Hans Blumenberg - Gemi Batıyor Seyrediyorlar
Deniz, yaşam için kullanılan en eski metaforlardan biridir
ve Blumenberg’in gözlemlediği gibi, deniz yolculuğu, sıklıkla hayat
yolculuğuyla karşılaştırılmıştır.
Sınır İhlali Olarak Deniz Yolculuğu
İnsan yaşamını karada sürdürür ve tüm kurumlarıyla karaya
yerleşmiştir.
…açıklardaki sakin bir deniz, saf, eksiksiz bir mutluluğun
yansımasıdır.
…su ile para, yani temel özelliği akıcılık olan bu iki öğe
arasındaki ilişki ilk kez ortaya çıkar: Para, acınası insanlar için yaşam kadar
değerlidir. Her şeyin değişiminin mutlak aracısı olan para, halkların doğasına
uygun olduğuna inanılan ayrılıktan, halkların ilişkileri için bir yol açtı.
Gemi Batar, Ne Kalır?
İnsana özgü tüm yolculuklarda bir başkaldırı saklıdır; bu,
Tanrı’ya ve kutsal bilinenlere bir küfür niteliğinde olmasa bile, bir /
başkaldırıdır…
Kitionlu Zenon, erguvan boyası yükü ile Finike’den gelen bir
gemiyle Pire yakınlarında kaza geçirdiğini bildirirken, nyn euploka, hote
nenauageka (bir gemi kazazedesi olarak denize açılmaktan mutluluk duydum)
diyerek felsefeye başlıyordu.
(Montaigne) İnsanı yanılgıya sürükleyen umut, kendimizi
fazlasıyla önemli görmemize dayanır. Yaşamla ilgili olguların, biz olmadan da
hiçbir zarara uğramadan sürebileceğini, yaşam sahnesinden çekilmemizle de o
kadar üzüntü duyulmayacağını düşünemeyiz.
Montaigne geminin batmasını izleyenleri, bundan haz duyma
hakkına sahip olmalarıyla değil, ama hayatta kalma başarısı karşısında kötü
olarak nitelendirilebilecek bir şehvet duygusuna (volupte maligne)
kapılmalarıyla haklı çıkarmayı dener.
Gemi batışlarını sağ salim atlatma konusunda bir şeyler
bilenlerden biri de Goethe’dir.
Gemiyle denize açılma eğretilemesi, bir başkasını ruhsal
açıdan etkilemeye de yöneliktir.
Nietzsche’nin Zerdüşt’ünün bitmiş bölümlerine ilişkin
notlarının bütünü içinde, doğal olarak geminin batış sahnesi de var. Bölüm,
“Kasırgadan” başlığını taşıyor: Zerdüşt bir zamanlar bir geminin batmasıyla
birlikte karaya doğru sürüklenirken, kendini bir dalganın üzerinde ata binmiş
gibi koşarken bulunca şaşırdı: “Kaderim nerede kaldı? Nerede karaya çıkacağımı
bilmiyorum. Kendimi yitirdim artık.
Nietzsche’nin kalas imgesinde, geminin batışı geri plandadır
ve vurgulanması gerekmez. Her şeyi salt hayatta kalabilmenin aracı haline
getirir.
İzleyici Estetiği ve Ahlakı
…burada kastedilen bir başkasının çektiği acıyı izlemekten
hoşlanmak değildir. Söz konusu olan insanın kendisinin kazadan etkilenmeyişinin
tadına varmasıdır.
Tanrılar, kendilerinin de belirttiği gibi, salt dünya olgusunun
ne kurucuları ne de yöneticileridirler ve tümüyle kendi kendileriyle meşgul
oldukları için mutlu olabilirler. Şüphesiz, dünyayı izleyenler bu denli arı
olamaz.
…ortaçağ, -Aristoteles’in etkisizleşmiş etkileyicinin
dikkati kendine yönlendirmesinin dayanaksızlığına ilişkin öğretisini unutarak-
tanrıyı dünya tiyatrosunun izleyicisi yaptı.
(Aydınlanma – Voltaire) Candide de, Lizbon açıklarında
geçirdiği gemi kazasında dürüst insanların denizde batıp gittiklerini, acımasız
bahriyelilerin ise kurtulduklarını görmek zorunda kaldı.
Marquise du Châtelet, ölümünden otuz yıl sonra, ancak
1779’da ilk kez yayımlanan “Mutluluk Hakkında” başlıklı bilimsel incelemesinde,
limanda kalmayı akla uygun gören düşünceyi, mutluluğun ve yaşama şansının
kaçırılmasından sorumlu tutar.
Böylece Marquise okuyucuya, duyumsamak ve düşünmek için
gerekli olan değerli ve kısa zamanın bir bölümünü düşünmekle yitirmemesini
önerir.
…insanlara denizde kazaya uğrayan gemiyi izlettiren meraktan
başka bir şey değildir.
İnsan, merak ağır bastığı zaman, kendisine ilişkin
kaygılarını bile unutabilecek kadar izlemeyi seven bir yaratıktır.
Merak bizi en küçük tehlikeden bile uzaklaştıran ve yalnızca
kendimizle ilgilenmeye iten bir duygusallıktır.
Güvenlik ve mutluluk, merakın ön koşullan ve aynı zamanda
belirtileridir. Meraklı bir halk, yöneticiler için bir övünme nedenidir. Çünkü
bir ulus ne kadar mutluysa, o kadar da meraklı olacaktır. Bu nedenle Paris
merakın başkentidir.
1774’te Herder felsefenin son durumunu geminin batışı
eğretilemesiyle açıklıyordu. Ancak yalnızca yüz kişide yaşanan kuşku olarak
değil, karşı çıkışlar ve denizdeki büyük dalgalar olarak görüyordu: Batılır,
yoksa batan gemiden ahlak bilincine ve felsefeye ilişkin neyin kurtarıldığından
söz etmeye değmez.
Hayatta Kalma Sanatı
(Goethe)
Onca çabaya rağmen denizde bir iz kalmaması, bir başka
ifadeyle tüm olguların anlaşılabilirlik ve kavranılabilirlikten uzak olması
dikkat çekicidir. Denizde ilerleyişten de, kaza geçirip batıştan da geriye
kalan, o aynı el değmemiş yüzeydir.
İzleyici Konumunu Yitiriyor
Schopenhauer’e göre, algılayan, düşünen ve isteyen insanın
kimliği iki konumda, batanın ve izleyenin konumunda belirginleşmektedir.
19. yüzyıl, hiç kuşkusuz ki, niceliksel açıdan batan gemiler
çağıdır. Doğa bu çağda, önceki çağlara oranla gücünden daha emin bir biçimde
karşımıza çıkar. Yalnızca İngiltere bu yüzyıl boyunca her yıl 5000 kişiyi bu
tür kazalarda yitirmiştir.
Jacob Burckhardt’a göre, insan yaşamının tümünde görülen
çöküş ve yükseliş, kazanım ve kayıp gibi karşıtlıklar, gizemli bir dengeye
sahiptir. Yalnızca arzu edilebilirlik biçiminde tasarımlanmış olsa da, çöküşler
ve yeni başlangıçlar kesintisiz bir biçimde birbirini izlemektedir.
Batan Gemiden Gemi Yapmak
Gemi kazazedelerinin harcadıkları çabalara yönelik gözlem,
yolculukların neredeyse bitiminde başlar. Hayatta kalmak Robinsonvari bir
başlangıca dönmek ve imge sürecini geriye sarmak demektir.
Retorik, hasar görmemiş gemiye, kuşku uyandırıcı tarihin
koruma alanı olarak döneceğine güvenerek, suya atlamaya ve yeni baştan
başlamaya cesareti olanların ve denizlere açılmak isteyenlerin yeniden o
konforlu gemideki izleyicisi olma eğilimini güçlendirir.
Modem çağın Robinson özlemi, memleketini ve mirasın terk edip
geminin güvertesinde bir hiç olarak, her şeye yeniden, yeni baştan başlamaya
doğru yönelmek demektir.
Ek: Kavramdışılık Kuramına Bakış
İyi bir simge belleği tazeler.
Zamanın bir tasarımdan bir başka tasarıma doğru mantıki
gereklilik sonucu gelişen bir kavram ol-maması, Newton’ın mutlak zaman
kavramını aşarak iç duyuların yalnızca düşünme yolu ile kazanılan biçimine
dönüşmesine izin veriyor. Kant, Salt Aklın Eleştirisinin ikinci baskısının
“İdealizmin Çürütülmesi” başlıklı bölümünde, zamanın belirlenmesini kanıtlarla
gerçekleştirse de, mekân eğretilemesinin, zaman anlayışının temelinde olup
olmadığı ve ondan ayrılıp ayrılamayacağı anlaşılamıyor. Bu, beyinde genetik
açıdan mekân tasarımına ilişkin yetilerin, zaman tasarımına ilişkin yetilere
oranla daha eski olmasıyla ilintilidir.
İsa’nın madde olarak değil, bir görünüm olarak çarmıha
gerilmek suretiyle öldüğünü yadsıyan tarikat öğretisi ise keşiflerin en büyüğü
oldu. Bunun sonucunda, insan doğasının Tanrı tarafından tarihi varoluş süreci
içinde, suyun borularda dolaşması gibi dolaştırıldığını öngören tanrısal
sırları bilme isteğinden vazgeçildi. Mitolojik öğelerle yükümlülük getirmeyen
bir biçimde ilgilenmenin geri planı, Tanrı-insan kutsal birliğinin
değiştirilemezliğinin temel ilkelere katı biçimde bağlanmasına yol açtı. Ancak
İncil’i açıklayan yazıların basılarak çoğaltılması, bu katılığı yumuşattı.
Böylece eğretileme, dili bu gerçekçiliğin katı taleplerinden uzaklaştıran bir
biçim aldı.
Kavram, soyut olanın algılanmasına eğilim gösterip bu tür
bir algılanmaya gereksinim duysa da, simge tamamıyla karşıt bir yönde,
gönderimde bulunduğu şeyden ayrılır. Freud’un da tahmin ettiği gibi, simge
olabilme yeteneği, imge oluşturabilme yeteneksizliğinden kaynaklanmaktadır.
…simge kavramı ilk kez antik tıpta hastalık belirtisi
kavramından doğmuştur. Böylece algılama ve anlama süreçlerindeki olguları
kavrama olanağını sağlamıştır. Duyuların ikincil nitelikleri ve iç
hastalıkların belirtileri gibi, tasarlandığı biçimde kullanılmadığı zaman
simgeler çok az şey yansıtırlar.
Varlık, dünyada-varoluş, bu içinde-var olunan dünyanın
"nesnelerden” oluşmadığı; ancak eğretilemelerle de kavranılamayacağı
anlamına geliyor.
Varlığın gizlenmişliğine karşın bilimsel aklın körlüğü…
Modern dünyayı mümkün kılan kırılmalardan biridir.
Kant, özgürlük yalnızca akhn gerekli ön koşulu olarak
düşünülebileceğinden, özgürlük bir temel düşüncedir demektedir. Oysa özgürlüğün
gerçekliğine ilişkin hiçbir deneyim olmadığı gibi, onun temel düşünce olarak
olası bir açıklaması da bulunmamaktadır. Kant tarafından, özgürlük kavramı için
mutlak eğretilemeye yakın olan "simge” kavramı kullanılır.
Kant, deneyime dayalı algılama, düşünme ve so-nuçların
bilincine varma sentezini, aklın bir yöntemi ve kategorilerini ise son karar
verici düzenleme olarak açıklıyor.
Akıl, davranışlarında bir yönteme bağlı olmayan bir özne
olmadığı gibi, düzenleyici yöntemlerin tümünden başka bir şey de değildir.
…
Türkçeleştiren: Osman Toklu
Alfa Yayınları, Ekim 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder