Peter Watson - Fikirler Tarihi, Ateşten Freud'a
Türkçeleştiren: Kemal Atakay, Barış Pala, Bahar Tırnakçı,
Nurettin Elhüseyni, Kaya Genç
Yapı Kredi Yayınları, 2014
Giriş
Tarihteki En Önemli Fikirler: Bazı Adaylar
“Newton, akıl çağının öncüsü değildi. O, büyücülerin
sonuncusuydu”
Keynes
Lactantius, 4. yüzyılda şunları yazıyordu: "Amacı ne
bilginin? / alimlerin kafa patlattıkları her ne ise onu bilmemin bana ne yararı
var?"
entelektüel tarihi üçe bölme eğilimi
(bazılarına göre) Matbaa, barut ve mıknatıs / bu üçü, dünyanın her yerinde işlerin bütün
çehresini ve durumunu değiştirmiştir (pek çokları bu konuda başka elemanlar öne
sürdü)
Ernest Gellner / Saban, Kılıç ve Kitap / üretim, ikna ve
bilgi
bu kitabı üçlü bir yapı üzerine kurdum. / Ruh, Avrupa ve
deney.
Entelektüel tarih kavramını düşünen ilk kişi, Francis Bacon
(1561-1626) olabilir.
Lovejoy / Büyük Varlık Zinciri
Lovejoy'a göre, Büyük Varlık Zinciri, 2.400 yıl boyunca
evreni anlamanın en etkili yolu olmuştu ve Tanrı'nın doğasına ilişkin belli bir
kavrayışı imliyordu.
Büyük Varlık Zinciri'nin ardındaki düşünce, olabildiğince
yalın bir dille söylemek gerekirse şudur: Evren özü itibariyle rasyonel bir
yerdir; burada bütün organizmalar büyük bir zincir halinde birbirine bağlıdır;
alçaktan yükseğe uzanan bir yelpaze değildir bu / ama genel olarak hiçlikten
cansızlar alemine, bitkiler alemine, oradan da yukarıya hayvanlara ve sonra
insanlara, sonra daha yukarıya meleklere ve öteki "maddi olmayan ve
zihinsel" varlıklara uzanan, en tepede üstün ya da yüce bir varlığa, bir
son ya da Mutlak'a ulaşan bir hiyerarşi söz konusudur.
James Thrower, The Alternative Tradition / Lovejoy'un
"Büyük Zincir" tezinin alternatifidir.
Öndeyiş
Zamanın Keşfi
1835'ten beri, Abbeville eteklerindeki nehirden çakıl
çıkaran işçiler, çeşitli türden taş aletlerin yanı sıra eski hayvan
kemikleriyle karşılaşıyorlardı. Bu taş aletler, Boucher de Perthes'te insan
soyunun Kutsal Kitap'ta söylenenden çok daha eskilere uzandığı kanısını
uyandırmıştı.
Modern zaman kavrayışı, bu keşiflerden kaynaklanır
Bu değişim, taş aletlerin incelenmesiyle yakından
bağlantılıydı.
La Peyrere, 1655'te Kutsal Kitap'taki yaratılış anlatısına
meydan okuyan ilk kitaplardan birini yazdı.
La Peyrere'e göre, Adem-Havva çifti, yalnızca Yahu- dilerin
atasıydı. Yahudi olmayanlar, daha eski, Adem öncesi bir dönemde
yaratılmışlardı. La Peyrere'in kitabı, "dine saygısızlık ve
dinsizlik"le suçlandı, kendisi Engizisyon tarafından yakalandı, hapse
atıldı ve kitabı Paris sokaklarında yakıldı. La Peyrere, / bir manastırda
"akıl sağlığını yitirmiş" olarak öldü.
…geçmişe yönelik ilgi, Rönesans'tan başlayarak, özellikle
17. yüzyılda gücünü korumuştu
Kültürel evrim fikri, biyolojik evrim fikriyle koşutluk
gösteriyordu.
1. KISIM
LUCY’DEN GILGAMIŞ’A
İmgelemin Evrimi
3,4 ila 2,9 milyon yıl önce ilk insanların iki ayaklı olup
olmadığına dair bütün kuşkuları ortadan kaldıracak kadar çok parça günümüze
ulaşmıştır Lucy'nin iskeletinden.
…taş aletler ile insanın daha sonraki biyolojik gelişimi
arasındaki bağlantı son derece önemliydi. Bunun nedeni, 2,5 milyon yıl öncesine
kadar insanın otobur olmasıydı. Oysa, taş aletlerin kullanılmaya başlaması,
insanın et yemesini, büyük ve küçük avların kaslarına ve iç organlarına
ulaşmasını sağlamış ve bunun beynin gelişimi açısından önemli sonuçları
olmuştur.
…paleontologlar, ilk insan yapımı taş aletlerin öteki
primatların yaptığı aletlerden iki önemli farkının olduğu kanısındadırlar.
İlki, taş aletlerden bazılarının başka aletlere biçim vermek için yapılmış
olmasıdır: Bir çubuğu keskinleştirmek için keskin taşların kullanılması gibi.
İkincisi ise, ilk insanların, belirli tür bir aletin çevredeki belirli tür bir
sert kayadan "çıkarılabileceğini "görebilmelerinin gerekli olmasıdır.
Serengeti ovasının güney ucu yakınlarındaki Olduvai
(Tanzanya), büyük bir olasılıkla paleontolojideki en ünlü yer olup, birçok öncü
keşif burada yapılmıştır.
Taş aletler, genellikle, tek başlanna bulunmazlar.
Olduvai'da yaklaşık 1,75 milyon yıl öncesine tarihlenen çeşitli sitlerde,
kemiklerle, bir kazıda ise kabaca yarım daire şeklinde biçimlendirildikleri
anlaşılan daha büyük taşlarla bağlantılı aletler bulunmuştur.
İngiltere'deki Reading Üniversitesi'nden arkeolog Steven
Mithen, ilkel zihnin üç temel özelliğinin olduğunu düşünür: Teknik zeka (taş
aletler yapma), doğa tarihi zekası (çevresindeki araziyi ve vahşi yaşamı
anlama) ve sosyal zeka (gruplar halinde yaşamak için gerekli beceriler).
(Homo erectustan sonra taş aletler) Artık simetriktirler,
aletin her iki yanı vurulup yontularak sivri uçlar oluşturulmuş, zarif bir uzun
uç ile inci şekilli bir taş elde edilmiştir.
…ilk ölü gömmeye ilişkin izler, 120.000-90.000 yıl öncesine
uzanır ve İsrail'deki Kafzeh ve Skhul mağaralarında bulunmuştur. Bu
"mezarlar"daki kemikler, modern insanlara çok benziyordu
Slovenya "flütü
Bu nesne, 1995'te bulunmuş ve dünyanın en eski çalgısı
olarak büyük bir coşku yaratmıştır. 54.000 yıl öncesine tarihlenen ve batı
Slovenya'da Reke yakınlarındaki Divje Babe'de bulunan bu nesne, boru şeklindeki
bir kemik parçasıdır; üzerinde düz bir çizgi halinde iki tam, iki yarım delik
vardır.
Dilin Ortaya Çıkışı ve Soğuğun Alt Edilmesi
İlk insanın ve primatların ya da diğer memelilerin
kullandığı aletler ya da sergilediği davranışlar incelendiğinde düşüncenin ilk
dönemiyle ilgili birçok çıkarım yapılabilir. Bunlardan biri taş aletlerdeki
standartlaşmadır. Bazı paleontologlar bunun dil olmadan mümkün olmadığını
söylüyor.
Adam anlamına gelen MANO farklı dillerde şu şekillerde
görülür: AntikMı- sır dilinde fallik bir tanrının ismi olan Min; Somali'de
erkek anlamına gelen mun; Doğu Sudan dillerinden olan Tama'da ma = erkek;
Tamilce'de mantar = insanlar, erkekler; Gondi'de manja = adam; Austric'de
insanların kendilerinden bahsederken kullandıkları şekilde man ya da mun;
(Kanada'da konuşulan bir yerli dili olan) Squamish'de man = koca, eş; Güney
Amerika'daki Wanana dilinde meno = adam; Kaliana'da mino =
adam, kişi; Guahibo'da amana = koca, eş; İngilizce dâhil Hint - Avrupa
dillerinde man = adam.
Bir ya da parmak anlamına gelen TIK: Gur (Afrika), dike = 1;
Din- ka (Afrika), tok = l; Hausa (Afrika), (daya)tak = tek bir; Korece, teki =
1; Japonca'da, te = el; Türkçe'de tek; Grönland - Eskimo dilinde, tik = işaret
parmağı, el; Aleut'ta tik = orta parmak; Tlingit'te tek = 1; Amerind
dillerinden Karok'ta, tik = parmak, el, Mangue'de, tike = 1, Katembri'de tika =
ayak başparmağı; Boven Mbian (Yeni Gine), tek = tırnak; Latince, dig(-itus) =
parmak, decem = 10.
Su anlamına gelen AQ'WA. Nyimang (Afrika), kwe = su; Kwama
(Afrika), uuku = su; Janjero (Afrika), ak(k)a = su; Japonca, aka = sintine
suyu; Ainu, wakka = su; Amerind dillerinden Allentaic'te aka = su, Culino'da
yaku = su ve waka = nehir, Koraveka'da ako = içecek, Fulnio'da waka = göl; Hint
Avrupa Dilleri'nden Latince ve İtalyanca'da aqua = su.
…benzerlikler bir şeye, imgelemimizin simgeler yaratma
konusunda, genlerimizden kaynaklanan bir sınırlamaya tabi olabileceğine işaret
edebilir.
2005'te yapılan bir çalışma 115 farklı alfabedeki harflerin
çoğunun ortalama üç vuruştan ibaret olduğunu göstermiştir.
Yazının fiziki şekli düşünmeyi önemli ölçüde etkiler mi?
Tanrıların Doğuşu, Ev ve Yuvanın Evrimi
Merlin Donald'a göre insanın tarihindeki en büyük dönüşüm
epizodik düşünmeden mimetik düşünmeye geçiştir çünkü "insanın kendi sinir
sisteminden kurtuluşuna" işaret eden kültürün gelişimi bu sayede mümkün
olmuştur.
Bilinen en eski demir aletler İÖ 5000'lerde Irak'ın kuzeyi,
İran ve Mısır'da kullanılmışlardır. Fakat bu aletlerden sadece biri eritilmiş
demirden yapılmıştır, diğerleri demir bazlı meteorların şekillendirilmesinden
ibarettir.
İngilizcede maaş anlamına gelen "salary" kelimesi
köken olarak, Latincede "tuzdan" anlamına gelen "salarius"
kelimesinden gelir. (Romalı askerlerin maaşları, yavan olan yemeklerini
tatlandırmaları için tuzla ödenirdi.)
İngilizcede büyükbaş anlamına gelen "cattle"
kelimesiyle, sermaye anlamına gelen "capital" kelimesi aynı Latince
kökten gelmektedir.
İsteyenin gelip malını para karşılığı satabildiği ilk pazar
bir Lidya şehri olan Sardis'te kuruldu.
Arkeolojik kayıtlara göre ticarete konu olan ilk madde /
obsidiyendi.
Paranın keşfiyle yepyeni işler ortaya çıktı. Mesela
Sardis'te bilinen ilk genelevler inşa edildi ve kumar oynanmaya başlandık Daha
önemlisi paranın doğumu insanların aile çemberini kırmalarına imkân sağladı.
Çalışma ve insan emeği sikke cinsinden değer taşıyan bir
mala dönüştü, yani artık zaman da bu şekilde (maddi olarak) ölçülebiliyordu.
Bilgelik Şehirleri
İnsanlığın ilerleyişi açısından hiçbir keşif yazının
keşfinden daha önemli değildir
Aslında ilerlemenin tarihi açısından bakıldığında yazıdan
daha esaslı ve önemli olan, tekerlekli arabanın da tesadüfi şekilde Sümerler
tarafında bulunmuş olmasıdır.
…ilk okullar, ilk tarihçi, ilk ilaç kitabı, ilk saatler, ilk
(mimari) kemer, ilk yasalar, ilk kütüphane, ilk tarım almanağı ve ilk iki
meclisli kongre / Sümerlerde ortaya çıktı.
Klasik tanıma göre medeniyet şunlardan üç ya da daha
fazlasından müteşekkildir: şehirler, yazı, mesleki uzmanlaşma, anıtsal yapılar,
sermayenin oluşumu.
…ilk kentsel yerleşimler İÖ 4000 öncesine tarihlenen ve
Mezopotamya'nın kuzeyinde, Suriye - Irak sınırında yer alan Tell Brak ile Tell
Hamoukar'dı.
…ilk şehirler Mezopotamya'nın güneyinde İÖ 3400 dolaylarında
ortaya çıktı. Bunlar (üç aşağı beş yukarı bu sırayla) Eridu, Uruk, Ur, Umma,
Lagaş ve Şurappak'tı.
Babil birçok "ilk"e ev sahipliği yapıyordu çünkü
yazı orada keşfedilmişti ve bu yüzden de Babil'le ilgili olarak, tarih içinde o
döneme kadar sahip olmadığımız bilgilere sahibiz.
dağın tepesi anlamına gelen zigguaratu
…kelimeler sayılarla ortaya çıkmıştı.
Bazı akademisyenler "Eski Avrupa" yazılarını
kullananların (Marija Gimbutas'ın ifadesini kullanmak gerekirse) işgalci
Hint-Avrupalılar tarafından anayurtlarından sürüldüklerine inanırlar.
"Lineer" terimini kullanılması Vinca işaretlerinin
(piktografiğin aksine) çizgisel özelliklerini vurgulamak isteyen Gimbutas'ın
fikriydi.
Yazı erken safhalarında kısıtlı alanlarda kullanılıyor,
temeli ticarete dayandığı için kelimeler kadar rakamları da barındırıyordu.
Bildiğimiz anlamda yazı ve okuma Sümer dilinde, Güney
Mezopotamya'da yer alan Şurappak'ta gelişti.
Bugün en iyi bilinen Sami dilleri İbranice ve Arapça olsa da
İÖ ikinci binyılda yaygın olan ana dil, Fenikece ve İbranicenin atası olan
Kenanca'ydı.
Antik dönemde, yazıdan önce, insanların hafızalarını mükemmel
şekilde kullanabildiklerini unutmamalıyız. Binlerce mısralık şiirlerin
ezberlenmesi görülmedik şey değildi, edebiyat bu şekilde korunuyor ve
yayılıyordu.
Akkad Kralı Sargon bilinmezlikten gelip "dünyanın
kralı" olur.
…doğum yaptığını gizlemek isteyen bir rahibe (kadın rahip)
olan annesi onu katranla sıvadığı hasır bir sepete koyup nehre bırakır. Dereden
su çeken bir adam Sargon'u bulur ve onu evlat edinir. Sargon ilk başta bahçıvan
olur... sonra da kral.
Ras Shamra/Ugarit'te çıkarılan metinlerde tanrı Baal'in Eski
Ahit'teki Su Canavarını anımsatan, "yedi başlı, kıvrılmış dev bir
yılan" olan Lotan'la savaşını anlatılır. Bir de sel edebiyatı vardır.
Bu şiirde Utanapişti, "(Sonsuz) Yaşamı Bulan"
olarak bilinen sel kahramanı, benzer efsanelerde Ziusudra ya da Atrahasis
olarak geçer. Tüm hikâyelerde sel tanrı tarafından bir ceza olarak
gönderilmiştir.
Gılgamış Destanı
Babil'in en büyük edebi yaratımı, dünyanın ilk düşsel
şaheseri Gılgamış Destanı ya da şiirin adıyla söyleyecek olursak "Her şeyi
Gören Adam"dır. Gılgamış'ın İÖ 2900 civarında Uruk'un kralı olduğundan
neredeyse eminiz,
Gılgamış öylesine sert bir liderdir ki tabiyetindekiler,
tanrılardan Gılgamış'la başa çıkarak halkın rahat bir hayat sürmesine imkân
sağlayacak bir karşıt güç yaratmasını isterler.
tanrılar "kıllı, vahşi bir adam" olan Enkidu'yu
yaratır.
Enkidu'yla Gılgamış sıkı dost olup sonraki maceralara
birlikte atılırlar.
İkisi tanrıça Inanna'nın Gılgamış'a âşık olduğu
Mezopotamya'ya dönerler. Gılgamış ilgisini karşılıksız bırakınca Inanna intikam
için "yüz adamın bile kontrol edemediği, korkunç (...) cennet
boğasını" onu öldürmek üzere görevlendirir. Ama Enkidu Gılgamış'la
güçlerini birleştirir ve ikisi boğayı lime lime ederler.
Enkidu'nun kaybı Gılgamış'ı kötü etkiler
Gılgamış dünyanın sonuna, güneşin battığı dağların ötesine
ulaşmak için yola çıkar. Güneşin geceleri kaybolduğu karanlık geçidi bulur
Utanapişti'nin kayıkçısıyla karşılaşır ve kendisini
"bir damlası bile tümden yıkım" yaratan ölüm denizinin karşı kıyısına
geçirmesi için onunla anlaşır.
Gılgamış'a içini açar ve eski çağların birinde tanrıların
insanlara kızdıklarını ve bir sel gönderdiklerini anlatır. Bir tek Utanapişti
ve karısının yaşamasına izin verilmiştir: İkisi önceden uyarılırlar ve büyük
bir tekne inşa ederek her canlıdan bir çift alıp bu tekneye koyarlar.
Dağ atgillerine değinecek olursak kimsenin atın ne zaman ve
nerede evcilleştirildiğini ya da ata binme düşüncesinin ne zaman ve nerede
ortaya çıktığı bildiğini söyleyemeyiz.
Nicholas Postgate 1974'te yayımlanan Taxation and Conscription
in the Assyrian Empire (Asur İmparatorluğunda Vergilendirme ve Zorunlu
Askerlik) adlı kitabında inceledi. Postgate, kral tarafından her bölgeye iki
adam gönderildiğini, at bulmak ve başkente yollamakla görevli bu adamların her
gün kral için toplam 2.000 adet "at raporu" yazdığını gösterdi.
Hammurabi (İÖ 1792-1750)
cesur ve başarılı bir kraldı. Başkenti Babil'di
H.W. Saggs Hammurabi kanunlarının değişmez olanlar ve
durumlarla ilgili olanlar olarak ikiye ayrıldığını söyler. Değişmez kanunlar
"Öldürmeyeceksin" benzeri, kesin, yasaklayıcı kurallardır. Durumlarla
ilişkili olan ise "Eğer bir adam saklaması için para ya da mal verirse ve
bunlar komşusunun evinden çalınırsa, hırsız bulunursa çaldıklarının iki katını
ödemelidir." örneğindeki gibidir.
Bunlar bizim bildiğimiz manada yasalar değil, prensiplerin
yer aldığı bir beyandan ziyade temsili örneklere dayanan kraliyet hükümleridir.
Babillilere ait başka bir "ilk" olan özel mülkiyet
kavramının gelişimiydi.
2. KISIM
YEŞAYA'DAN CU Şİ'YE
Sunu, Ruh, Kurtarıcı: "Tinsel Atılım"
Meksika'da çocuklar gözyaşları yağmur yağdırsın diye kurban
ediliyordu. Başka kültürlerde fiziksel bir anormalliği olan insanlar kurbanlık
olarak seçiliyordu.
Sunu temelde iki şeydir. Bir
armağandır ve insanla tinsel dünya arasındaki bağdır. Tanrıları ya istediğimiz
gibi davranmaya zorlamak ya da hoşnut etmek, öfkelerini yatıştırmak veya
gidermek ya da kefaret ödemek yönünde bir çabadır.
…ilk büyük uygarlıkların ortaya çıkışıyla birlikte-Büyük
Tanrıça, Boğa ve kutsal taşlara ilişkin- temel simgecilik oluştu,
…ilk Hint tanrılarından İndra hep boğaya benzetilmiştir.
İran'da sık sık boğa kurban ediliyordu. Afrika ve Asya'nın çeşitli yerlerinde
de boğa tanrılara tapınılıyordu. Erken dönem Mezopotamya'sının Akkad dininde
boğa bir güç simgesiydi
Orta Hindistan'ın Dravid kabilelerinde ortaya çıkan bir
geleneğe göre, yeni ölmüş bir adamın mirasçısı dört gün içinde onun mezarının
başına dokuz ya da on ayak yüksekliğinde koca bir taş yerleştirmeliydi. Bu
taşla amaçlanan, ölünün ruhunun "yere sabitlenmesi" idi.
Temel inançlara sununun ardından yapılan ikinci önemli
ekleme olan "gök tanrısı" kavramı Neolitik çağın başında ortaya
çıkmış en yaygın yeni fikirdi.
…tanrısallık anlamındaki Sümerce dingir
sözcüğü "parlak, ışıltılı" demekti; aynısı Akkad dilinde de
geçerliydi. Aydınlık gökzüyü tanrısı Dieus tüm Ari kabilelerinde ortaktı. Hint
tanrısı Dyaus, Roma tanrısı Jüpiter ve Yunan tanrısı Zeus hep aynı ilkel gök
tanrısından evrilmişti ve birkaç dilde ışık için kullanılan sözcük aynı zamanda
ilah için kullanılan sözcüktü (tıpkı İngilizcede "day" (gün)
sözcüğünün Latince deus sözcüğüyle ilişkili olması gibi). Hindistan'da Vedalar
zamanında en önemli gök tanrısı Varuna'ydı ve Yunanistan'da Uranus gökyüzü idi.
Sonunda Zeus onun yerini aldı; Zeus da hem "parlaklık",
"ışıltı" hem de "gün" anlamındaki Dieus ve Dyaus ile aynı
sözcük olabilir.
İlk insanın Paleolitik çağdan beri ilkel bir "öbür
dünya" anlayışı olduğunu biliyoruz. Çünkü, daha o zaman bazı insanlar öbür
dünyada gereksinim duyulacağı düşünülen mezar eşyalarıyla birlikte
gömülüyorlardı. Bunlara bakılırsa, ilk insanlar öbür dünyanın ya da ölüm ve
yeniden dirilişin kanıtı olan bir yığın şey görmüş olmalıydılar.
Eski Mısırlılara göre, bedenin yanı sıra varlık gösteren iki
şey daha vardı: ka ve ba. "İlki yaşayan insanın bir tür ikizi olarak
görülüyor ve koruyucu bir cin işlevi görüyordu
Ölüm durumunda bunun için erzak hazırlanması gerekiyor ve
mezara het ka ya da "ölüm evi" deniliyordu.
İkinci varlık ba eski Mısır kültürüne ilişkin modern çalışmalarda
genellikle "ruh" olarak tanımlanır
Bununla kastedilenin, ruhun özgürce devindiğine, bedenin
fiziksel sınırlamalarının ağırlığı altında ezilmediğine işaret etmek olduğuna
kuşku yok gibidir.
Rigveda ilahileri hayatı doyasıya yaşayan bir halkı anlatır;
sağlıklı olmaya, yeme içmeye, maddi lükslere ve çocuklara değer veren bir
halktır bu.
Ne ki, bir de ölüm sonrası evre vardı ve kişinin dünya
üzerindeki dindarlığı bunun niteliğini bir dereceye kadar belirliyordu. Bununla
birlikte, bu iki evre de nihaiydi: Ruhun yeryüzünde yaşamak üzere bir kez daha
dönebileceği gibi bir düşünce yoktu; bu sonradan icat edildi.
Bugünün ölümsüz ruh kavramı bir Yunan düşüncesidir ve
Pythagoras'a çok şey borçludur.
…öbür dünyaya inanan Yunanlılara göre, ölüler doğrudan yeraltı
dünyasına gidiyorlardı.
Yeraltı dünyasına Hades deniliyordu ve bu sözcük gözle
görülmez anlamındaki bir kök sözcükten türemiştir.
Hesiodos'un İşler ve Günler'ine (İÖ 8. yüzyıl sonları)
gelindiğinde, birçok kahramanın dünya üzerindeki yaşamı sona erdiğinde
gönderileceği Kutsanmışlar Adaları'ndan söz edildiğini görüyoruz. Hemen hemen
aynı dönemde, epik şiirlerde, ilk kez olarak ölülerin taşıyıcısı Kharon'dan söz
edildiğini görüyoruz. 5. yüzyılda Yunanistan'da ölüleri bir obol'le, Kharon'a
ödenecek ufak bir sikkeyle birlikte gömme uygulaması başladı.
Cennet (paradise) -hiç değilse sözcüğün kendisi- çok daha
iyi belgelenmiştir. Eski bir Med sözcüğüne dayanır: pari=çevre, ve daeza=duvar.
(Medler İÖ 6. yüzyılın bir İran uygarlığıydı.) Paridaeza sözcüğü üzüm bağı,
palmiye ağaçları korusu, tuğla yapılan yer ve hatta bir örnekte, Samos'un
"kırmızı fener" bölgesi gibi çeşitli anlamlara gelir.
…dünya İÖ 750-350 yılları arasındaki dönemde büyük bir
düşünsel dönüşümden geçmiş, dünyanın en önemli dinlerinin çoğu bu görece kısa
dönemde ortaya çıkmıştır.
Buna ilk kez Alman düşünür Karl Jaspers 1949'da The Origin
and Goal of History (Tarihin Kökeni ve Amacı) kitabında işaret etmiştir. Bu
dönemi "Eksen Çağı" diye adlandırıyor ve "tarihte en derin ayrım
çizgisiyle karşılaştığımız" dönem olarak tanımlıyordu.
Konfüçyüs ve Lao-tse Çin'de yaşıyorlardı ve Mo-ti,
Chuang-tse, Leh-tsu ve başka birçok kişinin de aralarında bulunduğu tüm Çin
felsefesi okulları ortaya çıktı; Hindistan Upanishad'ları ve Buda'yı ortaya
koydu
İran'da Zerdüşt iyiyle kötü arasındaki savaş şeklinde
iddialı bir dünya görüşü sundu; Filistin'de peygamberler Yeşaya ve Yeremya
yoluyla İlya'dan İkinci-Yeşaya'ya kadar boy gösterdi; Yunanistan'da Homeros'un,
Parmenides, Herakleitos ve Platon gibi düşünürlerin, tragedya yazarlarının,
Thukydides ve Arkhimedes'in ortaya çıkışına tanık olundu.
Taşa tapınım da ilkel Sami dininde önemli bir rol oynuyordu.
İlk İbranilere göre kutsal bir taş bir "Beytel",
tanrıların oturduğu bir yerdi. Yakup'un düşü söylencesinde, kutsal taşın
meshedildiği ve konuşanın tüm servetinin ondalığını sunu olarak vereceğine ant
içtiği bir örnekle karşılaşırız.
İlk İbrani kutsal yazılarındaki Tanrı hiç de her şeye gücü
yeten, her yerde var olan bir varlık değildi ve bir sandıkta yaşıyordu.
Yunanca bir sözcük olan "prophet"
(peygamber) kutsal bir bilicinin mağarası önünde konuşan kişi anlamına gelir.
İlk peygamberler, İlya ve Elişa kişisel vicdan düşüncesini
getirdiler. İlya bazı üyeleri yozlaştığı ve Baal'e taptıkları için krallık hane
halkına karşı eleştirel bir tutum içindeydi.
Amos çevresinde gördüğü rüşvetçilik ve eski doğurganlık
törenlerinin bir kalıntısı olan tapınak fahişeliği karşısında dehşete düşmüştü.
"Seçme" kavramını geliştiren oydu: İsrailoğulları Yahve tarafından
seçilmişlerdi; onunla yaptıkları anlaşmaya bağlı kalmaları ve yalnızca ona
ibadet etmeleri koşuluyla onları koruyacaktı
Tanrı her zaman bağışlayıcıdır ve yeterince insanın tövbe
etmesi durumunda bir barış çağı öngörüsünde bulunur.
Bu, birçok araştırmacının belirttiği gibi, tarihe ilk defa
olarak doğrusal bir nitelik verir. Tanrı tarihe bir yön verir
Yahudilerde tam anlamıyla bir öbür dünya inancı yoktu,
dolayısıyla ruha en yaklaştıkları nokta vicdandı.
Kurulu düzene karşı aynı derecede eleştirel olan, sözünü
aynı derecede sakınmayan, belki de daha haşin olan Yeremya toplumdışı biri oldu
İsrailoğulları İÖ 586'dan İÖ 539'a dek Babil'de sürgünde
kaldı.
Zerdüştçülüğün bazı yönleri bakımından Mitra kültünden ortaya çıktığı anlaşılıyor. Bir
kayadan doğduğu söylenen ve çoğunlukla boğa sunusuyla ilişkilendirilen Mitra
tarihsel kayıtlarda ilk kez, Doğu Anadolu'da Boğazköy'de bulunan ve İÖ 14.
yüzyıla tarihlenen bir yazıtta geçer.
Mitra'nın sözleşme anlamında eski bir Farsça sözcük olduğu
da dikkate alınmalı.
Gelenek Zerdüşt'ün doğum yerini ya Rhages'e, bugün Tahran'ın
ucundaki eski Rey kentine ya da Afganistan, hatta Kazakistan kadar uzak bir
yere yerleştirir.
Gushtasp İran'ın kuzeyinde, bir olasılıkla Kabil'in
kuzeybatısında Belh olarak bilinen eski yerleşim yerinde yaşayan bir kabile
halkının hükümdarıydı.
Zerdüşt'ün görüşlerini dile getirdiği toplum, ateşi ululayan
ve tanıdık yeryüzü ve gökyüzü tanrılarının yanı sıra bir yığın daeva'ya, yani
cin ve şeytana tapınan bir halktı.
Kyros ve yandaşları Ortadoğu'da Zerdüştçülüğü yaydılar.
Kyros Yahudileri serbest bıraktı ve kendi yurtlarına dönmelerine izin verdi.
Hinduizm bir düşünme biçiminden çok bir yaşama biçimi olarak
tanımlanmıştır.
Her köyün dişil ilkenin cisimleşmiş bir biçimi olan kendi
tanrıçası vardı.
Veda geliştikçe bir dünya ruhu önermesinde bulundu. Hiçbir
şeye benzemeyen gizemli bir varlıktır bu: Hem bir sunu hem de bir beden
biçiminde tasavvur edilmiştir ve dünyaya çekidüzen verir.
Dünya ruhunun ağzı rahiplerden oluşmuştur (bunlara temel
kaynak Brahman'la ilişkilerini yansıtmak için Brahmanlar denir: Vedaları yazıya
geçirilişleri öncesinde ezberlemek ve muhafaza etmek Brahmanlar'da babadan
oğula geçen bir sorumluluktu)…
Gautama'nın / yazdığı yeni metinler Upanishad'lar olarak
bilinmeye başladı; bu sözcük "yakın oturmak" anlamındaki Sanskrit
apa-ni-sad sözünden geliyordu
İkiz samsara ve karma öğretisi Upanishad'larda ortaya
çıkmıştı. Samsara yeniden doğuş, karma yaşam gücüdür ama bunun özelliği insanın
sonraki yeniden bedenleşme biçimini belirler. İkiz süreçlerin öznesi atman,
yani ruhtu. Bu sözcük solumak anlamındaki an'dan geliyordu.
Pythagoras ruhların düşmüş, bozulmuş tanrılar olduklarına ve
tıpkı mezardaki gibi bedende hapsolduklarına ve kesintisiz bir yeniden doğuş
çevrimine yazgılı olduklarına inanıyordu.
Platon’a göre, başka bir
gerçeklik düzlemi, duyuların ötesinde değişmez bir tanrısallık dünyası vardı.
İdealar / tam anlamıyla ancak zihinde anlaşılabilir ya da
kavranabilirlerdi.
Platon ideal formların akılda bir şekilde gizli olduklarını,
düşünmenin görevinin bu formları keşfedip ortaya çıkarmak olduğunu ve bunlar
üzerine yeterince uzun bir süre düşünülmesi durumunda bunların anımsanıp
kavranabileceklerini düşünüyordu.
İnsanlar, unutmayalım ki, düşmüş tanrısal varlıklardı
(Ortaçağ'da Hıristiyanlık bu düşünceyi yeniden yaşama geçirdi). Dolayısıyla,
tanrısal olan, bir şekilde insanın içindeydi. Yeter ki, buna akılla
"dokunulabilsindi".
Aristoteles / dini inancın duygusal bir temeli olduğunu fark
etmişti. Bu yüzden, örneğin Yunan tiyatrosu, özellikle Yunan tragedyaları
yaşama dini şenliklerin bir parçası olarak adım attılar: Tiyatroda tragedya
Aristoteles'e göre dehşet ve acıma duygularının deneyimlendiği ve denetim
altına alındığı bir arınma biçimiydi (buna katharsis diyordu).
Konfüçyüs / ahlak düşünürleri arasında büyük farkla en az
gizemci olanıydı.
Konfüçyüs dönemi dolayında, var olan her şeyin sonsuz ve
dönüşümlü iki ilkenin, yin ve yang'ın bir ürünü olduğu ve her insanın içinde
iki ruh, yin-ruhu ve yang-ruhunun bulunduğu, birinin gökten, diğerinin yerden
geldiği düşüncesi ortaya çıktı.
Çin felsefesinin amacı bu ikisini bağdaştırmaktı.
Konfüçyüs / Çin tarihindeki ilk okulu kurdu.
Konfüçyüs düşününün üç can alıcı öğesi vardı. İlki, tao,
yani Yol idi.
İkincisi, jen kavramıydı. Bu ancak söylensel kahramanlar sayesinde
erişilebilecek bir iyilik biçimi (yine Platon'un ideal formlarının yankıları),
kusursuzluğun doruğuydu.
Üçüncü kavram ise J, doğruluk ya da adaletti.
Taocu din birçok bakımdan
Konfüçyüsçülüğün tersi olmakla birlikte Aristoteles ve Buda'yla birçok
benzerlik taşıyordu. Bazıları Taoculuğun kurucusu Laotzu'nun Konfüçyüs'ün daha
yaşlı bir çağdaşı olduğunu düşünürler. Bazılarıysa onun hiç var olmadığını öne
sürerler: lao tzu sözcükleri "yaşlı adam" demektir.
Taoculuğun temelinde bir bağımsızlık arayışı yatar;
dünyadan, bedenden, akıldan, doğadan bağımsızlaşma.
Bilimin, Felsefenin ve İnsan Bilimlerinin Doğuşu
İlk çiftçilerin İÖ 6500 dolayında Yunanistan'ın kuzeyinde,
Selanik çevresinde yerleşik yaşama geçtikleri anlaşılıyor.
Homeros'un iki büyük destanı İlyada ve Odysseia sıklıkla ilk
edebiyat örneği, bütün Avrupa yazınının çıktığı "birincil kaynak",
yeni düşünce kanallarına bir "geçit" olarak tanımlanmıştır.
Bu şiir ve şarkılar mitlere ve İngilizcedeki
"myth" sözcüğünün türediği mythos'a dayanıyordu; Yunanca mythos
aslında "son söz", son bildirim anlamında "söz" demekti.
İÖ 7. yüzyılda yeni bir savaşçı ve yeni bir savaş türü
ortaya çıktı. Bu tunç miğfer, kargı ve kalkanı olan "ağır piyade"
sınıfının (hoplit) ortaya çıkışıydı (hop/on kalkanın Yunancasıdır).
Daha çok insanın askerlik deneyimi edinmesiyle birlikte
bunun iki sonucu olmuştu. Biri, erkin eski aristokratların elinden gitmesi,
ikincisiyse, varsıllarla yoksullar arasında büyük bir uçurum açılmasıydı.
Bu uçurum açıldı çünkü Attika'da toprak, özellikle tahıl
üretimi söz konusu olduğunda verimsizdi. Dolayısıyla, kötü geçen yıllarda
yoksul çiftçiler varlıklı komşularından borç almak zorunda kalıyorlardı.
Attika'da yasalar bir alacaklının borcunu ödeyemeyen bir
borçluyu yakalayıp onu ailesiyle birlikte köleleştirmesine olanak tanıyordu.
Bu durumdan duyulan hoşnutsuzluk öyle yaygınlaştı ki
Atinalılar bizim akıl almaz bulacağımız bir adım attılar. Aracılık etmesi için
bir tiran atadılar.
Atina'da Solon, deneyiminden dolayı tiran seçilmişti.
…ilk icraatı borç nedeniyle köleleştirme uygulamasını
kaldırmak oldu; aynı zamanda ödenmemiş tüm borçları sildi.
Diğer icraatı anayasayı değiştirmek oldu.
Solon üyelik kapsamını yalnızca toprak sahiplerini değil,
tüccarları da içine alacak biçimde genişleterek Meclis'i dönüştürdü ve
Arkhon'luğa seçilebilme şartlarını gevşetti. Dahası, Arkhon'lar görevde
bulundukları yılın hesabını Meclis huzurunda vermek durumunda bırakılmışlardı
Demokrasi Atina'ya İÖ 507'de Kleisthenes tarafından
getirilmişti ve -Atina'nın altın çağı olarak anılan- Perikles dönemine (y.
495-429) gelindiğinde Meclis en üst yetkeydi ve bunun sağlam bir nedeni vardı.
Perikles, düşmanı eksik olmasa da, Yunanistan'ın en önemli komutanlarındandı,
en iyi hatipleri arasındaydı ve olağanüstü bir önderdi. Jüri ve meclis
üyelerine devlet maaşı bağladı, Atina'yı zapt edilmez kılan kent surlarının
inşasını tamamladı ve felsefe, sanat ve bilimle ilgili konulara bir asker ve
siyasetçiden beklenmeyecek ölçüde ilgi gösterdi.
Retorik bir konuşma, tartışma ve ikna etme yöntemiydi ve
meclislerin büyük olduğu, mikrofonun bulunmadığı ve tartışmada başkaları
üzerinde etkili olmanın gerektiği bir demokrasi için zorunluydu. Retorik kendi
kurallarını oluşturdu ve söz söyleme sanatı ve bellek gücüne ilişkin büyük
hüner gösterilerinde özendirici oldu, ki klasik edebiyatın gelişimi üzerinde
bunların derin bir etkisi olmuştur.
İyonyalılar dünyanın doğru dürüst gözlemleme zahmetine
girilmesi durumunda anlaşılabilir bir şey olduğunu kavramışlardı.
İlk biliminsanı İÖ 6. yüzyılda İyonya kıyılarındaki Miletos
kentinde yaşamış olan Thales idi. Bununla birlikte bilim, bizim kullandığımız
anlamda ilk kez 19. yüzyıl başlarında kullanılmış modern bir sözcüktür
Thales'in hemen ardından gelen Anaksimandros da İyonyalıydı.
Evrenin sonul fiziksel gerçekliğinin tanınabilir bir fiziksel töz (çok
sonraları görüldüğü gibi, gerçeklikten çok da uzak olmayan bir kavram)
olamayacağını öne sürüyordu. Suyun yerine bildiğimiz türden kimyasal
nitelikleri olmayan "tanımsız bir şey" koymuştu ama "zıtlıklar"
dediği şeyi tanımladı; sıcaklık ve soğukluk, ıslaklık ve kuruluk gibi. Bu,
genel "madde" kavramına doğru bir adım olarak görülebilir.
Üçüncü İyonyalı Anaksimenes'e göre, aer ilginç başkalaşımlar
gösteren birincil tözdü. Yoğunluğu değişen bir sis biçimindeydi. "En
değişmezleştiğinde" diyordu, "gözle görülemez... Aer yoğun olduğunda,
rüzgâr çıkar ve basınç altında devinir. Daha da yoğunlaştığında, bulutlar
oluşur ve böylece suya dönüşür.
Pythogoras
Ateşi bıçakla karıştırmayın (ateşi incitebilirsiniz ve sonra
öç almak isteyebilir) gibi bir yığın boş inancın öğreticisiydi. Ancak,
Pythagoras'ın ünü, adını ondan alan teoreme dayanır. Unutulmaması gereken, bu
teoremin (bir dik açının nasıl elde edildiğiyle ilgilidir) bir soyutlamadan
ibaret olmadığıdır: Yapı işinde tam dikeyliğin sağlanması esastır. Bu matematik
merakı müzik ve sayılara yönelik meraka yol açtı. Bir lir telini/kirişini
uzunluğunun dörtte üçü, üçte ikisi ya da yarısında durdurarak bir notanın
dördüncü, beşinci ve sekizinci aralığının elde edilebileceğini bulan
Pythagoras'tı ve bu notalar, uygun bir biçimde düzenlendiğinde, "bizi
gözyaşlarına boğabilirdi".28 Bu olgu Pythagoras'ın -su veya başka bir
tözden çok- sayıların evrenin gizine sahip olduğuna, sayının temel
"öğe" olduğuna inanmasını sağladı. Uyuma duyulan bu gizemci ilgi
Pythagoras'ı ve onun izinden gidenleri sayılarda bir güzellik bulunduğuna ikna
etti
Evrenin neden oluştuğuna yönelik bu araştırma Miletoslu
Leukippos (İÖ 440) ve Abderalı Demokritos (İÖ 410) gibi iki önemli "atomcu"
tarafından sürdürüldü. Dünyanın "sonsuz bir boşluk" içinde
gelişigüzel devinen bir küçük atomlar "sonsuzluğu"ndan oluştuğunu öne
sürdüler.
Anaksagoras atomcular tarafından bir ölçüde ikna edilmişti.
Temel bir parçacık olmalı, diye düşünüyordu.
…her şey "ilk kaostan" ortaya çıkmış bir
karışımdan oluşmuştu. Aklı ayrı bir yere koyuyordu. Ona göre bu bir tözdü:
Akıl, akıl olmayan bir şeyden çıkmış olamazdı. Bir başına akıl başka bir şeyle
karışmamışlık anlamında katışıksızdı.
Hippokrates tanrısal müdahaleyi dikkate almıyor ve bu
hastalığı doğal nedenlere bağlıyordu.
Hippokrates belki de daha çok okuluna kayıt sırasında edilen
yeminle ünlüydü. Bu yemindeki başlıca özellikler hastaya her zaman öncelik
tanımak, asla zehir vermemek veya kürtaj yapmamak ya da "kadınları, erkekleri,
köleleri veya özgür insanları" ayartmak için yetki konumundan
yararlanmamaktı.
İyonya'da düşüncenin doğuşu ikili bir biçimde gerçekleşti:
bilim ve felsefe. Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes ilk biliminsanları
olmanın yanı sıra ilk düşünürler olarak da görülebilirler. Hem bilim hem de
felsefe bir kosnıos bulunduğu düşüncesinden kaynaklanmıştı. Akla uygun bu
kosmos zamanla anlaşılabilir olan doğal bir düzenin parçasıydı. Geoffrey Lloyd
ve Nathan Sivin, Yunan düşünürlerin tam da bu doğa kavramını "ozanlar ve
dini liderler karşısındaki üstünlüklerinin altını çizmek için" icat
ettiklerini söylerler.
Parmenides
...gerçekliğin birliği ve bunu anlamanın bir yolu olarak
gözlem yöntemi konusunda büyük bir kuşkucuydu. Bunun yerine, meseleleri ham
düşünce, noema diye adlandırdığı bütünüyle zihinsel süreçler yoluyla çözmeyi
yeğliyordu.
“sorgulanmamış yaşam yaşamaya değmez" Sokrates
Platon aslında ozan olmak istiyordu ama 407 yılı dolayında
Sokrates'le tanıştı ve yaşça ondan büyük olan bu insandan esinlenerek kendini
felsefeye adamaya karar verdi.
Evrenin iyicil bir zanaatçının, akılcı bir tanrının, aklın
kişileşmesi olan Demiourgos'un işi olduğunu söylüyordu. O kaostan düzen
yaratmış olandı ve Platon, Empedokles'in dört kök -toprak, su, hava ve ateş-
düşüncesini benimseyerek ve Pythagoras'ın da etkisi altında kalarak her şeyi
üçgene indirgedi. Eşkenar üçgenlerin dünyanın temel varlığı olduğunu
söylüyordu.
Aristoteles'te Platon'un gizemciliğinin yerini keskin bir
sağduyu aldı.
Aristoteles'in eğer gizemci bir yanı olduysa, bu onun her
yerde bir amaç görme eğiliminde yatar; örneğin, her hayvan türünün belirli bir
amacı yerine getirdiğini, bir nedenden dolayı var olduğunu düşünüyordu:
"Doğa hiçbir şeyi boşu boşuna yapmaz."
Aristoteles'in varlık -varoluş- görüşü de hayli
sağduyuluydu. On veçhe söz konusuydu: töz, miktar, nitelik, bağıntı, yer,
zaman, konum, iyelik, edim, tutku. Tek gizemci öğe, iki yönlü olan tözle
bağlantılıydı: töz "biçim bulduğunda" eylem ve bu biçim bulma
öncesindeki gizilgüç. Bir yontu ustası ham tuncu bitmiş bir işe
dönüştürdüğünde, tözü "gerçekleştirmiş" oluyordu. Bu da
Aristoteles'in amaç saplantısını yansıtıyordu.
Herkesin mutluluk istediğini söylüyordu ama bunu çoğu
yurttaşın anladığı anlamda haz, zenginlik ve saygınlıkta aramak bir hataydı.
Mutluluk, uyum -erdem- insan doğasıyla uyum içinde olan davranıştan, diğer bir
deyişle akılcı davranmaktan kaynaklanıyordu. Mutluluk tutkular üzerinde denetim
gerektiriyordu; insan hayatta her zaman ortalama bir konum, karşıt uçlar
arasında bir orta yol aramalıydı.
Aiskhylos, Sophokles ve Euripides
Yeni bilgelik insanı hem tanrılar hem de insan kardeşleriyle
yeni bir ilişki içine sokmuştu. Klasik tragedyada insan doğası tanrıların
doğasıyla, özgür istem yazgıyla karşıtlık içindeydi. İnsan her zaman kaybetse
de -bilgisizliği veya tanrılara meydan okuması ya da hubris'i, küstah özgüveni
yüzünden öldürülüyor ya da sürülüyordu- tragedyada ölüm, zihinsel odaklanmanın
ve olan bitenin nedeni üzerine düşünüp akıl yormaya yöneltmenin bir aracı
olarak kullanılır.
Dionysos'a tapınıldığında genelde keçi kurban ediliyordu ve
bu ayin trag- odia ya da Keçi-Ezgisi olarak
biliniyordu. Demek ki, sunuyla tragedya arasında dolaysız bir bağ vardır: Bu
ilkel ayin bizim en güçlü tiyatro biçimimizde varlığını sürdürür. Başlangıçta,
trag-odia tek bir kutlayıcısı olan tam bir dinsel kutlamaydı.
Atinalı üç önemli tragedya yazarının ilki "zengin ve
anlamlı" diliyle Aiskhylos'tu (İÖ
525/524-456). Yenilik olarak ikinci bir oyuncu getirmiş ve böylece gerilimi
artırarak diyaloğu daha süssüz ve gerçekçi kılmıştı.
Sophokles (İÖ y. 496-406) Atina dışından, Colonus'lu
başarılı bir silah üreticisi olan Sophilus'un oğluydu.
Öncelikle, üçüncü bir oyuncunun sahneye çıkmasına olanak
verdi ve bu, onun öyküleyişindeki karmaşıklığı ve derinliği artırdı.
Öykülerinde izleyicilerinin yakından bildiği mitlerden yararlanması da bir o
kadar önemliydi. Bu onun "trajik ironi" -karakterler olacaklardan
habersizken izleyicilerin bunu biliyor olması- yöntemini geliştirip damıtmasına
olanak verdi.
Üçüncü önemli tragedya yazarı Euripides (İÖ 485/480-406)
halk diline daha yakın ve sertti. Rahipliğin babadan oğula geçtiği bir aileden
geliyordu
Medea / büyük zulüm
gören bir kadını dönüştürebilen yoğun duygular. Amacı, hubris ve diğer duygular
arasındaki farktan çok intikam ve cezalandırmayla karşı karşıya kalan insanın
kişiliğinin nasıl bozulabildiğini göstermektir. Euripides tanrıların keyfi ve
öngörülemez gücünden çok insanların hesaplı satın alınabilirliğiyle
ilgilenmiştir. Aşk ve aşk kurbanları, özellikle kadınlar başlıca ilgi alanıdır.
Herodotos (y. 480-425) iyi
hikâyeleri bütünüyle güvenilir olamayacak kadar sevdiği halde genellikle
"tarihin babası" olarak tanımlanır. Halikarnassoslu bir ozan
ailesinden geliyordu.
…o da tıpkı Homeros ve tragedya yazarları gibi, hubris'i
saplantı haline getirmişti.
Thukydides (y. 460/455-y. 400) iki yenilik daha yaptı. Bir
savaş izleği de seçti ama bu savaş kendi dönemindendi: Aslında, çağdaş tarihi
icat etti.
…savaşta tanrılara yok denecek kadar az yer verdi
…askerlik konularında en büyük önemi zekâya veriyordu.
(Aristoteles’ten sonra) Siyasetin pis bir uğraş olduğu,
akıllı ve iyi insanlara göre olmadığı düşüncesi ilk kez yer etmeye başlar.
Etikle siyaset arasındaki ayrım kesinleştirilmiştir. (...) Asıl önemli olan,
kamusal düzen değil, kişisel kurtuluştur.
…düşüncelerdeki devrim beş çekirdek öğeden oluşuyordu.
Birincisi, siyaset ve etik birbirinden ayrılmıştı. "Doğal birim artık
topluluk değil... bireydir. Önemli olan onun gereksinimleri, amaçları,
çözümleri, yazgısıdır." İkincisi, tek samimi yaşam içsel yaşamdır; dışsal
yaşam gözden çıkarılabilir. Üçüncüsü, etik bireyin etiğidir. Bu mahremiyete
yeni bir değer verilmesiyle sonuçlanır. Bu da bugün yaşadığımız başlıca
özgürlük düşüncelerinden birini getirmiştir; sınırlar çekilmelidir ve Devlet
bunun ötesine geçme yetkisine sahip değildir. Dördüncüsü, siyaset değer
kaybetmiştir; gerçekten yetenekli biri için uygun değildir. Beşinci olarak ise,
insanlar arasında ortak bir bağ, yaşamda bir birlik ve herkesin birer ada
olduğu görüşleri arasında önemli bir ayrım ortaya çıkmıştır.
İsrail Fikirleri, İsa Fikri
İÖ 597'de Babilliler Kudüs'ü kuşatıp kralı tutsak aldılar
586'da Babilliler Tapınak da dâhil olmak üzere her şeyi
yağmalayarak korkunç bir yıkıma yol açtılar.
Yahve'yle yaptıkları antlaşmadan sapmış ve
cezalandırılmışlardı.
Yahudilik büyük ölçüde sürgünde oluştu
Mezopotamya'da Sümerlerin, Asurluların ve Babillilerin
birçok yazısıyla karşılaştılar ve zamanla onların metinlerini çevirdiler.
Böylece, başka kültürlerin, dolayısıyla farklı dini inançların etkisi altına
girdiler.
"Yahudileri geri dönüşü olmayacak biçimde paganlardan
ayrı tutmak" için bazı beslenme kuralları ve sünnet üzerinde de ilk kez o
zaman duruldu.
Pesah Bayramı (Kızıldeniz üzerinden Vaat Edilen Topraklara
giden İsrailoğullarının üzerinden geçen Tanrı'nın Meleği; dolayısıyla devletin
kuruluşu); Pentekostes - Yasaların verilmesi, dinin kurulması ve Yom Kippur-
Yargı Günü beklentisi. Yeşaya'da sözü edilen Şabat ancak şimdi yeni bir anlam
edinmişti
Şabbatum, aslında
"dolunay günü" anlamında bir Babil sözcüğü ve geleneğiydi ve o gün
hiç iş yapılmıyordu.
Kyros / 538 yılında Yahudileri serbest bıraktı. Çoğu gitmek
istemedi ve Babil bin beş yüz yıl boyunca Yahudi kültürünün bir merkezi oldu.
İbrani kutsal yazılarının İsrail'de eksiksiz bir biçim
alması İÖ 200 dolayını buldu. Adıyla bildiğimiz ilk Yahudi yazar olan
Ekklesiastikos'un yazarı Ben Sirak gibi bazı kişiler "en yüce tanrının
antlaşma kitabına, Musa'nın buyurduğu yasaya" bu sıralarda değinirler.
"Kanon" sözcüğü
aslında Sümerceydi; "kamış", düz ve dikey bir şey anlamına geliyordu.
…bu sözcüğü kutsal yazı için ilk kullanan Yahudiler oldu.
İS 37 dolayında doğan ve sonradan Roma vatandaşı olan Yahudi
önder İosephos Yahudiler hakkında iki ünlü tarih kitabı yazdı: Yahudi Savaşı
Tarihi ve Yahudilerin Tarihi.
Hıristiyanların Eski Ahit dedikleri, Yahudilere göre
Tanah'tır. Bu sözcük aslında üç tür kutsal yazıdan türemiş bir akronimdir:
Tevrat (hukuk), Neviinı (peygamberler) ve Ketuvim (yazılar). Tevrat'ı oluşturan
beş kitap Kutsal Kitap'ın ilk Yunanca çevirilerinde Pentateukhos diye
biliniyordu.
…araştırmacılar artık Tevrat'ın İÖ 4. yüzyıl sonlarına doğru
(yani, sürgünden sonra) derlenmiş dört "katmandan" oluştuğunu
düşünüyorlar.
…doğrulanmış ilk Kutsal Kitap kişisi, İÖ 853'te Asur kralı
III. Şalmanezer'le savaşmış olan Kral Ahab'dır.
Eyüp iki açıdan özeldir. Öncelikle, burada başka hiçbir
yerde geçmeyen yüzü aşkın sözcük bulunur.
…kitabın asıl özgünlüğü, hiç kuşkusuz ki adaletsiz Tanrı
düşüncesini irdelemesinde yatar.
kitap aslında günah kadar bilgisizliğe de dairdir: Ne
biliyoruz, ne bildiğimizi sanıyoruz, eninde sonunda neyi bilebiliriz.
Mesih
Mesih terimi Yunancaya Khristos olarak çevrilmiş, böylelikle
zamanla bu İsa'nın unvanından çok adı olmuştur.
İS 66'da, Herodes'in ölümünden yetmiş yıl sonra Yahudiler
yeniden ayaklandılar ve bu kez öylesine büyük bir şiddetle bastırıldılar ki,
Herodes'in görkemli Tapınağı tümüyle yerle bir oldu ve Yahudiler iki bin
yıllığına Filistin'den sürüldüler.
Paulus bakire doğuma hiç değinmediği, "Nasıralı"
İsa'yı hiç anmadığı, yargılanmasından söz etmediği gibi, İsa'nın çarmıha
gerilmesi olayının Kudüs'te gerçekleştiğini de belirtmez
İsa'nın gerçekleştirdiği varsayılan hiçbir mucizeden söz
etmez.
Paulus en erken tarihli mektuplarını (Galatyalılara, İS y.
48/50) İsa'nın ölümünden hemen sonra yazmıştır. Dolayısıyla, eğer Paulus daha
çarpıcı olaylardan hiç söz etmiyorsa, bunlar olmuş olabilir mi?
En erken tarihli İncil kaynağının genelde İS y. 75 ile
Markos olduğu kabul edilir.
İnciller arasındaki en önemli fark Yuhanna'yla diğer üçü
arasındadır. Matta, Markos ve Luka "synoptik" İnciller olarak bilinir
çünkü bunlar temelde İsa'nın öyküsünün anlatılarıdır ve bu öykülerin aynı
nesnenin farklı açılardan çekilmiş fotoğrafları gibi oldukları çokça
söylenmiştir.
İsa'nın Yuhanna'daki yaşamöyküsü, onun Tanrı'nın bir elçisi
olarak taşıdığı anlam kadar önemli değildir.
İsa'nın konuşma tarzı bile dördüncü İncil'de farklıdır çünkü
sürekli gerçekten de "Tanrı'nın Oğlu" olduğunu belirtir.
İsa'nın Matta ve Luka'daki doğum tarihleri arasında on yıl
vardır.
Luka'da ona ilk tapınanlar çobanlarken, Matta'da bunlar üç
yıldızbilimcidir.
Küçük Asya'da Attis'in annesi Nana "olgun bir badem ya
da narı bağrına yerleştirerek" gebe kalmış bir bakireydi.
"tam bir bakire"den doğmuş ve "Göğün
Kraliçesi" diye adlandırılmış olan Meksika tanrısı Quetzalcoatl
Dört İncil de İsa'nın Yahuda valisi Pilatus'a teslim
edilmeden önce Yahudi dininin ileri gelenleri tarafından sorgulandığında
uzlaşır.
Barabbas aslında "babanın
oğlu" (Bar Abba) demektir ve bazı ilk Matta kopyalarında Barabbas'ın adı
İsa Barabbas olarak geçer."
Matta'da yeniden dirilen İsa Celile'de öğrencilerine
görünürken, Luka'da bu olay Kudüs'te geçer.
0 Yılında İskenderiye, Batı ve Doğu
Anno Domini, Rab'bimizin senesinde için AD ve (Before
Christ) milattan önce için BC-
İS dizilişinin kullanımı aslında 8. yüzyılda Aziz Bede'nin
bunu İngiliz Halkının Kilise Tarihi adlı kitabında kullanmasına dek
yaygınlaşmadı
17. yüzyılın ikinci yarısına değin yaygın bir kullanıma
girmedi.
Güneş mevsimlere egemen / ay gelgitlere egemen
Eski Mısırlılar yılı her biri otuz gün olan on iki kameri
aya böldü¬ler ve sonuna çok uğursuz sayılan beş gün eklediler.
Nil'in tam da sonuncu yıldız, (bizim Sirius/Akyıldız
dediğimiz) Sothis ufukta göründüğü sırada doğduğunun da farkına vardılar. Bu
"helyak doğuş" "Sothik" denilen takvimin sabit noktası oldu
Yunanlıların iki zaman kavramı vardı: aion, kutsal ya da
sonsuz zaman ve khronos, sıradan
zaman.
Roma'nın söylensel kurucusu Romulus'un Mart'ta başlayan on aylık ilk
takvimi bulduğu varsayılıyordu.
…kütüphaneci Eratosthenes (y.
276-196) / Troia'nın ne zaman düştüğünü (İÖ 1184), ilk Olimpiyatların ne zaman
yapıldığını (İÖ 776) ve Peleponnesos savaşının ne zaman çıktığını belirleyerek
zamanbilimi başlattı.
Bilgin arkadaşları arasında "Beta" olarak
biliniyordu
Eukleides (en "iyi", kleis ise -yerindelikle-
"anahtar" demektir)
Orpheus sırlarının temelinde
üç düşünce yatar. Biri, rakamın mistik gücüdür.
Rakamın soyut doğası soyut bir ruh düşüncesini de
pekiştiriyordu.
Son olarak, türüm ilkesi vardı; yani, tüm yaratıların
kaynaklandığı sonsuz bir biçimde var olan bir "iyi", bir birlik ya
da "monat" vardır. Rakam gibi bunun da temelde soyut bir varlık
olduğuna inanılıyordu.
Birinci ekümenik kilise konsili İS 325'te Nikaia'da
toplandı. Konsil Oğul'un Baba'yla aynı tözden (homooıısios) olduğunu onayladı.
Budizm'le Hıristiyanlık arasındaki yakınlıklar
Jean Sedlar her ikisinin de "el değmemiş" bir
kadından doğduğunu belirtir. Her ikisi de dünyaya geldiği sırada, göksel
varlıklar bu olayı bebeğin gelecekteki görkemini önceden haber verecek yaşlı
bir azize bildirmişlerdi. Her ikisi de eski bir kehaneti yerine getiriyordu ve
büyüyünce ' her ikisi de "gezici bir çileci ve vaiz" olarak yaşadı.
Her ikisi de temel öğeleri denetleyebiliyor ve hastaları iyileştirebiliyordu ve
ölmeden az önce tecelli etmişti. Sonunda, her iki örnekte de, dünya büyük bir
depremle sarsıldı. Her ikisi de elçiler gönderdi.
Mahabharata'nın kaynağı Veda dönemindedir.
İzleği, kardeşlerin birbirlerini öldürdükleri bir taht
kavgasıdır.
Ramayana Sanskrit dilindeki ilk anlatısal şiirdi.
İÖ 2. yüzyılda Sanskrit dilbilgisi uzmanı Patanjali yoga
üzerine standart bir metin derledi.
Hukuk, Latince, Okuryazarlık ve Beşeri Bilimler
“Latince bir klasiğin gücü niteliğinde, Yunanca bir
klasiğinkiyse güzelliğindedir.” / Matthew Arnold
Roma düşününün en etkili yanının Roma hukuku olduğu sözüyle
ilgili olarak bir çıkarımda bulunulabilir
Roma hukuku ilkin İÖ
451-450'de yürürlüğe giren On İki Levha Kanunları'nda son biçimini aldı. Tıpkı
On Buyruk gibi On İki Levha Kanunları da temel yasal işlemleri ve cezaları
açımlıyordu ve eğitimin önemli bir parçası oldu
Roma hukuku yapıtı / Gaius tarafından yazılmış
Institutes'dir.
Retorik
C. S. Lewis'in de yazdığı gibi, "Retorik bizimle
atalarımız arasındaki en büyük engeldir.
Retorik çalışması ikiye ayrılıyordu: Suasoriae ve
controversiae. Suasoriae'nın erkek çocuklarına argümanlarını oluşturmakta
yardım etmesi düşünülmüştü. Geçmişteki olaylar üzerine tartışıyorlardı:
Örneğin, Caesar krallığı kabul etmeli miydi? Controversiae'da çocuklara hukukla
ilgili zor meseleler veriliyordu. Örneğin, Price'ın sözünü ettiği bir davada,
bir oğul babasıyla bozuşur ve evden kovulur. Sürgündeyken tıp okur. Daha sonraki
bir zamanda baba hastalanır ve kendi doktorları onu iyileştirmekte başarılı
olamayınca oğul çağrılır. Oğul özel bir ilaç yazar ve baba bunu içtikten sonra
ölür. Oğul serinkanlılıkla kendi yazdığı ilacı içer ama ölmez. Yine de, kendi
babasını öldürmekle suçlanmaktadır. Sınıfta, öğrenciler hem dava hem de savunma
için bir örnek vermeliydiler.
Varro ana çizgileriyle dokuz beşeri bilim dalını anlattığı
Dokuz Bilim Dalı Kitabı adlı etkili bir ansiklopedi hazırladı: Bunlar
dilbilgisi, retorik, mantık, aritmetik, geometri, gökbilim, müzik kuramı, tıp
ve mimarlıktı.
Roma'da İS 1. yüzyılın sonlarında eğitim / trivium
(dilbilgisi, retorik ve diyalektik) ve daha gelişmiş bir quadrivium (aritmetik,
müzik, geometri, gökbilim) biçiminde ikiye ayrıldı.
Vergilius / destanı tipik
bir biçimde Homeros'varidir; Aienias Troia'dan Tiber'e dek Akdeniz'i Odysseus
tarzında dolaşır ve ikinci bölümde İtalya'da büyük savaşlara girmesi İlyada'yı
akla getirir.
…kitap erkin doğası üzerine bir irdelemedir. İki anlamı olan
pietas başlıca izlektir; Roma'ya özgü bir yükümlülük duygusu -aileye, devlete,
Tanrıya karşı- ve geleneksel ya da modern anlamda olmayan bir acıma duygusu.
Paganlar ve Hıristiyanlar, Akdeniz ve Cermen Gelenekleri
Roma’nın çöküşü için iki sebep / İçteki zayıflık Hıristiyanlık,
dıştakiyse barbarlıktı
Hıristiyanlığın keskin yanlarını yumuşatan "rengi"
büyük ölçüde Paulus verdi. Putperestliği, cinselliği ve üstü kapalı olarak
felsefe uygulamasını kınadı.
Julius Caesar İÖ 44 yılındaki ölümünden sonra
tanrılaştırılmış ve bu payenin verildiği ilk imparator olmuştu.
İmparatorluğun batı yanında, çoğunlukla imparatorun
numen'ine, yani makama yüklenen genel tanrısal güce tapınılıyordu. Öte yandan,
doğuda, bizzat o kişinin tanrı olduğuna inanılıyordu.
Bilicilik merkezleri birer tapınma yeri, çoğu zaman bundan
da öteydiler
En tanınmışları, her ikisi de günümüz Türkiyesi'nin İyonya
kıyılarındaki Didyma ve Klaros'ta bulunan Apollon'a adanmış bilicilik
merkezleriydi.
İlk keşiş topluluğu, çöl münzevilerinin tersine, 4. yüzyılın
çok başlarında Nil'in 600 mil kadar yukarısında, Tabennisi'de kurulmuştu.
…dünyadan çekilme düşüncesi giderek rağbet gördü ve Batı'da
4. yüzyıl başlarında manastırlar kurulmaya başladı. Avrupa'nın düşünsel yaşamı
üzerinde büyük etkisi olan bir ortakyaşam biçimini geliştiren Nursialı
Benedictus'un (ö. 543) kurduğu manastır büyük farkla en etkili olanıydı. (550
ile 1150 yılları arasındaki dönem için çoklukla "Benedictus
yüzyılları" denilir.)
Onun topluluğu tinsel bakımdan olduğu kadar ekonomik ve
siyasal bakımdan da bütünüyle kendine yeten bir topluluk olarak düşünülmüştü.
Üçleme ilk kilise içindeki en
önemli ve ateşli bölünmeydi
İskenderiyeli Arius İsa’nın Baba Tanrı'yla aynı şekilde
tanrısal olamayacağını öne sürmüştü. Arius'a göre, İsa ölümlü doğmuş ama tanrısal
olmuştu; eğer insan olmamış olsaydı, hiç değilse başlangıç olarak, bizim için
bir umut olmazdı. Bununla birlikte, İznik'te piskoposlar farklı bir görüş
benimsediler ve Nikaia İnancında (hala yaygın olarak geçerlidir) Tanrının
dünyayı ex nihilo'dan, hiçlikten yarattığı ve Baba Tanrı, Oğul ve Kutsal Ruh'un
aynı tözden oldukları kabul edildi ve yazıya geçirildi.
Kapadokya'da üç müthiş din bilgini (teslis için) bir çözüm
getirdiler.
Kaisareia piskoposu Basileios (329-379), kardeşi Nyssa piskoposu
Gregorios (335-395) ve arkadaşları Nazianzoslu Gregorios (329-391)
Tanrının tek bir öz (ousia) olduğunu, ki bu bizim için hâlâ
anlaşılmazdır, ama üç ifadesi (hypostases) bulunduğunu, ki Tanrı bunlar
aracılığıyla biliniyordu, öne sürdüler.
Augustinus bunu temel aldı
İnanç Üçlemesi vardır: retineo (bedenleşmeye ilişkin
gerçekleri aklımızda tutmak); contemplatio (bunlar üzerine uzun uzadıya
düşünmek); dilectio (bunlardan haz duymak).
Augustinus Tanrının insanlığı tümüyle Adem'in ilk günahından
dolayı sonsuz bir lanete mahkûm kıldığına inanmaya başlamıştı. "Miras
alınmış" bu günah, Tanrı yerine cinsellikten haz duyma isteği yoluyla, ki
Augustinus buna şehvet diyordu, kuşaktan kuşağa geçmişti.
Gregorius (540-604)
…dinsel törene müzik katmak onun dehasıydı. Gregorius Dinsel
Ezgisi böyle doğdu. Aynı hevesle Araf anlayışını da icat etti.
-araf- / insanlar burada kendi kefaretlerini ödeyebilir,
cezalarını çekebilir ve daha sonra, her şey yolunda olarak cennete
geçebilirlerdi. İnançlılar açısından "uygulaması kolay" diğer düşüncesi
yedi ölümcül günahtı.
Dolayısıyla, hep bir günah duygusuyla
"bunalmayacaklardı".
…şehvet, oburluk, hırs, tembellik, öfke, kıskançlık, kibir.
Bu, aklın günahlarının bedenin günahlarından daha ciddi olduğunu herkes
açısından açık seçik kılıyordu.
"Easter" sözcüğü eski İskandinav pagan şafak ve
ilkbahar tanrıçası Eostre'den geliyordu
…bu yortu, yeniden dirilişi kutladığından, Noel'den çok daha
önemliydi ve bu olmaksızın Hıristiyan inancı olamazdı. (Fransızca Paques
-İtalyanca ve İspanyolcası da- İbranicede Fısıh anlamındaki pesah'tan gelir.)
Roma'da Paskalya, mum yakmayı gerektiren bir törenden söz eden, İS 200'de
yazılmış bir mektuba göre, daha bu dönemde kutlanıyordu. Öte yandan, Noel 4.
yüzyıla değin kutlanmadı.
…ilk din bilginleri, gördüğümüz gibi, pagan uygulamaları
sahiplendiler.
Paskalya daha karmaşık bir meseleydi. İncillere göre, İsa
Yahudilerin Pesah bayramının ilk gününde ölmüştü. İbrani geleneğine göre bu,
ilkbahar ekinoksunu izleyen dolunay günüydü.
ilk Hıristiyanlar / Paskalyanın her zaman Pazar günü
kutlanmasına karar verdiler / bu onları Şabat'larını Cumartesi kutlayan
Yahudilerden ayırıyordu.
Paskalya tartışmasının ikinci dolaylı sonucu yeni bir yazın
biçiminin ortaya çıkması oldu. Buna computus deniliyordu. Computus,
sözcük olarak, aslında az çok bugünkü anlamındaydı; her türlü hesaplama. Ama
ortaçağda bu, yalnızca matema- tikçilerce derlenenen ve gelecekteki
Paskalyaların tarihini önceden bildiren bir dizi çizelge demekti.
Barbaros sözcüğünün kökeni
eski Yunancadır
Homeros İlyada'da bu sözcüğü Küçük Asya'daki Karyalıları
kastederek kullanmıştır
Attila (444-453) "Tanrının kırbacı" adıyla anılan
Attila'nın adı Got dilinde "Babacım" anlamına gelir
Kitap'ın Ölümden Dönüşü, Hıristiyan Sanatının Doğuşu
Hıristiyanlığın bir devlet dini olarak gelişiyle birlikte
insanların tutumunda ortaya çıkan değişiklik: "İnsanı içten bağlayan yeni
tanrısal güçlere teslimiyet"
bu dönemin düşünürleri fiziksel dünyanın sırlarını çözmeye
merak sarmadılar
Hapiste yazdığı Felsefenin Tesellisi adlı kitap Boethus'un
kendisiyle Ba¬yan Felsefe arasında geçen zarif bir diyalog olarak tasarlanmış
6. yüzyıl sonlarında Hıristiyan dünyasında betimlere inanç
konusunda önemli bir değişiklik oldu. …betimlerin kendisini kutsal saymaya
başladılar.
8. yüzyıl ortalarında "kutsal betimler"e ibadete
karşı sert bir tepki oluştu ve bu 754'ten 843'e dek süren ve ikonakırıcılık
denilen anlaşmazlığa yol açtı.
Bizans resminde herhangi bir figürün gerçek büyüklüğü
mekândaki konumundan çok, öyküdeki öneminden kaynaklanır. Örneğin, Meryem bu
nedenle Yusuf'tan hep daha büyüktür.
Bağdat ve Toledo'da Felsefe ve el-Cebr
Eski bir Mısır özdeyişine göre "bilgelik" üç şeyin
üzerine, tünemiştir: Frankların beyni, Çinlilerin eli ve Arapların dili.
Bedeviler pek uygar değillerdi. Eski Ahit'te Arap ya da Ereb
sözcüğü göçebe anlamında kullanılmaktadır
Bedevilerin İlk kutsal varlıkları pınarlar (vahalar) ve kayalardı.
Mekke adı makuraba'dan gelir ve tapınak anlamındaki bu
sözcük buranın ilk zamanlardan beri dini bir merkez olduğuna işaret eder.
İslam Hıristiyanlıktan çok Yahudiliğe yakındır.
Mekke sureleri genelde kısa, ateşli, heyecanlı ve kehanet
niteliğindedir. Başlıca izlekler insanın etik görevleri, inançsızları bekleyen
cezadır. Medine sureleri / daha çok hukuksal meselelerle ilgilidir.
Ali'nin yandaşları / bir hizip oluşturdular ve bu zamanla
Şiilik olarak dağıldı
Şiiler Peygamberle kan bağı olanların halifelikte ilahi
hakkı olduğu görüşünü benimseyince 680 yılında bir ayaklanma başgösterdi
Araplar Yunanlılardan güzelliğin temelinin oran olduğu
düşüncesini aldılar.
Bağdat adı "Tanrı tarafından verilmiş"
anlamındadır ama bu kent dairesel biçiminden dolayı "Dairesel Kent"
diye de biliniyordu.
İbnü'l Baytar'ın 13. yüzyıldan Kitabü'l-Cami li Müfredati'l-Edviye
ve'l-Agdiye (Basit Diyetler ve İlaçlar Derlemesi) adlı kitabı
Dünya Allah tarafından kusursuzca yaratıldığından,
"sanat" da ancak "bezemek", Allah'ın özgün yaratısını
süslemek olabilirdi.
801 dolayında Kufe'de doğmuş olan Kindi Platon'la
Aristoteles'in görüşlerini harmanlamıştı ama Pythagoras'a da önemli bir yer
veriyor ve onun matematiğinin tüm bilimlerin temeli olduğunu düşünüyordu.
Farabi de Platon'la Aristoteles arasında bir sentez
oluşturmaya çalıştı.
"kusursuz" bir hadiste bulunması gerekli iki öğe
belirlendi; bir yetke zinciri ve özgün bir metin. Hadisler bu temele göre
sahih, hasen ya da zayıf diye ayrıldı.
Beytü'l-Hikme Bağdat'ın önde
gelen eğitim kurumuydu
İslamı hemen her yönüyle sorgulayan Mutezile
Mutezileci düşünürler arasında en gözüpek olanı,
"bilginin ilk koşulu"nun kuşku olduğunu öne süren Mezzam'dı
Memun / Mutezile görüşünü devlet dini katına çıkardı.
Ahmet bin Hanbel (780-855) genellikle Sünniliğe dönüşü
başlattığı düşünülen kişiydi.
İbn Nedim bu sırada (11. Yüzyıl) kentte bulunabilen
kitapların bir özeti olan Fihrist'ini yayımlamıştı.
Hazim bin Ali'nin (994-1064) Kitabü'l-Fasl fi'l-Milel ve'l
Ehva ve'n-Nihal başlıklı kitabı yalnızca çeşitli Müslüman topluluklarını
incelemesi bakımından değil, Hazim'in kutsal kitap anlatılarındaki çeşitli
tutarsızlıklara dikkat çekmesi bakımından da çığır açmıştı.
İbn Haldun Mukaddime'sinde insanın ilerleyişindeki akılcı
örüntüleri ortaya çıkarma çabasıyla coğrafya, iklim ve psikolojik etkenleri de
dikkate aldığı bir tarihsel ilerleme kuramı geliştirdi.
İbn Rüşd
Kimsenin çiçek hastalığına iki defa yakalanmadığını, aşı
düşüncesinin kaynağını fark eden ilk kişi oldu ve ağtabakanın işlevini kavradı
ki bu önemli bir aşamaydı. Ancak, Ibn
Rüşd'ün düşünür olarak etkisi Müslüman dünyasından çok Hıristiyan dünyasında
hissedildi.
Usa olan bağlılığı bakımından en önemli savı Kuran'daki her
sözün düzanlamıyla anlaşılmaması gerektiğiydi.
Nasıl ki Bağdat ve bu kentteki Beytü'l-Hikme 9. yüzyılda
önemli bir çeviri merkezi olmuşsa, Toledo da (Tuleytula) 1085'te Hıristiyanlar
tarafından fethedildikten sonra benzer bir konuma geldi. Zamandizinsel bakımdan
söylersek, Arapça yapıtları Latinceye ilk çeviren kişi bir olasılıkla Afrikalı
Konstantin (ö. 1087) idi.
13. yüzyıl bitiminde Arap (ve dolayısıyla Yunan) bilimi ve
felsefesinin büyük bölümü Avrupa'ya aktarılmıştı.
Hint Rakamları, Sanskritçe, Vedanta
İS 499 yılında Hintli matematikçi Aryabhata pi'yi 3,1416 ve
güneş yılının uzunluğunu 365,358 gün olarak hesapladı.
Aynı sıralarda dünyanın kendi ekseni üzerinde ve güneşin
çevresinde dönen bir küre olduğu düşüncesini de geliştirdi.
…milattan sonraki ilk yıllarda ortaya bir toprak beratları
külliyatı çıktı ve bu evrilerek neredeyse yazınsal bir tarza dönüştü.
Allahabad yazıtı / olasılıkla bütün Hindistan'daki en ünlü
yazıttır.
Aram alfabesinin bir uyarlamasıydı ve İS 4. yüzyılda silinip
gitti. Soldan sağa yazılan Brahmi alfabesi tüm Hint alfabelerinin ve Hint
kültürel etkisi altında kalmış tüm diğer ülkelerin -Burma, Tayland, Cava-
alfabelerinin temelidir.
Gupta'nın sefer ve fetihlerini ve Çandra'nın nasıl Brahman
destekçilerine armağan olarak 100.000 inek dağıttığını bu sütundaki yazıtlar
sayesinde biliyoruz.
Sanskritçenin 18. yüzyıldaki "keşfi" ve Latince ve
Yunanca gibi diğer dillerle olan ilişkisi bütün bir karşılaştırmalı filoloji
girişimini başlattı.
Sanskritçede Tanrı anlamındaki deva sözcüğü İngilizcede
"deity" ve "divinity" sözcüklerinde yaşamını sürdürür.
Sanskritçede "kemik" anlamındaki asthi sözcüğü Latincede os'da
yankılanmıştır. Sanskritçede "önünde" anlamındaki anti Latincede
ante'dir. Sanskritçede "çabukça" anlamındaki maksu Latincede mox'tur.
Sanskritte "hapşırmak" anlamındaki nava, Almancada n/esen'dir.
Hindistan'da genel okuryazarlık Panini Dilbilgisi'ni yazdığı
sıralarda başladı.
Vedanta ("Vedaların sonu", bazen de "sonraki
soruşturma", Uttaramimansa diye adlandırılır) ise tam tersine Hindistan'ın
en etkili felsefe dizgesi olmuş, çağlar boyunca geniş bir düşünürdür,
entelektüel kitlesine çekici gelen birçok ikincil biçim ortaya koymuş ve bu
Hindistan'la sınırlı kalmamıştır.
En başarılı Vedanta öğretmeni ve Hint tarihinde Buda'dan
sonraki ikinci saygın kişi Şankara'ydı (y. 780-820). Brahmandı ve kısa
kariyerinde dünyamızın bir yanılsama (maya) olduğu ve tek gerçekliğin Brahman
ya da Atman, dünya-tini ya da ruhu olduğu düşüncesini geliştirerek yurdu
Kerala'dan Himalayalar'a dek dolaştı.
Şankara'ya göre Brahman değişmiyordu ve sonsuzcasına
sabitti. Batılılar bunu çok gizemli bulur; Platon'un Bir'iyle Aristoteles'in
Devinimsiz Devindirici'sine özgü niteliklerin bir birleşimi gibidir. Evrendeki
başka her şey, gerçekdışı bir düzlemde olduğundan, değişime bağımlıydı.
İnsanlarda bu samsam, ruhgöçü biçimini almaktadır.
Sıfırın ilk nerede tanıtıldığı hâlâ açık değildir
Sind, Pencap ve Bengal tasavvufun başlıca merkezleri oldular
ve en önemli iki tarikat Sühreverdi ve Çeşti adlarıyla biliniyordu. İlki,
adını, tasavvuf hakkındaki bir elkitabının yazarından, ikincisiyse, tarikatın
ortaya çıktığı köyden almıştı.
Çin'in Bilgin-Seçkinleri, Lixue ve Fırça Kültürü
Yunancada Çinliler Seres diye adlandırılmıştı; ipek
anlamındaki Latince serica sözcüğü buradan gelir.
Romantik "İpek Yolu" terimini ilk defa 1870'1i
yıllarda Alman coğrafyacı Ferdinand Paul Wilhelm Freiherr von Richthofen
kullanmıştır.
Çin iki Song hanedanı döneminde (kuzeyde 960-1234 yılları
arasında, güneyde 1279 yılına dek) modern bilimin sınırına ulaştı ve küçük
çaplı bir sanayi devrimi yaptı.
Songların bu gelişmişliğinde bir dizi düşüncenin ve
etkileyici teknolojik buluşun katkısı oldu. Bunlardan ilki, nihayetinde
basımcılığa yol açan kâğıttı.
Song Rönesans'ı büyük ölçüde kitabın yaygın olarak
bulunabilmesine bağlı olduğu halde, Çinliler basımcılığı hiçbir zaman
Avrupa'daki gibi devrimci bir süreç olarak görmediler.
Çince bükümlü bir dil olmadığından, sözcükler sayı, cins,
durum, zaman, çatı ya da kipe göre değişmezler. İlişkiler ya sözcük
sıralamasıyla ya da yardımcı sözcüklerin kullanımıyla gösterilir.
İngiltere'de 18. yüzyılda sanayi devriminin başında üretilen
demirin yüzde yetmişini Çin daha 11. yüzyılda üretmekteydi.
Barut Batı'ya, tıpkı kâğıt örneğindeki gibi,
Müslümanlaryoluyla girdi; bu defa, 1248'de Şam'da ölen Endülüslü bitkibilimci
İbnü'l-Baytar'ın yazıları yoluyla. Güherçile için kullanılan Arapça terim
"Çin karı" iken, Farsça kullanımda bu "Çin tuzu"dur.
Eğitim ve öğrenim Çin'de daha ilk zamanlardan beri
ilerlemenin anahtarı olarak görülmüş
Lixue / Budizm'den Yeni-Konfüçyüsçülüğe olan değişim
Mahayana Bu- dizmi kurtuluşun herkese açık olduğunu
öneriyordu. Oysa Hinayana -Küçük Araç-, yalnızca kendi yaşamını keşişler gibi
bütünüyle Budizme adayanların kurtulabileceğini öneriyordu.
Çin'de aristokrasi her zaman yabancı etkilere daha açık
olmuştu ve aslında bu sınıf nüfusun geneline göre daha çok yabancı içeriyordu;
Türkler, Sogdlar, Tibetliler.
Shen Gua (1031-1095)
Çin'in ilk ayrıntılı atlasını hazırladı, düzey çizgilerini
neredeyse tam bir doğruluk derecesinde hesapladı
Doğu'nun 13. yüzyıl sonrasında neden sendelediği ve hep
geride kaldığı hâlâ her ulustan tarihçi için zorlu bir meseledir.
3. KISIM
TARİHİN BÜYÜK MENTEŞESİ
Avrupa İvmesi
Peki, ne olmuştu? "Batı" niçin öne geçmişti?
Fernand Braudel bu soruya coğrafi bir cevap vermeye çalıştı.
II. Felipe Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası ile Medeniyet ve Kapitalizm
adlı iki kitabında, özellikle de ikincisinin birinci cildi Gündelik Hayatın
Yapıları'nda Avrupa'nın sahip olduğu karaktere niçin büründüğünü açıklamaya
çalıştı. Örneğin, ona göre gıda maddeleri ile dünya medeniyetleri arasında
geniş çaplı bir ilişki vardı.
Pirincin Asya'da "tutunduğu bölgelere yüksek nüfus ve
[dolayısıyla] katı sosyal disiplin getirdiğini" saptadı. Buna karşılık,
"çok az çaba gerektiren bir ürün olan mısır"ın Amerikan Yerlilerine
bu medeniyetleri ünlü kılan devasa piramitleri inşa etmek için epeyce boş zaman
sağladığını belirtti.
Onun ifadesiyle, yaşamın büyük bir bölümünün içeride
geçirilmesi mobilyanın gelişimini özendirdi ve bu da aletlerin gelişmesini
sağladı; daha kötü hava koşulları yüzünden çalışma günlerinin daha az olmasına
karşın geçim sağlama mecburiyeti Avrupa'da işgücünü görece pahalı hale getirdi.
Böylece emek tasarrufu sağlayıcı araçlara daha çok ihtiyaç duyulması, aletlerin
gelişmesiyle birlikte önce bilimsel devrim ve ardından sanayi devrimine katkıda
bulundu.
Braudel'in temel savı coğrafyanın hammaddelere, kentlerin
(pazarların) ve ticaret yollarının ortaya çıkışına yön verdiğiydi.
13. yüzyıl sonuna doğru Kuzey Atlantik'i trafiğe açan ve
böylece yüzyıllardan beri sürmüş bir dünya sistemine öldürücü darbeyi indiren
ise İtalyan kent-devletlerinin kadırgalarıydı. Bu gelişme Portekiz'i Arap ve
Çin tacirlerce büyük ölçüde bilinen Doğu Hint Adaları'na yönelik Atlantik
güzergâhını "keşfetmeye" yöneltti.
…üzengi, şövalye sınıfının gücünü sınırsız ölçüde artırarak
feodalizmin yaratılmasına yardımcı oldu.
…barut ise şövalye sınıfının gücünü azaltma yoluyla en
azından Avrupa'da feodalizmin yıkılmasına katkıda bulundu.
Batı'da feodalizmin düşüşe geçişiyle birlikte bir tüccar
sınıfının doğması bilimin yükselişiyle yakından bağlantılıydı.
Doğu'da bilginler asla bir kurumsal kimliğe kavuşamadı
Kurumsal bilgi fikrinin ardında yatan şey, Avrupa'da
tasarlandığı biçimiyle üniversite fikriydi. Çin'de ya da İslam dünyasında böyle
bir tasarım gelişmedi.
1086'daki Sayım Kitabı'nın kayıtlarına göre, İngiltere'nin
3.000 beldesinde 5.624 değirmen vardı.
…üç bilgin Batı fikrine katkılarından dolayı özellikle ayrı
tutulabilir. Bunların ilki Bolognalı keşiş Gratianus'tur.
Gratianus (her yönüyle dine bağlı bir toplumda haliyle
hukukun ana biçimi olan) dinsel hukuku kör göreneğe son verecek şekilde yeniden
düşünmeye, düzenlemeye ve rasyonelleştirmeye girişti.
İkinci bilgin Robert Grosseteste'dir (y. 1186-1253).
…bilimsel yöntem sorununun çözülmesi gerektiğini gören ilk
kişi oldu.
Grosseteste'nin Aristoteles'e dayanarak vardığı başlıca
içgörü, "tüme-varım" ve sistematik sınama modelini geliştirmesiydi.
Ona göre, bir sorgu-lamanın ilk aşaması ele alınan fenomeni içerdiği ilkelere
ya da unsurlara ayırmaktı; tümevarımın ilk adımı buydu.
Batı'nın temellerini atmaya katkıda bulunan üçüncü bilgin
Aquinolu Tommaso'dur (y. 1225-1274).
Aquinolu Tommaso şeylerin temelinde Tanrı'nın mucizevi
müdahale gücünü yadsıyormuş gibi görünen bir doğal düzen yattığında ısrar etti.
Aklın kavrayabileceği bir "doğa yasası" olduğunu söyledik Akıl
nihayet vahyin gölgesinden kurtulup tekrar gün ışığına çıktı.
Albertus Magnus adlı bilgin, ilahiyattan türetilmiş bilgi
ile bilimden türetilmiş bilgi arasında belirgin bir ayrım yapan ilk ortaçağ
düşünürüydü.
…aşkın odak alınması kişisel görünüme ilgiyi canlandırdı;
böylece 12. yüzyıl gittikçe artan bir bireyselliği dışa vurmanın başka bir yolu
olarak giyimde cüretli yeniliğin geliştiği bir dönem oldu.
Kilise tarihinin ilk bin yılında, ölümün kol gezdiği ve çoğu
insanı tehdit ettiği yıllarda ölü İsa figürünün neredeyse hiç tasvir edilmemiş olması
dikkate değer bir olgudur.
11. yüzyılda birdenbire İsa'yı can çekişir ya da ölü halde
buluruz; üstünde kirli bir peştamal vardır ve aşağılanışı gayet insancadır.
1125-1135 arasındaki bir tarihte Autun'daki Saint Lazare'nin
portikosu üzerinde çalışan taş ustalarına ikonografiden sorumlu kişilerce
soyutlamadan vazgeçmeleri ve her figüre bireyselleşmiş ifade vermeleri açıkça
bildirildi
Maddi gücü yetenler için, evlerde mahremiyet sağlayan
odalara, örneğin çalışma odalarına yer verilmeye başlandı
11. yüzyıl ustalık açısından Roma'nın en büyük şairlerini
aratmayan -ve belki de onları aşan- bir aşk edebiyatı patlamasına sahne oldu.
…karşılıksız aşk yaygın bir takıntı ve hatta bir ideal
haline geldi.
…bir kadına dönük karşılıksız aşk, erkekleri içe kapanarak,
niçin başarısız olduklarını ve durumu nasıl düzeltebileceklerini düşünmeye
yöneltti
4. KISIM
AQUINOLU TOMMASO'dan JEFFERSON'A
Otoriteye Saldırı, Sekülerlik Fikri ve
"Tanrı ile İnsan Arasında": Papalığın
Düşünceleri Denetim Altında Tutma Teknikleri
Kişisel iman papazın ya da piskoposun erişim gücünün
ötesindeydi
Batı dünyasında kraliyet iki farklı yapıyla ortaya çıkmıştı.
Roma imparatorluğunun doğu kesiminde, Helen ve Doğu gelenekleri, imparatoru,
Hıristiyan kehanetinin "beklenen kişi"si, Tanrı'nın yeryüzündeki
temsilcisi olarak gören kavrayışı doğurdu. Kral Tanrı'nın inayetine sığınarak,
refah ve savaşta zafer sağlayabilirdi. Bu, Rusya'da da benimsenen fikirdi.
Roma imparatorluğunun batı kesiminde ise kraliyet rengini
kısmen Cermen kabilelerinin geleneklerinden, kısmen de Katolik Kilisesi'nin
genişleyen rolünden aldı.
Cermen paganların kadim doğaüstü inançları karizmatik gücü
bireylere değil, bütün bir kavme yakıştırırdı.
Papa 1. Gregorius (590-603) Konstantinopolis'teki hükümdara
"İmparator Hazretleri" diye hitap ederken, Batı ve Kuzey Avrupa'nın
krallarından "sevgili evlatlarım" diye söz etmekteydi.
…papa ile krallar ve imparatorlar arasındaki güç dengesi
ortaçağ boyunca inişli çıkışlı bir seyir izledi.
…feodal döneme ait olmayan "feodalizm" kelimesi 17
yüzyılda uyduruldu, Montesquieu tarafından popülerleştirildi
feodal hiyerarşiyi tanımlamak için kullanılan asıl kelimeler
"bağlılık" ve "efendilik"ti. Feodalizm aslında Kuzey ve
Batı Avrupa'da 9. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar hüküm sürmüş özgül bir merkezsiz
yönetim biçimidir. Temel ayırıcı özelliği efendilik, yani siyasal, ekonomik ve
askeri gücün irsi bir soylu tabakanın elinde toplanmasıydı.
Tarihçi Norman Cantor'a göre, feodalizmin embriyosu
comitatus ya da gefolge denen ve savaşçıların koruma karşılığında önderlerine
bağlılığına dayanan Cermen savaş topluluğuydu. Batı dillerindeki
"vasal" terimi "delikanlı" anlamındaki bir Keltçe kelimeden
gelir ve başlangıçta "savaşçı" topluluğunun çoğu kez bir delikanlı
çetesinden ibaret olduğu kesindir.
Batı Avrupa'da 10. ve 11. yüzyıllarda papalığın dışında yarı
ayrı bir manevi güç daha vardı ve o da birleştirici bir unsurdu: Benedikten
tarikatı.
Fransiskenler
Assisi ve Perugia askerleri arasında bir çatışmada tutsak
düştüğünde hum-maya yakalandı ve Tanrı'ya yöneldi. Serbest bırakıldıktan sonra,
bir gün yolda bir cüzamlıya rastladı. O dönemde çok korkulan cüzamlıların çan
taşımaları ve sağlıklı bir kişiye yaklaşırken çanı çalmaları zorunluydu.
Francis cüzamlıdan uzak durmak yerine onu kucakladı. Ancak yoluna devam edip
arkaya bakınca orada kimsenin olmadığını gördü; İsa'nın kılık değiştirmiş
olarak karşısına çıktığı ve iğrenme duygusunu kardeşçe sevgiye çevirdiği
kanısına vardı. Yaşadığı bu olaydan son derece etkilenen Francesco, yıkık bir
kiliseyi yeniden inşa etmek için aile servetini kullandı.
…o bir din önderinin en iyi ders verme yolunun ahlaki örnek
oluşturmaktan geçtiği kanısındaydı.
"kardinal" terimi "kapı menteşesi", yani
yolu açıp kapamaya yarayan can alıcı aygıt anlamındaki Latince kelimeden gelir.
Aforoz / Fikrin kökeni kısmen pagan devotio âdetine, yani
ciddi suç işleyenlerin tanrılara kurban edilmesine dayanmaktaydı. Süreç içinde
bu uygulamanın yerini sacer ["dokunulmaz") sayılan suçluların herkesçe
dışlanması aldı. Hukukun zayıf olduğu
bir dünyada ilave yaptırım gücü kazandırmak için sözleşmelere lanetler
eklenirdi ve bu fikir de ilk kilise tarafından benimsendi. Aforozun son bir
unsuru sürgündü: Babil esareti sırasında putperestlerle evlenen Yahudiler kovulmuş
ve mallarına el konulmuştu. İsa'dan önce
Filistin'de heretiklerin sinagoga girmeleri ve toplumsal yaşama katılmaları
yasaklanırdı.
Aforoz kavramı ayrıntılı olarak ilk kez Didascalia adlı bir
3. yüzyıl Süryani belgesinde açıklanır. İsimleri bilinmeyen havarilerce
yazıldığı ileri sürülen bu metin, ayinden dışlama ile sosyal dışlama arasında
ayrım yapar ve günahkarların kiliseye tekrar alınmak için ödemeleri gereken
kefareti belirtir.
Reconquista
Müslümanların 8. yüzyılda İber yarımadasını fethetmesinden
sonra, devrik Hıristiyan soylular sığındıkları Pireneler'de iki yüzyıl içinde
toparlanmış ve yitirilen toprakların en azından bir bölümünü 10. yüzyılın
sonuna doğru geri almışlardı. Müslüman denetiminden kurtuluş dört yüz yılı daha
alan bir mücadeleyle 15. yüzyıl sonunu buldu; ama bu süreçte Hıristiyanlar
"kutsal savaş" anlamındaki İslami cihat fikriyle, Tanrı adına
savaşarak ölmeyi en yüksek ahlak sayan doktrinle yüz yüze geldiler.
İslam tehdidine karşı koymanın etkili bir yolu olarak Doğu
ve Batı kiliselerini birleştirme arzusu eklenince, Haçlı seferi fikri doğdu
Urbanus bu yüzden Birinci Haçlı seferini 1095'te tarif etti.
Haçlılara günahlarına karşı "ön endüljans"
lütfedeceğini belirtti
Dönemin edebiyatına bakıldığında, kurulu kilise düzeninden
hoşnutsuzluğun her alanda arttığı görülür.
Deccal fikrinin kökenleri İkinci Tapınak Museviliğinin
kıyamet geleneğinde, Tanrı'nın ve gönderdiği Mesih'in "insan"
muarızlarının ilk ortaya çıkışında yatmaktaydı.
1294'te Fransa ile İngiltere arasında savaş başladı ve çok
geçmeden her iki devlet muazzam masraflar karşısında kaynak bulma arayışına
girdi.
Fransızların aklına gelen çözümlerden biri, daha önce Haçlı
seferleri için başvurulduğunda çok başarılı sonuç veren bir araç olarak ruhban
kesimi vergilendirmekti. Ancak Roma'dan itiraz geldi
Fransızlar özellikle sataşkan bir üslup taşıyan fermana
misilleme olarak, İtalyan bankerleri ülkeden çıkardılar ve çok daha etkili bir
darbeyle ülkeden para çıkışını keserek, papalığı hatırı sayılır bir gelirden
mahrum bıraktılar.
1301'de Güney Fransa'daki muhalif bir piskoposun krala
ihanet suçundan tutuklanmasıyla başka bir anlaşmazlık belirdi. Fransız
yetkililer Roma'dan yargılanmasına olanak vermek üzere piskoposu görevden
almasını istediler.
Fransız Genel Meclisi / Bonifatius heretiklikten cinayete ve
kara büyüye kadar akla gelebilecek her türlü bühtanla suçlandı. Genel Meclis
daha da kavgacı bir tavırla, Fransa'nın "halis Hıristiyan kralı"nın
dünyayı Roma'daki canavardan kurtarmakla yükümlü olduğunda ısrar etti.
Fransızlar papayı ele geçirmeyi başaramadılar, ama onu canından
ederek bir bakıma başarılı oldular. Bonifatius'un yerine geçen V. Clementius
bir Fransız başpiskopostu ve Roma yerine Avignon'a yerleşmeyi seçti.
Papalık siyasal bakımdan bir daha eski gücüne kavuşamadı.
Öğrenimin Yayılması ve Kesinliğin Yükselişi
Paris 13. yüzyıl başlarında 200 bin dolayında nüfusa sahipti
Kentteki çok sayıda kilisenin ek binaları çoğu kez
öğrencilere yiyecek ve yatacak yer sağlamaktaydı.
Paris 1140'a varıldığında büyük arayla Kuzey Avrupa'daki
başat okul konumundaydı
Daha da önemli bir gelişme, Aristoteles'ten çevirilerin
yeniden keşfiyle mantığın öne çıkmasıydı.
Mantık 12. yüzyılda trivium'daki en önemli disiplin konumuna
yükseldi
Paris'te ders veren Pierre Abelard'ın ilk kez ortaya attığı
"yeni" mantık ise Kitab-ı Mukaddes'te anlatılan birçok olayın akla
aykırı olduğunu ve dolayısıyla dosdoğru kabul edilmek yerine sorgulanması
gerektiğini ileri sürmekteydi.
Katedraller aslında okulların kurulmasını ve aynı zamanda
evrim geçirerek bugün üniversite dediğimiz yapıya kavuşmasını teşvik eden geniş
çaplı bir toplumsal değişimin parçasıydı
İlk üniversiteleri ilerleten dört araştırma alanı tıp,
hukuk, bilim ve matematikti.
Bilimsel konuların yerel anadillerde tartışılması 1231'de
ceza getirebilecek bir suç haline geldi; kilise sıradan insanların böyle
fikirlerle tanışmasını istemiyordu. Ama hiçbir yasak tam uygulanamadı
Bonaventure adını kullanan Giovanni di Fidenza,
Aristoteles'in ısrarla savunduğu şu görüşten rahatsız oldu: Tanrı var olan her
şeyin ilk sebebi olsa da, doğal varlıkların ilahi müdahale olmaksızın işleyen
kendi sebepleri ve sonuçlan vardır.
Bonaventure'ye ve onun gibi düşünen birçok kimseye göre, böyle bir akıl
yürütme tanrısız bir dünyaya işaret etmekteydi. Dolayısıyla Aristoteles'in
görüşlerinde düzeltmeler yapma uğraşına girildi.
Aquinolu Tommaso'ya göre, doğal akılla kanıtlanamayan ve
dolayısıyla kabul edilmesi gereken sadece üç hakikat vardı. Bunlar evrenin
yaratılışı, Üçleme öğretisinin niteliği ve İsa'nın kurtuluştaki rolüydü
Latince universitas'tan türetilen modern
"üniversite" teriminin tesadüfen ortaya çıktığı söylenebilir. Ama 12.
13. ve 14. yüzyıllarda bu kelime "ortak çıkarlara ve bağımsız hukuki
statüye sahip her türlü insan öbeğini ya da topluluğunu belirtmek için"
kullanılırdı
İlk emperyal üniversite, aslına bakılırsa bilinçli bir
girişimle kurulan ilk üniversite Napoli'de 1224'te Alman imparatoru II.
Friederich tarafından açıldı.
İlk üniversiteler Salerno, Bologna, Paris ve Oxford'da
kurulanlardı.
Bologna'nın çığır açıcı farklı bir atılımı Habitas'tı / akademik
tüzük
Ders verme biçimi de 12. yüzyılda kurallara bağlandı.
Kitab-ı Mukaddes'le başlamak üzere, metinler dört açıdan incelenirdi: Konu,
öncelikli amaç, temelde yatan amaç, ait olduğu felsefe dalı. Hoca bu veçheler
üzerinde durduktan sonra, her bir kelimenin ve ibarenin yorumunu yapardı; bütün
süreç lectio ("okuma") ya da ledura olarak bilinirdi.
Bologna'nın aksine, Paris başından itibaren hocaların
damgasını taşıyan bir üniversiteydi. Notre Dame çevresinde kümeleşen Parisli
öğretim üyeleri (belli vergilerden ve askerlik hizmetinden muafiyet gibi)
ayrıcalıkları ve bağımsızlığı sağlaması nedeniyle rahiplik statüsünden
memnundu. Yani, Paris'teki üniversite hem kral, hem de papa tarafından korunan
özerk bir bölgeydi.
Oxford ve Cambridge'in kıtadaki üniversitelerden farklılığı,
katedrali olmayan kentlerde gelişmeleriydi.
Bir teoriye göre, Oxford 1167 dolaylarında Paris'ten kaçan
bilginlerin buraya göçüyle ortaya çıktı
Bologna'nın asıl uzmanlığı hukukken ve Paris'te mantık ile
ilahiyat öne çıkarken, Oxford matematik ve doğa bilimleri alanındaki
uzmanlığıyla tanındı.
Ortaçağda üniversiteler resmi giriş koşulları yoktu. Bir
öğrenci adayının dersleri anlamaya yetecek kadar iyi Latince bildiğini
göstermesi yeterliydi.
Şehirlerdeki ilk saatlerin kadranı ya da kolları yoktu,
sadece çanları vardı. (Batı dillerinde "saat" kelimesi
"çan" anlamına gelen Fransızca cloche ve Almanca glocke kelimeleriyle
ilişkilidir.)
Bildiğimiz "artı" ve "eksi" işaretleri +
ve - Almanya'da basılı metinlerde ilk kez 1489'da yer aldı.
Keşişlerin tiz ve pes notaların daha kolay görülmesini
sağlamak için sayfa boyunca hafif bir yatay çizgi çekmesiyle ve ardından çizgi
sayısını artırmasıyla bu sistem geliştirildi; böylece nota çizgileri ortaya
çıkmaya başladı.
1500'den önce basılan kitap sayısı en az yirmi milyondur.
Sekülerliğin Sahneye Çıkışı: Kapitalizm, Hümanizm, Bireycilik
Rönesans / Konunun İtalyan kent-devletlerin küçüklüğüyle çok
yakın ilgisi vardı.
1300'e doğru İtalya'da 20.000 ve daha yüksek nüfuslu yirmi
üç kent vardı.
Abaküs okullarının adı Leonardo Fibonacci'nin 13. yüzyıl
başlarında yazdığı Liber abbaco'dan gelmekteydi.
Abaküs kitapları -özellikle ticaret problemlerine ilişkin
kısım- eğitimin bitmesinden itibaren başvuru kaynağı işlevini görürdü: Bir
tüccar bir sorunun içinden çıkamayınca, aşağı yukarı yakın bir şey bulana kadar
abaküs kitaplarını karıştırırdı.
Karavelanın ve hareketli pruva yelkeninin icadı gibi bazı
teknolojik ilerlemelere karşın, söz konusu ticari devrim esas olarak
örgütlenmeye dayalıydı. "Kâr peşinde koşmaya dönük ilkel güdünün yerini
yararlılık, hesaplama ve uzun vadeli rasyonel planlama aldı." Hesaba para geçme yöntemi uluslararası
ticaretin serpildiği Toskana kentlerinde çift kayıtlı defter tutmanın ve deniz
sigortasının doğuşuyla aşağı yukarı aynı sıralarda gelişti.
Kapitalizmin belki de en görünür belirtisi, diğer temel
Floransa uğraşının, yani bankacılığın başarısıydı.
…daha fazla insanın ticarete girmesiyle, sınıf ayrımının
asıl temeli ilk kez doğumdan ziyade zenginliğe kaydı. Tüccarlar ve hatta
yeterince zengin dükkân sahipleri çoğu kez soyluluk unvanları aldılar; ardından
sıklıkla saraylar yaptırarak ve malikâneler satın alarak eski aristokrasiyi,
taklide yöneldiler.
Mimarlar 1450'den bir süre sonra birbirlerinden ve civardaki
ortaçağ binalarından farklılıklarını vurgulamak için şahsi konutların ön
cephelerini özenle süslemeye yöneldiler. Konutlar gittikçe daha heybetli ana
giriş kapıları edinmeye başladı. Bir konutun ne kadar görkemli olduğunun
herkesçe görülebilmesi için çevredeki dükkânları yıkma yoluna gidildi.
Üst burjuvazi ve sanatçı birlikte yükseldi.
Rönesans hümanizminin ilk siması Petrarca'dır (1304-1374).
Petrarca'nın başarısı "karanlık çağ"ın varlığını, kendi zamanından
aşağı yukarı bin yıllık döneme yayması, yani antik Roma ve ondan önce klasik
Yunan dünyasının ihtişamından beri bir gerilemenin yaşandığını saptayan ilk
kişi olmasıydı.
Büyük bir dilbilimci ve bilgin, zarif bir Latince üslup
ustası ve çok yer gezip görmüş bir kuşkucu olan Erasmus hümanistlerin en
ünlüsüydü
1492'de rahip oldu
İngiliz hümanistlerle tanışması hayatını temelde iyiye doğru
değiştirdi.
İngiltere'ye gitmek üzere yola çıktı ve Alpler'i aştığı
sırada sonradan en ünlü eserine dönüşecek olan Budalalığa Övgü'yü yazmayı
aklına koydu.
Kitap 1511'de yayımlanır yayımlanmaz çok tuttu ve birçok
dile çevrildi.
Petrarca nasıl iki mesaj -estetik ve Platon- sunduysa,
Erasmus'un da iki mesajı vardı: Klasik eserlerin bilgi ve hazzın soylu ve
saygın bir kaynağı oluşu ve kilisenin gittikçe içi boş, kibirli ve hoşgörüsüz
hale gelişi.
1517'de, Martin Luther endüljanslara ilişkin Doksan Beş
Tez'ini Wittenberg kilisesinin kapısına çaktı.
Rönesans'taki en büyük psikolojik değişim, ilk kez Jacob
Burckhardt'ın dikkat çektiği, ama daha sonra başkalarının da katkılar sunarak
geliştirdiği üzere, bireysellikteki yükselişti. Peter Burke bunun üç veçhesinin
olduğunu belirtir: Kendini bilmede bir yükseliş, rekabetçilikte bir gelişme
(acaba kapitalizmle mi bağlantılı?) ve insanların benzersizliğine ilgide bir
artış.
Ortaçağ hümanizmi dünyadan kopuktu. Rönesans hümanizmi bir
tür yurttaş hümanizmiydi ve bu yönüyle antikçağı yeniden keşfetmenin başka bir
veçhesini temsil etmekteydi
Rönesans'ın olumsuz bir yanı da vardı. Sokaklarda şiddet,
sert ve uzun süreli aile kavgaları, siyasal hizipçilik, hırçın acımasızlık had
safhadaydı. Korsanlık ve haydutluk kimi zaman salgın boyutundaydı. Büyü ve
şeytana tapınma yaygınlaştı; papalıkça onaylanan cinayetler bile eksik değildi.
"Batı'nın temel kurumu" kilise kimi zaman manevi olarak batmış gibiydi
Hayal Gücü Patlaması
Umberto Eco sanat ve güzellik üzerine ortaçağ teorilerine
dönük araştırmasında, ortaçağ estetiğinin tekrarlarla ve geriye dönüşlerle dolu
olduğu ve "her şeyin yerli yerinde durmasına" dayalı bir dünya
kurduğu sonucuna varır. "Ortaçağ uygarlığı her konuda olduğu gibi
güzellikte de şeylerin ebedi özlerini kesin tanımlarla saptamaya çalıştı.''
Ortaçağ sanatçısı "kendisini dine ve cemaate mütevazı
hizmet sunmaya adamış" biriydi.
Peter Burke (üç ya da daha fazla alanda amatör ilginin ötesinde
bir düzeye varmaya dayalı "evrensel" tanımını esas alarak) Rönesans
döneminin on beş evrensel adamını saptamıştır: Mimar, mühendis, heykeltıraş ve
ressam Filippo Brunelleschi (1377-1446); mimar, heykeltıraş ve yazar Antonio
Filarete (1400-1465); mimar, yazar, madalya ustası ve ressam Leon Battista
Alberti (1404-1472); mimar, ressam, heykeltıraş ve mühendis Lorenzo Vecchietta
(1405/1412-1480); mimar, ressam ve yazar Bernard Zenale (1436-1526); mimar,
mühendis, heykeltıraş ve ressam Fransasco di Giorgio Martini (1439-1506);
mimar, mühendis, ressam ve şair Donato Bramante (1444-1514); mimar,
heykeltıraş, ressam ve bilimci Leonardo da Vinci (1452-1519); mimar, mühendis
ve hümanist Giovanni Giocondo (1457-1525); mimar, heykeltıraş ve ressam
Silvestro Aquilano (before 1471-1504); mimar, ressam ve yazar Sebastiano Serlio
(1475-1554); mimar, heykeltıraş, ressam ve yazar Michelangelo Buonarroti
(1475-1564); heykeltıraş, ressam ve tiyatro yönetmeni Guido Mazzoni (1477'den
önce-1518); mimar, mühendis, heykeltıraş ve ressam Piero Ligorio (1500-1583);
mimar, heykeltıraş, ressam ve yazar Giorgio Vasari (1511-1574).
Sanatçının konumundaki yükselişle ve paragone ve otoportre
ressamlığının kibriyle uyum içinde, ikiz invenzione ve fantasia, yani
yaratıcılık ve hayal gücü kavramları ortaya çıktı; bunlar hep birlikte sanatsal
ehliyet olarak adlandırılabilir.
Çalgı amaçlı yay doğrudan av amaçlı yaydan türemiş bir
aletti
Batı müziğinin evrimi açısından ikinci belirleyici olay 12.
ve 13. yüzyıllardaki Haçlı seferleriydi. Ortadoğu'da karşılaşılan yeni
çalgılar, özellikle de keman çarçabuk yayıldı.
Telli ve klavyeli çalgılar 15. yüzyılın ilk yarısında
sahneye çıktı
Klavyeli çalgılar arasında org Roma döneminden beri
kullanılmakla birlikte, 10. yüzyıldan itibaren sırf kiliseye mahsus bir çalgıya
dönüştü.
1530 dolaylarında öne çıkan madrigal İtalya'nın kültürlü
sınıflarının başlıca dindışı müzik formuydu.
Floransa'da operanın doğmasını sağlayan hümanistler, müziğin
birincil işlevinin söylenen sözlerin duygusal etkisini yoğunlaştırmak olduğu
kanısındaydı.
Operanın dinsel müzikteki benzeri olan oratoryo aşağı yukarı
aynı sıralarda ortaya çıktı. Esası bir dinsel oyunun müziğe göre düzenlenmesiydi.
Tiyatro oyunlarındaki patlama Londra'nın dönemin en başarılı
burjuva kentlerinden biri olarak Floransa'yı izlediği gerçeğini yansıtır.
Maynard Keynes'in de aralarında bulunduğu çok sayıda
iktisatçı, tiyatronun ortaya çıkışında İngiltere'nin ticari refahının doğrudan
rol oynadığını ileri sürmüştür.
Harold Bloom'un geçerli bir gerekçeyle sorduğu gibi, acaba Shakespeare bir tesadüf müydü? Ne de olsa, en başından
itibaren üstün bir yetenek değildi, zamanla öyle oldu.
…yazar olarak şöhrete ulaşmadan önce bir aktör olarak
tanındı.
Yazıma ya da gramere çok az özen gösterdi ve ihtiyaç duyduğunda
sürekli yeni kelimeler uydurdu.
Shakespeare'in karakterleri -en azından önemli olanları-
sanki kendilerine kulak verirler ve tamamen yeni bir özellik olarak, psikolojik
ve ahlaki anlamda değişme yetisi sergilerler.
…ikinci yenilik, Shakespeare'in eserlerinin "Hıristiyanlaştırmaya
direnişi"dir.
En önemli nokta doğanın ve hayatımızda neyin doğal olduğuna
ya da olmadığına ilişkin anlayışımızın sakatlanmasıdır
Geleneksel kaynaklarda Shakespeare ve Cervantes'in aynı günde öldüğü belirtilir. Daha önemli
bir çakışma çağımızda yaygın bir edebiyat türü olan romanın, Londra'da modern
tiyatronun başlamasıyla aşağı yukarı aynı sıralarda İspanya’da Don Quijote'yle
doğmuş olmasıdır.
Cervantes destansı hayat sürmüş bir adamdı. Erasmus'un bir
tilmizi olduğu neredeyse kesindir. Engizisyon zoruyla Museviliği bırakmış bir
ailedendi. İnebahtı deniz muharebesinde çarpıştı ve büyük yararlılık gösterdi.
Yaralı halde esir düştüğü Müslüman korsanların elinde uzun yıllar kaldı ve daha
sonra İspanyol zindanlarına atıldı. Hapisteyken yazmaya başlamış olabileceği ve
aşağı yukarı Kral Lear'le aynı sıralarda çıkan Don Quijote'nin tamamen özgün ve
emsalsiz olduğu söylenebilir.
Cervantes bize Don Quijote'nin deli olduğunu söyler; ama
sebebinden hiç söz etmez
Kristof Kolomb'un Zihinsel Ufku
Hakkında bilgi sahibi olduğumuz ilk büyük seyyah Massalia'da
(şimdiki Marsilya) yaşayan Pytheas'tı.
Roma döneminde bilgiler esas olarak ticaret sayesinde
gelişti.
Kolomb'un zihinsel ufku en azından kısmen ilk seyyahların
tecrübeleriyle belirlendi. Seyahat zahmetli ve sıklıkla tehlikeliydi; ama uzun
-hem de çok uzun- yolculuklar yapılması dünyaya ilişkin bilgileri Ceneviz
komutanı gibi insanların iştahını kabartmaya yetecek kadar genişletti.
Mercator topograf, gravürcü, matematik ve astronomi aletleri
ustası olmanın yanı sıra bir harita yapımcısıydı. Döneminin en bilgili
coğrafyacısıydı
Mercator haritasında enlem derecesinin uzunluğunu kıvrık bir
yüzeyde meridyenlerin buluşmasıyla aynı orantıda kutuplara doğru gittikçe
artırarak dünyanın kıvrıklığına bağlı etkinin üstesinden geldi.
Seyir araçları arasında (geleneksel kaynaklara göre
Avrupa'da önce Amalfi'de kullanılan) pusula dışında iskandil ve halat vardı.
Denizci suya indirilen bir iskandil ve halatla karanın yakınlığına ilişkin bir
erken ipucu edinebilirdi; Avrupa kıyılarının açıklarında denizin yaklaşık 100
kulaçlık (180 metre) bir derinliğe indiği, ardından hızla çok daha derin
düzeylere alçaldığı bilinen bir şeydi.
Cenovalı bir dokumacının oğlu olan Kolomb, Portekiz
gemileriyle Gine'ye kadar gitmişti; ama meslekten bir denizciden ziyade
"ikna gücü son derece yüksek bir coğrafya teorisyeni"ydi. 1492'deki seyahatinin gerçekleşmesini
sağlayan anlaşma "okyanus denizindeki adaları ve anakarayı bulup el
koyması"nı öngörmekteydi.
Kastilya / Palos'tan Ağustos 1492'de "Gölgeler
Denizi"ne yelken açtı.
"Yerli" Aklı: Yenidünya'daki Fikirler
Niçin Avrupalılar Amerika'yı keşfetti ve tam tersi bir durum
olmadı?
Jared Diamond / cevabın aslında gezegenin genel yapısında,
özellikle de kıtaların yeryüzündeki düzenlenişinde yattığı sonucuna varır.
Basitçe ifade etmek gerekirse, Amerika ve Afrika kıtalarının ana ekseni kuzey-
güney, Avrasya'nın ana ekseni ise doğu-batı doğrultuludur. Bunun önemi şuradan
gelir: Evcil hayvanlar ve bitkiler kuzeyden güneye ya da güneyden kuzeye bir
göçe oranla doğudan batıya ya da batıdan doğuya çok daha kolay yayılır. Çünkü
benzer enlemler ortalama sıcaklık, yağış miktarı ya da günışığı süresi gibi
benzer coğrafi ve iklim koşullarına işaret eder. Kuzeyden güneye ya da güneyden
kuzeye bir yayılma ise nispeten daha zordur.
Yenidünya'ya ilk gidenler askerler, kâtipler, tüccarlar ve
hukuk öğrenimi görmüş memurlardı
1492'de Amerika'da yaşayan 75 milyon civarında Yerli vardı.
Amerika'daki keşifler elbette bir ekonomik etki ve böylece fikirlerde
bir devrim yarattı.
İspanya'nın yükselişi ve ardındaki sebepler haliyle başka
yerlerde dikkat çekti. O andan itibaren siyasetinde deniz gücünün en büyük
önemi taşıyacağının kavrandığını söylemek yanlış olmaz.
Amerika için gelişen kavga 16. yüzyıl milliyetçiliğini
azdırdı
Fakat Amerika için kapışma, zamanla uluslararası hukukun
esaslarının oluşmasını getirdi.
Avrupa'ya 1500-1650 arasında yaklaşık 180 ton altın ve
16.000 ton gümüş girdi. Bu durum fiyatlarda bir devrime yol açtı
Tarihin Kuzeye Yönelişi: Protestanlığın Düşünsel Etkisi
"Petrus ve Paulus fukaralık içinde yaşamışlardı; oysa
15. ve 16. yüzyıllardaki papaların yaşamı Roma imparatorlarınki gibiydi."
Halk meclisinin bir tahminine göre, 1502'de Fransa'daki bütün paranın yüzde
75'i Katolik Kilisesi'nin elindeydi.
İngiltere'de rahipler günah çıkarma bölmesine giren
kadınları sıkıştırmayı âdet edinmişti: Bağışlanma cinsel ilişki karşılığında
sunulmaktaydı.
Papa IV. Sixtus'un 1476'da endüljansların "arafta azap
çeken ruhlar" için de geçerli olduğunu ilan etmesi kırılma noktası oldu.
William Manchester'ın ifadesiyle bu "semavi üçkâğıtçılık" hemen
tuttu: Köylüler ölü akrabalarını parayla kurtarmak uğruna aileleriyle birlikte
aç kalmaya katlandılar.
Martin Luther / 1517'ye
varıldığında artık kendini tutamadı ve Azizler Yortusu arifesine denk gelen 31
Ekim'de hamlesini yaptı. Dünyanın her yanında yankı uyandıracak bir eylemle,
endüljans satışını sertçe eleştiren ve bunu savunanları cesaretle karşısına
çıkıp tartışmaya çağıran Doksan Beş Tez'ini Wittenberg kilisesinin kapısına
çaktı.
Luther tezlerinde ve diğer yazılarında geri adım atmadı:
Papayı bir hırsızdan ve bir katilden pek de muteber görmediğini açıkça
belirtti.
Protestanlık insanları dinsel otoriteden kurtarmakla, başka
bakımlardan da özgürleştirdi.
Weber / Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adlı
kitabında, kapitalizmin evrimi için uygun koşulların tarihin birçok aşamasında
varolmasına karşın, "rasyonel bir ekonomik ahlak"ın ancak
"meslek aşkı" ve "dünyevi çilecilik" anlayışına dayalı Protestanlığın
doğuşundan sonra ortaya çıktığını ileri sürdü.
Luther'in savlarının başarısı sadece Katolik hiyerarşinin
evrenselci emellerini yıkmakla kalmadı; dini (Cenevre dışında) devlete tabi
kıldı ve ruhban kesimi bireyin sadece "içsel yaşam"ının gözeticisi
konumuna düşürdü. Reform hareketiyle birlikte Almanya ve Fransa'da, ardından
Otuz Yıl Savaşları'yla bütün kıtada yaşanan dinsel çatışma, bağımsız ve egemen
ulus-devletlere dayalı bir Avrupa'nın ortaya çıkışına katkıda bulundu. Toprağa bağlı ulus-devlet ve ticaret esaslı
orta sınıf modern tarih dediğimiz süreçteki en önemli iki unsurdur.
Deneyin Yaratıcılığı
Konstantinopolis'in 1453'teki düşüşüyle birlikte / Giovanni Aurispa / 238
Yunanca yazma getirerek, Batılıları Aiskhylos, Sophokles ve Platon'la tanıştırdı.
16. yüzyılda arşı anlamak insanların esasen fizik diye
gördüğü bilimin en önemli amacıydı. Bir dinsel toplumda "hayatın ve her
şeyin akıbeti arşın hareketine bağlıydı: Arş arza hükmetmekteydi.
Kopernik'in De revolutionibus / Gökcisimlerinin Dönüşü Üzerine kitabında
sistemleştirdiği yeni fikirleri bazı boşluklar taşır. Örneğin, gezegenlerin içi
boş ve eşmerkezli bir dizi devasa kristal topların yüzeylerinde sabit durduğu
yolundaki ortaçağ fikrine hâlâ inanmaktaydı.
Kopernik'in yeni fikirleri 16. yüzyıl boyunca "tamamen
makbul" sayıldı. Geleneksel ilahiyata ters düştüğüne dair yakınmalar ancak
1615'te dile getirildi.
Johann Kepler / Kopernik gibi, o da geleneksel düşünceye uygun olarak, yıldızların
eşmerkezli bir dizi kristal top üstünde dizili olduğu inancından yola çıktı.
Ancak zamanla / bu teoriden vazgeçti.
Mars'ın güneş çevresindeki yolculuğunda bir daireyi değil, bir elipsi izlediğini
kavradı. / …eliptik yörüngelerin keşfi yerçekimi ve dinamik
araştırmalarını kamçıladı.
Eliptik bir yörünge mevsimlerin niçin eşit süreli olmadığını
gerçekten açıklamaktaydı.
Kepler'in bulduğu üzere, sistemde bir sabit değer vardı. Hız
yarıçap vektörüyle (kabaca gezegenin güneşe mesafesiyle) çarpıldığında, sonuç
aynı çıkmaktaydı.
…güneşle bağlantılı olarak diğer gezegenlerin yörüngelerini,
hızlarını ve mesafelerini hesaplamayı başardı. Burada da bir sabit değer
bulunduğunu saptadı: Dönüş süresi ve güneşe uzaklık, karenin küpe oranına
denkti.
Galileo / Gökyüzünde
geceleyin çıplak gözle görünen kabaca ikibin yıldız vardır. Galileo ise
teleskopla baktığında çok daha fazla yıldızı gördü.
Galileo'nun başka bir ilgi alanı gayet doğal olarak
silahlar, özellikle de balistik silahlardı.
Top namlusu yere paralel hizanın yukarısına çıkarıldıkça
menzil artmakta ve açının 45 dereceyi geçmesinden sonra tekrar düşmekteydi.
İşte top güllelerinin bu davranışı Galileo'yu hareket eden cisimlerin
yasalarıyla ilgilenmeye yöneltti.
…bir sarkacın uzunluğu ile sallanışı arasında bir ilişki
olduğunu saptadı. Bu gözlem karekök yasasına temel oluşturdu.
Dünyanın İki Esas Sistemi Üzerine Diyaloglar (1632) ve İki
Yeni Bilim Üzerine Diyaloglar (1638) adlarını taşıyan iki ünlü risale kaleme
aldı.
Engizisyon'daki ünlü yargılama sonunda hapse atılmasına yol
açtı. Ancak zindanda yatarken, yine bu üç adam arasında dinamik üzerine
diyaloglar biçimindeki İki Yeni Bilim'i yazdı. Bu ikinci kitabında fırlatılan
nesnelere ilişkin görüşlerini ortaya koydu ve hava direnci hesaba
katılmadığında, böyle bir nesnenin izleyeceği yolun parabol olduğunu gösterdi.
…elips gibi, parabol de koninin bir fonksiyonudur.
Logaritma adı Yunanca logos ("oran") ve arithnıos
("sayı") kelimelerinden gelir.
Sarkaç ve / merkezkaç kuvvet kavramı Newton'u tam
serbestlikle eksenlerinde dönerken gezegenleri yerlerinde tutan şeyin yerçekimi
olduğu fikrine götürdü.
Yıldızların doğrudan teleskopla bakıldığında genellikle görülen
renkli kenarlarının ayna görüntülerine asla yansımamaları dikkatini çekmişti
Bu meraktan dolayı teleskopla yaptığı deneyler, onu
prizmanın özelliklerini araştırmaya yöneltti.
Deney sırasında iki şey gözlemledi. Birincisi, görüntü baş
aşağıydı; ikincisi, ışık kırılarak bileşen renklerine ayrılmaktaydı.
Batı felsefesinde üç büyük çağ vardır. Klasik çağda felsefe
-dönemin biliminden ve dininden etkilenmekle birlikte- büyük ölçüde özerk bir
uğraş alanıydı; esas olarak bütün diğer uğraş alanlarını tanımlayan ve
yargılayan bir konumdaydı. Ardından Hıristiyanlığın sahneye çıkışıyla, ilahiyat
baskın bir rol üstlendi ve felsefe ona tabi hale geldi. Ancak bilimin devreye girişiyle,
felsefe ilahiyata bağlı olmaktan çıktı - ve günümüzde bulunduğumuz konum hâlâ
az çok böyledir. Bacon ve Descartes bu son evreye geçişin başta gelen
simalarıydı.
Francis Bacon
Sokrates bilgiyi erdemle denk saymıştı
Bacon'a göre, bilgi iktidarla ilişkilendirilmeliydi
Descartes / Ona göre, geometri ve aritmetik kesinlik
sunmaktaydı, doğaya dönük gözlem çelişkiden yoksundu
Descartes çevresine baktığında bir şeyin açık olduğunun
farkına vardı. Kendi varlığından emin olmasından dolayı kuşku duyulamayacak tek
şey kendi kuşkusuydu.
“Araştırma" kelimesi ilk kez Etienne Pasquier'nin 1560
Recherches de la France kitabında kullanıldı.
Serbestiyet, Mülkiyet ve Topluluk: Muhafazakârlığın ve Liberalizmin
Kökenleri
Fransa'nın 1638'de doğan güneş kral XIV. Louis 1643'te tahta
geçti
Niccolo Machiavelli / Floransa'da üç farklı yönetim sistemi
altında yaşadı
Hükümdar / eserin yazılma sebebi aslında Floransa
cumhuriyetinin 1512'de yıkılması ve Medid ailesinin tekrar başa geçmesiydi.
Gözden düşen Machiavelli görevinden oldu / Hükümdar'ı hızla yazarak 1513'te
tamamladı / Lorenzo de Medici'ye ithaf etti. Böylece tekrar göze girmeyi
umuyordu. Oysa kitap Lorenzo tarafından hiç okunmadığı gibi, Machiavelli
hayattayken yayımlanmadı.
Machiavelli'nin insanlara iyi ya da saygın davranma yolunu
öğretmeye kalkışmaması açısından, Hükümdar geçmişten tam bir kopuşu getirdi.
Daha ziyade gördüğü şeyleri, insanların gerçek hayatta nasıl davrandığını ve
"sözünü geçirmek isteyen bir hükümdarın nasıl hareket etmesi gerektiği"ni
aktardı.
Onun gözünde hükümdar, devletin kişileşmiş halidir.
Thomas Hobbes
Tam bir materyalist
Bodin Devlet Üzerine Altı Kitap'ı nasıl Fransa'da Huguenot
savaşlarının yaşandığı bir ortamda yazdıysa, Hobbes da eserini İngiliz İç
Savaşı'nın hemen ardından kaleme aldı.
…amacı her şeyden önce can ve mal güvenliğinin, yani düzenin
sağlanmasıydı.
…dinsel gücün sıkı sıkıya seküler güce bağlı olması
gerektiğini öngördü.
Leviathan 1651'de yayımlandı. Kitap dört kısma ayrılır.
"İnsana Dair" başlıklı birinci kısım, insan bilgisinin durumuna ve
psikolojiye ilişkin bir irdelemedir. "Devlete Dair" başlıklı ikinci
kısım kitabın asıl üzerinde durduğu temayı içerir. Hobbes üçüncü kısımda dinsel
görüşlerini dile getirir; "Karanlıklar Krallığı'na Dair" başlıklı son
kısımda ise Roma Kilisesi'ne yönelik bir saldırıyla görüşlerini noktalar.
…insanın doğal halinin savaş olduğu yolundaki aksiyomdan
hareket eder.
…insanın doğasında başlıca üç kavga vesilesi buluruz.
Birincisi rekabettir; ikincisi çekingenliktir [Hobbes'un anlayışıyla korku];
üçüncüsü şandır."
Bu durumun hiçbir istisnası yoktur. Krallar ve kraliçeler
bile "gladyatör tavrı ve duruşuyla" sürekli birbirlerini kıskanırlar.
Hobbes'a göre, insanlar bundan dolayı sürekli savaş üzerine kurulu ilkel halden
kurtulmak için bir ortak otoriteye boyun eğmek zorundadır. (Kastedilen ortak
otorite / Leviathan’dır.)
Günümüzde / …devletin insan doğasının kaba bencilliğine
karşı kollayıcı bir işlev üstlendiği toplumlarda tutunmaya çalışıyoruz.
John Locke (1632-1704) / Hobbes'la temel görüş ayrılığı
insanın doğal halinin savaş değil, aklı kullanma olduğu noktasındaydı.
Hobbes'un vurguladığı gibi insanların doğaları gereği eşit
olduklarını belirtir
Yetkinin eşlik etmediği serbestiyetin Hobbes'ta büyük korku
uyandıran sürekli savaş halinden farklı olmadığını söyler.
Spinoza (1634-1677)
Hobbes gibi, o da hükümran gücün düzen için ödediğimiz bir
bedel olduğu görüşündeydi.
Spinoza'ya göre, toplumun amacı insan bilincinin geliştirilmesidir.
…devletin gerçek amacı serbestiyettir. (...) Bu bakış Calvin'de
ya da Aziz Augustinus'ta açıkça görülen hayat korkusunun antitezidir.
Bilgi değişir ve dolayısıyla "devlet değişmeye yatkın
olmalıdır."
Vico, ilkel insanı anlamak için çok uğraştı. / Din,
evlilik, defin görenek ve törenlerinde ifadesini bulan ilahi takdire inanç, / Uygarlık
bu çerçevede tanrısal amacın bir ifadesiydi
…görüşlerini pagan mitolojisindeki olaylara dönük bilimsel
göndermelerle süsledi. Örneğin, gök gürültüsünü Jüpiter'in bir özelliğine
dayandırdı.
Romanın ve yaşanan dünyayı ele alışının başka bir etkisi
aile ilişkilerini ve kadınları ilgi odağı haline getirmesi oldu (çünkü onlar
müşteri)
"Ateist Korkusu" ve Kuşkunun Devreye Girişi
16. yüzyılın sonuna doğru, Avrupa'da Hıristiyanlığın ağır
itibar kaybına uğradığı kanısını taşıyan insanlar hiç de az değildi.
Protestanlar ve Katolikler binlere varan sayılarla birbirlerini öldürüyorlardı
Yerel çeviriler sayesinde sıradan insanların kutsal kitabı
okuyabilmeleri tehlikeliydi ve kilise de bunun farkındaydı.
Matbaacı Robert Stephanus'un 1551'de Cenevre'de başlattığı
Kitab-ı Mukaddes cümlelerini numaralandırma yöntemi de bu gelişmede bir rol
oynadı. Böylece kutsal kitaplarda bakılacak yerlerin daha kolay bulunması,
birçok bariz tutarsızlığın ve çatışmalı doğrunun farkına varılmasını sağladı.
Montaigne (1533-1592) adıyla tanınan Michel Eyquem bir dinin
ilahi vahiy üzerinde tekelini kabul etmesini neredeyse imkânsız kılıyordu ve bu
düşünceyi sadece inançlara değil, ahlaka da uyguladı.
…bilginin amacının insanlara bu dünyada daha doyurucu, daha
üretken, daha mutlu yaşama yolunu öğretmek olduğunu ileri sürdü.
Montaigne'in ahretten ziyade hayata yoğunlaşması
Hıristiyanlığın başka bir temel bileşeninin önemini azalttı; bu bileşen ruh
kavramı çerçevesinde ruhla bağlantılı her şeyi iyi ve erdemli, bedenle bağlantılı
her şeyi ise kötü ve bayağı sayma eğilimiydi.
Voltaire / Kitab-ı Mukaddes'in kutsallığından katışıksız
düzenbazlık olarak gördüğü mucizelere kadar Hıristiyanlıkla ilgili her şeyi
alaya aldı.
Immanuel Kant bir sevgi dini olarak Hıristiyanlığın temel
akidelerini benimsemekle birlikte, "tamamen zararlı" bulduğu doğaüstü
unsurların, kehanet ve mucizelerin amansız muhalifiydi.
Kutsal kitaplar artık metin ve başka yönler açısında
değerlendirilmeye açık seküler eserler gibi ele alınmaya başladı.)
Spinoza, Yaratılış Kitabı'nın tek bir yazarca kaleme alınmış
olamayacağını ileri sürdü ve Eski Ahit'teki kitaplardan çoğunun genellikle
sanılandan çok daha yakın tarihli olduğunu gösterdi.
…kuşku din ile ahlak arasındaki büyük ayrılığı sağladı.
Ruhtan Zihne: İnsan Doğasının Yasalarına Dönük Arayış
Voltaire'in özünde yaptığı şey Kartezyen geleneği Newton ve
Locke'ta somutlaşan Britanya'daki yeni düşünce tarzına uyarlamaktı.
…ölümsüzlüğüne ve öbür dünyadaki başat rolüne inanılan ruhun
aksine, zihin gittikçe bilince, dile ve bu dünyayla ilişkisine göre anlaşılmaya
başladık Bu yaklaşımı esas olarak getiren kişi, daha önce belirtildiği üzere,
1690'da yayımlanan İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme'yle John Locke'tu
(1632-1704). Daha 1671'de taslak olarak hazırladığı bu kitabında, Locke
"ruh" yerine "zihin" kelimesini kullandı ve fikirlerin
kaynağını "doğuştan" gelme ya da dinsel (vahiy esaslı) bir köken
yerine deneyime ve gözleme dayandırdı.
Hume yirmi sekiz yaşında olduğu Ocak 1739'da, İnsan Doğası
Üzerine Bir İnceleme'nin ilk cildini yayımladı. Amacı rasyonel bir ahlak yasası
sağlayacak bir insan biliminin temelini ortaya koymaktı.
Adam Smith, insanın tarımsal toplumun ötesine, uygarlıkta
yeni bir aşama olarak ticari topluma geçtiğini savundu. Ona göre, iktisadi
değerin esası, zenginliğin kaynağı emek, yani yapılan işti.
Immanuel Kant (1724-1804) tıpkı çağdaşı Gottfried Herder
(1744-1803) gibi, tarihte büyük bir kozmik amacın bulunduğu ve insanların doğa
yasalarına riayet ederek farkında olmadan o istikamette ilerlediği görüşünü
benimsedi.
Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831), aynen Kant gibi,
ilerlemenin esasen özgürlükle ilgili olduğu kanısındaydı. Tarihte özgürlüğün
genişlediği dört ana evreyi belirledi. Önce, tek bir kişinin, yani despotun
özgür olduğu Doğu sistemi vardı. Daha sonra bazı insanların özgür olduğu Yunan
ve ardından Roma sistemleri geldi. Son olarak, bütün insanların özgür olduğu
Prusya sistemi ortaya çıktı.
Comte Pozitif Felsefe adlı kitabında tarihin teolojik,
metafizik ve bilimsel olmak üzere üç büyük aşamaya ayrıldığım ileri sürdü.
18. yüzyıla, Aydınlanma çağına doğa bilimlerindeki
yöntemleri ve yaklaşımı bizzat insana uygulama yönündeki ilk girişimler
damgasını vurmuştur.
Fabrika Fikri ve Sonuçları
Neden fabrika ve onun beraberinde getirdiği şeyler, ilk
olarak Britanya'da yaşanmıştı?' Buna verilecek cevaplardan biri, diğer Avrupa
ülkelerinde varlığını koruyan feodal ve kraliyet kaynaklı kısıtlamaların
İngiltere'de 18. yüzyılda yaşanan devrimlerle ortadan kaldırılmış oluşuydu.
İlk fabrikalar su gücüyle çalışıyordu ve Derbyshire'ın
uzaktaki nehir vadilerine yerleştirilmiş olmalarının sebebi de buydu
Yetimhanelerden ve ıslahevlerinden gelen çocuklar ucuz
işgücü sağlıyorlardı.
O günlerde çocukların kırsal bölgelerde kısıtlı da olsa geçirebilecekleri
boş zamanları vardı. Ancak 19. yüzyılın başında su gücünün yerini buhar
makinesi alınca, bu bile değişti. Bu durum, fabrikayı işçilerin yaşadıkları
şehirlere taşımayı daha uygun hale getirdi,
Buhar enerji kaynağı haline gelince kömür ve demir de
sanayinin belkemiği oldu.
Odun, Fransa'da büyük miktarda bulunabiliyordu ve bu yüzden
odun kömürünün kullanımı sürdü. Ancak İngiltere'de odun yerine bol miktarda
kömür vardı. Bunu herkes biliyordu ve birden fazla mucit, demir cevherini
eritmenin yolunun kömürü gazlarından arındırmak, böylece onu daha yüksek
sıcaklıklara güvenli biçimde ulaşılabilecek olan kokkömürüne dönüştürmek
olduğunu kavradı.
David Ricardo / İktisat kuramına ana katkısı, sanayinin
başarılı olabilmesi için emek tarafından yaratılan değerin ücretlerle ödenenden
daha yüksek olması gerektiğiydi. Ona göre bunun sonucunda ücretler "ne
artıp ne azalarak işçilerin yaşamlarını ve nesillerini sürdürmelerini
sağlayacak kadar" düşük bir seviyede tutulursa, o zaman ne çok büyük bir
sermaye birikimi ne de genel bir aşırı üretim söz konusu olurdu.
J. K. Galbraith'in bize hatırlattığı üzere, bu durum Tunç
Kanunu olarak bilindi ve "çalışanların fakir olması gerektiği, aksi
takdirde sanayi toplumunun bütün yapısının tehdit altında olacağı" fikrini
oluşturdu.
Marx'ın hayattaki başarısı, "insana içkin olan
özgürlüğün ondan nasıl gizlendiğini" araştırıp ifşa etmek olarak
anlaşılabilir.
Marx için değişim, George Hegel'den ders almak üzere
Berlin'e gitmesiyle başladı. Hegel'in öne çıkan düşüncesi, bütün ekonomik,
toplumsal ve siyasi hayatın devamlı bir akış içinde olduğuydu. Bu onun ünlü
tez, antitez ve sentez kuramıydı.
Rheinische Zeitung'un editörü olarak çalışmak üzere Köln'e
geçti. Ruhr vadisindeki yeni sanayicilerin yayın organı olan bu gazetede (önemli
bir ayrıntıdır bu) editör olarak iyi bir iş çıkarmıştı. Ancak gazete başlangıç
aşamasında kademeli olarak okurların çoğunun çıkarlarıyla çatışan bir politika
izlemeye başladı.
Britanya'da J. K. Galbraith'in "tüm zamanların en ünlü
-ve en şiddetli biçimde itham edilmiş- siyasi broşürü" olarak adlandırdığı
Komünist Manifesto'yu Engels'le ortakaşa yazdı. Manifesto'da Marx ve Engels
kapitalizmin hâkim olduğu devleti, "bütün burjuvazinin ortak işlerini
yönetmek için kurulmuş bir komite" olarak adlandırdı ve ekledi:
"Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda zihinsel
üretim araçlarını da elinde bulundurur." Sanayi toplumunun temel olarak
birbirine düşman proletarya ve burjuvaziye, "iki büyük düşman kampa"
bölündüğünü öne sürdüler.
Hegel'in tinin diyalektiği ve tezin antitezini ürettiği
diyalektik olarak tarih fikrini kesinlikle reddetti. Marx için tarihin seyri
insanların karşılaştıkları maddi koşulların bir sonucuydu.
Ana argümanı toplumun temelinin üretim koşulları olduğuydu.
"Onun üstyapı dediği bütün toplumsal kurumlar, ister hukuk, din, ister
devleti oluşturan farklı unsurlar olsun, bu temelden çıkar.
Marx verimlilik ve artı değer yaratımı için işbölümünün
hayati olduğu bir sanayi toplumunda "emekçinin kendine
yabancılaştığını" öne sürüyordu. Burada kastettiği, fabrika örgütlenmesi
ve üretiminin insanı bir makineye çevirdiğiydi.
Marx, "ideoloji" olarak adlandırdığı durum
yüzünden işçilerin yabancılaştıklarını fark etmediklerini söyler. Toplumun
örgütlenme biçimi, iktidarın örgütlenme biçiminin bir sonucu olarak bu toplumun
koşullarına dair bir inançlar bütünü -bir ideoloji- üretilir. Bu
"ideoloji" insan doğasının kendisine dair ve bizzat egemen sınıfın
çıkarlarına hizmet eden teoriler içerir
Marx iktisadi istikrarsızlık ve sınıf savaşımlarının en
sonunda devrimle, komünizme nihai geçişle sonuçlanması gereken üretim tarihinin
içsel parçaları olduğunu iddia ediyor
1815'te gerçekten de bir dönüm noktasına ulaşıldı. Bundan
önce hükümetler ve tüccarlar savaşların her zaman için ticareti genişletmek
için fırsatlar sunduğunu hep kabul etmişlerdi. Sanayi devriminden sonra,
müreffeh bir orta sınıfın yükselişiyle savaş ekonomisi sonsuza dek değişti.
Kari Polanyi'nin yüz yıl barışı olarak adlandırdığı şey, sanayi devriminin
yepyeni bir uygarlık biçimi olan kitle toplumunun gelişimini ateşlemesine izin
verdi.
Amerika'nın İcadı
Amerika'nın keşfi, Ümit Burnu'nun etrafının dolaşılması,
yükselen burjuvazi için taze bir alan açtı.
Earl J. Hamilton (Amerikan Hazinesi ve Kapitalizmin
Yükselişi) Avrupa'daki sermaye oluşumunun ana nedeninin Amerika olduğuna
emindi.
H. M. Robertson (Ekonomik Bireyciliğin Yükselişinin
Veçheleri, 1933) keşiflerin öneminin "yalnızca maddi alanla sınırlı
olmadığını" öne sürdü. "Çünkü devamında ticaretin yayılması,
fikirlerin de zorunlu olarak yayılması anlamına geliyordu.
Yeni Dünya aynı zamanda Avrupa'da milliyetçiliğin
gelişiminde rol oynadı. Uygarlığın merkezi İber yarımadasına kayarken İspanya
doğal olarak "seçilmiş ırk" olduğunu düşünüyordu.
Bartolome de las Casas'ın 1552'de yayımlanan Brief Account
of the Destruction of the Indies (Hint Adalarının Yokedilişinin Kısa bir
Anlatımı) ve Girolamo Benzoni'nin 1565 yılında yayımlanan History of the New
World (Yeni Dünya'nın Tarihi) / İki kitap İspanya'nın imajını yaraladı.
Yirmi milyon yerlinin yok edilişi, bundan böyle
İspanyolların "doğuştan" gaddarlığının kanıtı olarak gösterildi.
Erken dönem Amerikan düşüncesi, seküler ve pratikti.
Amerikan milliyetçiliği / Halktan geliyordu
…kırk yıl boyunca yeni ulusun her başkanı, her başkan
yardımcısı ve her içişleri bakanı (bunun istisnası Washington'un kendisiydi)
avukatlıktan geliyordu.
Devrimci Amerika'da eserleri Jefferson, John Adams, James
Madison, Tom Paine veya James Wilson'un siyasi yazılarıyla kıyaslanabilecek
hiçbir şair, tiyatro yazarı ve hatta romancı yoktu.
5. KISIM
VICO'DAN FREUD'A
Paralel Hakikatler: Modern Tutarsızlık
Şark Rönesansı
…haberin gizli kalması için düzenlenmiş çabaların gerçekte
var olduklarına hiç şüphe yoktur.
Portekiz'de 1500'den 16. yüzyıl ortasına dek Asya'daki yeni
keşifler hakkında tek bir kitap basılmamıştır.
1550 yılından sonra seyahat edebiyatına büyük rağbet vardı.
Portekiz Krallığı / kiliseye ait çeşitli kazançları keşifler
için kullanma ve papalığa Afrika ve Hint adalarında dini rahiplik pozisyonları
için bir dizi aday gösterme hakkını veriyordu padroado ile.
Hint adaları arasındaki Goa, Cizvit faaliyetlerinin merkezi
olarak belirlendi
18. yüzyıl ağır ağır ilerlerken, Çin, Avrupalılar için büyük
bir büyülenme kaynağı haline geldi
1822 yılında Champollion, Mısır'dan getirilen üç dilli
Rosetta Taşı'nı kullanarak hiyeroglif yazıyı okumayı başardı.
Johann Gottfried von Herder / Hindistan'a yönelik merakı / insan
ırkının ilahi çocukluğunun beşiğini Hindistan'a yerleştirme fikrini
Romantikçiler arasında yaygın hale getirdi…
Schelling / 1799 tarihli Philosophie der Mythologie başlıklı
konferansında, bir "anadil"in gerekliliği gibi, dünyada tüm halklar
tarafından paylaşılan bir mitolojinin de var olması gerektiğini söyledi.
Romantizmi etkileyen bir başka etmen de Hindistan'ın özgün
kutsal kitaplarının şiir formunda yazılmış oluşlarıydı.
Atlas Okyanusu'nun ötesinde de bu fikirlerin etkisi altına
giren yazar ve şairler vardı. Emerson ve Thoreau'nun yazıları Budizmle doluydu.
Değerleri Tersine Çeviren Büyük Akım: Romantizm
Berlioz / Ondan sonra, müzik bir daha asla aynı olmayacaktı.
"rüyalarındaki orkestra"nın 467 kişiye ek olarak
360 kişilik bir korodan oluşacağını itiraf etmişti.
İnsanların deneyimleri / uyumlu olabilir miydi / doğayla ve
diğer insanların deneyimleriyle…
…aklın soğukkanlı ve bağımsız ışığı / sanatçının sıcakkanlı,
tutkulu yaratılarıyla çatışır…
Napoleon’un Alman devletlerine karşı elde ettiği zaferler / Alman
topraklarında bir yenilenme arzusu yarattı…
Romantizmin kökeninde acı ve mutsuzluk duyguları vardır…
Herder / İnsanlık Tarihi Felsefesi Üzerine Düşünceler adlı /
kitaplarda bilinçli olarak Vico'nun fikirlerini genişletiyor
Kendi yarattığımız bir dünyada yaşarız.
Şiir ve dinin her Volk'u birleştirdiğini ve bu gerçeklerin
de yalnızca faydacı değil, ruhani veya sembolik biçimlerde anlaşılması
gerektiğini öne sürüyordu.
(Fichte) "Kendi benliğimin, / ben-olmayan'la
çarpışmamda / farkına varırım."
Fichte'ye göre insanların hepsi temelde aynı biçimde akıl
yürütürler. Birbirlerinden ayrıldıkları yer ise iradeleridir
Anlayış aracılığıyla mutluluk, erdem veya bilgelik"
elde eden, bilen bilgeden oluşan geleneksel modelin yerini "ne olursa
olsun kendisini gerçekleştirmeyi amaçlayan" trajik bir kahraman almıştı.
insan bu durumda kendi kendini yaratır
artık eylemlerinin sonuçları konusunda bir sorumluluğu
yoktur.
Sanatçı veya kahramanın bir yabancı olarak doğuşu bu şekilde
oldu.
modern sanatın önemli bir bölümünü romantizme borçlu olmayan
hiçbir boyutu yoktur.
1770'ler, / aldıkları sıkı eğitime ve toplumsal geleneklere
isyan eden genç bir Alman şairler kuşağı "fırtına ve coşku" Sturm und Drang
Goethe'nin Genç Werther'in Acıları / bireyin topluma karşı
konumlandığı ve onunla uyuşamadığı romantik senaryonun mükemmel bir örneğidir.
Sanatı "sıradan ölümlülere yasaklanmış gizli bir
cennet" olarak görmeleri romantizmin hedeflerinden birini, sanat için
sanat hedefini vurgular.
Alman, Fransız ve İngiliz romantik şairleri şiirsel ilhamın
kaynağı olarak aşkın bir ruha inanıyordu.
Byron'ın "düşmüş melek" fikri, pek çok başka
sanatçı tarafından benimsenen bir prototipe dönüştü.
…her romantik figürün içinde, ruhun karanlık ve kaotik gizli
yerlerinde bütünüyle farklı bir kişilik olduğu, bu ikinci bene erişildiği
takdirde alternatif -ve daha derin- bir gerçekliğin ortaya çıkacağına yönelik
bir inanç vardı. Bu da bilinçdışının keşfine yol açtı.
Mumford Jones bütün müziklerin Beethoven'la sonuçlandığını
ve bütün müziklerin ondan çıktığını söylemişti.
Beethoven, Schubert ve Weber / bunlar müzikal düşünce ve müzikal
performansa meydan okumuşlardı.
Beethoven (1770-1827) ve
Mozart arasındaki büyük fark / Beethoven'in kendi kendisini bir sanatçı olarak
görmesiydi.
kişiliğinin gücü
Beethoven da, kendisi bir deha olduğu için, dünyanın ona bir
hayat borçlu olduğunu hissediyordu.
…müziğin gidişatını sonsuza dek değiştiren yapıtlar.
Eserlerden ilki prömiyerini 1805'te yapan Eroica, ikincisi ise ilk defa 1824
yılında icra edilen Dokuzuncu Senfoni
…çoğu kişi için Eroica ve onun uyandırdığı acı duygusu asla
aşılmadı.
9. senfoninin müziği güzel değildir ve hatta çekici bile
değildir. Yalnızca ulvidir... …bu müziğin içe dönmesidir, ruhun müziğidir,
aşırı öznelliğin müziğidir.
Beethoven'dan sonra 1820 yılı civarında bizim bildiğimiz
haliyle orkestra şefi ortaya çıktı.
Paganini, süpervirtüozların ilkiydi.
Paganini'ye en azından piyano alanında en çok öykünen kişi,
tarihte kendi konserini veren ilk piyanist olan Franz Liszt'di.
Wagner'de doruğuna ulaşacak olan Alman opera geleneği, Weber
sayesinde yükseldi.
(Chopin) Beethoven, Berlioz
ve Liszt gibi o da kendisinin bir dâhi olduğunu düşünüyordu.
Parmaklarında onu öteki çalgıcılardan ayıran özel
refleksleri vardı
…müziğini duyan herkes bunun Chopin'e ait olduğunu hemen
fark edebilir.
Mendelssohn muhtemelen Mozart'tan sonra en başarılı
müzisyendi. İyi bir piyanist olan Mendelssohn aynı zamanda zamanının en büyük
orkestra şefi ve orgcusuydu. Mükemmel bir kemancıydı ve çok iyi bir şiir ve
felsefe bilgisi vardı.
Dünya, bana ihtiyacım olan şeyleri borçlu.
Romantizm her zaman için, 18. yüzyılda ve daha sonra 19.
yüzyıl boyunca çok bariz olan dini inançtaki düşüşe yönelik bir tepkiydi.
Tarihin, Tarih-öncesinin ve Derin Zamanın Yükselişi
18. yüzyılda / Almanya siyasal özgürlükler, ticaret
alanındaki başarı, bilimsel gelişim ve sanayideki yenilikler açısından
Hollanda'nın, Belçika'nın, Britanya ve Fransa'nın gerisinde kalmıştı. Nihai
yenilgisinden önce Napoleon'un elde ettiği başarılar sayesinde yaşanan bir
geride kalmışlıktı bu.
Wilhelm von Humboldt (1767-1835), / üniversite fikri / araştırmayı
öncelikli bir faaliyet olarak gerçekleştiren modern üniversiteyi hayata
geçirmekti.
Özgün araştırmaya dayanan, daha yüksek bir akademik derece
olan 'PhD' böyle ortaya çıktı.
Tarih biliminin yükselişinden kısmen Hegel sorumluydu. Tarih
Felsefesi kitabında "ilahi irade"nin zaman içinde, evrenle birlikte
kendini ortaya koyduğunu, sonuçta tarihin de bu ilahi iradenin bir tarifi
olduğu görüşünü ileri sürdü. Ona kalırsa bunun anlamı, nihai hakikatleri kavramak
için teolojinin yerini tarihin almasının gerektiğiydi.
18. yüzyılın sonlarında Göttingen'de İncil metninin kendisi
eleştirel bir incelemeye tabi tutuldu
Humboldt da Condillac gibi, dillerin evrim geçirdiği ve
farklı kabile ve ulusların farklı deneyimlerini yansıttığı görüşünü
paylaşıyordu. Humboldt'un ulaştığı
sonuca göre dil "zihinsel bir faaliyet"ti; bu açıdan da insanoğlunun
evrimsel deneyimini yansıtıyordu.
İlk defa 1860'larda kullanılan bir terim olan arkeoloji,
metinlerin ötesine gidip insanın yazıdan öncesine uzanan uzak bir geçmişi, bir
tarih-öncesi olduğunu onaylayarak filolojinin yaptığı işi genişletip derinleştirdi.
Buckland, 1824 yılında bilinen ilk dinozor olan dev
Megalosaurus'u tarif etti.
"Evrim" terimi özgün biçimiyle özellikle de
embriyonun gelişimini anlatmak amacıyla biyolojide kullanılmıştı.
"İlerlemeci evrim" fikri, görmüş olduğumuz üzere,
19. yüzyılda her yerde, hatta Kant ve Laplace'in güneş sisteminin yerçekiminin
etkisi altında devasa bir toz bulutundan yoğunlaştığını söyleyen nebula
hipotezleri aracılığıyla fizik alanında bile mevcuttu
İnsanlığın Düzeni Hakkında Yeni Fikirler: Toplum Bilimi ve İstatistik'in
Kökenleri
Joseph-Ignace Guillotin, 28 Mayıs 1738'de 12 çocuklu bir
ailenin dokuzuncu çocuğu olarak Fransa'nın batısında, Saintes'de dünyaya geldi.
İlginç bir ironiyle, annesinin tesadüfen halka açık huzursuz edici bir idama
tanıklık etmesi yüzünden prematüre bir bebekti.
Guillotin kendi adını alacak olan enstrümanı ne tasarlamış
ne de inşa etmişti. Cihazın tasarımı bir başka doktor olan Antoine Louis'ye
aitti (bir aşamada yeni cihazı 'Louisette' olarak adlandırmayı planlamışlardı)
Devrimin en uzun süreli ve etkili yeniliklerinden biri,
metreydi. Eski sistemde Fransa'da inanılmaz biçimde birbirinden farklı 250 bin
ağırlık ve ölçü birimi vardı.
Eğer Sieyes ve Condorcet "toplum bilimi" kavramını
ilk defa kullanan kişiler olmuşlarsa, en azından Fransa'da adına yaraşır ilk
toplum bilimci de Claude-Henri de Saint-Simon olmuştu (1760-1825).
Alman toplumbilimcilerin ana derdi, "modernite" ve
modern hayatın, daha önce yaşanmış olan hayat biçimlerinden toplumsal, siyasi,
psikolojik, ekonomik ve ahlaki anlamda nasıl farklılıklar gösterdiğini belirlemekti.
Herbert Spencer: Modernite, ağırlıklı olarak militan
[askeri] bir toplumun sanayileşmiş bir topluma dönüşmesiydi;
Karl Marx: Feodalizmden kapitalizme değişim yaşanmıştı;
Henry Maine (en ünlü çalışması, evrimsel bir yaklaşımı olan
Ancient Law olan Britanyalı toplumbilimci/antropolog): Statüden -+ sözleşmeye;
Max Weber: Geleneksel otoriteden -+ rasyonel-hukuki
otoriteye;
Ferdinand Tönnies: Gemeinschaft'dan (cemaat) -+
Gesellschafta (kurum)”
Weber toplumsal bilimin "kaçınılmaz modern toplumsal ve
ekonomik koşulların" tam olarak neler olduklarını analiz edip
belirginleştirerek yeni bütünleşmiş Alman devletine yardım etmek üzere
geliştirilmesi gerektiğini düşünüyordu.
Tönnies 1887 yılında modern-öncesi toplumları Gemeinschaft
(cemaat) üzerine kurulu olarak karakterize etmişti; modern toplumlar ise
Gessellschaft (ilişki) üzerine kuruluydu. Cemaatler geleneksel anlamda organik
bir biçimde büyür, herkes tarafından paylaşılan ve çoğunluğu sorgulanmayan
"kutsal" değerlere sahiptirler. Modern dünyadaki toplumlar ise,
rasyonel, bilimsel bir biçimde tasarlanır ve bürokrasiler tarafından idare
edilir. Tönnies buna göre modern toplumlarda kaçınılmaz olarak yüzeysel ve
tesadüfi bir yan bulunduğunu, burada ilişki kurduğumuz insanların bizim
değerlerimizi paylaşmalarının bir garantisi olmadığım söylemişti.
Simmel, öznel kültürün klasik örneğinin iş kültürü olduğunu
düşünüyordu; herkes kendi kişisel projesiyle ilgiliydi. Böylesi bir dünyada
herkes kendine göre az çok tatmin olabilir ancak kendini yabancılaşmayla ifade
eden kolektif tatminsizliklerinin farkına varamayabilirdi.
Durkheim / İntihar en çok bilinen kitabıdır.
Psikolojinin toplumbilimsel bir boyutu olduğunu
gösterecekti.
Milliyetçilik ve Emperyalizmin Faydaları ve Kötüye Kullanımları
1648 yılında, Vestfalya Antlaşması nihayet sonuçlandırıldı.
Bu antlaşma, Otuz Yıl Savaşları'nı sonlandırdı. Bu antlaşmanın imzalandığı
tarihten itibaren her devletin kendi amaçlarını takip etmekte özgür olacağı
konusunda uzlaştılar.
Öncelikle papalığın gücü azaltılmıştı; İspanya ve Portekiz
güçlerini kaybetmiş, Avrupa'nın ağırlık merkezi kuzeye, Fransa, İngiltere ve
yeni bağımsızlığına kavuşan Birleşik Hollanda'ya kaymıştı.
Burke, Doğu Hint Kumpanyası'nın ticaretin yanı sıra
"uygarlık ve aydınlanmayı imparatorluğa yayma" amaçlarına ihanet
ettiğine inanıyordu. Şirketin bunun yerine Hastings'in yönetiminde zalim ve
yozlaşmış bir hale geldiğini, "Hintlileri boyunduruğu altına aldığı ve
yayması emredilen hayırseverliğin ta kendisine ihanet ettiğini" söylemişti.
1815 yılında Napoleon'un düşüşünün ardından toplanan Viyana Kongresi'nin
ana amacı Avrupa'da bir daha devrim yaşanmasını engellemekti
Milliyetçilik, yüzyıl dönümündeki nihai biçimine Maurice
Barres'nin Le roman de l'energie nationale (1897-1903) başlıklı üç bölümlük
romanıyla ulaştı. Barres'ye göre uygarlığın yozlaşmasının ana nedeni, ego
kültüydü. Ulus egonun üstündedir ve bu yüzden de bir insanın hayatında en üstün
önceliğe sahip olan şey olarak görülmelidir.
1848-1933 / Alman yüzyılı
İngilizcede "kültür" sözcüğü, hayatın ruhani ve
teknolojik alanları arasında keskin bir ayrım yapmazken, Almancada Kültür
toplumsal, siyasi, ekonomik veya teknik-bilimsel hayatı değil yaratıcı
faaliyetin entelektüel, ruhani veya sanatsal alanlarını temsil eder oldu.
Amerikan Zihniyeti ve Modern Üniversite
Pragmatizmin Amerika'da ortaya çıkmış olması hiç şaşırtıcı
değildir.
Yüksek okulların önemli bir misyonu da Protestan
Hıristiyanlığı batının yabanıl vahşileri arasında yaymaktı
Bildiğimiz anlamda modern üniversite düşüncesini ilk ortaya
koyan Charles Eliot'tı.
Meslek okulları kurup onları üniversitenin birer parçası
haline getirdi. Son olarak lisansüstü eğitimi öne çıkardı ve lisansüstü eğitim
konusunda öne çıkmak isteyen tüm Amerikan üniversitelerinin örnek aldığı bir
model oluşturdu.
Haç ve Kur'an Düşmanları - Ruhun Sonu
…seküler bir dünyaya giden yoldaki bir diğer önemli etken
şehirleşmeydi.
Michelet 1840'ların başlarında aralarında Victor Hugo ve
Lamartine'in de bulunduğu arkadaşlarıyla doğrudan kiliseye saldırdı.
Katolik kurumların bu gelişmelere verdiği tepkiler çoğu
zaman hınç ve kin doluydu.
Vatikan'ın tüm bildiri ve kınamalarında görülen en önemli
hatası kiliseyi eleştirenleri, kilise dostu gibi görünüp hiyerarşinin altını
oymaya çalışan komplo peşinde bir grup olarak görmesiydi. Bu muhalefeti hafife
alan ve ona tepeden bakan bir yaklaşımdı.
Nietzsche'nin öngördüğü gibi Tanrı'nın ölümü yeni güçleri
ortaya çıkaracaktı. Kendisi de bir rahibin oğlu olan Nietzsche'ye göre Dünyanın
kötü ve çirkin olduğunu görme konusunda kararlı olan Hıristiyanlık onu kötü ve
çirkin hale getirmişti.
Modernizm ve Bilinçdışının Keşfi
Schopenhauer İsteme ve Tasarım Olarak Dünya 'da istemeyi
"kör bir itici güç" olarak ele alır. Ona göre insan "bilmediği
ve farkında olmadığı" içsel güçler tarafından yönlendirilen irrasyonel bir
varlıktır.
isteme, "aklın gizli muhalifidir”
İsteme'nin beğenmediği şeylerin aklın bilgisine gelmesine
gösterdiği muhalefet deliliğin ruha sızabileceği noktadır
Nietzsche bilinçdışı kavramını genellikle bir travmanın
izlerini taşıyan ve patolojik olmaya ilerleyen, gerçek üstü bir kamuflaja
bürünmüş "kurnaz, gizli ve içgüdüsel" bir varlık olarak algılıyordu.
Sigmund Freud'un görüşleri ilk olarak 1895'te Joseph
Breuer'le beraber yayımladıkları Histeri Üzerine Çalışmalarda, daha kapsamlı
olarak da 1899'un son haftalarında yayımlanan Rüyaların Yorumu'nda ortaya
konulmuştu.
(Rüyaların Yorumu) Freud'un teorisinin dört temel unsuru:
Bilinçdışı, bastırma, (Oidipus kompleksine yol açan) çocuk cinselliği ve zihnin
benlik bilinci olan ego, genel anlamıyla bilinç denebilecek süper ego ve
bilinç- dışının ilkel biyolojik dışavurumu olan id olarak üçe ayrılması ilk
olarak bu çalışmada yer almıştı.
Freud Rüyaların Yorumu'nda uyku esnasında egonun "görev
yerinde uyuyan bir nöbetçi" gibi olduğunu söylüyorduk İdin isteklerini bastırma
konusundaki kontrolü bu esnada normale göre daha zayıf olduğu için rüyalar,
idin kendini gizlice gösterebildiği bir yoldu.
Freud'a yöneltilen dört suçlama vardır. Artan önem sırasıyla
bu suçlamalardan ilki Freud'un "serbest çağrışım" yöntemini
keşfetmediğidir. Bu yöntemi 1879 ya da 1880'de bulan Francis Galton, Brain
dergisinde yöntemle ilgili bir yazı yayımlamış ve onu "bilinmeyen
derinlikleri" keşfetmek için kullanılacak bir araç olarak tarif etmişti. İkinci
itham Freud'un kitap ve teorilerinin düşmanca karşılanmış olmasıyla ilgilidir
Anna O. vakası ya da Freud'un bu vakayı aktarışı üç açıdan
önemlidir. Freud'un "konuşma sağaltımının etkilerini abarttığını gösterir.
Vakaya, aslında ortada olmayan bir cinsel unsur eklediğini ortaya koyar ve
klinik detaylarla oynadığını sergiler.
Freud'a yönelik en ciddi itham olan dördüncüsü /
psikanalizin baştan aşağıya şüpheli, hatalı veya sahte klinik veriler üzerine
kurulmuş olduğudur. Psikanalizin en önemli iddiası çocukluktan gelen cinsel
arzuların yetişkinlikte de kendilerini korudukları ve bilinçdışında kaldıkları
için psikopatolojiye neden olabilecekleridir.
Freud'u eleştirenler Freud'un bazı belirtilerin temelinde
neyin yattığına dair sabit, değişmez fikirlere sahip olduğunu ve müdahale
etmeden hastalarını dinleyerek gözlemlerden klinik bulgulara ulaşmak yerine kendi
görüşünü hastalara dayattığını söylüyorlar.
19. yüzyılda modernizmin doğduğu yer şehirlerdi. Daha sonra
içten yanmalı motorlar ve buhar türbinleri keşfedildi, elektrik kullanımı yaygınlaştı,
telefon, daktilo ve kayıt cihazları ortaya çıktı. Popüler basın ve si-nema icat
edildi. İlk sendikalar kuruldu ve işçiler örgütlü hale geldi.
İbsen banalliğin, saçmalığın ve anlamsızlığın -ya da
bunların yarattığı tehdidin- modernizmin oynak temeli olduğunu gösterdi. Darwin
her şeyi mahvetmişti.
Rilke'nin dediği gibi İbsen'in eserleri bir bütün halinde
"içsel olarak görülenlerle belirgin bağlantılar bulma yolunda umutsuzca
bir arayışı" ifade ediyorlardı.
Nietzsche'ye göre kişi iç benliğini içine bakarak bulamaz,
onu bulmak için içsel olana dışsal bir anlam vermek, gurur gibi dürtülerin var
olduğunu ve tamamen doğal olan bu dürtülerde utanılacak bir yan olmadığını
kabul etmek ve çabalamak gerekir; kişi "sınırlarını aştığı zaman"
kendini keşfedebilir
Sonuç
Elektron, Elementler ve Anlaşılmaz Benlik
İngiltere'deki Cambridge Üniversitesinde yer alan Cavendish
Laboratuvarının dünyanın en seçkin bilimsel kuruluşu olduğu söylenebilir.
Zaman dünyanın temel unsurlarından biridir ve maddeyle henüz
tam anlayamadığımız şekillerde ilişkilidir. Zaman evrenin tek yönlü hareket
ettiği anlamına gelir ve bu yüzden de evrenin her yönden, geri ve ileri işlemesine
izin veren Newtoncu, mekanik, bilardo topu görüşü yanlış ya da en azından eksik
olmalıdır.
Wilhelm Röntgen Kasım 1895'te, Würzburg'da katot ışınlar
katot ışını tüpünün cam duvarına çarptığında, X-ışını adını verdiği (bir
matematikçi için x bilinmeyeni temsil ettiğinden bu ismi vermişti) yüksek
tesirli ışınların emildiğini fark etti.
Thomson'un 1897 tarihli keşfi / Bir dizi deneyde farklı
gazlar doldurduğu tüplerden elektrik akımı geçiren J. J. daha sonra bu tüplerin
etrafını elektriksel alanlarla ya da mıknatıslarla sardı. Koşulların sistematik
olarak değiştirildiği bu deneyler sayesinde Thomson katot ışınlarının aslında
katottan fırlayıp anota doğru çekilen son derece küçük parçacıklar olduğunu
gösterdi. Thomson daha sonra parçacıkların yörüngesinin elektriksel alanla
değiştirilebildiğini ve manyetik alanın yörüngeyi bir eğri şekline soktuğunu
buldu. Daha önemli olan ise
parçacıkların maddenin bilinen en küçük birimi olan hidrojen atomundan küçük
olduğunu ve akımın geçtiği gaz ne olursa olsun onunla birebir aynı olduklarını
bulmasıydı. Thompson temel bir şeyi ortaya çıkarmıştı - bu maddeye ilişki
parçacık teorisiyle ilgili ilk deneysel çalışmaydı.
Modern dünyanın temelinde yatan bilim insanının konumundan,
Tanrı'sı ya da kralıyla olan yakınlığından bağımsız olarak, kendini teknoloji
aracılığıyla ortaya koyan ve kuvvetlendirilen, bizim de parçası olduğumuz,
deneye ve bilimsel metoda dayanan otoritedir.
1065 ya da 1067'de Bağdat'ta Nizamiye kuruldu
Bir teoloji fakültesi olan bu kurumun kurulmasıyla
Arap/İslam dünyasında iki üç yüzyıldır devam eden entelektüel ilerleme sona
erdi. Sadece yirmi yıl sonra Irneus'un Bolonya'da hukuk dersleri vermeye
başlamasıyla Avrupa'da büyük bir bilim hareketi başladı. Bir kültür çökerken
bir diğeri ayakları üzerinde doğruluyordu.
İç benlik diye bir şey yoktur. "İçeriye" bakarak
bulduğumuz bir şey -istikrarlı, süreklilik gösteren, üzerinde
anlaşabileceğimiz, kesin bir şey- yoktur çünkü bulunacak bir şey yoktur. Biz insanlar
doğanın parçasıyız ve bu yüzden "içsel" doğamızı bulmak, kendimizi
anlamak için kendi dışımıza, hayvanlar olarak yerimize ve rolümüze bakmalıyız.
Kitabiyat
Allan Bloom, The Closing of American Mind
İosephos
Gaius, Institutes
Brian Moynahan, The Faith, Londra: Aurum, 2002
Kalidasa'nın Shakuntala'sı…
Harold Schönberg Lives of the Composers (Bestecilerin
Hayatları)
Jacques Cauvin, The Birth of the Gods and the Origins of
Agriculture;
Owen Chadwick, The Secularisation of European Thought in the
Nineteenth Century;
Marda Colish, Medieval Foundations of the Western
Intellectual Tradition, 400-1400;
Henry Steel Commager, The Empire of Reason;
Alfred W. Crosby, The Measure of Reality: Quantification and
Western Society; Georges Duby, The Age of the Cathedrals;
Mircea Eliade, A History of Religious Ideas;
Henri F. Ellenberger, The Discovery of the Unconscioııs;
J. H. Elliott, The Old World and the New;
Lucien Febvre ve Henri-Jean Martin, The Coming of the Book;
Valerie Flint, The Imaginative Landscape of Christopher Cohımbus;
Robin Lane Fox, The Unauthorised Version;
Paula Fredericksen, From Jesus to Christ;
Charles Freeman, The Closing of the Western Mind;
Jacques Gernet, A History of Chinese Civilisation;
Marija Gimbutas, The Gods and Goddesses of Old Eıırope: 6500
to 3500 BC; Edward Grant, God and Reason in the Middle Ages;
Peter Hali, Cities in Civilisation; David Harris (ed.), The
Origins and Spread of Agriculture and Pastoralism in Eurasia;
Alvin M. Josephy (ed.), America in 1492;
John Keay, India: A History;
William Kerrigan ve Gordon Braden, The Idea of the
Renaissance;
Paul Kriwaczek, In Search of Zarathustra;
Thomas Kuhn, The Copernican Revolution;
Donald F. Lach, Asia in the Making of Europe;
David Landes, TheWealth and Poverty of Nations;
David Levine, At the Dawn of Modernity;
David C. Lindberg, The Beginnings of Western Science;
A. O. Lovejoy, The Great Chain of Being;
Ernst Mayr, The Growth of Biological Thought;
Louis Menand, The Metaphysical Club: A Story of Ideas in
America;
Steven Mithen, The Prehistory of the Mind;
Joseph Needham, The Great Titration;
Joseph Needham vd., Science and Civilisation in China;
Hans J. Nissen, The Early History of the Ancient Near East;
Anthony Pagden, The Fail of Natural Man and People and
Empires;
J. H. Parry, The Age of Reconnaissance;
L.D. Reynolds ve N. G. Wilson, Scribes and Scholars;
E. G. Richards, Mapping Time: The Calendar and Its History;
Richard Rudgley, The Lost Civilisations of the Stone Age;
H. W. F. Saggs, Before Greece and Ronıe;
Harold C. Schonberg, Lives of the Composers;
Raymond Schwab, The Oriental Renaissance;
Roger Smith, The Fontana History of the Humaıı Sciences;
Richard Tarnas, The Passion of the Western Mind;
lan Tattersall, The Fossil Trail;
Peter S. Wells, The Barbarians Speak;
Keith Whitelam, The Iııvention of Ancient Israel;
G. J. Whitrow, Time in History;
Endymion Wilkinson, Chinese History: A Manual.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder