ve sentetik
bilgi türlerini ekleyerek her birini nitelikleri bakımından açımlama yolun
a) A priori yargılar: Bu yargılar
doğruluğu zorunlu olan ve aynı zamanda evrensel olarak geçerlilik taşıyan yargılardır.
Bu zorunluluk ve evrensellik özellikleri deneyimin sağladığı sonuçlarda
kesinlikle bulunmazlar. Buna karşılık matematik önermeler bu nitelikleri
bütünüyle taşırlar.
b) A posteriori yargılar:
Deneyimin sağladığı verilere ilişkin yargılardır. Bunların doğrulukları olumsal
olduğu için zorunluluk ve evrensellik niteliği taşımazlar.
c) Analitik yargılar: Eğer
bir önermenin yüklemini oluşturan kavram önermenin öznesi durumundaki kavram
tarafından içeriliyorsa eş deyişle iki kavram anlamca özdeş iseler bu yargı
analitik bir yargıdır. Tüm tanım önermeleri
analitik önermelerdir. Kant’a göre analitik yargıların temel ilkesi çelişmezliktir
ve bu yüzden her analitik yargı a prioridir.
d) Sentetik yargılar:
Analitik bir yargıdaki koşulun gerçekleşmediği yargılardır.
Kant bu noktada yeni bir kategori ortaya atar: bir yargının
hem sentetik hem a priori olabileceğini söyleyerek ilk kez sentetik a priori yargı kavramını ortaya koydu.
Hemen hemen matematiğin tüm önermelerinin bu
kategoride yer aldığını, doğal bilimlerin temel ilkelerinin de sentetik apriori
yargı tipinde olduklarını öne sürdü.
Kant, sentetik apriori yargıların nasıl olanaklı olduğunu
araştırır. Gelecekteki
Her Metafiziğe Önsöylem’de (kısaca Prolegomena) bu konuyu özel
olarak ele almıştır.
Eleştiri’de Transsendental Estetik alt başlığı altında, duyusal
bilgide a priori bir bilgi ögesi olup olmadığını araştırır. Estetik teriminin
buradaki anlamı Grekçe aisthesis (duyularla, algı yoluyla kavrama)
teriminden gelmektedir. Bu bölümün konusu zihnin duyu yetisinin (duyarlığının)
incelenmesidir. Burada birincil kaygısı duyu bilgisinin a priori ögeleri içerip
içermediğini araştırmaktır.
Yerleşik felsefi ve psikolojik geleneğe göre duyumlar özsel
olarak pasif bir yapıdadırlar. Ancak Kant, duyu deneyiminde birtakım a priori
bilgi ögeleri bulunduğunu düşünmektedir.
Her bilgide algı ve kavram olmak üzere iki yan vardır. Bir tarafta duyularımıza
verilen ve bizim somut olarak kavradığımız yan, öbür tarafta anlama yetimizin
düşünme ile bağlar kuran yanı. Bilgimizin oluşabilmesi için bu iki yanın
birlikte çalışabilmesi gerekir.
Buna göre, duyusuz kavramlar boş, kavramsız duyular kördür.
Duyu Yetisinin A Priori
Formları
Kant’a göre uzay ve zaman ideleri duyu/duyarlık yetimizin
formlarıdır.
Uzay ve zaman idelerimizin bir araştırması gösterir ki bu
ideler maddenin değil ama bizim deneyimimizin formudur.
Bir başka deyişle duyu verilerini verildikleri anda zaman ve
uzam formları içinde alırız (uzay ve zaman burada algı için gerekli tözler
olarak karşımıza çıkıyor).
Bunlardan sonuç olarak Kant, uzay ve zamanın sadece bir görü
(intuition) değil ama a priori görüler olduğu sonucunu çıkarır. Şu hâlde birer
kavram olmayan zaman ve uzay, duyulara dayalı algının formlarıdır.
Deneyimsel olmayan, salt görülerin uzam ve zaman
görülerinin-algılarının var olduğunu kanıtlaması, sentetik apriori bilgi
yolunda Kant’ın elini büyük ölçüde rahatlatmıştır. Çünkü ona göre salt ve
uygulamalı matematiğin ve yine salt geometrinin olanağı bu temel üzerinde açıklanabilir
Salt görü ya da salt uzam formu üzerinde matematiksel ve
geometrik işlemleri yapabildiğimize göre salt matematiğin ve geometrinin tüm
yargıları sentetik a priori yargılardır. Kant burada 7+5=12 önermesi üzerinden
açıklama yapar. 7 ve 5’in bilgisine bu iki sayıyı toplayarak 12 bilgisini
ekleyen insan bu sayede bilgi alanını genişletmiş olur. Yani yeni bir şey
öğrenmiş olur. Kant demek ister ki 12 bilgisi elimizde yokken biz 5 ve 7’nin
bilgisinden 12’ye ulaşıyoruz. Bu nedenle 7+5=12 önermesinin analitik değil
sentetik olduğunu söyler. Hâlbuki burada düpedüz şarlatanlık yapmaktadır:
7+5=12 önermesi asla sentetik bir önerme değildir. + işareti nedeniyle 12
cevabı soruya içkindir. Yani bu önerme analitiktir. 7+5 dediğim anda 12’yi
zaten bilirim. Dolayısıyla 12 yeni bir bilgi değildir.
Kant, matematik önermeleri sentetik kabul ettiği için
matematik bilimini bilgi taşıyıcı gerçek bir bilim dalı olarak takdim eder.
Kant’a göre Transsendental Estetiğin en önemli sonuçlarından
biri, zaman ve uzayın “transsendental idealite”sidir.
Buna göre içsel duyu da dâhil, duyular aracılığıyla bildiğimiz her ne varsa
fenomenaldir, yani salt bir görünüşdür, bir görüngüdür. Buna göre zaman ve uzay
mutlak bir gerçekliğe sahip değildirler. Bunlar ideal varlıklardır. İnsan
zihninin kavrayış formlarıdırlar.
Bizim sadece zaman ve uzay içinde verilenleri kavrayabilir
olmamız, varolan her şeyin zaman ve uzay içinde olmasını gerektirmez, ama bizim
“kendi başına varolan” şeyleri algıladığımızı da göstermez. Kant bu görüşüne transsendental idealizm adını verir.
Transsendentalin
anlamı, bilen özne olarak zihnimizin içindekileri olduğu gibi, zihnimizin dışında
yer alanları da bilebileceğimizdir. İdealizmin
anlamı ise zihnimizin dışında yer alanları kendi zihinsel yapımıza göre
bilmekte olduğumuzdur.
Kant bu başlık altında iki temel bölümleme yapar: Bunlardan
ilki Transsendental Analitik sonraki ise Transsendental Diyalektik’tir.
Transsendental Analitik başlığı altında anlama yetisini inceler. Bu yetinin temel işlevi düşünmedir.
Duyularımız
bize nesnelerden ilk izlenim olarak gelen verileri
sağlar, anlama yetimiz kavramlar
aracılığıyla bu veriler üzerinde düşünür ve bu şekilde anlama yetimiz yargıda
bulunarak bir bilgi ortaya koymuş olur.
Kant, anlama yetimizin yasalarından kategoriler
terimiyle söz eder.
Bu kategoriler duyu yetimizin sağladığı verilerin düşünülebilmesi
için zorunlu koşullar olarak karşımıza çıkmaktadırlar.
Anlama yetisinin görevi hiç kuşkusuz görü değildir. Onun işi
yargıda bulunmaktır. Öyleyse yargı nedir? Yargı değişik tasarımları tek bir
bilgi oluşturmak için kavramlar aracılığıyla birleştirmektir.
Kant’ın belirlediği kategoriler, Aristoteles’inkinden farklı olarak sayıca 12’dir ve üçer
üçer dört farklı grup oluştururlar:
1) Nicelik kategorileri:
birlik (ölçü), çokluk (büyüklük) tümlük (bütünlük).
2) Nitelik kategorileri:
olgusallık, değilleme, sınırlama.
3) İlişki kategorileri:
töz-ilinek, neden-etki (nedensellik), etki-edilgi (karşılıklı etkileşim;
birliktelik). (Bu kategorinin kavram çiftleri ile ifade edilmesi doğru olur.
Çünkü ilişki daima en az iki şey arasında kurulur).
4) Tarz (Kip) kategorileri:
olanak-olanaksızlık, varlık-yokluk, zorunlu-olumsal.
(Bu kategoride ise varolan bir tarzın zıttı da söz
konusudur).
Bunlara karşılık gelen yargı tipleri ise sırasıyla şunlardır:
1) Nicelik açısından yargılar:
Tümel, tikel, tekil.
2) Nitelik açısından yargılar:
Olumlu, olumsuz, sonsuz.
3) İlişki açısından yargılar:
Kesin, koşullu, ayrık.
4) Kiplik (modalite) açısından yargılar:
Olasılı, önesürümlü, zorunlu.
Töz kendisine yüklenenlerden önce gelir, töze yüklenen her şey
töze göre ilinektir. Töz kalıcı iken ilinekler gelip geçicidir.
Töz ve ilinek kategorisine karşılık gelen yargı türü kesin
yani kategorik yargı türüdür.
Transsendental
Tümdengelim
Kant bu alt başlık altında anlama yetisinin a priori kavram
ya da kategorilerinin deneyim olanağının a priori koşulları olduklarını
göstermeye çalışır.
Bunun anlamı nesnelerin bu kategoriler olmaksızın düşünülemeyeceğini,
düşünülemeyince bilgilerinin ortaya konamayacağını, şu hâlde anlama yetisinin kategorileri
olmaksızın nesnelerin bilgilerine ulaşılamayacağını göstermektir.
Bu açıdan Kant, “Salt anlama yetisi, yasalarını fenomenlere
dikte eder.” demiştir. Biz dış dünyayı kendi zihinsel yapımıza göre yapılaştırırız.
Kant bu durumu Copernicus Devrimi olarak betimlemiştir.
Transsendental Tamalgının
Birliği
Kant’a göre bir bilgi nesnesi “kavramında içerilen duyu verileri
birleştirilmiş olan” olarak tanımlanır. Şu hâlde sentez-bireşim olmaksızın nesnelerin
hiçbir bilgisi olamaz.
Nesneler kategoriler aracılığıyla düşünülür ama bu birlik
olmaksızın düşünülebilir olmayacaklardı. Başka deyişle anlama yetisinin birleştiricilik
işi “bilincin birliği” içerisinde olmaksızın olanaklı değildir.
Kant bu durumu, “Düşünüyorum.” tüm tasarımlarımıza eşlik
edebiliyor olmalıdır, biçiminde açıklar.
Özne ile duyu verileri çokluğu arasındaki bu ilişki Kant
tarafından “salt tamalgı” olarak adlandırılır.
Duyu verilerinin sunduğu karmaşa, tek bir öz bilinç tarafından
bağlanmadıkça -ki bu bağlanma işi kategorilerin uygulanmasıyla gerçekleşir- nesnel
deneyim ya da nesnelerin bilgisi elde edilemez.
Formlar nesnelerin varolabilmesi için zorunlu koşullardır.
Ama anlama yetisinin kategorileri açısından durum farklıdır. Çünkü nesneler
daha şimdiden uzay ve zaman formları içinde duyusal görüde verilidirler. Bu
nesneler eş deyişle görüngüler, kategorilerin uygulanışının onları çarpıtıp
yanlış sunacağı bir şekilde olamazlar mı? Bu nedenle kategorilerin uygulanışının
nasıl gerçekleştiğinin açıklanması gerekir.
Önümüzdeki duyu verileri karmaşasına hangi kategorinin ya da
kategorilerin uygulanacağını belirleyen nedir? Bağlayıcı halkayı oluşturan bir şey
bulmak gerekiyor.
Kant, duyarlık ile anlama yetisi arasında aracılık yapma
yetisi olarak imgelemi öne sürer. İmgelemin,
kategori şemalarını ve bunların taşıyıcılığını üstlendiğini öne sürer. Bu işleme
Kant, “kategorilerin şemalandırılması” demektedir.
Kant, anlama yetisinin kategori şemalarını dört başlıkta
toplar:
1. Zaman ve uzaya bağlı algının aksiyomları,
3. Deneyimin analojileri,
4. Empirik düşünmenin postülatları.
Algının aksiyomları:
İlke: “Algıladığımız her şey uzamlı büyüklüklerdir.” Çünkü tüm görüngüler algının
zaman ve uzay formları içinde yer aldıkları için sayılabilir ve ölçülebilir
büyüklüklerdir: Bunlar, bütünün imgelenebilmesi için bir parçası yeterli
olabilen görüngülerdir.
Algının Beklentileri:
İlke: “Tüm görüngülerde duyumun ve ona nesnede karşılık düşen olgusalın yeğin
bir büyüklüğü, eş deyişle, bir derecesi vardır.”
Biz duyum maddesini elde edemeyiz ama deneyimimiz geliştikçe
her duyumun intensive (yoğunluklu) bir büyüklük olduğunu, yani belirlenebilir
bir yoğunluk derecesine sahip olduğunu matematiksel olarak ifade edebiliriz.
Bu iki ilke Kant’ın ifadesine göre kategorilerin
matematiksel kullanımlarının ilkeleridirler.
Deneyimin Analojileri: fiemalaştırılmış ilişki kategorilerine karşılık düşen sentetik
apriori ilkelere Kant üç ilke olarak yaklaşır. Süreklilik,
ardışıklık ve eş zamanlılıktır.
Bunlardan birincisi, tözün kalıcılığı ilkesidir. İkinci İlke: “Tüm değişimler
neden ve etki bağıntısı yasasına göre yer alırlar.” Ve üçüncü ilke: “Tüm tözler
uzayda aynı zamanda algılanabilir oldukları sürece, baştan sona etkileşim içindedirler.”
Kant bunları deneyimi düzenleyici ilkeler olarak dile
getirir.
Empirik Düşünmenin Postülatları: Bu bölüm olasılık, olgusallık ve zorunluluk kavramlarının
eleştirel bir bakışla bir açıklamasını vermektedir. Kategorilerin şemasına
uygun olarak burada da 3 ilke belirlenmiştir:
I. ilke: “Deneyimin form koşulları ile yani görü ile ve
kavramların koşulları ile bağdaşan olanaklıdır.”
II. ilke: “Deneyimin maddi koşulları yani duyum koşulları
ile bağdaşık olan edimseldir.” Algı ve böylece duyum
ile bağıntılı olmayan hiçbir şeyin bilimlerde olgusal olarak kabul edilemeyeceğine
göndermede bulunmuş olur.
III. İlke: “Edimsel olanla bağlantısı deneyimin evrensel koşullarına
göre belirlenen zorunludur (zorunlu olarak varolur).”
Fenomenler ve Kendinde Şeyler: Tüm sentetik a priori
önermeler salt deneyim ile ilişkilidirler. Bu yüzden töz ve belirli nedensellik
ilkeleri ancak fenomenler için geçerlidir. Kant’a göre yalnızca fenomenlerin
olduklarını ileri sürmek için hiçbir hakkımız yoktur. Kant sınırın ötesi için numen-noumenon sözcüğünü
ileri sürer. Bu terimin sözcük anlamı düşünce nesnesi demektir. Numen kendinde şeydir.
Kant özgür, empirik olmayan ben’den ve tanrıdan da noumenon
olarak ve
numenal olgusallığa sahip olarak söz eder.
Transsendental
Diyalektik
Bu alt başlık altında Kant, nesnel gerçeklik bakımından
metafiziğin neyi başarıp başaramayacağı konusuna yönelmektedir. Bir başka deyişle
burada salt aklın eleştirisi yapılmaktadır.
Salt anlama yetisi nasıl ki birtakım a priori kavramları-kategorileri
yapısında taşıyorsa, aynı şekilde bu dar anlamdaki salt akıl da kendisinde a
priori birtakım kavramlar taşımaktadır. Kant, bu kavramlara ideler adını verir.
Kant’ın salt akla ilişkin olarak sözünü ettiği ideler, tanrı,
evren (kosmos) ve ruh ideleridir.
Kant fenomen, numen ayrımını ele alırken tanrının fenomen değil
numen olduğunu, bir kendinde-şey olarak tasarlanması gerektiğini savunur.
İnsan zihni deneyimin sınırlarını aşamaz, kendinde şeyleri ontolojik
olarak olgusal doğası açısından bilemez. Kant’ın bu yaklaşımına agnostik realizm denilmektedir.
Salt aklın ideleri aracılığıyla işlevi, sentezde mutlak bütünlüğe
ulaşmaktır.
Salt akıl, ideleri aracılığıyla fenomenler dünyasında mutlak
bir bütünlüğe ulaşmak ister ama idelerin aşkın varlıklar, kendinde varlıklar
olduğunu unutur. Salt akıl önüne koyduğu bu görevi gerçekleştiremez. Bu nedenle
bu bölümün başlığı Transsendental Diyalektiktir. Çünkü bu alanda salt akıl
çözümü olanaksız sorunlarla ve sanki yapısında yerleşik gerçekliklermiş gibi
gördüğü ama aslında özü transsendental bir yanılsamadan (illusion) başka bir şey
olmayan düşüncelerle inançlarla uğraşmak zorunda kalır.
Ruh İdesi:
Kendimizde bulduğumuz bir ben-birliğinden hareketle hiçbir koşula bağlı olmayan
bir ruhun varolduğuna ilişkin yargılara varmak yanlış sonuç çıkarmak olur. Kant
buna rağmen ruh idesinin salt aklın varlık yapısı gereği olduğunu, kendi yerini
ve işlevini koruyacağını öne sürer.
Evren İdesi:
Kant Salt Aklın Antinomileri adlı bölümde evren idesine ilişkin bazı
uslamlamalarda bulunmaktadır.
Evren idesi, duyarlığın zaman ve mekân formları içinde
devinen biz insanlar için içi doldurulamayacak olan boş bir kavramdır. Düşüncemizde
bütünü kavrayarak koşulların ötesinde olan, hiçbir koşula bağlı olmayan bir
bütünlüğe ulaşmayı istediğimiz anda, yanılsama (illusion) başlar. Kant’a göre haklılıkları aynı şekilde gösterilebilen birbirleriyle
çelişik kuramlara antinomi denir ve bu
antinomiler anlama yetisinin, kategorilerini aşkın olana uygulama girişiminden
doğarlar.
Tanrı İdesi:
Bu ide ile ussal teoloji uğraşmaktadır. Tanrı
idesinde hiçbir koşula bağlı olmayan ya da koşulların totalitesi ruhun ve her şeyin
kendisine benzediği bir varlık düşünülmektedir. Salt usun bu idesi bir ens realissimumdur.
Kant’a göre bu ide aklın varlık yapısından doğar, aklın
hiçbir koşula bağlı olmayana, totaliteye uzanmasından doğar.
Kant’a göre burada yine salt aklın bir ilüzyonu, bir
diyalektiği ya da bir görüntü mantığı ile karşı karşıya olduğumuz açıktır.
Bizim bilebildiğimiz tüm gerçeklikler zaman ve uzam içindeki
duyu verilerinin empirik gerçeklikleridir. Tanrı idesi ise bu duyusal şeylerin
kendisine dayandığı ilk temel olarak düşünülmekte, çoğu kez “bütün gerçek şeylerin
ideali” sadece şeyleştirilmekle kalmamakta, aynı zamanda “kişileştirilmektedir.”
Kant üç çeşit tanrı tanıtlamasını örnek olarak ele alır:
Bunlardan birincisi “ontolojik tanıt” olarak bilinendir. “Tanrı tanımı gereği en gerçek varlık ise varolmadığını düşünmek
çelişik olur, şu hâlde vardır.” Kant
buna şu şekilde karşı çıkar: Varlık üzerine ancak sentetik yargılar söz
sahibidir. Oysaki burada duyu verilerinden söz edilemez. Ens realissimum
duyulur-üstü bir varlık olarak düşünülmüştür, varlığı zaman ve uzay koşullarının
dışındadır. Böyle olunca insan bilgisi Tanrı üzerine sentetik a priori yargıları
elde edemez.
İkinci tanıtlama çeşidine Kant, “kozmolojik tanıt” adını
vermektedir. Burada evrenin olumsal (kontingent),
rastlantıya bağlı varlığından bunun temeli olan ve rastlantıya bağlı olmayan bir
varlığın gerekliliği sonucuna gidiliyor. Kant’a göre bu uslamlamadaki yanılsama
nedensellik ilkesinin ontolojik bir ilke olarak ele alınmasıdır. Nedensellik ilkesi doğa olaylarının zaman ve uzam koşulları
içinde olup bitenlerin koşuludur. Biz
ancak bazı şeylerin başka bazı şeylerin gerekli sonucu olduğunu bilebiliriz. Mutlak
bir gereklilik aklın salt bir idesidir, tıpkı hiçbir koşula bağlı olmayan şey
gibi. Mutlak gerekliliğin olanağı üzerine hiçbir şey söylenemez.
Kant, ele aldığı üçüncü çeşit tanrı tanıtlamasına
teolojik-fizik tanıtlar adını vermektedir. Bu tür uslamlamalar tanrının varlığını
doğadan yola çıkarak tanıtlama yoluna gidiyor. Doğanın
akıl almaz, şaşırtan düzeni insanı bu uyumun yaratıcısını sormaya yöneltir. İşte
teolojik-fizik düşünüşün tanıtları bizi, doğayı bir plana bir düzene göre yaratan
tinsel, yüce bir varlığa ulaştırır.
Kant’a göre burada evreni yaratan değil evreni kuran söz
konusu edilmeliydi. Çünkü güzellik ve amaca uygunluk şeylerin formları ile ilgilidir.
Maddeleri ile ilgili değil.
Evrene düzen veren bilge bir varlık tasarımı, “her şeyin ilk
nedeni” düşüncesinin diyalektiğinden doğmaktadır. Aslında Kant’a göre insan
bilgisi için böyle bir ilk nedeni bilebilmek olanaksızdır. Tanrı idesi insan
aklının ürettiği bir idedir ama duyu dünyasını ve deneyim alanını aşan bu ideye
ilişkin olarak, duyulara verilen nesneler gibi bilgi sahibi olunamaz. Çünkü
Burada sentetik a priori yargılara ulaşmak olanaksızdır.
Salt usun ruh, evren ve tanrı ideleri deneyimin sınırlarını aştıkları
için insanın anlama yetisi bakımından sonsuza dek bilinemez olarak kalacaklardır.
Kant’a göre bu idelerin temel işlevi bilgilerimizin bütünü
açısından “düzenleyici bir rol oynamalarıdır.
Ahlaka ilişkin görüşlerinin yer aldığı bir eserdir.
Kant’ın etik alanında dikkatini çeken nokta şuydu: Doğa
bilimi alanında akıl cüretkar adımlarla duyusallık alanının ötesine geçerek ve
aşırı spekülatif sonuçlara ulaşarak nesnel bilgi tabanından uzaklaşırken ahlak
alanında aklın rolü en aza indirgenerek duyusallık ön plana çıkarılmıştır. Bir
başka deyişle şimdiye dek ahlak öğretileri erdemliliğin temeli olarak mutluluğu
(eudaimonia) ve yararı (utile) göstermişlerdir. Buna göre bir insana mutluluk
getiren ya da ona yarar sağlayan eylem iyidir.
Mutlulukçuluk (eudaimonism) ve yararcılık (utilitarianism)
gibi kuramlar, pratik aklı gerçek özünden saptırarak, yarar ve mutluluk amacına
yönelik araçları sağlamaya koşullandırır. Burada pratik akıl teknik bir nitelik
kazanmış, yani amaç uğruna bir araç durumuna düşmüş olur.
Kant’a göre, gerçek ahlaklılığın,
gerçek erdemin yarar ve mutluluk gibi kavramlarla hiçbir ilişkisi yoktur. Gerçek ahlaklılığın temeli salt pratik akıldır. Salt pratik akılda istemeyi yöneten eğilimler, duygu ve
istekler değil, salt pratik aklın kendisidir.
Bir insanın mutluluğa bir amaç olarak erişip erişmemesinin
onun ahlak varlığı ile hiçbir ilişkisi yoktur. Bu yüzden Kant, mutluluk ve
yararcılık kuramlarının karşısına yaşam anlayışındaki ahlaklılığı koyar.
Kant etiğinin yeniliği de buradadır: İyinin ve kötünün
özünün eylemin niyetinde (intention) aranması gerektiği ilk kez Kant tarafından gündeme
getirilmiştir.
Kant’ın ifade ettiği şekliyle, bir eylemin etik değeri,
onunla ulaşılacak amaçta değil, onun yapılmasına karar vermeye yol açan güdüdedir (maksim).
İnsanın ahlaklı eylemlerindeki salt pratik aklın işlemi bir
buyruk, gereklilik gösteren bir ilke olarak ortaya çıkar.
Kant’ın ahlak anlayışında bu gereklilik kendini, koşulsuz buyruk (kategorik imperatif) biçiminde yansıtır.
Kant mutlulukçu ve yararcı kuramlarda etik ilkelerin daha
çok karşımıza koşullu buyruk (hipotetik
imperatif) biçiminde çıktıklarını öne sürer. Çünkü hepsi belirli ve öznel bir
amaca yöneliktir.
Kant’a göre eylemlerimizi belirleyen buyruk koşulsuzdur ve
bu buyruğa uymak insanlık ödevimizdir. Bu yüzden Kant ahlakına aynı zamanda ödev ahlakı denir.
Kant koşulsuz buyruğu ya da koşulsuz ahlak yasasını
birbirini açımlayan üç farklı şekilde dile getirmiştir: “Öyle eylemde bulun ki
senin bu eylemdeki istemenin maksimi her zaman, aynı zamanda genel bir yasanın
ilkesi olarak geçebilsin.”
Ahlak yasasının ikinci ifade biçimi şöyledir: “Öyle eylemde
bulun ki bu eyleminde insanlığı hem kendinde hem de diğer insanların her
birinde her zaman bir amaç olarak alasın, asla sadece bir araç olarak
kullanmayasın.”
Kant burada insanın hiçbir koşulda araç olarak görülmemesi gerektiğini
vurgulamaya çalışmaktadır.
Yasanın üçüncü ifadesi, “Özerklik (otonomi) ilkesine göre
davran.”
Kant istencin özerkliğinden “en yüksek ahlak ilkesi” ve “tüm
ahlaksal yasaların ve karşılık düşen ödevlerin biricik ilkesi” olarak söz eder.
Kant’ın ahlak yasası istenci evrensel ortak payda yaparak
insanları birbirine bağlar ve tümünü erekler ülkesinin yurttaşı addeder. Bu
ülkede, söz konusu sentetik a priori yasa, doğadaki karşılıklı bağlılık
ilkesinin yerini tutar. Ahlak yasası ahlakın erekler
ülkesinde özerk istençleri birbirine bağlar. Ahlak
buyruklarının temeli insanın insanlığıdır, insana dışarıdan verilmemiştir.
İçimizdeki ahlak yasasına baktığımız an duyu dünyasından
bütünüyle sıyrılıp ahlakın otonom dünyasına açılır, zaman ve uzay koşullarının
üstüne yükseliriz.
Kant’a göre özgürlük tanıtlanamaz ama salt bir kurgu olarak
da düşünülemez. Kendimizi evrensel yasalar yapan, ahlaksal düzlemde özerk varlıklar
olarak görmemiz özgür olabilmemize bağlıdır. O halde özgürlük ahlaksal eylemler
için pratik bir zorunluluktur, pratik aklın alanında zorunlu olduğu kabul
edilmelidir.
Pratik Aklın Postülatları
Kant’a göre özgürlük, ölümsüzlük ve Tanrı
pratik aklın postülatlarıdır.
Kant’a göre, insan özgür olduğunu deneyimleri aracılığıyla
bilemez. Bu bilginin kaynağı insanın
içinde duyduğu koşulsuz buyruktur.
Bu aşamada Kant koşulsuz buyruk nasıl olanaklıdır ya da o
nereden geliyor, sorusunu sorar. “Yapmalısın.”
“Çünkü yapabilirsin.” Kant’ın burada ulaştığı sonuç mantıksal bir sonuç değil, bir
postülattır: Eğer aklımızın böyle bir ahlak yasası olmasaydı özgür olduğumuzu
iddia etmeye hakkımız olmazdı. Kant’a göre ahlak yasası insanın özgür olduğuna
ilişkin bilgisinin temelidir, özgürlük de ahlak yasasının varlık temelidir.
Kant salt pratik aklın hiçbir şarta bağlı olmayan
totalitesine “en yüksek iyi” olarak iyiyi isteme demektedir.
Kant’a göre, insan mutluluğa layık olmaya muhtaçtır, ondan
pay almaya değil.
Mutluluk ve ahlaklılığı tam olarak birleştirmiş bir varlık,
doğa bütünündeki nedenlerin akışının dışında kalan bir varlığın postülalaştırılması
ile olanaklı olabilir. İşte böyle bir varlığa biz tanrı diyoruz. Tanrı bir
anlama yetisi ve isteme olarak evrenin bütününü yönetmesi, mutluluğa layık olma
ve mutluluğu birleştirmesi bakımından vardır, yani salt pratik aklın bir
postülatı olarak vardır.
Pratik aklın üçüncü postülatı ruh idesidir.
“En yüksek iyi”nin bizden beklediği, bütün niyetlerimiz bakımından
ahlak yasasına tam olarak uymaktır. Ama sınırlı ve sonlu bir yaşam içinde bunu
tam anlamıyla gerçekleştirmek olanaksızdır. Buna göre, yaşamın devamı,
ölümsüzlük Kant için düşüncenin özü bakımından, kuramsal bir tahmin değil,
ahlaklı istemenin, aklın vardığı bir sonuç olarak insanın en yüksek niyetleri
ve çabalarının bir beklentisi, bir inancıdır.
Kant bu yapıtında doğa felsefesi dediği kuramsal felsefe ile
özgürlük postülası üzerine temellendirilmiş pratik ya da ahlaksal felsefe arasında
bağlayıcı bir etken aramaktadır. Kant bu bağlayıcı etkeni yargı yetisi dediği
edimde bulur: Yargı yetisi anlama yetisi ile salt akıl arasında birleştirici
halkayı oluşturmaktadır.
Kant’a göre duygu, bilgi ile istek arasında bir orta terimdir.
Genel olarak yargı yetisi
tikeli tümelde (universal) kapsanmış olarak düşünme gücüdür. Eğer tümel verilmişse
(kural, ilke, yasa) o zaman ilgili tikeli onun altına koyan yargı yetisi
belirleyicidir. Ama eğer sadece tikel verilmişse o zaman yargı yetisi onun
tümelini bulmak zorundadır, bu durumda yargı yetisi düşünseldir (refleksiyonlu).
Doğada verili olmayan ve keşfedilmeleri gereken pek çok özel
yasa vardır.
İşte burada yargı gücü düşünsel (refleksiyonlu) çalışmak
zorundadır. Refleksiyonlu yargı gücü empirik yasaları bulmaya çalışır ve bu şekilde
bulgulayıcı (heuristik) bir özelliği de vardır.
Burada vurgulanan nokta, tüm bilimsel araştırma açısından doğanın
bilgi yetilerimiz tarafından anlaşılır bir birlik olduğu ilkesinin kabul
edilmesidir.
Doğanın erekselliği (teleolojisi), böylece kaynağını düşünsel
(refleksiyonlu) yargı yetisinde bulan özel a priori bir kavramdır, doğanın
erekselliği yargı gücünün transsendental bir ilkesidir. Transsendentaldır (aşkınsal)
çünkü empirik bilgi nesnelerini ilgilendirir ama kendisi empirik gözleme
dayanmaz.
Doğanın erekselliği iki yolda tasarlanabilir. İlk olarak
verili bir deneyim nesnesinin biçiminin bilme yetisi ile bir uyumu olarak
tasarlanabilir.
Nesneye güzel denir ve tasarıma eşlik eden haz temelinde
evrensel olarak yargıda bulunma yetisine ise beğeni denir.
İkinci olarak, verili bir deneyim nesnesinin erekselliği o
nesnenin biçiminin şeyin
“kendisinin olanağı ile bir uyumu olarak” tasarımlanabilir
ve bu uyum “bir şeyin biçiminin zeminini önceleyen ve kapsayan kavramına göre”
yer alır.
Canlı Doğa ve Teleoloji
Sorunu
Kant’a göre organik bir varlık ne denli önemsiz görünürse
görünsün, onu sadece maddenin nedensel yasaları ile oluşturmak hiçbir bilim
insanının yapabileceği bir iş değildir.
Kant’a göre mekanik açıklamalar organizmalar dünyasını
anlamak için yeterli değildir. Bu alanda mutlaka erek-amaç kavramına başvurulmalıdır.
Bu kavramın buradaki anlamı; bir canlının sahip olduğu organların, o canlının bütünlüğü
içindeki işlevleri bakımından birbirlerine bağlılık içinde olmaları, eş deyişle
aralarında bir dayanışmanın bulunmasıdır.
Biz insanlar, doğanın
amacını bilemeyiz. Organik varlıklarda amacın
gerçekleşimi önceden bilme biçiminde değildir. Canlı doğada amaç salt canlılığın
doğası gereği gerçekleşir: bir tür mekanik bir işleyiş içinde gerçekleşir.
Kant’a göre organik varlıklar alanının bilgisinde doğa ile
özgürlük dünyası arasında bir köprü kurulur. Organizmalarda teleolojik tasarımların
ortaya çıktığı bir doğa varlığı ile karşı karşıya bulunduğumuz açıktır. Buna
göre, teleolojik yargı gücümüz anlayış yetimizin ve pratik aklımızın
birbirinden kesin bir biçimde ayrılan alanlarının duyulur üstü birliğini
göstermektedir.
Estetik Beğeni Yargıları
ve Güzelin Çözümlenmesi
Kant, güzellik ya da yücelik duygusunu bir yargı ile dile
getirdiğimiz düşüncesinden hareketle ‘estetik beğeni (zevk) yargısı’ konusuna
yönelmiştir.
Beğeni-zevk sözcüğü doğrudan öznelliği düşündürür. Bir şeyin
güzel ya da çirkin olduğu biçimindeki yargımızın temeli duygu gücümüzün
nesnenin tasarımı tarafından etkileniş biçimidir.
Bir yapıya ilişkin kavramsal bilgi ile bunun güzelliğinin
sezgisi farklı şeylerdir.
Beğeni yargısının temeli öznel olsa da edimsel olarak
söylemekte olduğumuz bir şeye, nesneye, nesnenin güzel olduğuna ilişkindir. Bu
açıdan Kant, estetik beğeni yargısında evrensel olan yanı bulup çıkaracak ve
ortaya koyacaktır.
İnsanların bir şeye “Bu şey güzeldir.” dediği estetik beğeni
yargısını dört ayrı tarzda dile getirmiştir: Bunlar, anlama yetimizin temel
kategorileri olan nitelik, nicelik, ilişki ve kiplik kategorilerine paralel bir
biçimde ele alınmışlardır.
1) Güzelin nitelik
kategorisi açısından tanımı: Estetik yargı nesnenin
istekle, iştah yetisiyle hiçbir ilişkisi olmaksızın beğenilmesine işaret eder. Kant
bu aşamada hemen hoş, güzel ve iyi arasında bir ayrım yapar. “Hoş” hayvanlar tarafından ayırt edilebilen bir
beğenidir. “İyi” etik değerlendirme ölçütüdür.
Burada şeylere nesnel bir değer yüklenir. “Güzel”
kavramına gelince katışıksız, çıkarsız salt bir hoşlanmayı ya da beğenmeyi,
zevk almayı anlatır. Sadece akıllı varlıklar tarafından yaşanır.
2) Güzelin nicelik
kategorisi açısından tanımı: Nesneye ilişkin bir
kavram olmaksızın evrensel olarak hoşa giden şey güzeldir. Kavramdan uzak olması demek, güzel dediğimiz nesne ile
hiçbir bilgi alış verişimiz ya da amacımız olmaması demektir. Çünkü estetik
yargı kavramlara değil duygulara dayalı bir yargıdır.
3) Güzelin ilişki
kategorisi açısından tanımı: Güzel, bir nesnede
ereksiz bir erekliliğin formudur. Burada güzelliğin özgürlüğüne atıf
yapılmaktadır. Bir şey güzel olduğu için güzeldir, bu önermeye başka bir sözcük
dâhil edilirse bir erek/amaç alanı açılmış olur. Bu ise özgür ve bağımlı
güzelliktir, alt kategoridir. Belli kuralları gözeterek ortaya konuşmuş har
hangi bir sanat eseri (özellikle mimaride) buradaki güzel tanımının dışında
kalır.
4) Güzelin kiplik
kategorisi açısından tanımı: “Güzel herhangi bir
kavram olmaksızın zorunlu bir hoşlanmanın nesnesi olarak kabul edilen şeydir.
Buradaki zorunluluk kuramsal, nesnel bir
zorunluluk değildir. Buradaki zorunluluk ‘örneksel’
terimine eşdeğerdir. Yani bildirilmeyen bir evrensel kuralın bir örneği olarak
görülen bir yargıya herkesin onay vermesinin zorunluluğu anlatılmak istenmektedir.
Bu ilke mantıksal bir ilke olmayıp bir tür sağduyuyu
yansıtır.
Yüce Kategorisinin
Çözümlenmesi
Güzel ve yücenin her ikisi de izleyene estetik haz ya da hoşlanma
duygusu verirler. Güzel nitelik ile ilişkili iken
yücenin nicelik yani büyüklük ile ilişkilidir.
Doğal güzellik nesnenin biçimi ile ilgilidir ve biçim sınır
kavramına göndermede bulunur. Bununla birlikte yüce sınırsızlık ve buna bağlı
olarak belli bir biçim taşımamakla belirginleşir.
Kant güzeli anlama yetisi ile yüceyi ise akıl ile ilişkilendirir.
Güzelde anlama yetisi ile imgelem uyum içindedir. Yücede ise imgelem akıl tarafından
baskı altına alınır. Yüce sınırların yokluğunu imlediği oranda, imgesel tasarım
gücümüz için elverişsizdir, onu aşar ve ezer. Güzel doğal nesneleri nitelemek
üzere kullanılırken, yücelik nesnelere olmaktan daha çok, nesnelerin bizde
yarattığı duygulara aittir.
Kant matematiksel yüce ile dinamik yüce arasında da ayrım
yapar. Matematiksel yüce mutlak olarak büyük olan, ya da onunla karşılaştırıldığında
başka her şeyin küçük kaldığı büyüklükler için kullanılır. Dinamik yüceye gelince doğanın korkunç fiziksel gücüyle karşı
karşıya kaldığımız ama aynı zamanda anlama yetimizi ve aklımızı bu fiziksel
güce karşı bir üstünlük olarak bulduğumuz zaman yaşanır.
Deha ve Güzel Sanat Yapıtı
Güzel sanat yapıtlarının üretimi dehanın (genie) işidir.
Dehanın ürünü olan sanat yapıtı kendine özgü bir
defalık kurallarını birlikte getirdiği için böyle bir sanat ürünü kesinlikle
taklit edilemez.
Deha yani estetik yaratma yetisi, belli bir öğrenme
sürecinin ürünü değildir.
Bu nedenle deha yapıtını nasıl yarattığını bilimsel olarak
ortaya koyamaz.
Kant sanat yapıtı olarak şiir örneğini göz önünde bulundurduğu
için estetik idelerden söz eder. İdelerin kaynağı olan yaratıcı tin burada
geist olarak adlandırılır.
Kant estetik ide deyince duyulara dayalı imgelemin tasarımlarını
anlamaktadır. Bu nedenle bunlar dil ile kesin bir biçimde ifade edilemezler. Bu
ideler algıya dayanan somut tasarımlardır. Seyrettiğimiz bir sanat yapıtı bize
pek çok şey söyler. Ama biz bunları kesin yargılar biçiminde ifade etmekte
zorlanırız.
Kant’a göre dinin odak noktasında insan yaşamında ahlakın
gerekliliğine inanma yer alır. Bu açıdan din, ahlakın
gösterdiği ödevlerin tanrısal bir buyruk olarak görülmesidir. İçimizdeki ahlak yasasını tanrısal bir yüceliğe çıkararak bu
yasanın koyucusuna, tanrısal yasa koyucuya ulaşmış oluruz.
Kant’a göre insanlarda duyulardan gelen isteklerin ahlak
buyrukları karşısında ağır basması eğilimi vardır.
Kant, Ahlak Metafiziğinin
Temellendirilmesi adlı yazısında insanda ussal bir özgürlükle birlikte kötüye
doğru bir eğilimin de bulunduğunu söyler.
Ona göre kötü, yalnızca insandaki bir eksiklik, yetkinliğin
oluşamaması demek değildir. Kötü, güdülerin tersine dönmesidir. Kötü olana eğilim eylem ve girişimlerimizde kendini
gösteren, kökünü insan doğamızda bulan bir olaydır.
Tıpkı din konusuna ilişkin yazısında olduğu gibi, tarih sorunu
iyi ve kötü güçlerin yeryüzündeki çatışması sorunudur.
Kant’a göre deneyim, tarih alanında çıkarımda bulunmaya yardımcı
olamaz.
İnsanlığın ilerlemekte olduğu düşüncesi insan aklının bir
idesinden ibarettir.
Dünyanın gidişinin önceden belirlenebileceğine inanmak
ölçüsüzlük olur.
Gelişme düşüncesi bizim için düzenleyici bir ilke olmalıdır.
Tarihe sanki onda bir gelişme varmış gibi bakmalı ve ona göre davranmalıyız.
Çatışma ve acılarla dolu olan tarihsel varlık
alanı, bütününde pozitif bir anlam taşır.
Kant’ın Hukuk ve
Politika Felsefesi
Kant hukuksal yükümlülükleri, ahlaksal yükümlülüğün bir alt
türü olarak görür. Hukuk felsefesindeki bakış
açısı büyük ölçüde özgürlükçüdür.
Ceza yasası bakımından da tutumu oldukça serttir. Bu durum
ilkece, sempati duygusuna ve affedici olmaya pek yer bırakmamaktadır.
Toplumsal sözleşme konusunda tarihsel bir olgu olarak değil
ama düzenleyici bir ide olarak ısrar eder. En
yüksek politik otoritenin temeli olarak halkın istencini / genel istenci
göstermiştir.
Sonsuz Barış Üzerine adlı yapıtında, kalıcı bir barış için
bir çözüm arayarak birtakım ilkeler öne sürmüştür. Bir dünya devletinin federatif,
özgür devletler cumhuriyetinin kurulmasını savunmuştur.
Kant’ın
Zihin Tasavvuru ve Rasyonel Metafiziği
Kant, akılcı
düşünce geleneğinin bütünüyle uzak durduğu metafiziği ele alıp bir bilim olarak
mümkün olup olmadığını araştırdığı Saf Aklın Eleştirisi (Kritik der reinen Vernunft)
adlı yapıtıyla düşünce geleneğinde çığır açmıştır.
Metafizik, genel
olarak deneyim alanının dışında kalan bilgileri içerir. Kant, insan zihninin
deneye başvurmadan bilgi üretebileceğini kabul eder. Saf matematik, saf doğa
bilimi der buna. Kant’ın asıl araştırması böylesi bilgilerin nasıl mümkün
olduğuna dairdir.
Kant’ın bu
araştırmasının başlangıç noktası Hume’un İnsan Anlığı Üzerine Bir Soruşturma’sına
dayanır. Hume’un
neden etki idesi ve zorunlu bağlantı idesi hakkındaki düşüncelerini eleştiriden
geçirerek kendi transendental felsefesinin yollarını döşemeye başlar.
Transendental sözcüğü yalnızca Kant felsefesi içinde
anlamı olan, uydurma bir sözcüktür. Transendent sözcüğü aşkın anlamına gelir,
ama transendental sözcüğü, bir terim olarak, bilgimizin herhangi bir şeyi aşmasını
değil, bilme yetimiz hakkındaki bilgiyi anlatır.
Kant Descartes’ın
Her şeyi tamamen ruh ve beden olarak iki töze indirgemesini doğru bulmaz.
Descartes’dan sonra
gelen akılcı düşünürlerin de Descartes’ın izinden giderek, hiç deneye
dayanmayan, tamamen (a priori) bilgiye dayanan felsefe sistemleri kurmasını eleştirir.
Kant, eserlerinde
zihin kavramını değil, akıl kavramını kullanır.
Aklın deneye
hiçbir şekilde başvurmadan işlemesine dayanan bilimler, eğer gerçekten bir
bilim olacaklarsa kavramların çözümlenmesinden öte, bilgimize yeni bazı eklemeler
de yapmalı, bilgimizi genişletmelidirler. Kant’ın ifadesiyle söylenirse, “sentetik”
olmalı (Kant 1995: 15) ve “deneyden ve hatta bütün duyu uyaranlarından bağımsız”
(a priori) yargılar vermelidirler. Kant, bu türden yargılara, “sentetik (a priori)”
yargılar adını veriyor.
“sentetik (a
priori) yargılar nasıl olanaklıdır?”
Sentetik (a
priori) yargılara ilişkin soru dört alt soruya ayrılır:
1. Saf matematik
nasıl olanaklıdır?
2. Saf doğa
bilimi nasıl olanaklıdır?
3. Genellikle
metafizik nasıl olanaklıdır?
4. Bilim olarak
metafizik nasıl olanaklıdır?
İlk ikisinin yanıtı,
insanın zihin yapısının bir bütün olarak ortaya konması anlamına gelir. Üçüncü
sorunun yanıtlanması, metafiziği, köklerinin aydınlatılmasına götürür. Dördüncü
sorunun yanıtıysa metafiziğin, yüzyıllardır yürüdüğü yoldan, nasıl
döndürülebileceğini gösterir.
Saf matematiğin
olanağı, şeyleri (a priori) görmemizi sağlayan, duyusal görünün sadece
biçiminden (saf görülerde) kaynaklanır. Bu nedenle nesneleri kendi başına oldukları gibi değil,
duyularımıza göründükleri gibi biliriz. Böylece algılarımıza verildiği
biçimiyle dünya “deneysel bir görünün belirsiz nesnesi” olarak “görünüş” adını
alır.
Kant’a göre,
deneye ilişkin bilgileri ortaya koyabilmemiz, zihnimizin iki kaynağından gelir.
Birinci aşamada, kendinde şeyler tarafından uyarılan duyusallığımızın oluşturduğu
tasarımlarla bir nesne bize verilir, ikinci aşamadaysa bu tasarım (verilmiş nesnenin
tasarımı) belirli bir ilişki içinde düşünülür.
İnsan zihninin ilk
öğesi, dünyayla ilişkiye geçebilmemizi sağlayan uzam ve zaman, görme
biçimlerinin (görülerinin) sahibi olan duyusallıktır.
Ancak insan,
dünyayı sadece algılamaz; onun hakkında yargıda bulunur. Düşünme etkinliği,
anlama yetisinin saf kavramları ile gerçekleşir. Kant’a göre anlama yetisinin saf kavramları, görüden
ya da duyusallıktan gelmez, düşünmeye ve anlama yetisine aittirler.
İlk iki aşamada
zihnin üretti bilgiler yalnızca bir tasarımdır. Dünya insan zihnine sığabilecek kadar büyük değildir.
Bu noktada Kantçı zihin anlayışının üçüncü öğesi karşımıza çıkar: Akıl. Deneye ilişkin bütün anlama yetisi
etkinliklerinin birliğini sistematik kılmak aklın işidir. Aklın bu işlevi, aklın
saf kavramlarının üretimini sağlar. Kant saf akıl kavramlarına “transendental
ideler” adını verir. Böylelikle akıl da “ideleri üreten yeti”nin adı olur.
Kant,
transendental idelerin, üç sınıf oluşturduğu sonucuna varır: “Bunlardan birincisi
düşünen öznenin mutlak (koşulsuz) birliğini, ikincisi görünüş koşulları
dizisinin mutlak birliğini, üçüncüsü de genel olarak düşüncenin bütün nesneleri
koşulunun mutlak birliğini içerir.”
Kant, anlama
yetisi kavramlarının, idelerin kendi bilgisinin elde edilmesi amacıyla kullanılmasına
“aşkın kullanılış” adını verir. Tanrı, ruh ve evren gibi, anlama yetisi varlıkları
(noumena) hakkında “ne saf görülerle, ne de saf anlama yetisi kavramlarıyla
belirli hiçbir şey bilemeyiz.” Kant’ın Tanrı, evren ve ruh olarak belirlediği
bu aşkın ideler zihnin koşulsuz birlik ilkeleri arama eğiliminin bir sonucudur.
Descartes, çok
önem verdiği “cogito” alanının boyutlarını kavrayamamıştır.
Kant ve Descartes
arasındaki temel ayrım noktalarından birisi “Ben”e yaklaşımlarında ortaya çıkar.
Descartes’da “Ben” somut, çürütülemez bir şekilde dolaysız bir sezgi yoluyla
asli gücü içinde kavranan bir gerçeklikken Kant için “Ben” gerçeklikten yoksun,
yalnızca bilgi için gerekli (a priori) bir durumdur. Dolayısıyla özne
deneyimlenmez, yalnızca kabul edilir.
Editör: Prof. Dr. Sara Çelik & Yrd. Doç. Dr. Serdar Uslu
Anadolu Üniversitesi, Ekim 2011
-
Zihin Felsefesi
Doç. Dr. Kamuran Gödelek
Anadolu Üniversitesi Yayını No: 2337
Ocak 2013, Eskişehir