Margaret
MacMillan - Paris 1919 - Dünyayı Değiştiren Altı Ay
Giriş
Paris 1919 yılında dünyanın başkentiydi.
…sivillerin toplu halde öldürülmesi çağı henüz başlamış değildi. Bu savaşta 1.800.000 Alman, 1.700.000 Rus, 1.384.000 Fransız, 1.290.000 Avusturya-Macaristan askeri, 743.000 İngiliz (ayrıca imparatorluğun başka taraflarından gelmiş 192.000 asker daha) ölmüştü.
Paris Barış Konferansı genellikle 1919 Haziranında
Versailles'da imzalanan Alman Anlaşması'nı yaratmış olmasıyla hatırlanır,
…uluslararası düzenin, belki farklı temellere dayalı olarak,
yeniden yaratılması gerekiyordu.
BÖLÜM 1
Barışa Hazırlanış
Wilson, Avrupa'ya daha önceden gitmiş olan yakın dostu
Edward House'a yazdığı mektupta, barış anlaşmalarının yalnızca ana hatları
oluşuncaya kadar orada kalacağını söylüyordu.
Paris Barış Konferansında Wilson, Müttefikler arasındaki
gizli savaş anlaşmalarını, örneğin İtalya'ya düşman toprağından pay vadeden
belgeyi hiç görmediğini iddia edecekti. Oysa İngiltere dışişleri bakanı Arthur
Balfour bunları ona 1917'de göstermişti.
Amerikalılar, Avrupalı Müttefikleri adına savaşı
kendilerinin kazandığını varsayma eğilimindeydiler.
Wilson'un Avrupa'ya getirdiği onca fikir arasında, bu kendi
kaderini tayin fikri, en tartışmalı ve saydamlıktan en uzak olanıydı ve öyle de
kalacaktı.
Lansing'e göre, Wilson'un bu sözü bulup söylemiş olması bile
bir talihsizlikti.
Wilson'un vizyonunun merkezinde, bir Milletler Cemiyeti
kurulması, iyi yönetilen bir sivil toplumda bunun kolektif güvenlik sağlaması
vardı.
Wilson'un vizyonu, liberal ve Hıristiyan bir vizyondu.
Fransızlar, Alman işgali nedeniyle Fransa'nın uğradığı büyük
zararlara karşılık tazminat alabileceklerinden emin olmak istiyorlardı.
İngilizler denizlerin özgürlüğü noktasına katılamıyorlardı, çünkü o zaman düşmanlarına
karşı deniz ablukası silahını kullanamayacaklardı.
Mütarekenin yapılış biçimi, sonradan pek çok karşılıklı
suçlamalara pay bırakacak gibiydi.
İngilizler de, Amerikalılar da, Barış Konferansının Paris'te
olmasını istememişlerdi.
Barış Konferansı sırasında Fransa'nın müttefikleri, Fransız
inadı, Fransız açgözlülüğü ve Fransız intikamcılığı olarak gördükleri şeyler
karşısında bezginlik duymuşlardı.
Fransa, tüm büyük güçler arasında, Almanya barışının nasıl
bir barış olacağına en çok kaygılanan, en çok şey kaybedebilecek durumda olan
ülkeydi. İngiltere istediklerinin çoğunu şimdiden elde etmiş durumdaydı. Alman
donanması da, Alman kolonilerinin önemli olanları da elindeydi.
Clemenceau'nun inancına göre, Fransa için güvenliğin tek
yolu, savaş zamanındaki ittifakı canlı tutmaktan geçiyordu.
Clemenceau'ya göre Lloyd George daha eğlenceli biriydi, ama
daha hilekar ve daha güvenilmez olduğu da kesindi.
Clemenceau: "Dünyada hiçbir işe yaramayan iki şey
vardır. Biri kör bağırsağımız, öteki de Poincare'dir!"
Poincare; titiz, hukuka saplanmış, bilgiçlik taslayan, çok
tedbirli ve çok Katolik bir adamdı. Clemenceau bir Amerikalı arkadaşına,
"Capcanlı bir küçük hayvancık, kupkuru, pek tatsız, cesareti de hiç
yok," diye anlatmıştı onu.
Lloyd George: Önce levazım bakanı, ardından da savaş bakanı
olarak görev yapmıştı. 1916 sonunda, bir koalisyon hükümetiyle birlikte
başbakanlığın yükünü omuzladığında, Müttefiklerin işi bitik görünüyordu. Tıpkı
Clemenceau'nun Fransa'da yaptığı gibi, o da ülkesini bir arada tutmayı, zafere
götürmeyi başarmıştı. Şimdi 1919 yılı geldiğinde, yepyeni bir seçimden galip
çıkmıştı
Lloyd George: "İngilizlerin birine saygı göstermesi
için ona yenilmesi şarttır,"
Her zaman doğal ve basitti. …aynı zaman da çok iyi hatipti.
BÖLÜM II
Yeni Bir Dünya Düzeni
12 Ocak / Barış Mimarlarının yüzü aşacak buluşmalarının ilki
Bu grup Onlar Konseyi adını aldı, ama birçok kişi ona yine
de Yüksek Konsey demeyi sürdürdü.
Müttefiklerin daha küçük olanlarıyla tarafsızlar davet
edilmemişti. Bu durum, onların kenara itileceğinin işaretiydi. Mart sonunda,
Barış Konferansı kritik dönemine yaklaşırken, Yüksek Konsey dışişleri
bakanlarını ve Japonları devreden çıkarmış, Dörtler Konseyi haline gelmişti:
Lloyd George, Clemenceau, Wilson ve Orlando.
Yüksek Konsey kendine bir sekreter seçmeyi başardı. Bu
sekreter, ast düzeyde, genç bir Fransız diplomatıydı, ama bu gencin,
Clemenceau'nun gayrimeşru oğlu olduğu söylentileri dolaşıyordu.
Barış Konferansı 18 Ocak 1919 günü resmen açıldı. Clemenceau
bu açılışın, 1871 yılında 1. Wilhelm'in yeni Almanya'da kayzer olarak taç
giyişinin yıldönümüne rastlamasını özenle ayarlamıştı.
Poincare; düşmanların hainliğinden, Müttefiklerin kalıcı bir
barış uğruna yaptıkları fedakarlıklardan söz etti.
1914'te müttefik olan Rusya herhalde, Almanya'ya doğu
sınırından saldırarak Fransa'yı yenilgiden kurtaran güç olmuştu. Üç yıl boyunca
Mihver Güçleri'yle savaşan Rusya, düşmana çok büyük kayıplar verdirmiş, ama
kendisi daha da büyük kayıplar yaşamıştı.
Lenin; Brest-Litovsk'da (bugün Polonya'da bulunan Brest)
Almanlara hem toprak, hem kaynaklar vermiş, karşılığında barış sağlamış,
böylelikle Marksist bin yılını yaratacak o hayati kıvılcımı korumayı
başarmıştı. Almanya da büyük ihtiyaç duyduğu malzemeye kavuşmuş, yüzbinlerce
askerini batı cephesine yöneltme olanağını bulmuştu. Lenin'in bu hareketi,
özellikle Clemenceau'ya göre,
Müttefikleri Rusya'ya yönelik tüm vaatlerinden kurtarıyor,
Karadeniz'den Akdeniz'e geçişe izin veren hayati boğazlarla ilgili taahhütleri
bile hükümsüz kılıyordu (s. 68).
Georgi Çiçerin adlı saçı başı dağınık, tutkulu bilimadamı,
Wilson'a müstehzi bir not yolladı, onun kutsal saydığı ilkeleri alaya aldı. On
Dört Nokta, Rusya'yı kendi kaderini çizmek üzere yalnız bırakmakla ilgiliydi;
bu durumda Wilson'un neden Sibirya'ya asker yolladığı merak edilebilirdi.
Amerikalı, kendi kaderini tayin hakkından söz ediyordu; ama İrlanda'yla
Filipinlerden hiç söz etmemesi ne kadar tuhaftı! Tüm savaşları bitirecek bir
Milletler Cemiyeti vaat ediyordu; acaba bu bir tür şaka mıydı? Savaşları çıkarmaktan
kapitalist ülkelerin sorumlu olduğunu herkes biliyordu. Şu anda bile Amerika
Birleşik Devletleriyle onun suç ortağı olan İngiltere ve Fransa, daha fazla Rus
kam dökmek ve Rusya'dan daha fazla para koparmak için planlar kurmaktaydılar
(s. 79).
Barış Konferansı, 25 Ocak günü Milletler Cemiyeti'nin
(Cemiyet-i Akvam) kuruluşunu resmen onayladı.
Wilson, Milletler Cemiyeti komisyonunun başkanlığını
üstlenmekte direnmişti, çünkü onun gözünde Milletler Cemiyeti, barış
anlaşmalarının tam çekirdeğini oluşturuyordu.
Almanya'nın hemen katılmasına izin verilmiyordu. Fransızlar
bu konuda ısrar etmiş, müttefikleri de razı olmuştu. Wilson zaten Almanya'ya,
rehabilitasyona ihtiyacı olan bir tutuklu gibi davranmaktan yanaydı:
"Dünyanın Almanya'yı silahsızlandırmaya, bir kuşak boyunca oturup
düşünmelerini sağlamaya ihtiyacı var," diyordu.
Galip güçlerin hiçbiri, Almanya'nın kolonilerini geri
almasını haklı bulmuyordu. Bu kolonilere Pasifik'te birkaç takımadayla
Afrika'nın bazı kesimleri de dahildi.
Avrupa'daki savaşta Almanya'nın davranışı, Müttefiklere bu
milletin, başka halkları yönetebilecek nitelikte olmadığını göstermeye
yetmişti.
Fransa, Togoland'ı ve Kamerun'u istiyor, Almanların Fas'taki
haklarına da son verilmesini talep ediyordu.
İtalyanlar da gözlerini Somali'nin bazı kesimlerine
dikmişlerdi. İngiltere İmparatorluğu'nun içindekilere gelince, Güney Afrika,
Alman Güney Batı Afrikası'nı istiyor, Avustralya, Yeni Gine'ye ek olarak birkaç
yakın adayı talep ediyor, Yeni Zelanda da Alman Samoası'nın kendisine verilmesinde
direniyordu. İngilizler Afrika kıtasındaki güney ve kuzey kolonilerinin
arasındaki kayıp halkayı da bağlayabilmek için Alman Doğu Afrikası'nı ilhak
etmeyi ummaktaydılar. Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu'nu paylaşmak için de
Fransa'yla aralarında gizli bir anlaşmaya varmışlardı. Japonların da kendi
gizli anlaşmaları vardı. Çinlilerle vardıkları anlaşmalar onlara Almanların hak
ve ödünlerini devralma olanağı getirirken, İngilizlerle vardıkları anlaşmalar
da ekvatorun kuzeyindeki Alman adalarını ellerinde tutmalarını sağlayacaktı (s.
102).
İngilizler, Almanların ya da başkalarının topraklarını ilhak
etmekten söz edip Amerikalıları kendilerine düşman etmekle ellerine bir şey
geçmeyeceğini anlayınca, manda fikrini desteklemeye başladılar.
BÖLÜM III
Yine Balkanlar
Henüz heyete ya da temsil ettiği yeni ülkeye ne isim
verileceği bile kesinleşmiş değildi. Sırbistan'dan ve ortadan silinen
Avusturya-Macaristan'ın güney kesimlerinden oluştuğu için, sonunda ona
Yugoslavya, yani "Güney Slavlar Ülkesi" dendi.
Balkan ülkeleri birer birer, küçük, basit ve mesnetli
savaşlarla kendilerini Türklerin uyuşuk kucağından kurtarmışlardı.
Kendi efsanelerine göre Karadağlılar, on dördüncü yüzyılda
buraları istila eden Türklerden kaçan bazı Sırpların soyundan gelmekteydi. Sırplar
gibi Ortodoks oldukları ve dillerinin de Sırpçanın bir türü olduğu doğruydu.
Dağlarının tepesinden Türklere karşı savaşlarına devam etmiş, onları durdurmuş,
koskoca bir Türk Müslüman denizinin ortasında özerk bir Hıristiyan adası gibi
varlıklarını sürdürmüşlerdi. On dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar,
yöneticileri hep savaşçı piskoposlardı. Modem hanedan son piskopos tarafından
1851 yılında kurulmuştu, nedeni de bu piskoposun bekar yaşamaktan usanıp
evlenmesiydi (s. 122).
Yunanistan, Türkiye'nin Avrupa'daki topraklarının hepsini
istiyor, aynı şeyi Bulgaristan da istiyordu. Yunanistan da, Yugoslavya da,
Arnavutluk'u aralarında bölüşme peşindeydiler (s. 124).
Romenler kendi önemlerini çok abartırlardı.
Toplumları, Osmanlıların yozlaşmış yönetimi altında
geçirdikleri yılların derin izleriyle doluydu. Romenlerin, "Balık baştan
kokar," diye bir sözü vardı. Romanya'da hemen her şey satılıktı: ofisler,
ruhsatlar, pasaportlar; her şey. Hatta bir keresinde, elindeki yabancı parayı
karaborsada bozdurmak yerine yasal yolla bozdurmaya kalkan bir yabancı
gazeteciyi polis nezarete atmış, çünkü adamın herhalde kurnaz bir
dolandırıcılık hilesi uygulamaya kalktığını düşünmüştü (s. 131).
Neyin Bulgar sayıldığı pek net değildi. Din olamazdı, çünkü
Bulgarların çoğu sözcüleri Ortodoks olsa da, bazıları Müslümandı. Irk
olabilirdi, ama acaba Slav mıydılar, yoksa Asya'dan gelme, örneğin Moğollar
gibi göçebe grupları mıydılar? Belki de ikisinin karışımı olabilirlerdi. Ama
Sırplarla Makedonlardan farkları neydi? Dilleri aşağı yukarı aynıydı çünkü (s.
139).
Bulgaristan çağdaş bir ülke olarak varlığına kavuştuğu andan
itibaren, bir Balkan amipi gibi, bir şişip bir büzülerek dalgalanıp duruyordu.
1918'e gelindiğinde, silah ve yiyecek darlığı çeken orduları
artık savaşamaz oldu. Mihver Güçleri arasında ilk teslim olan Bulgaristandı.
Alexander Stamboliski'nin uçarı kişiliğine çok şey bağlıydı.
Bir İngiliz gözlemci ondan söz ederken, "Karaçalılar ardında ilerleyen bir
eşkiya gibi" demişti. Bulgaristan'ın en önde gelen cumhuriyetçisiydi.
Güçlü, kaba, özgüvenli ve enerjikti. Kendi küçük çiftliğinde
her gün bir saat jimnastik yapardı.
Çoğu kişinin zannettiği gibi komünist değildi. Köylü
sosyalist sözü onu daha iyi tarif ederdi. Hem komünizmden, hem de kapitalizmden
kuşkulanan biriydi.
Stamboliski gerçekten devlet adamı olduğunu gösterdi.
Bulgaristan yeni sınırlarını kabul etti, eski yayılmacı politikalarından,
Yugoslavya'daki Makedonya da dahil olmak üzere, vazgeçtiğini açıkladı.
Haziran 1923'te bir darbe oldu, Stamboliski, Makedon komplocular
tarafından öldürüldü, suikastçiler ilk iş olarak, Yugoslavya'yla anti terör
anlaşmasına imza atmış olan elini kestiler.
BÖLÜM IV
Alman Meselesi
Almanya ancak ordusu savaş alanlarında tam bir yenilgiye
uğradıktan sonra mütareke istemiş, ondan sonra da zaten Almanya içindeki eski
rejim devrilmişti.
Almanya 1914'ten bu yana ele geçirdiği tüm toprakları, bu
arada AlcaseLorraine'i bıraktı. Müttefik askerleri Ren bölgesinin tümünü işgal
ederken, nehrin doğu yakasındaki üç köprübaşını da ele geçirdi. Almanya ayrıca
kendi savaş makinesinin en büyük bölümlerini de teslim etti. Denizaltıları,
ağır topları, cephanesi, uçakları ve 25.000 makineli tüfeği Müttefiklere
verildi.
Ceza, ödeme, önleme; bunların hepsi birbiriyle
bağlantılıydı. Daha küçük bir Almanya, daha yoksul bir Almanya, komşularına
daha az tehdit oluştururdu. Ama eğer Almanya çok toprak kaybederse, bir yandan
da dev tazminatlar ödemesini beklemek adil miydi?
Bismarck'ın kurduğu imparatorluğun üçüncü ve son imparatoru
Wilhelm, 1919'da, yaşı altmışını yeni geçmiş, tedirginlik içinde bir adamdı.
Kayzer, Almanya'nın onun kendi ülkesi olduğunu, ordusunun
onun kendi ordusu, donanmasının da onun kendi donanması olduğunu sık sık ve net
biçimde söylerdi. Kuzeni olan İngiltere kralı Beşinci George, 1918 Kasım'ında,
"Ülkesini de, kendini de, tamamiyle mahvetti," demişti.
Şimdi geriye bakınca, galip devletlerin Almanya'ya para
ödetme konusunda daha az ısrarcı olmaları, esas olarak Avrupa'yı yeniden ayağa
kaldırmayı düşünmeleri gerektiğini söylemek kolaydır. Ama Avrupa toplumunu bu
kadar derinden sarsan bir savaşın hemen sonrasında, siyasi liderler nasıl olur
da unutmaktan söz edebilirdi? / s. 185
BÖLÜM V
Doğu'yla Batı'nın Arasında
Polonya'nın yeniden doğuşu, Paris Barış Konferansı'nın en
büyük öykülerinden biriydi.
Avusturya-Macaristan, Habsburglar tarafından on üçüncü
yüzyıldan beri müthiş çabalarla bir araya getirilmiş o geniş topraklar, zaten
1914'ten önce de çözülmeye başlamıştı. Büyük Savaşın yaptığı yalnızca son
darbeyi indirmekti.
BÖLÜM VI
Sıkıntılı Bir İlkbahar
Paris sokaklarında acı bir espri fısıldanıp durmakta,
aslında "adil ve kalıcı bir savaş" hazırlanmakta olduğu
söylenmekteydi.
İtalya'nın konferanstaki talepleri esas olarak üç bölgedeydi
-Afrika, Ortadoğu ve Avrupa'daydı- ama sorunu yaratan asıl Adriyatik'teki
talepleri, özellikle Fiume limanı olmuştu. Kavga toprak kavgasıydı, ama aynı
zamanda ilke sorunuydu da, çünkü İtalyanlar kendilerine eski diplomasi yoluyla
vaadedileni isterken, Amerikalılar yeni diplomasi konusunda ısrarlıydı. Kişilik
çalışması da vardı. Bu esas olarak Wilson'la İtalyanlar arasında, özellikle de
dışişleri bakanı Sonnino arasındaydı. Asıl mesele (Amerikalıların tiksintiyle
nitelediği gibi) yağmayı paylaşmak mıydı, yoksa sınırları etnik çizgilere göre
çizmek miydi? Wilson bunu bir prensip meselesi sayıyordu; nedeni de, İtalya'nın
istediği şey ona İngiltere veya Fransa tarafından, gizli Londra Anlaşması'yla
vaad edildiği içindi (Wilson o anlaşmadan tiksiniyordu), ya da orada nüfusun
çoğu Slavlar olduğu içindi (bu da kendi kaderini tayin hakkı ilkesini ihlal
etmek demekti), ya da belki her iki neden de geçerliydi (s. 275).
Sonunda Nisan ayında İtalyan talepleri karara bağlanacağı
zaman, diğer güçler hiç anlayış gösterme eğiliminde değildi. Bismarck'ın ünlü
sözü tekrarlandı, İtalya'nın iştahının her zaman dişlerinden daha büyük olduğu
söylendi.
Çin 1917'nin yaz mevsiminde Almanya'ya savaş ilan etmiş,
Müttefiklerin zaferine hatırı sayılır katkılarda bulunmuştu. Batı cephesi
siperlerinin kazılması ve bakımı, çok zahmetli işti. 1918'de 100.000 kadar
Çinli işçi Fransa'ya gönderilmiş, böylelikle değerli Müttefik askerleri
Almanlara saldırmak üzere serbest kalmıştı.
Çin için savaşa yollayacak işçi bulmak, barış konferansına
yollayacak diplomat bulmaktan daha kolaydı.
BÖLÜM VII
Ortadoğu'nun Fitili Ateşleniyor
Venizelos şanslı doğmuştu. Girit'te, varlıklı bir tacirin
oğlu olarak dünyaya gelmişti.
Doğduğu dönemde Yunan topraklarının çoğu (Girit de dahil
olmak üzere) Türk yönetimi altındaydı. Ailesi ona Elefteryos (Kurtarıcı,
Özgürleştirici) adını seçti. Babası Yunanistan'ın bağımsızlığı için savaşmış,
üç amcası o amaç uğrunda can vermişti. Venizelos daha iki yaşındayken, 1866
yılında, asla unutamayacağı korkunç bir olay yer aldı. Adada sık sık
tekrarlanan isyanlardan biri daha çıktı, başarısızlıkla sonuçlandı, çaresiz
kalan Giritli asiler bir manastıra kapanıp kendilerini havaya uçurdular, sağ
kalanlar da Türkler tarafından kılıçtan geçirildi.
1881 yılında Venizelos Atina'ya, hukuk okumaya gitti. Daha o
zamandan, özgüven sahibi, kibirli bir gençti ve arkadaşları arasında bir
liderdi.
Günün birinde Venizelos arkadaşlarını çalışma odasına,
kocaman bir haritanın başına topladı. Haritaya kendi istediği Yunanistan'ın
sınırlarını çizdi: Bugünkü
Arnavutluk'un koskocaman bir parçasıyla bugünkü Türkiye'nin
hemen hemen hepsi dahildi. Başkent de İstanbul olacaktı.
Bu megali idea'ydı, yani 'büyük ideal"di. Yaşlı bir
milliyetçi şöyle diyordu: "Doğa diğer insanların umutlarına sınırlar
getirir, ama Yunanlarınkine getirmez. Yunanlar geçmiş zamanda da, bugün de,
doğa kanunlarıyla bağlı değildir." Megali idea (megalomani sözü de aynı
kökten gelmektedir) hayallerden, fantezilerden oluşan bir şeydi (s. 342).
Doğu demek, Osmanlı Türkiyesi demekti.
Venizelos, Paris'teki büyük güçlere, Yunanistan'ın İstanbul'u
istemediğine dair yemin etti. Belki orası için bir Amerikan mandası uygun
olurdu. Ama tenhada, kendi yakınlarına, Yunanistan'ın yakında rüyasını
gerçekleştireceğini söylüyordu. Kent bir kere Türklerin elinden çıkınca,
Yunanlar doğal çalışkanlıkları ve dinamizmleri sayesinde, çok geçmeden oraya
egemen olacaklardı. Lloyd George'a, "Türkler bu kadar büyük bir kenti ve
limanı doğru dürüst yönetemezler," demişti.
Venizelos'un iddiasına göre, 1919 yılında yaklaşık 2 milyon
Yunan, Türk yönetimi altında yaşamaktaydı.
Venizelos ne derse desin, bu insanların hepsi de kendilerini
Büyük Yunanistan'ın parçası olarak görmüyordu.
Yunan milliyetçiliğinin bir anlam ifade ettiği yerler esas
olarak büyük limanlardan ibaretti, yani Smirna (bugünkü İzmir) ile İstanbul'du.
Venizelos en baştan beri açıkça Müttefiklerden yana olmakla
birlikte, Alman imparatorunun kızlardeşiyle evli olan, daha önemlisi, gerçekçi
bir insan olan Kral Konstantin, Yunanistan'ın tarafsız kalması gerektiğine
inanıyordu.
1915 ile 1917 arasında yaşanan uzun süreli siyasi kriz
sırasında, önce Venizelos görevden uzaklaştırıldı, 1916'da krala karşı bir
geçici hükümet kuruldu, bu hükümet Yunanistan'ın yarısını savaşa soktu, 1917'de
de Konstantin Yunanistan'dan ayrılmak zorunda kaldı.
Venizelos sadık bir müttefikti, Batı'ya ve Batı değerlerine
tümüyle bağlıydı, Alman militarizmine de karşıydı. Venizelos da zekasını
kullanıyor, Wilson ilkelerine elinden geldiği kadar sık değiniyordu.
Venizelos akşam yemeklerinde, Girit dağlarındaki gerilla
günlerinin öyküleriyle dinleyicilerini kendinden geçiriyordu.
Venizelos nüfus rakamlarıyla sihirbaz gibi oynuyordu: Kuzey
Epir'in 230.000 kişilik nüfusundan 151.000'i Yunandı. Katıksız Arnavut olan
bölgeler çıktığında, geriye 120.000 Yunan'a karşılık 80.000 Arnavut kalıyordu.
Çoğunluğu Yunan olan bölgeler tabii ki Yunanistan'a verilmeliydi (kendi
kaderini tayin hakkı), ama çoğunluk rakamları kesin olarak belli olmayan yerler
de Yunanistan'ın olmalıydı, çünkü "bir halkın içinde, daha yüksek uygarlık
düzeyinde olan çoğunluğun, daha düşük uygarlık düzeyindeki azınlığa boyun
eğmesi hakkaniyete aykırı olurdu." Arnavutlar aslında şanslıydı, Yunanlar
onları üstlenmek istiyor diye sevinmeliydiler.
Çoktan beri Osmanlı İmparatorluğu'nu ayakta tutmuş olan
İngilizlerin, Akdeniz'in doğusunda dolaşan gemilerinin güvenliğini sağlamak
için artık yeni bir ortağa ihtiyacı vardı. Oralarda koskoca bir Fransız
İmparatorluğu görmek istemedikleri kesindi, bu arada eğer elden gelirse, kendi
paralarını harcamamayı da tercih ediyorlardı. İşte Yunanistan'ı, güçlendirilmiş
bir Yunanistan'ı bu kadar çekici kılan da buydu. İlkelerle çıkarlar ne de güzel
örtüşüyordu. Yunanistan batılıydı, uygardı; Osmanlı Türkiye'si ise Asyalıydı ve
barbardı.
İngiliz genelkurmayından Yunanistan'ın Anadoluyla ilgili
talepleri konusunda yorum istendiğinde, gelen cevap, Yunanların işgale
kalkışmasının "sürekli tedirginlikler yaratacağı, büyük olasılıkla
Türklerin o toprakları yeniden ele geçirmek için organize bir girişimine yol
açacağı" yolundaydı.
Arnavutluk'un kısa tarihi mutsuz bir tarihti. Aşiret
reisleri, eşkiya, Türklere sadık olanlar, Yunan, Sırp ve İtalyan ajanlar, hep
ülkenin zayıf hükümetine karşı kendi amaçlan peşindeydi.
1919'un yaz mevsimi geldiğinde, İtalya'da yeni ve daha
uzlaşmacı bir hükümet iktidara geldi ve Venizelos'la hemen bir anlaşmaya vardı.
İtalya'nın Yunan taleplerine (Trakya dahil) destek vermesi
için, Yunanistan da Anadolu'nun güneyinde, İtalya'nın istediği topraklardan
vazgeçecekti. İtalya On İki Ada'nın hepsini Yunanistan'a devredecek, bir tek en
önemlisi olan Rodos'u elinde tutacaktı. (Bu ilk bakışta sanıldığı kadar da
büyük bir fedakarlık değildi, çünkü esasen İtalya'nın adalar üzerinde meşru
hiçbir hakkı yoktu.)
Yunan İşleri Komisyonu sonunda Trakya'nın her iki parçasının
da Yunanistan'a verilmesini önerince, Barış Konferansı kararını erteledi, henüz
İstanbul'un kaderi kararlaştırılmamış olduğuna göre, vaktin erken olduğunu
söyledi.
Bulgaristan'la Kasım 1919'da imzalanan Neuilly Anlaşması'na
göre, Bulgarlar Batı Trakya'yı kaybettiler.
Osmanlıların Sonu / s. 360 vd.
Rusya dünya denizlerine çıkabilmek için sıcak suyu olan
limanlara özlem duyuyordu. İngiltere de, Rusları Karadeniz'e hapsetmek için
hasta Osmanlı İmparatorluğu'nu ayakta tutma peşindeydi. (İngilizler, boğazları
Rusların kontrol etmesine ancak savaş sırasında, çok çaresiz durumlar
doğduğunda izin vermişlerdi, ama bereket versin 1917 ihtilalleri nedeniyle
Ruslar bu ödünü kullanamayacaklardı.)
1914'te Osmanlı liderler, eski dostları İngiltere'yle artık
müttefik olmuş olan Rusya'ya kafa tutmaya karar verdiler, o nedenle de savaşa
Almanya'nın, Avusturya-Macaristan'ın tarafında katıldılar.
İmparatorluğu savaşa sokmuş olanlar, Ekim ayının ilk
haftasında istifa edip bir Alman gemisine binerek kaçtılar, onların yerine
kurulan hükümet de İngilizlere haber gönderip barış istedi. İngiltere hükümeti,
biraz da Fransızları ikinci plana itmek amacıyla, görüşmeleri derhal Ege'deki Mondros'ta
başlatmaya razı oldu.
Müzakerelerin tümü İngiliz komutanı Amiral Arthur Calthorpe
tarafından yürütüldü. Osmanlı delegelerinin başında Hüseyin Rauf adlı genç bir
deniz kahramanı vardı. Kendisi o sıra denizcilik bakanıydı.
Rauf Bey, Calthorpe'u dürüst, açık sözlü biri olarak görmüş…
Rauf geri döndüğünde bir muhabire, "Sizi temin ederim,
İstanbul'umuza bir tek düşman askeri bile girmeyecek," demişti. İngilizler
heyete gerçekten olağanüstü iyi davranmışlardı. "Mutabık kaldığımız
mütareke, umutlarımızın da ötesinde," diyordu Rauf Bey. Aslında
İngilizlerin ortaya koyduğu tüm maddeleri kabul etmişlerdi,
İngilizlerle müttefiklerinin niyeti, mütarekeyi en güçlü
biçimde uygulamaktı. Tüm Türk garnizonları teslim olacak, tüm demiryolları ve
telgraflar Müttefikler tarafından işletilecek, Türk limanları Müttefik savaş
gemilerine açılacaktı. Ama mütarekenin en tehlikeli maddesi, yedinci maddeydi.
O maddede: "Müttefikler kendi güvenliklerine tehdit oluşturacak bir
durumun doğması halinde, stratejik noktaları işgal etme hakkına sahiptir,"
deniyordu.
Sultanların Kanuni Süleyman'ları yetiştirmiş olan soyu,
sonunda gelip Altıncı Mehmet'e dayanmıştı. Bu sultanın en büyük başarısı, üç
erkek kardeşinin sultanlık dönemleri boyunca sağ kalabilmiş olmasıydı. Bu
kardeşlerden biri delirdiği için tahttan indirilmiş, yerine geçen paranoit ve
zalim halefi düşmanlarından çok korktuğu için her sigaradan ilk dumanı çekmek
üzere yanında bir haremağası bulundurmuş, çok çekingen bir ihtiyar olan
üçüncüsü de ülkeyi 1918'in yaz mevsimine kadar yönetmişti (s. 363).
Atatürk çok karmaşık, cesur, kararlı ve tehlikeli bir
adamdı.
1919'da adını pek az yabancı duymuştu. Ama dört yıl
geçtiğinde, İngiltere'yle Fransa'yı alt etmiş, yeni Türkiye ulus devletini
yaratmıştı.
Rasyonel ve bilimsel bir kafası vardı, ama hayatının ileri
dönemlerinde uzmanlık isteyen özel konulara ilgi duymaya başlamıştı. Ankara
radyosunun klasik Türk müziği çalmasına izin vermiyordu, ama arkadaşlarıyla bir
aradayken kendisi o müziği dinlerdi (s. 363).
Demokrasiyi emirlerle var etmeye çalışan bir diktatördü.
1930'da bir muhalefet partisi kurup liderlerini kendi seçti; ama bu parti ona
karşı çıkmaya başlayınca, hemen kapattı.
Atatürk erken yaşlarından itibaren dine karşı bir uzaklaşma
içindeydi. Bu duygu onu hiç bırakmadı. İslamiyeti de, liderleriyle kutsal
kişilerini de, 'halkımın yüreğine doğrulmuş zehirli bir hançer' olarak
görüyordu.
On dokuz yaşındayken İstanbul'daki Harbiye Mektebi'ne giriş
hakkını kazandı. Karşısına dünyaya açık, kozmopolit bir başkent çıkmıştı. Kent
halkının yarıdan azı Müslümandı. Geri kalanı, yüzyıllar önce Hıristiyan
İspanya'dan kaçmış olan Sefardik Yahudilerin, çarlık yönetiminden kaçan
Polonyalıların, dindar Ermenilerin, Rumen, Arnavut ve Rumların bir karışımıydı.
1919 sonunda belki 100,000 kişi kentin sokaklarında yatıp
kalkmaktaydı. Bu dönemde Türklerden tek zenginleşenler, karaborsacılarla
suçlulardı.
Rum patriği saldırgan taleplerini Paris'e iletiyordu:
Türkleri kınıyor, İstanbul'un yeniden Yunanlaştırılmasını istiyordu.
Patrikhane, Hıristiyan Rumlara Türk yetkilileriyle işbirliği yapmayı
kesmelerini söyledi. Bir İngiliz diplomatına göre, Rumlar "pek şımarık
davranma eğilimindeydi." Bazı azgınlar sokaklarda Türkleri tartaklıyor,
başlarından feslerini çıkarttırıyordu.
Gece kulüplerinde Beyaz Ruslar melankolik şarkılar söylüyor,
genç, güzel mülteciler kendilerini bir yemeğe satıyordu.
Curzon gibi bazıları (kendi İngiltere'nin Doğu
politikasından sorumlu kabine komitesinin başkanlığını yapıyordu),
"Avrupa'nın hayatını zehirleyip duran bu kocamış devletten"
kurtulmanın zamanı geldiği kanısındaydı.
Nice liberaller gibi Lloyd George da, Türklere olan
düşmanlığını büyük Gladstone'dan miras olarak devralmıştı.
Asıl mesele, Osmanlı İmparatorluğu'nun yerine neyin
geçeceğiydi! İngiltere hâlâ, düşman savaş gemilerinin boğazlardan geçmemesi
peşindeydi. Süveyşten geçip Hindistan'a giden yolu hala korumak zorundaydı.
1916'da İngiltere'yle Fransa'nın temsilcileri, Sir Mark
Sykes ile George Picot, Arapça konuşan ülkeleri aralarında bölüşmek üzere
anlaşmaya varmış, Türkçe konuşan kesimlerle ilgili olarak da Fransa'nın, Suriye'den
başlayarak kuzeyde Kilikya'ya giren bir bölgeyi almasına karar vermişlerdi.
Ruslara gelince, onlar İstanbul'u ve boğazları ilhak edebileceklerine dair
zaten bir vaat koparmış oldukları için, bu işe, Kafkaslardaki sınırlarına
bitişik Türk illerini de almak şartıyla ortay vermişlerdi.
Lloyd George; Türkler kendi tebaaları olan halkları çok kötü
yönettiği için tüm Arap bölgelerini -Suriye'yi, Mezopotarnya'yı, Filistin'i ve
Arabistan'ı- kaybetmeli, dedi. Araplar uygarlaşmış, ama henüz örgütlenmemiş olduklarına
göre, dışardan rehberliğe ihtiyaç duyacaklardı. Osmanlılar ayrıca kuzeydoğu
sınırlarından da toprak kaybetmek zorundaydı. Ermenilere son derece kötü
davranmışlardı, orada kesinlikle bir Ermeni devleti oluşturulmalı, büyük
olasılıkla dış güçlerden birinin mandası altında yaşamına başlamalıydı.
Ermenistan'ın güneyinde bir Kürdistan'ın da olması gerekebilirdi. Geriye Türkçe
konuşan topraklar, Avrupa'dan bir dilim, boğazlar ve Anadolu kalıyordu. Lloyd
George havalı bir tutum içinde, bunların 'gereklere göre' çözümlenebileceğini
söyledi (s. 368).
İngilizler, Ermenistan'ın mandasını almakta kendileri için
bir takım avantajlar görmüşlerdi: Hazar üzerindeki Bakü'den, Karadeniz limanı
Batum'a gelen petrolün arzını korumak, Bolşevizmle, Ortadoğu'daki İngiliz
varlıkları arasına bir engel koymak gibi.(İngilizlerin en kötü kabusları,
Bolşevizmin ayaklanan İslam'la bir araya gelip İngiltere İmparatorluğu'nu
devirmesiyle ilgiliydi.)
17 Mayıs'ta Lloyd George istemeye istemeye, Dörtler
Konseyi'ne Ağa Han'ın dahil olduğu bir heyeti getirdi. Heyetin talebi, Osmanlı
İmparatorluğu'nda Türklerin yaşadığı bölgelerin yabancı güçler arasında
paylaştırılmaması ve halifenin yerinde kalmasına izin verilmesiydi.
1919'un yaz mevsiminde, bir sonuca bağlanamayan kabine
tartışmalarından birinde Curzon da Balfour'a şöyle cevap vermişti: "Ortaya
çıkan gerçeğe göre, Türk İmparatorluğu'nun her tarafına yayılmış 320.000
kişilik ya da Mısır hariç 225.000 kişilik bir İngiliz ve Hindistan ordusu
bulundurmanın o korkunç maliyetine sürekli dayanmak mümkün değil." Osmanlı
İmparatorluğu'yla barış imzalama konusunu hiçbir zaman acil bir sorun olarak
görmemiş olan Lloyd George, artık konuya dikkat etmeye başlamıştı (s. 396).
Nisan 1920'de, Osmanlı İmparatorluğu'yla imzalanacak anlaşma
şartlarının onaylandığı San Remo Konferansı'nda, İngilizlerle Fransızlar, daha
önceki kavgalarını unutmuş olarak kendilerine mandalar seçtiler. İngilizler
Filistin'le Mezopotamya'yı, Fransızlar da Suriye'yi aldı.
Atatürk ve Sevr'in Çöküşü / s. 418
1919 Mayısı
İtalyan kuvvetleri güneyde Antalya'da, güneybatıda da
Marmaris'te (Rodos'un karşısı) yerleşmeye başlıyorlardı. Bu yerlerin ikisi de,
İtalyanların savaş sırasındaki anlaşmalara dayanarak talep ettiği bölgedeydi.
Gelen raporlara göre bir İtalyan savaş gemisi de İzmir limanına çıkagelmiş, ayrıca
11 Mayıs'ta da Yunan başbakanı Venizelos, Dörtler Konseyi'ne, İtalyan işçi
ekiplerinin biraz güneydeki Scala Nuova'da (Kuşadası) sahile iskeleler kurmakta
olduklarını söylemişti. Bu arada, İtalyanların Türklerle gizli bir anlaşma yaptığına
dair imalarda da bulunmuştu. Barış mimarları zaten haberlerin en kötülerine
inanmaya hazırdı.
İtalyanlar 24 Nisan'da, Fiume konusunu protesto etmek için
Barış Konferansı'nı terk etmişti. O sıralarda Almanya Anlaşması nihayet son
haline getiriliyordu. Wilson İtalyanlara Adriyatik'te tüm istediklerini vermeyi
hiçbir zaman istememişti, şimdi de onlara Anadolu'da manda vermeye bir o kadar
soğuk bakıyordu (s. 418).
1919 Nisanında İtalya ile Adriyatik krizi kötüleşirken,
Lloyd George ile Clemenceau da Anadolu'yu yem olarak kullanmaya hazırdı. Lloyd
George, Wilson'a, "Belki de Bay Sonnino'yu bize yaklaştıracak şey, ona
Asya'da bir ödün vermek olabilir," demişti.
İşlek bir liman olan İzmir, Yunan taleplerinin merkezini
oluşturuyordu.
Venizelos elini İzmir’e ve hinterlandına uzattığında, kendi
kaderini tayin hakkı olarak tanımlanabilecek kavramın sınırlarını çok aşıyordu.
Ayrıca da Yunanistan'ı tehlikeli bir duruma düşürüyordu.
Venizelos'un büyük rakibi General Metaksas (sonradan
Yunanistan'ın diktatörü olacaktı) bu konuda sürekli uyanlarda bulunmaktaydı:
"Yunan devleti bugün için, böylesine geniş bir alanın yönetimine ve
işletilmesine hazır değildir," diyordu. Metaksas haklıydı.
Türk azınlık derin bir tedirginlik içindeydi. Yunanların
gelmekte olduğuna dair haberler yayıldığında, kentte protesto gösterileri
patladı (s. 423).
(Kitabın yazarı defalarca, Türk topraklarında, İstanbul
ve İzmir gibi şehirlerde Türkleri azınlık olarak belirtti, bu tavra, batılı/batıl
kafanın tipik bir göstergesi olarak dikkat etmek gerek)
Atatürk; Yunanların İzmir'e çıkışının ertesi günü, o da
İngiliz vizesiyle İstanbul'dan ayrıldı. Dört gün sonra, 19 Mayıs'ta, yanındaki
küçük grubuyla birlikte Karadeniz kıyısındaki Samsun limanında karaya ayak
bastı.
Lloyd George sonradan şöyle diyecekti: "Onun
Anadolu'daki çökmüş ve tükenmiş Türk ordularını yeniden düzenleme
faaliyetlerine ilişkin hiçbir bilgi gelmedi. Askeri 'entelejans'ımız hiçbir
zaman entelejanstan" bu kadar yoksun kalmamıştı (s. 424).
Haziran ayında, İzmir'de Yunanlara, güneyde Fransızlara,
doğuda da Ermenilere karşı direniş hareketinin başlangıcını ilan etti.
İki ayrı dünya söz konusuydu. Biri uluslararası
konferansların dünyasıydı, orada haritalara çizgiler çiziliyor, insanlar söz
dinleyerek şu ya da bu ülkeye girip çıkıyordu. Ötekiyse Osmanlı geçmişlerini
üstlerinden silkeleyip bir Türk milleti olarak uyanan insanların dünyasıydı.
Balfour; Lloyd George'a bir memorandum yolladı, Türkiye'yi
parçalamanın ne kadar tehlikeli olduğunu anlatmaya çalıştı.
Lloyd George'a askeri danışmanlarından da mesajlar yağdı.
Onlar da, hemen hemen görüş birliği halinde, olup bitene karşıydı. Churchill
ile Montagu de karşıydı. Londra'dan koşup gelmiş, Türkiye'yi böyle kesip
biçmenin, Müslüman dünyayla "ebedi savaş" anlamına geleceğini, buna
Hindistan'ın da dahil olacağını söyleyip bir kere daha uyarmaya çalışmışlardı
(s. 426).
17 Haziran'da Osmanlı Türklerinin üç temsilcisi, Clemenceau,
Lloyd George, Wilson ve her birinin dışişleri bakanlarından oluşan bir gruba
hitab ettiler. Başnazır Damat Ferit, sevimli, zengin bir adamdı, en büyük
başarısı da sultanın kızkardeşiyle evlenmek olmuştu. Türkiye'nin sözcülüğünü o
üstlendi. Türkiye'nin savaşa girişiyle ve Ermeni Hıristiyanlara uygulanan
korkunç katliamla ilgili sorumluluğu önceki yöneticilerin üzerine yıktı,
dinleyicilerine, ülkesinin en kutsal umudunun, Milletler Cemiyeti'nin yararlı
bir üyesi olmak olduğu konusunda güvence verdi. Onlara Osmanlı İmparatorluğu'nu
bir bütün halinde bırakmaları için ricada bulundu (s. 427-428).
Barış mimarları Damat Ferit'in performansının bir fecaat
olduğu konusunda görüş birliği içindeydiler. Wilson, "Ömrümde bundan büyük
aptallık görmedim," diyordu.
Balfour'un yokluğunda dışişlerinin sorumluluğunu üstlenmiş
bulunan Curzon, peş peşe memorandumlar yolluyor, Türklerin işinin bitmiş
olduğunu varsaymanın tehlikeli olduğuna, kapsamlı bir anlaşmayı geciktirmenin
çılgınlık olduğuna işaret ederek uyarılarda bulunuyordu. Lloyd George, bütün
profesyonel diplomatları nasıl görmezden geliyorsa, onun uyarılarına da hiç
aldırış etmedi (s. 428).
Curzon Hindistan'ın büyük valisiyken, Delhi'de kendi
vatandaşları tarafından yuhalanmış biriydi. Nedeni, bir Hintlinin öldürülmesi
yüzünden İngiliz alaylarından birini cezalandırma cesaretini göstermesiydi.
Züppe bir İngilizdi, ama Amerikalı kadınlarla evlenmeyi tercih etmişti.
Tablolara, mobilyalara bayılan bir devlet adamıydı. Başta gelen
emperyalistlerdendi, ama Avrupa dışı dünyayı çağdaşlarının çoğundan daha iyi
tanırdı.
(Curzon) Davranışı son derece tutarsızdı: "Bir gün bizi
yankesiciymişiz gibi azarlıyor, ertesi gün hepimizi övüp göklere çıkaran
mektuplar yazıyor."
Ekim ayında, Atatürk'ü biraz tanıyan Yarbay Alfred
Rawlinson'u, Atatürk'ün hangi koşullarını kabul edeceğini öğrenmeye yollamıştı.
İngilizler, isteksizce peşlerinden gelen Fransızlar ve
İtalyanlarla birlikte 16 Mart 1920'de İstanbul'u işgal edip, hukuk ve asayiş
adına başta gelen birkaç milliyetçiyi tutukladığında, Atatürk buna cevap olarak
yakınında bulunan tüm Müttefik subaylarını tutukladı (bunlara zavallı Rawlinson
da dahildi) ve kendi milliyetçi parlamentosunu topladı. Türklerin güç merkezi
artık kesinlikle Ankara'ydı. Curzon, yapılacak en iyi şeyin yeni bir
Türkiye'nin oluşmasına izin vermek olduğu kanısına varıyordu. Bu Türkiye'nin
başında da Atatürk olacaktı. Ne yazık ki Lloyd George'u bir türlü buna ikna
edemedi.
Venizelos'a, nihayet 1920 Haziran'ında Lloyd George
tarafından, iç kesimlere doğru ilerleme izni verildi. Venizelos bir çeşit
ödünleşme olarak, İstanbul'daki işgal güçlerine destek olmak üzere de asker
yolladı.
Aynı ay, Müttefiklerle sultanın temsilcisi Damat Ferit,
Paris dışında, Sevr'deki porselen fabrikasının sergi salonunda anlaşmalarını
imzalıyorlardı.
Eylül 1920'de, yani Sevr Anlaşması'nın Türkiye'den de toprak
alarak kurulacak bağımsız bir Ermenistan'a onay vermesinden yalnızca bir ay
sonra, Atatürk'ün kuvvetleri güneyden saldırdı, Ermeniler ellerinden geleni
yapsalar da, üç uçaktan oluşan hava güçlerini harekete geçirseler de, sonunda
çekilmek zorunda kaldılar. 17 Kasım'da Ermeni hükümeti Türkiye'yle bir ateşkes
imzaladı.
Aralık ayında Ermenistan bir Sovyet cumhuriyeti oldu.
1920 Kasım'ında Venizelos, herkesin (özellikle de kendinin)
büyük şaşkınlığına karşın seçimleri kaybetti. Bu durumda, eski düşmanı Kral
Konstantin'in dönüşüne yol açılmış oluyor, Müttefiklerin Türkiye'yle ilgili
politikası da sona eriyordu. İtalya'yla Fransa artık Yunanistan'ı desteklemek
gibi bir sorumlulukları kalmadığını, Sevr Anlaşması'nın değiştirilmesi
gerektiğini ileri sürdüler (s. 439).
Yunanistan'da Konstantin'in dönüşü, ordudaki Venizelos
yanlısı subayların isyanına yol açtı, tam Anadolu'da 1921 ilkbahar harekatı
başlarken askeri kaosa itti. Ama yeni Yunan hükümeti yine de, Yunanistan'a vaat
edilenleri alma konusunu bir onur meselesi yaptı. Lloyd George, Curzon'un
itirazlarına hiç aldırmadan, Yunanları el altından, bir takım imalarla
kışkırtıp Türklere saldırmaya teşvik etti.
Yunan ordusunun çöküşü, İstanbul'u ve boğazları işgal etmiş
olan küçük Müttefik kuvvetlerini birdenbire cascavlak ortada bırakmış gibi
oldu.
İtalyanlar çabucak Atatürk'e kendi tarafsızlıkları konusunda
güvence, Fransızlar da askerlerine Çanakkale'den çekilme emri verdiler. Curzon
Paris'e koştu, artık Fransa'nın başbakanı olmuş olan Poincare'yle korkunç bir
sahne yaşadı, terk edilmekten, ihanetten söz etti. Poincare de ona bağırmaya
başlayınca Curzon gözyaşları içinde odadan kaçtı.
Mudanya mütarekesi 11 Ekim günü Türklere, Doğu Trakya'yı
Yunanlardan alma olanağını getirdi. Atatürk de buna karşılık, bir barış
konferansı toplanıp duruma karar verinceye kadar ordularını İstanbul'a,
Gelibolu'ya ve İzmit'e sokmamaya söz verdi.
Bir Toronto gazetesinin muhabiri olan genç Ernest Hemingway,
ülkelerine dönmekte olan Yunan askerlerini gördü: "Gün boyu hep yanımdan
geçip duruyorlardı. Kir pas içinde, yorgun, traşsız, rüzgar yanığı askerler,
Trakya'nın çorak, boz toprakları üzerinde yürüyüp durmaktaydı. Ne bando vardı,
ne bir yardım kuruluşu, ne mola yerleri... Yalnızca bitler, kirli battaniyeler
ve geceleri çıkan sivrisinekler. Bunlar eskiden Yunanistan olan kavramın son
onurunu temsil ediyor. İkinci Troya kuşatmasının sonu bu."
Yunanların Anadolu macerası Venizelos'u zaten devirmişti ama
şimdi de asıl patron Lloyd George'u devirmek üzereydi.
Curzon'a göre İsmet Paşa "ufak tefek, esmer bir adamdı
ve her türlü cazibeden yoksundu; Türk generalinden çok Ermeni dantel
satıcılarını andırıyordu". Taş gibi bir davranış içindeydi, sağırlığını
abartılı kullanıyor, kendi taleplerini inatla tekrarlayıp duruyordu.
Günün birinde Curzon aksilenmiş, "Siz bana müzik
kutularını hatırlatıyorsunuz," demişti. "Her gün aynı nağmeyi çalıp
hepimizi bıktırıyorsunuz; egemenlik, egemenlik, egemenlik." Curzon ağır
bir istihza havası içinde İsmet Paşa'nın iddialarında gedikler açıyor, ama
İsmet Paşa omuz silkip geçiyor, bunları duymazlıktan geliyordu. "Curzon
bize okul çocuklarıymışız gibi davranıyordu, ama biz aldırmıyorduk,"
demişti. "Zaten Fransızlarla İtalyanlara da davranıyordu." Akşamları
Türk heyeti başkanı, pek sevdiği yeşil chartreuse (likör) ile avuntu buluyordu.
Akılsızlık edip bir gece ona katılan bir Amerikalı, bir daha ömrünün sonuna
kadar içki içmemeye yemin etmişti (s. 442).
Curzon 1925'te öldü. Yıllardır aşın bir tempoyla çalışmak
onu tüketmişti. Atatürk 1938'de karaciğer sirozundan öldüğünde, yerine İsmet Paşa
cumhurbaşkanı oldu. 1993'de, Lozan Anlaşması'nın yetmişinci yıldönümünde, İsmet
Paşa'nın oğluyla Curzon'un torunu birlikte Atatürk'ün kabrine çelenk koydular.
BÖLÜM VIII
Toparlama
İmza töreni 28 Haziran'a planlandı. O gün arşidükle
karısının Saraybosna'da suikasta kurban gidişinin yıldönümüydü. Tören
Versailles Sarayının Aynalar Salonunda, yani 1871 yılında Alman
İmparatorluğu'nun ilan edildiği salonda yer alacaktı.
İngiltere'de Keynes kendi geleceğini düşünüyordu. Daha
anlaşma imzalanmadan önce Hazine'den istifa etmiş, Paris'ten tiksinti içinde
ayrılmıştı. 5 Haziran'da Lloyd George'a yazdığı mektupta, "Şu son birkaç
korkunç hafta boyunca bile ben umudumu kaybetmedim, anlaşmayı adil ve
işlerlikli kılmanın bir yolunu bulacağınızı sandım," diyordu. "Ama
arlık belli ki iş işten geçti. O mücadeleyi kaybettik." Keynes garip bir
ruhsal durum içindeydi. Virginia Woolf’a Avrupa'nın, özellikle de kendinin
dahil olduğu yönetici sınıfların, geleceğinin karanlık olduğunu söylemişti (s.
465).
Sonuç
Barış Konferansı Ocak 1920'ye kadar sürdü
Milliyetçilik sönmemişti, tersine, güçlenmekteydi.
Azınlık anlaşmaları, giderek yükselen şöven milliyetçiliğin
karşısında pek zayıf bir jest olarak kaldı. Milletler Cemiyeti 1934'te bu
konuyu denetlemeyi kesti,
Wilson 1924'te öldü.
1919'un barış mimarları elbette hatalar da yaptılar.
Avrupa-dışı dünyayı ele alışlarındaki özensizlik sonucu öyle gücenik duygular
yarattılar ki, Batı dünyası bunun bedelini ödemeyi bugün bile sürdürüyor.
…
Türkçeleştiren: Belkıs Dişbudak
ODTÜ Yayıncılık, 2004
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder