Oswald
Spengler - Batının Çöküşü
Oswald Spengler (1880-1936)
O, materyalist hümanistlerden, ütopyalardan,
"daha iyi bir dünya" taraftarlarından nefret eder.
İnsanın makinaya esir oluşuna karşıdır.
Mühendisler birer "makina papazı"dırlar. Makina dünyaya hakim olduğu
sürece her Avrupalı bu korkunç silaha hayranlık duyacaktır.
Tarihin bir mantığı var mıdır?
Mısırlı ruh, geçmişi ve geleceği bütün dünyası
gibi idrak eder, uyanık şuurla eş olan şimdiki zamanı ise sadece iki ölçüsüz
alanın dar ve müşterek sınırı olarak görürdü.
Mısırlılar ölümlü oluşu inkâr ettiler (s.
27).
Perikles’in çağına kadar günün zamanı sadece
bir gölgenin uzunluğuna göre tahmin ediliyordu ve ancak Aristo çağıyla “ora”
kelimesi (Babilliler’in mânasıyla) “saat” ifadesini aldı.
Batı kültürünün tam eşiğinde, Augustinus’un
ikili (düalist) dünya şeklini çürüten ve özde gotik olan zekâsıyla zamanının
yeni Hıristiyanlık’ını, Eski ve Yeni Ahit’teki dinlere ek üçüncü bir deyim
olarak beyan eden ve bunu Baha’nın Çağı, Oğlu’nun Çağı ve Kutsal Ruh’un Çağı
olarak ifade eden, Hegelvarî felsefenin ilk düşünürü olan yüce Florisli Joachim’i (1145-1202) buluyoruz. Öğretisi,
Fransiskenler’den ve Dominikenler’den en iyileri olan, Dante ve Thomas
Aquinas’ın ruhlarına işledi ve yavaş fakat emin adımlarla kültürümüzün tarih
duygusunu eline alan bir dünya görüşünü uyandırdı (s. 33).
Goethe’nin “hayatta önemli olan hayattır,
hayatın bir neticesi değil” sözü tarihi şeklin bilmecesini bir program
aracılığıyla çözmek için yapılan herhangi bir mânâsız tecrübeye cevaptır (s.
34).
Ben dünya tarihini organik şekillerin,
bitmeyen değişim ve dönüşümlerin harikulade büyüme ve yok olmalarının bir
görünümü olarak kabul ediyorum.
Tarihi İzafiyet
Evrensel geçerlilik daima özelden özele
tartışma yanılgısını kapsar.
Yüzeyde benzerlik büyük bir tuzaktır
…Batının çöküşü medeniyet meselesinden
başka bir şeyi kapsamaz (s. 45).
Her kültür kendi medeniyetine sahiptir.
Medeniyetler gelişmiş bir insanlık türünün
varabileceği en dış ve sunî durumlardır. Bir neticedir onlar.
Kültürden medeniyete geçiş klasik dünya
için dördüncü, Batı dünyası için ise XIX. yüzyılda tamamlanmıştır.
Bu dönemlerden itibaren büyük (…) kararlar
(…) üç veya dört büyük şehirde alınıyor.
Bir dünya yerine, geniş bölgelerin bütün
hayatını toplayan ve gerisini kurutan, bir şehir, bir nokta.
Medeniyetin gücünü temsil eden mücerrete
hizmet eden gerek klasik söz sanatı (retorik-belâgat) ve gerekse Batı basını
için para'dır. Halkın varlığının, tarihî şekillerin içine göze batmadan giren,
çoğu zaman bu şekilleri yok etmeden ve hattâ rahatsız etmeden, para ruhudur (s.
48).
Kültür adamının gücü içe, medeniyet
adamınınki ise dışa dönüktür.
Cecil Rhodes
Gerçeklerin olmadığı yerde duygu ağır
basar.
…biz daha sonraki hayatın sert ve katı
gerçeklerini hesaba katmalıyız,
Sistematik felsefecinin çalışmaları,
neticelerinin devamlı olduğunu farzettiğinden, devamlı ve ciddî hatalara tabi
olur. Her düşüncenin tarihî bir dünyada yaşadığını ve bu yüzden ölümlülüğün
müşterek kaderine bağlı olduğu gerçeğini unutuyor.
Her felsefe kendi ve sadece kendi zamanının
ifadesidir
…iki çağın aynı felsefî amaçlara sahip
olduğu görülmemiştir.
Oluşan düşüncelerin ölümsüzlüğü bir
hayaldir. Esas olan, onlarda ne çeşit bir insanın ifadeleştiğidir. İnsan ne
kadar büyükse felsefe de o derece doğrudur
Bir öğretinin yüceliğini ancak hayata
gerekliliği tayin eder,
Bir öğreti, dönemin hayatının
derinliklerine kadar tesir etmiyor ve saldırmıyorsa o öğreti değildir ve
öğretilmemesi daha iyi olur,
Doğrular ancak belirli bir insanlıkla ilişkili
olarak doğrudur.
Sayıların Mânası
Hayat mümkün olanın gerçekleşmesinin
tamamladığı şekildir.
…dünya gerçek olandır, tamamlanmış olandır,
hayat ise tamamlayandır.
Bilginin tamamına iki yönden bakılır
-oluşmak ve oluş, hayat ve yaşanan; oluşmak, mümkün olanın gerçekleşmesidir
Sayı / matematik, s. 69 vd.
Sayı, sebep ihtiyacının timsalidir. Tanrı
fikri gibi, tabiat olarak dünyanın esas mânasını kapsar.
Tabiat sayılabilendir,
Her kültürün kendi matematiği vardır
(Mutlak) matematik yoktur, sadece
matematikler vardır…
Sayılar hislerden bütünüyle arınmış
anlayışın, saf düşüncenin görüntüleridir ve soyut geçerliklerini kendi
içlerinde ihtiva ederler.
…bir kültürün sayı kavramı ile dünya fikri
birbiriyle ilgilidir
(İlkel insan) dış dünyanın ona uygun iç
dünyasından kesin olarak ayrıldığında, uyanan hayatına bir yön ve şekil verdiğinde,
aniden yalnızlığının şuuruna varan ruhun içinde özlemin (sehnsucht) köklü
duygusu yükselir.
Birden “geçmiş” ve gelecek kelimeleri
kaderci bir mâna kazanmışlardır.
…ölümlülük korkusu / dehşet…
Dünya korkusu (sanat ve keşifler ile
dindirilir)
Dünya Tarihi Meselesi
Bilinen ve tabiat tek ve aynı şeydir.
Eğer kişi oluşma ve tamamlama 'ya bakarsa
tarihi yaşar; oluş ve tamamlamayı incelerse tabiatı tanır.
Her kültür ferdî insanın yaş safhalarından geçer.
Her birinin çocukluğu, gençliği, olgunluğu ve yaşlılığı vardır.
Zaman kelimesi bir çeşit tılsımdır.
…kesinlikle düşünülemez;
Onu bir fikir olarak yaratırız / s. 113
…tarih ilmî yoktur,
…ne olup bittiğine dair kehanette bulunmak
kabiliyeti vardır.
…olayın arkasında bir şey aramayın (s. 120).
Şekiller, olmak için değil, bir şeyler
ispat etmek için meydana getirildi.
Makrokozmos
Her oluşan şey ölümlüdür.
Uzunluk ve genişlik tamamen duyulara ait
izlenimleri temsil ederler. Fakat derinlik ifadenin, tabiatın temsilidir ve
“dünya” onunla başlar.
Eflatun’un, eski bir Yunan inancına
bağlayarak, “anamnesis” (hatıra) dediği şey budur.
Sanatlar yaşayan birimlerdir ve yaşayanın
parçalanması imkânsızdır.
İlk devrin yüce mimarîsi onu izleyen bütün
sanatların daima anasıdır; onların seçimini ve ruhunu tespit eder.
Rönesans sanatı, anti-gotik bir sanattan
başka bir şey değildir.
Klasik resmin ciddî üslubu paletini san,
kırmızı, siyah ve beyazla sınırlandırmıştı.
Mavi ve yeşil müteâl, ruhî, duyulara bağlı
olmayan renkler...
Sarı ve kırmızı, klasik renkler, maddenin,
yakın olanın, canlılığın renkleri... Kırmızı cinsiyetin özel rengi…
San ve kırmızı halk tarafından tutulan
renklerdir, kalabalığın, çocukların, kadınların ve vahşilerin renkleri…
Mavi ve yeşil yalnızlığın, ilginin, geçmişe
ve geleceğe bağlı bir şimdiki zamanın, evrende yükümlülük olarak yerleşen
kaderin renkleri…
Koyu yeşil kaderin rengi
(Rembrandt) kahverengi ruhun, özellikle
tarihe karşı temayüllü ruhun, has rengi oldu.
…eski sanat yakın olanın, elle tutulanın ve
zamansızın sanatıdır. Klasik heykel mevcut “tabiat”ın bir parçasıdır ve bundan
başka hiçbir şey değil. Klasik şiir mısralarında heykelcidir. Yunanlılara
tabiata karşı kayıtsız bir bağlılık tanıyan duygumuzun kökü burada yatar (s.
193).
(17. asırdan itibaren resimdeki gerileme,
müziğin ilerleyişini getirir)
XVIII. Yüzyılda mimarî de nihayet öldü,
rokoko müziğinin içine batarak, boğularak, Batı mimarîsinin bu son şahane ve
zarif ürünü merhametsizce tenkit edildi ve kimse farketmedi ki menşei füg’ün
ruhundadır,
Beethoven’den sonra müzik, iç özünde bir
değişiklik olmadan, tekrar resme dönmüştü…
Empresyonistlere göre sanatın sonu ve zirvesi
fırça darbeleriyle ve renk lekeleriyle uzayda bir dünyayı ortaya çıkartmaktı,
Her şey cisimsiz sonsuzlukta bir oluyor,
garip kabarmalarla hayalî bir uzaya meydan okuyan belirsiz ton kütlelerinden
artık düz bir melodi bile kurtulamaz. Güdü müthiş karanlık derinliklerden
çıkar.
Nietzsche’nin Wagner hakkında söylediği her
şey Manet’ye de tatbik edilebilir. Düşünce resmine (ınhaltsmalerei) ve soyut
müziğe karşı basite, tabiata açık bir dönüş olan sanatları gerçekten büyük şehrin
(megalopolis) barbarlığına bir taviz mânasına gelir ve çürümenin başlangıcı bir
kabalık ve incelik karışımında belirli şekilde görülür.
Acı netice şudur ki, Batı’nın şekil
sanatları bir daha onarılamayacak halde sona ermiştir
Bugün sanat olarak tatbik edilen -ister
Wagner’den sonra müzik, ister Manet, Cezanne, Leibl ve Menzel’den sonra resim
olsun güçsüzlük ve sahtekârlıktır (s. 217).
Birinci tekil şahıs gotik mimarîde bir kule
gibi yükselir; helezon bir “ben”dir, istinat kemeri bir “ben”dir.
“Ben”i komşusuyla olan ilişkilerinin
başlangıç noktası olarak almak; “ben”in yakın ve sevgili olanın aşkı ile “ben”i
ahlâkî olarak yükseltmek, “ben”in uğruna pişman olmak, ona göre Batılı kendini
beğenmişçiliğin işaretleridir, kendine has düz kilise damı ve kubbe serpintisi
ile karşılaştırdığı bizim katedrallerimizin gökyüzüne meydan okuması gibi.
“Tanrı” kelimesi / ruha karşılık olarak
“irade” kelimesiyle anlatılanı belirtir, yani alanı içinde olan her şeyi
hareketlendiren kuvvet.
…güç fikri / barokun özel bir eseridir.
Barok mimarîsi, gördüğümüz gibi,
Michelangelo’nun rönesansın mimarî unsurları olan destek ve yük yerine
dinamiğin unsurlarını teşkil eden güç ve yığını getirmesiyle başlamıştır.
…iyi bir biyografi için gerekli olan
karakterdir,
Shakespeare’inki baştanbaşa bir
monolog’dur. Konuşmalarda, hatta grup sahnelerinde, esasında her biri kendi
kendine konuşan, kişiler arasındaki muazzam iç mesafenin farkında oluruz.
Hiçbir şey bu ruhî uzaklığı yenemez.
Her kültür kendisine has bir yuva ve
anayurt mefhumuna sahiptir.
Herkes başkalarından bir şeyler ister.
Bizim için ahlâk olan bu ve sadece budur.
Batının ahlâkında her şey yöndür, iktidar isteğidir, uzak olanı tesir etmek
iradesidir.
…herkes için ahlâkın başlangıcı genel ve
devamlı geçerlilik isteğidir.
Ahlâkın bu şekli bizim için apaçıktır,
Fakat klasik çağda, Hindistan’da veya
Çin’de böyle değildi, meselâ, Buda almak veya almamak örneğini verir ve Epikür
ise öğütler sunar. Her ikisinin de yüksek ahlak şekilleri olduğu inkâr edilemez
ve hiçbiri irade unsurunu ihtiva etmez.
Ne kadar kültür varsa o kadar ahlâk vardır
Klasik insanın ahlâk ideali trajedisinde
belirtilen ve arınmasında (katarsis) açıklanandır.
…insanın sahip olduğu ahlâkla, sahip
olduğunu düşündüğü ahlâk arasında çok karanlık ve çok dengesiz bir münasebet
vardır
Bütün değerlerin değer değişmesi her medeniyetin
en temel hususiyetidir. Bir önceki kültürün bütün şekillerini yeniden
biçimlendiren, onları başka bir mânada anlayan, değişik yollardan tatbik eden
bir medeniyetin başlangıcıdır.
Kültür ve medeniyet -bir ruhun canlı
gövdesi ve mumyası. Batılı hayat için ayrılık 1800 yılları civarında yatar-
Stoacı dünyayı bulduğu gibi kabul eder,
sosyalist ise onu şeklinde ve özünde yeniden tanzim etmek ve değiştirmek, kendi
ruhuyla doldurmak ister.
…hayat ancak hareket olduğu müddetçe değer
kazanır. Ve hareketin organik fikrinin mekanikleştirilmesi genel mânada anlaşılan,
faustian tesirinin medenî şekli olarak, iş mefhumuna yol açar.
Klasik ruh, kehanet ve fallarıyla, sadece
geleceği bilmek ister, fakat Batılı insan onu şekillendirmek arzusundadır.
Modem fizik sayesinde, bir makine ile
çalışıyormuş gibi tabiatla çalışabiliyoruz.
Her tabiat İlmînin öncesinde bir din vardır.
Varlık ve hareket… Bunları iki başka kavram
olarak tasavvur etmeye çalışan batı, bu çıkmazda boğulur.
Her yaşayan kültürdeki maneviyat dindardır,
dine sahiptir, ister şuurlu olsun ister şuursuz. Maneviyat dinsiz olamaz, en
fazla, Medici’lerin Floransa’sında olduğu gibi, dinsizlik fikri ile oynayabilir.
Fakat büyük şehir insanı dinsizdir; bu varlığının bir kısmıdır, tarihî
durumunun bir işaretidir (s. 287).
Batı fiziği / dogmatiktir. Muhteviyatı,
uzay ve mesafe ile aynı olan, güç dogmasıdır.
Ev, köylü için “yerleşmişliğin” sembolü
olduğu gibi, kasaba da kültür insanı için aynı şeydir.
Köylü, bütün kültürlerden bağımsız ebedi
insandır.
Kasaba akıl ve para demektir.
Her ırkın kökleri vardır.
Eğer ırk yuvada şimdi bulunmuyorsa, bu
demektir ki o ırk artık yaşamamaktadır.
halk bir ruh birimi
Tarihin büyük olayları aslında halklar
tarafından yaratılmamıştı; onlar kendileri halkları yarattılar.
Ostrogotları ve Osmanlıları sonradan o
duruma getiren göçlerin kısmetiydi.
“halk” kelimesinin tek anlamıdır. Ne
konuşma birliği ne de fizikî bir soy, bir kesinlik sağlamaz.
Bir halkı (halk yapan şey) “biz”in içten
yaşanan tecrübesidir. Bu duygu ne kadar derin olursa, halkın vis viva’sı (hayat
duygusu) da o kadar güçlü olur. Halkların enerjik ve uysal, geçici ve yıkılmaz
olan şekilleri vardır. Onlar şivelerini, adlarını, ırklarım ve topraklarını
değiştirebilirler; fakat ruhları ölmediği müddetçe kendilerini tekrar toplayabilir
ve hangisi olursa olsun her kaynağın insani malzemesini devralabilirler (s.
354).
Karolinyan İmparatorluğu’nun halk
şekillerinden -Saksonlar, Swabianlar, Franklar, Vizigotlar, Lombardlar- aniden
Almanlar, Fransızlar, İtalyanlar ve İspanyollar doğar.
Kültürlerinin tarzına uyan halkları Millet
olarak adlandıracağız…
Bütün önde gelen topluluklar içinde en
belirgininin iç birliğini yaratan sadece “biz”in güçlü duygusu değildir; milletin
altında bir fikir yatar. Bu kollektif varlığın akışına, kadere, zamana ve tarihe çok derin bir ilişkiyle bağlıdır (s.
356-357)…
Pseudomorphoses (sözde değişim)
…eski bir yabancı kültür, yörenin üzerine
öyle bir ağırlıkla yığılmıştır ki, yeni kültür nefes bile alamaz ve yalnız saf
ve belirgin ifade şekillerini başarmaya değil, kendi özgüvenini bile geliştirmeye
imkân bulamaz.
Arap kültürünün durumu budur. Onun tarih
öncesi tamamen iki bin yıl boyunca ardarda gelen fatihlerin avı otmuş eski
Babil medeniyetinin çevresi içinde uzanır (s. 361).
Magian kültürü, coğrafî ve tarihî akımdan
üstün kültür gruplarının tam ortasındadır. Hem zaman hem uzay bakımından diğer hepsiyle
ilişkide olan tek kültürdür.
İkinci bir sözde-değişim bugün Rusya’da
gözlerimizin Önüne serilmiştir.
I703’te Petersburg’un kurulmasından itibaren
ilkel Rus ruhunu yabancı bir kalıba, önce tam bir barokun, sonra aydınlanmanın,
daha sonra da XIX. yüzyılın kalıbına sokan sözde değişim tarafından
izlenmiştir,
Moskova'nın ilkel çarlığı bugün bile Rus
dünyasına uygun düşen tek şeklidir, fakat Petersburg’ta bu, Batı Avrupa’nın sülale
şekline sokulmuştu. Her ortodoks ruhundaki kutsal güneyin (Bizans ve Kudüs)
güçlü çekimi, yüzü Batı’ya dönük olan dünya diplomasisi tarafından çevrildi (s.
364).
“Petersburg" der, Dostoyevski,
"dünyadaki en soyut ve sunî kenttir”. Orada doğmasına rağmen, o kentin bir
gün sabah sisiyle birlikte ortadan kaybolacağı duygusuna sahipti.
Sözde-değişimin iki sözcüsü ve kurbanını
anlamak için Dostoyevski’nin köylü, Tolstoy’un ise Batı toplumunun adamı
olduğunu bilmek yeterlidir. Birisi kendi ruhu içinden asla çıkamazdı; diğeri
ise, bütün çaresiz çabalarına rağmen, onun yanına asla yaklaşamadı.
Tolstoy önceki Rusya, Dostoyevski ise
gelecek Rusya’dır, içindeki Tolstoy Batı’ya bağlanmıştır, inkar ettiği
zamanlarda bile Petrinizm’in büyük sözcüsü odur. Avrupa'ya karşı köpürse bile
ondan asla sıyrılamamıştır. Ondan nefret ettiği için kendinden de nefret ederek
Bolşevizm’in babası olmuştu. Bu ruhun asıl güçsüzlüğü ve “onun” 1917 devrimi,
yazarın ölümünden sonra yayınlanmış olan “Karanlıkta Bir Işık Parlar” adlı
eserinde itiraf edilmektedir. Bu nefreti Dostoyevski bilmez. Onun hırslı yaşama
gücünün kapsamı Batılı da olsa her şeyi kucaklayacak kadar geniştir. “İki
anavatanım var, Rusya ve Avrupa” der. Hem Petrinizmin hem de devrimin ötesine
geçmiştir ve onlara sanki çok uzakta kalmışlar gibi bakar. Ruhu apokaliptik, özlemli,
çaresiz, fakat geleceğinden emindir (s. 366),
Burada başlangıç ve sonun birbirini
kovaladığını görürüz. Dostoyevski bir aziz, Tolstoy ise bir devrimcidir.
Tolstoy Peter'in gerçek halefi ve sadece Peterinizm’in karşıtı değil, aynı
zamanda nihaî sonucu, metafiziğin sosyale son olarak düşürülmesi ve
sözde-değişimin ipso facto yeni bir şeklidir (s. 367).
…iyilik prensibi olan bir tek Tanrı vardır,
diğer bütün ilâhlar güçsüz ya da kötüdürler. Bu doktrine burada İsaiah’da
açıkça görülen, fakat aynı zamanda da içten bir gerekliliğin baskısı altında,
bundan sonraki yüzyıllar içinde her yerde dışarı fışkıran bir mesih ümidi kendini
iliştirmiştir. Bu magian dininin temel fikridir,
Paulus, akıl bakımından bir haham, duygu
bakımından bir apokaliptikti.
Niçin Edessa veya Ctesiphon’a değil de
Roma’ya. Korent’e gitti? Ne sebeple köyden köye değil de sadece şehirlerde
çalıştı?
Markos’un özünü oluşturan İsa’nın sözleri
değil, fakat O’nun Paulus’un ağzındaki doktrinidir, ilk hıristiyan kitabı
Paulus’un buluşundan çıkar.
Talebelerinin kendisi hakkında bir şey
bilmediği İsa’nın doğumu etrafında çocukluğunun hikâyesi gelişti.
Her dinî yönden yaratıcı devirdeki her
gerçek kurucu gibi eski tanrıları yenilen güçlere dönüştürdü. Yehova, yaratıcı
Tanrı, Demiurge olarak “adil” ve bu sebeple kötüdür. İsa, bu kötü
yaratıcılıktaki güvenilen Tanrı’nın canlı örneği olarak “yabancı”dır, yani
“Doğru Prensip”tir.
Logos / Işık
Batı'da Eflatun, Pisagor ve hepsinden önce
Pisagor bu bakımdan Peygamber sayılırlardı.
700 yılından itibaren Şantung'da camiler
yükseldi; 720’de Şam, Güney Fransa’da uzun zaman önce yerleşmiş olan Araplara
Frankların ülkesini ele geçirmeleri için emirler verdi / s. 426
İkna edilen bir metafiziğin temelinde
sadece sebepsel moral, yani ahlâkî teknik vardır.
Varlığın akımlarından bağımsız olan
doğrular olsaydı, bir doğrular tarihi olmazdı. Eğer ebediyyen doğru bir tek din
olsaydı, dinî tarih kavranamayan bir fikir olurdu.
Din büyük bir çığlık gibi başlar. Karamsar
endişe, bir bitki gibi ana topraktan yeşeren bir bakışta şık dünyasının
derinliğini kavrayan coşkun bir uyanışla aniden giderilir.
Cehennem Prensi, akrabaları (annesi ve
büyükannesi, çünkü onun varlığı evliliğin kutsallığını reddettiği için karısı
ve çocuğu olamaz) düşkün melekleri ve bön uşaklarıyla tüm dinî tarihte en
müthiş buluşlardan biridir.
Azizler ve melekler boşlukta uçarlar; fakat
şeytanlar atlar, zıplar, cadılar ise geceler boyunca hışırdar. Gotik sanata
tanımlanamayan çekiciliğini veren gündüz ve gece zıtlığıdır.
Magian insan için dünya mağarası veya gök
yakındır, fakat gotik insan için gök sonsuzcasına uzaktır. Bu uzaydan hiç bir
el aşağıya uzanamaz ve yalnız ego hakkındaki her şey alaycı şeytanın dünyasında
yer alıyordu. / s. 448
…günah çıkarma bir otobiyografidir.
XVII. Yüzyılda protestan Kuzey’de, katolik
Giiney’de ve hatta Amerika ve Hint topluluklarında da olduğu gibi bir milyondan
fazla cadı yakıldı.
Pisagor bir filozof değildi. Sokrat öncesi
taraftarlarının sözlerine göre o bir aziz, bir peygamber ve kendi doğrularını çevresindeki
insanlara her politik ve askeri vasıtasıyla zorla kabul ettirmek isteyen koyu
dindar bir toplumun kurucusuydu.
(inancın müritleri) Hepsi de önceden alınlarına
yazılan kaderden Tanrı’nın seçtiği kişiler olma garantisini kazanmışlardı.
Parlamento ve bağımsız ordulardaki büyük Eski Ahit coşkunluğu ki bu ardında,
XIX. yüzyılda bile birçok İngiliz ailesinde İngilizlerin dünyaya hükmedeceği
önceden kaderce saptanan azizler devleti İsrail’e ait on kayıp kabileden
türediği inancını bırakmıştır; aynı zamanda 1620’de başlayan Amerika’ya göçü de
üstünlükte etkilemiştir. Bugünün Amerikan dini diye adlandırabileceğimiz şeyi
oluşturmuş, şimdi bile bir İngiliz’e belirli bir politik lakayıtlığını, esas
olarak dinsel ve köklerini önceden yazılan kaderden alan bir güvenlik veren,
niteliği beslemiş ve kışkırtmıştır. / s. 459
Kültür daima dinsel yaratıcılıkla eş
anlamlıdır. Her büyük kültür, şehir öncesi kırlıklardan yükselen güçlü bir
temayla başlar, sanat ve düşünce şehirleriyle devam eder. Dünya şehirlerinde
bir materyalizm finaliyle kapanır.
“Bilgi fazilettir” sözüne Konfüçyus da
inanıyordu, Buda ve Sokrat da, fakat “bilgi güçtür” sözü ise sadece Avrupa-
Amerikan Uygarlığı’nda hiçbir anlama sahip değildi. / s. 463
500 yılı sıralarında / Yahudi Baroku
başlar.
1000 yılı civarı / Yahudiler, halen hemen
hemen fellâhken, Batılılar henüz neredeyse ilkeldiler.
Yahudi, her girdiği yerde aynı derecede
mahvedici olmuştur. / s. 471
Erkek ve Kadın
Hayat diye adlandırdığımız kozmik akışların
dipsiz sırrı iki cinse ayrılmalarındadır.
Dişi kozmiğe yakın durur. Toprağa daha
derin kök salmıştır. Tabiatın büyük devirli ritimleriyle doğrudan doğruya
ilgilidir.
Erkek kaderi yaşayarak tecrübe eder,
sebep-netice ilişkisini, oluşmanın sebep mantığını kavrama yeteneğine sahiptir.
Dişi, aksine, kendisi kader, zaman ve oluşmanın organik mantığıdır; işte bu
nedenle de sebep-netice ilişkisi ona daima yabancıdır.
Erkek tarihi yapar, kadın ise tarihtir.
Tarihin iki anlamı vardır. Kozmik veya
politiktir.
İki çeşit kader, iki çeşit savaş, iki çeşit
trajedi vardır. Toplumsal ve özel. Bu ikiliği hiçbir şey dünyadan kaldıramaz. /
s. 475-477
…kadınlar, kozmik ritmlere daha yakın ve
daha içgüdüsel olarak kendilerini yeni hareket tarzının şekillerine erkeklerden
daha çabuk adapte ederler. Kadınlar en alt tabakadan kibar toplum sınıfına
birkaç yıl içinde tam bir kesinlikte yükselirler ve yine aynı hızla düşerler.
Kültür ve “durum” karşılıklı yer
değiştirebilen unsurlardır; beraber doğar, beraber yokolurlar.
Politika en kesin anlamda hayat, hayat ise
politikadır. Her insan ister istemez sübje veya obje olarak bu savaş dramının
bir üyesidir, üçüncü bir şık daha yoktur.
…kamuoyunun özgürlüğü kamuoyunun
hazırlanmasıyla ilgilidir ki bu da para ister; ve basın özgürlüğü kendisiyle
birlikte basının sahip olma meselesini getirir ki bu da yine bir para işidir;
seçim hakkıyla birlikte seçim propagandası gelir ki burada da parayı veren
düdüğü çalar. Fikirlerin temsilcileri sadece bir tarafa bakarlar; para
temsilcileri öteki yönünü görürler.
Liberalizm ve sosyalizm kavramları ancak
para vasıtasıyla etken bir duruma getirilir.
1700 yılına kadar izlenebilen itibarlı İngiliz
politikacıları her değişiklikte politikacının alışveriş yaparmış gibi oy
topladığını, bir oyun bedelinin bir dönüm arazinin fiyatıyla eşit olduğunu
belirtmişlerdir. Waterloo Zaferi’nin haberi Paris’e vardığı zaman, Fransız
hükümetinin “mallarının” fiyatı yükseldi.
…para ülkenin efendisi olarak öne geçti.
Paranın kârında, paranın götürdüğü yönlerde ve para tarafından mümkün kılınan
zamanda işlemeyen hiçbir proleter, hatta hiçbir komünist hareket yoktur ve
liderleri arasında idealistler de olmak üzere hiçbirinin bu gerçekten en ufak
bir şüphesi yoktur. Akıl yapar, para ise yönetir. / s. 492-493
“Sezarizm”
deyimiyle, sahip olabileceği herhangi bir meşrutî formülasyonu değersiz kılan,
kendi içe dönük özünde tam bir şekilsizliğe dönüş yapan bir hükümet çeşidini
kastediyorum.
…bütün kurumlar ne kadar dikkatli
kurulurlarsa kurulsunlar, o andan itibaren tüm anlam ve ağırlıktan yoksun
bırakılmışlardı. Gerçek önem bütünüyle Sezar veya onun yerine bunu uygulamaya
muktedir olan herhangi biri tarafından uygulanan kişisel güçte merkezileşmişti.
İmparatorluk Çağı, her kültürde aynı
şekilde, akıl ve para politikalarının sonu demektir.
“Irk" saf ve karşı konulamaz olarak
ortaya çıkar, en güçlüleri kazanır ve geriye çürükleri bırakır. Onlar dünyanın
yönetimini sıkıca elde tutarlar. Kitaplar ve problemler ülkesi taşlaşır ve
hafızalardan silinir. / s. 507
Politikaya istidatlı halklar yoktur.
…gerçek bir devlet adamı aynı zamanda,
kelimenin geniş anlamıyla, bir eğitici olmalıdır. Bir moral veya doktrin
temsilcisi değil, fakat eylemde bir örnek olması gerekir.
…her şeyden üstün olan hareket değil,
emretme yeteneğidir.
Dünyayı fetheden Hıristiyan İncil’i değil, Hıristiyan
şehidiydi. Ona kuvvet veren, haç üzerindeki insanın doktrini değil, örneğiydi.
Büyük kişiler çoğunlukla olayların
akışında, ölümlerinin yarattığı boşlukla, yaptıklarından daha çoğunu yıkarlar.
Her sosyalist ayaklanma, sadece kapitalizm
için yeni yolların kıvılcımlandırır.
Hayatın arzusu kendini muhafaza etmek ve
hüküm sürmek, ya da daha çok, hüküm sürebilmek için kendini güçlendirmektir.
Mülk daima değişebilir bir nakit paraydı.
…sonra, değerli madenlerin doğal olarak
sınırlanmış miktarı, ihtiyaçları karşılamak için oldukça yetersiz hale geldi.
Kişi değil nesne olan köle, satılabilir bir değere sahip oldu.
Klasik ekonomi maddeye dayanırken bizim
ekonomi dünyamız güç ve yığın tarafından düzenlenir. / s. 547-548
Düşünce kendini duygudan kurtarmıştır. Bu
dönemsel değişimi getiren kelimelerin dilidir.
(teknik düşünce) Dua ve oruçlarla Tanrı’nın
sırrını ele geçiren düşünür kaşifler hücrelerinde Tanrı’ya hizmet ettiklerini
hissettiler.
Fakat hepsi için de aynı zamanda şeytanın
da bu oyunda bir parmağı olması gibi gerçek bir faustian tehlike, onları ruh
olarak, üzerinde bütün dünyaya hükmetme gücü için söz verdiği o dağa götürme
riski vardı.
Para ve kan arasındaki çelişki.
Para, kan tarafından devrilir ve yok
edilir.
Biz şuna veya buna erişme özgürlüğüne değil
fakat gerekli olanı yapma veya hiçbir şey yapmama özgürlüğüne sahibiz.
---
Türkçeleştiren: Giovanni Scognamillo - Nuray
Sengelli
Dergâh Yayınları, 2. Baskı, Kasım 1997
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder