11 Eylül 2015 Cuma

Edmund Husserl

Edmund Husserl (1859-1938)
Moravi’da doğdu. Leipzig Üniversitesinde matematik, fizik ve astronomi eğitimi aldı. Viyana’da Franz Brentano’nun verdiği felsefe derslerini izledi. Mantıksal Araştırmalar’ın 1901 yılında yayımlanmasından sonra Husserl, Göttingen Üniversite’sinde doçent olarak göreve başladı. 1913’te Ideen başlıklı eserinin yayımlanmasından sonra Henrich Rickert’in yerine Freiburg Üniversitesinde profesör olarak atandı.
Nazizmin yükselişiyle birlikte sıkıntılar yaşamaya başladı. Eserlerinin güvenliğinden endişeyle Prag Felsefe Çevresi’yle temas kurdu. Ölümünden sonra eserleri Belçika’ya kaçırılıp orada saklandı. En önemli iki eseri Mantıksal Araştırmalar ve Ideen’dir.

Doğa bilimlerinde kesinlik ölçülebilirlikle ilgilidir. Felsefedeki kesinlik ise temellendirme ile sağlanır. Husserl’e göre pozitif bilimlerin bu temellendirmeden yoksun kalması önce bilimleri sonra da kültürü krize sürükler. Deneye dayanan veya dayanmayan tüm bilimleri temellendirme görevi felsefenindir. Çünkü felsefe bilinci ele alıp inceler ve bilinç bize diğer disiplinlerle (ontolojiler) ilişki kurma imkânı sağlar. Husserl’in felsefeyi bir bilim olarak tanımlamasının nedeni bilimlerin felsefe tarafından temelendirilmiş olmasıdır. Bilimler felsefenin kendileri için hazırladığı ontolojik temel üzerinde yükselirler.

Husserl’in düşünce ürünleri matematik felsefesiyle başlar. Doktora tezi sayı kavramı üzerinedir. 1891’de Aritmetik Felsefesi’ni yayınlar.
Husserl’e göre bu kavramlar somut bazı fenomenlerden soyutlanmışlardır. O hâlde, onları “açıklamak”, onların hangi fenomenlerden soyutlanmış olduklarını göstermek anlamına gelir. Ne var ki bu soyutlamada psikolojik zihinsel süreç ile bilincin varlıkla kurduğu a priori ilişkiyi birbirinden ayırt etmek gerekir.

Mantıksal Araştırmalar’da Husserl matematiğin ve mantığın nesneleri ile o nesneleri kavrayan psikolojik süreçler arasında bir ayrım yapar; bu nesneler bir yandan psikolojik süreçlerde ortaya çıkarlar, diğer yandan da zorunlu yapılarında kategorial görünün (intuition) nesnesi olarak o süreçlerden ayrılırlar.

Mantıksal Araştırmalar’da Husserl zihinsel varlığın özünün yönelimsellik olduğunu söyler. Her bilinç bir şeyin bilincidir. Bir zihin yaşantısı çift kutupludur, onun bir zihinsel edimden bir de yönelinenden oluştuğunu söyleyebiliriz. Örneğin bir hatırlama edimi bir anıya yönelir. Yönelimimizin hakikati görüden kaynaklanır. Yönelme anlam verme demektir, yönelinen nesne ona verilen anlamın ışığında belirir. Eğer şeye anlam veren yönelimim, bir görü edimiyle doluyorsa şey gerçekten yöneldiğim gibidir.

Bana doğruluğu veren görü nedir? Husserl iki çeşit görü olduğunu öne sürer: Duyusal görü ve duyusal olmayan a priori görü. Mantıksal Araştırmalar’da Husserl dilden yola çıkarak anlam ile nesneyi ayırt eder.
Dilde farklı türde adlar vardır. Bazen adlar tıpkı bir özellik gibi tek bir nesneyi tespit etmeye yararlar.
Dilimizde “ne var ki”, “ve”, “çok”, “az”, “iki”, ”önünde”, “arkasında”, “burada”, “şurada”, “şimdi” vb. gibi duyumsanır bir karşılığı olmayan ancak meramımızı anlatmak için ihtiyacımız olan “biçimsel sözcükler” de vardır.
Dahası, bunları kullanmak suretiyle yargıları ve nesneleri birbirine bağlayan ve Husserl’in “biçimsel kategoriler” dediği sözcükler de vardır. Set, sayı, parça, bütün, ilişki vs. ise nesneleri bir arada düşünmeye yarar. Husserl’e göre bu kategorileri duyusal görüyle değil, aklın “kategoriyal görü” yetisiyle biliriz. Mantık ve matematik duyumsanır şeylerle değil, bu biçimsel kategorilerle ilgilenir. Psikolojizmin hatası bunların duyumsanır olandan soyutlama yoluyla üretilebileceğini sanmasıdır.
Husserl özlerin, yani duyusal olmayan varlıkların da ne iseler o olarak, ta kendileri olarak zihinde görülebileceklerini öne sürer.

FENOMENOLOJİK YÖNTEMİN KEŞFİ
Husserl bilinci yönelimsellik olarak düşünür. Fenomenoloji yönelinen nesnenin nasıl kurulduğunu, özünün ne olduğunu ortaya çıkarmayı hedefler.
Fenomenolojik redüksiyon gündelik hayatımızda içinde bulunduğumuz doğal tavrın aşılması, düşünümsel bir tavıra geçilmesi anlamına gelir. Bu usule “fenomenolojik redüksiyon” veya epokhe der. Epokhe bize belli bir türde araştırma yaparken bazı bilgi türlerini kullanmamayı öğretir.
Epokhe, bilindiği gibi, şüphecilikte her türlü yargıdan kaçınma anlamına gelir. Husserl’in kullandığı anlamda epokhe her türlü yargıdan kaçınma anlamını taşımaz. Epokhe nesneye yönelirken anlayışımızı çarpıtacak olan öncel kabullerden kaçınmamızı, doğal tavırdan çıkmamızı sağlar.
Husserl’e göre algıdan her zaman şüphe edilebilir. Buna karşın, bilincimdeki yaşantıların varlığından şüphe edemem. Bir korku duyduğumdan şüphe edemem çünkü bu korku bana dolaysız bir kesinlikle verilmiştir (korkunun nesnesini ise dileyen istediği kadar tartışabilir).
Husserl’in yaptığı fenomenolojik çözümleme esasında yönelimselliğin çözümlenmesidir. Bu çözümleme yönelinen her neyse onun nasıl kurulduğunun, özünün ne olduğunun ortaya çıkarılmasını hedefler. Fenomenolojinin temel kavramlarından biri olan “kurma” (constitution) şeylerin bilince kendilerini göstermelerini gerçekleştiren sürecin adıdır.
Husserl’in Zamanın İçsel Bilinci Üzerine Dersler’i 1905’te asistanı Martin Heidegger tarafından yayınlanır. Husserl bu eserinde bilinçten bağımsız bir nesnel zaman olduğu tezini askıya alır, devre dışı bırakır.
Her yaşantının (cogitatio) özüne ait bir zaman vardır; bu devre dışı bırakılmış olan nesnel zaman değil, yaşantının kendisine ait zamandır. Yaşanan şimdi, kendinde ele alındığında, nesnel zamanın bir noktası değildir. Nesnel zamanı fark edebilmek için deneyimlenen nesnelerin birbirini takip etmesi gerekir.
Bilincin birliği nasıl kurulur? Husserl’in bu soruya verdiği nihai yanıt, bilincin birliğinin zamansallaşmayla kurulduğudur. O hâlde bilinç en derin katmanında bir zamansallaşma hareketidir.
İçsel zaman yönelimsellik sayesinde kurulur. Şimdide kurulan yönelimsellikten başka iki yönelimsellik daha vardır: Geri yönelim (retention) ve ileri yönelim (protention). Geri yönelim, hatırlamanın ön şartıdır.
Bilincin en derin katmanı, bir nehir gibi akan zamanın bu hareketidir ve şeyler onun yatağında bilince verilir.
Buraya kadar ki araştırmalar Husserl’i dış dünyanın varlığına ilişkin tüm varsayımlar askıya alınmadan özlerin bilgisine ulaşılamayacağı sonucuna ulaştırır. Bu da Ideen’in yolunu açarlar. Ideen bilincin ideal, özsel yapılarıyla ilgilenir, bunlara “transandantal” bir statü verir (fiziksel ve maddi gerçeklikle ilgilenmediği için transandantaldır). Fenomenoloji belirişlerin dünyasına odaklanır; şeylerin nasıl değişmez bazı yapılarıyla algılandığını açımlar. Bunlar bilinç tarafından kurulduklarına göre “gerçeklik” de bizim belirişlerin bir kısmıyla kurduğumuz ilişkinin bir karakteristiği hâline gelir.

AŞKIN (TRANSANDANTAL) FENOMENOLOJİ
Husserl “Şeylerin kendisine gidelim.” der. Fenomenolojinin sloganı budur. Bunun anlamı Husserl’in Kant’ın yaptığı “kendinde şey” (Ding an sich) ile fenomen arasındaki ayrımı reddettiğidir. Fenomenlerin gerisinde kendisini bilincin tecrübesine vermeyen kendinde şeyler yoktur öyleyse duyusal görü ve akli görü yoluyla biz bizzat şeylerin kendisini bilebiliriz.
Husserl’in yönelimsel sentezlerle yaptığı deneyime birlik verme işini Kant yargılarla yapar. Husserl daha sonra, Ideen I’de noematik çözümleme dediği yöntemi keşfeder. Bu çözümleme şeyi bana nasıl (im Wie) beliriyorsa öyle betimlemeye dayanır. Noematik analiz bizi “yaşam dünyası” kavramına götürecektir.

YAŞAM DÜNYASI
Beden Kartezyen geleneğin düşündüğü gibi nesneler arasında bir nesne değildir yalnızca, dünyayı ve kendi kendisini algılayan, hisseden bir varlıktır. Beden yoluyla Husserl çevreleyen dünyanın blince nasıl “ön-verili” olduğunu düşünmeye girişir. Bu dönemde beden üzerine bu düşünüme eş zamanlı olarak özneler-arasılık üstüne bir düşünüm eşlik eder.
Bu dönemde Husserl nesnelliğin anlamının özneler-arasılığı varsaydığını vurgulamaktadır. Bir şeyin nesnel bir biçimde geçerli olduğunu söylemek başka zihinlerin de onun doğruluğunu tespit edebileceğini öne sürmektir. Eğer bu mümkün olmasaydı iki kişinin dili kullanarak aynı nesneden söz etmesi ve bir doğruluğu beraberce saptaması da mümkün olamazdı. İki kişinin bir nesne hakkında aynı doğruluğu idrak etmesinin zemini nesnenin değişmez yasalarıdır.
Pekiyi, başka zihinler olduğunu nasıl biliyorum? Başkasının bilinci hiçbir zaman bana kendi bilimcim gibi dolaysızca verilmez. Kendimi başkasının yerine, başkasını kendi yerime koyabilmem yaşayan bedenimle yaptığım bir şeydir. Bu eşleşme (paarung) sayesinde başkasını yalnızca benimki gibi yaşayan, algılayan bir beden olarak değil, aynı zamanda da bir alter ego olarak kendi bilincime sunarım. Buna Husserl eşsunum (apprezentation) der. Böylece onu da bir ego, bir bilinç olarak düşünürüm. Husserl böylece tekbenciliği (solipsizm) aştığını düşünmektedir.
Solipsizm (tekbencilik) yalnızca benim bilincimin ve onun içeriklerinin mevcut olduğunu, başka zihinlerin var olduğunun kanıtlanamayacağını ileri sürer.

Yaşam dünyamız bizim birinci tekil şahıs olarak deneyimlediğimiz şeylerin dünyasıdır. Bilim ise nesneleri üçüncü tekil şahıs perspektifinden açıklamaya çalışır. Bu sırada nesneler öznellikle ilişkilerinden koparlar ve durağan yapılar olarak düşünülürler. Oysa bilimin nesneler dünyasının kökleri yaşam dünyasında bulunur. Birincil olan yaşam dünyasıysa, yaşam dünyasından bilimin nesneler dünyası nasıl oluşmuştur?
Yaşam dünyası ile bilimin dünyası arasında nasıl bir ilişki olduğu sorusuna Husserl genetik fenomenoloji yoluyla bir yanıt arar. Genetik fenomenoloji bu yapısallığın öznel anlam verme süreçleri içindeki oluşumunu inceler (Deneyim ve Yargı). Deneyim ve Yargı’da Husserl’in amacı mantığı deneyimimizle ilişkilendirmektir. Formel mantığın merkezinde bulunan predikatif yargının kökeni nedir? Husserl’in tezi yargının predikasyon (yükleme) öncesi deneyimde temellendiği, bir yargıyı vermeyi mümkün kılan şeyin bir mantıksal yapının deneyimde önşekillenmesi olduğudur. Başka deyişle Husserl’e göre deneyimiz yargıya varmadan önce başka türden sentezler, yapılar içerir. Yargı bunları dile getirir.

Avrupa Bilimlerinin Krizi
20. yüzyılın hemen başlarında savaşlarla parçalanan imparatorluklar, yükselen kapitalizm, faşizm vs. kriz kavramının içeriğidir. Avrupa uygarlığının başına geleni anlamak için felsefenin nasıl on dokuzuncu yüzyılda gitgide daha deneyci (ampirisist) ve natüralist bir yön kazandığını, nasıl yaşam dünyasının unutulduğunu yeniden düşünmek gerekir. Avrupa Bilimlerinin Krizi’nde zihinsel ve tinsel olanın fiziksel olana indirgenemeyen kendisine özgü bir gerçekliği olduğunu vurgulanır. Husserl’e göre tini tin olarak sistematik bir biçimde ilk kez inceleyen ve böylece bilimi bütünsel bir biçimde dönüştüren fenomenolojidir.

HUSSERL’İN ETİĞİ
20. yüzyılın etiğinde çok etkili olan “değer kuramı”nı Brentano ve Husserl’in çalışmalarına borçluyuz. Nicolai Hartmann, Max Scheler gibi Marburg Fenomenoloji Okulundan felsefeciler Husserl’in fenomenolojik etik fikrini ve değer kuramını takip etmişlerdir.
Husserl aksiyoloji ile etik arasında bir ayrım yapar. Aksiyoloji, değerler bilgisi anlamına gelir. Husserl’in etiğinin aksiyolojisine dayandığını söyleyebiliriz.
Husserl tüm zihinsel fenomenleri üçe ayırır: doksik (bilişsel zihinsel fenomenler), duygulanımsal fenomenler (zihinde hissedilen heyecanlar), konatif fenomenler (istekler). Buna koşut bir biçimde, kuramsal, normatif ve pratik disiplinlerden bahsedebiliriz. Aksiyoloji doğru duygular ve heyecanlar ile yanlış heyecan ve duyguları saptamamıza el veren normatif bir alt disiplindir.
Etik aksiyolojiden daha fazlasıdır, zira etik yalnızca doğru değerlendirmelerle ilgilenmez, temsilin doğruluğunu (doksik öge) ve istemi (eylem yönünde çabalama) de hesaba katmak zorundadır. Böyle bir etiğin ideali, ahlaki olarak doğru eylem anlayışı nedir? Nesneyi değerlendirmenin bilgiden, ona yönelik eylemin ise değerlendirmeden kaynaklanmasıdır elbette. Değerlendirme, değeri hissetmedir; temsili ve nesneleştirmeyi varsaydığı hâlde, bir temsil veya nesneleştirme değildir. İnsanda duygu, arzu ve istem olmasaydı ahlâki bir dünya ortaya çıkmazdı. Husserl bu noktada Kant’ın kategorik buyruklarına karşı çıkar. Husserl bir şeyin değerli olduğunun hissedilmesinin o şeyin özüne ilişkin yasalara dayandığını öne sürerek nesnel kıstaslara başvuruda bulunur. Duygular bize bir şeyi değerli olarak sunduğunda çoktan o şeyin özüyle bir ilişki kurulmuştur. Husserl’in kategorik buyruğu, bir durumda elimden gelenin en iyisini yapmamı emreder.

FENOMENOLOJİ VE POST FENOMENOLOJİLER
Heidegger, Sartre, Merleau-Ponty, Levinas, Derrida, Ricoeur, Michel Henry ve daha birçokları hem Husserl’le beraber hem de ona karşı düşünmeye girişirler. Fenomenoloji birçok post-fenomenoloji doğurur. Bu filozofların her birinin Husserl’i farklı bir biçimde eleştirdiğini ve bu eleştiri sayesinde kendi yollarını bulduklarını görürüz.

---
Çağdaş Felsefe II
Yazar: Prof. Dr. Zeynep Direk
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın No: 2247
Nisan 2012, Eskişehir


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder