15 Aralık 2024 Pazar

Peter Watson - Fikirler Tarihi, Ateşten Freud'a

 Peter Watson - Fikirler Tarihi, Ateşten Freud'a

Türkçeleştiren: Kemal Atakay, Barış Pala, Bahar Tırnakçı, Nurettin Elhüseyni, Kaya Genç

Yapı Kredi Yayınları, 2014


Giriş

Tarihteki En Önemli Fikirler: Bazı Adaylar

“Newton, akıl çağının öncüsü değildi. O, büyücülerin sonuncusuydu”

Keynes

 

Lactantius, 4. yüzyılda şunları yazıyordu: "Amacı ne bilginin? / alimlerin kafa patlattıkları her ne ise onu bilmemin bana ne yararı var?"

 

entelektüel tarihi üçe bölme eğilimi

(bazılarına göre) Matbaa, barut ve mıknatıs /  bu üçü, dünyanın her yerinde işlerin bütün çehresini ve durumunu değiştirmiştir (pek çokları bu konuda başka elemanlar öne sürdü)

 

Ernest Gellner / Saban, Kılıç ve Kitap / üretim, ikna ve bilgi

 

bu kitabı üçlü bir yapı üzerine kurdum. / Ruh, Avrupa ve deney.

 

Entelektüel tarih kavramını düşünen ilk kişi, Francis Bacon (1561-1626) olabilir.

 

Lovejoy / Büyük Varlık Zinciri

Lovejoy'a göre, Büyük Varlık Zinciri, 2.400 yıl boyunca evreni anlamanın en etkili yolu olmuştu ve Tanrı'nın doğasına ilişkin belli bir kavrayışı imliyordu.

Büyük Varlık Zinciri'nin ardındaki düşünce, olabildiğince yalın bir dille söylemek gerekirse şudur: Evren özü itibariyle rasyonel bir yerdir; burada bütün organizmalar büyük bir zincir halinde birbirine bağlıdır; alçaktan yükseğe uzanan bir yelpaze değildir bu / ama genel olarak hiçlikten cansızlar alemine, bitkiler alemine, oradan da yukarıya hayvanlara ve sonra insanlara, sonra daha yukarıya meleklere ve öteki "maddi olmayan ve zihinsel" varlıklara uzanan, en tepede üstün ya da yüce bir varlığa, bir son ya da Mutlak'a ulaşan bir hiyerarşi söz konusudur.

 

James Thrower, The Alternative Tradition / Lovejoy'un "Büyük Zincir" tezinin alternatifidir.

 

 

Öndeyiş

Zamanın Keşfi

1835'ten beri, Abbeville eteklerindeki nehirden çakıl çıkaran işçiler, çeşitli türden taş aletlerin yanı sıra eski hayvan kemikleriyle karşılaşıyorlardı. Bu taş aletler, Boucher de Perthes'te insan soyunun Kutsal Kitap'ta söylenenden çok daha eskilere uzandığı kanısını uyandırmıştı.

 

Modern zaman kavrayışı, bu keşiflerden kaynaklanır

Bu değişim, taş aletlerin incelenmesiyle yakından bağlantılıydı.

La Peyrere, 1655'te Kutsal Kitap'taki yaratılış anlatısına meydan okuyan ilk kitaplardan birini yazdı.

La Peyrere'e göre, Adem-Havva çifti, yalnızca Yahu- dilerin atasıydı. Yahudi olmayanlar, daha eski, Adem öncesi bir dönemde yaratılmışlardı. La Peyrere'in kitabı, "dine saygısızlık ve dinsizlik"le suçlandı, kendisi Engizisyon tarafından yakalandı, hapse atıldı ve kitabı Paris sokaklarında yakıldı. La Peyrere, / bir manastırda "akıl sağlığını yitirmiş" olarak öldü.

 

…geçmişe yönelik ilgi, Rönesans'tan başlayarak, özellikle 17. yüzyılda gücünü korumuştu

 

Kültürel evrim fikri, biyolojik evrim fikriyle koşutluk gösteriyordu.

 

 

1. KISIM

LUCY’DEN GILGAMIŞ’A

İmgelemin Evrimi

3,4 ila 2,9 milyon yıl önce ilk insanların iki ayaklı olup olmadığına dair bütün kuşkuları ortadan kaldıracak kadar çok parça günümüze ulaşmıştır Lucy'nin iskeletinden.

 

…taş aletler ile insanın daha sonraki biyolojik gelişimi arasındaki bağlantı son derece önemliydi. Bunun nedeni, 2,5 milyon yıl öncesine kadar insanın otobur olmasıydı. Oysa, taş aletlerin kullanılmaya başlaması, insanın et yemesini, büyük ve küçük avların kaslarına ve iç organlarına ulaşmasını sağlamış ve bunun beynin gelişimi açısından önemli sonuçları olmuştur.

 

…paleontologlar, ilk insan yapımı taş aletlerin öteki primatların yaptığı aletlerden iki önemli farkının olduğu kanısındadırlar. İlki, taş aletlerden bazılarının başka aletlere biçim vermek için yapılmış olmasıdır: Bir çubuğu keskinleştirmek için keskin taşların kullanılması gibi. İkincisi ise, ilk insanların, belirli tür bir aletin çevredeki belirli tür bir sert kayadan "çıkarılabileceğini "görebilmelerinin gerekli olmasıdır.

 

Serengeti ovasının güney ucu yakınlarındaki Olduvai (Tanzanya), büyük bir olasılıkla paleontolojideki en ünlü yer olup, birçok öncü keşif burada yapılmıştır.

Taş aletler, genellikle, tek başlanna bulunmazlar. Olduvai'da yaklaşık 1,75 milyon yıl öncesine tarihlenen çeşitli sitlerde, kemiklerle, bir kazıda ise kabaca yarım daire şeklinde biçimlendirildikleri anlaşılan daha büyük taşlarla bağlantılı aletler bulunmuştur.

 

İngiltere'deki Reading Üniversitesi'nden arkeolog Steven Mithen, ilkel zihnin üç temel özelliğinin olduğunu düşünür: Teknik zeka (taş aletler yapma), doğa tarihi zekası (çevresindeki araziyi ve vahşi yaşamı anlama) ve sosyal zeka (gruplar halinde yaşamak için gerekli beceriler).

 

(Homo erectustan sonra taş aletler) Artık simetriktirler, aletin her iki yanı vurulup yontularak sivri uçlar oluşturulmuş, zarif bir uzun uç ile inci şekilli bir taş elde edilmiştir.

 

…ilk ölü gömmeye ilişkin izler, 120.000-90.000 yıl öncesine uzanır ve İsrail'deki Kafzeh ve Skhul mağaralarında bulunmuştur. Bu "mezarlar"daki kemikler, modern insanlara çok benziyordu

 

Slovenya "flütü

Bu nesne, 1995'te bulunmuş ve dünyanın en eski çalgısı olarak büyük bir coşku yaratmıştır. 54.000 yıl öncesine tarihlenen ve batı Slovenya'da Reke yakınlarındaki Divje Babe'de bulunan bu nesne, boru şeklindeki bir kemik parçasıdır; üzerinde düz bir çizgi halinde iki tam, iki yarım delik vardır.

 

Dilin Ortaya Çıkışı ve Soğuğun Alt Edilmesi

İlk insanın ve primatların ya da diğer memelilerin kullandığı aletler ya da sergilediği davranışlar incelendiğinde düşüncenin ilk dönemiyle ilgili birçok çıkarım yapılabilir. Bunlardan biri taş aletlerdeki standartlaşmadır. Bazı paleontologlar bunun dil olmadan mümkün olmadığını söylüyor.

 

Adam anlamına gelen MANO farklı dillerde şu şekillerde görülür: AntikMı- sır dilinde fallik bir tanrının ismi olan Min; Somali'de erkek anlamına gelen mun; Doğu Sudan dillerinden olan Tama'da ma = erkek; Tamilce'de mantar = insanlar, erkekler; Gondi'de manja = adam; Austric'de insanların kendilerinden bahsederken kullandıkları şekilde man ya da mun; (Kanada'da konuşulan bir yerli dili olan) Squamish'de man = koca, eş; Güney

 

Amerika'daki Wanana dilinde meno = adam; Kaliana'da mino = adam, kişi; Guahibo'da amana = koca, eş; İngilizce dâhil Hint - Avrupa dillerinde man = adam.

Bir ya da parmak anlamına gelen TIK: Gur (Afrika), dike = 1; Din- ka (Afrika), tok = l; Hausa (Afrika), (daya)tak = tek bir; Korece, teki = 1; Japonca'da, te = el; Türkçe'de tek; Grönland - Eskimo dilinde, tik = işaret parmağı, el; Aleut'ta tik = orta parmak; Tlingit'te tek = 1; Amerind dillerinden Karok'ta, tik = parmak, el, Mangue'de, tike = 1, Katembri'de tika = ayak başparmağı; Boven Mbian (Yeni Gine), tek = tırnak; Latince, dig(-itus) = parmak, decem = 10.

 

Su anlamına gelen AQ'WA. Nyimang (Afrika), kwe = su; Kwama (Afrika), uuku = su; Janjero (Afrika), ak(k)a = su; Japonca, aka = sintine suyu; Ainu, wakka = su; Amerind dillerinden Allentaic'te aka = su, Culino'da yaku = su ve waka = nehir, Koraveka'da ako = içecek, Fulnio'da waka = göl; Hint Avrupa Dilleri'nden Latince ve İtalyanca'da aqua = su.

 

…benzerlikler bir şeye, imgelemimizin simgeler yaratma konusunda, genlerimizden kaynaklanan bir sınırlamaya tabi olabileceğine işaret edebilir.

2005'te yapılan bir çalışma 115 farklı alfabedeki harflerin çoğunun ortalama üç vuruştan ibaret olduğunu göstermiştir.

 

Yazının fiziki şekli düşünmeyi önemli ölçüde etkiler mi?

Tanrıların Doğuşu, Ev ve Yuvanın Evrimi

Merlin Donald'a göre insanın tarihindeki en büyük dönüşüm epizodik düşünmeden mimetik düşünmeye geçiştir çünkü "insanın kendi sinir sisteminden kurtuluşuna" işaret eden kültürün gelişimi bu sayede mümkün olmuştur.

 

Bilinen en eski demir aletler İÖ 5000'lerde Irak'ın kuzeyi, İran ve Mısır'da kullanılmışlardır. Fakat bu aletlerden sadece biri eritilmiş demirden yapılmıştır, diğerleri demir bazlı meteorların şekillendirilmesinden ibarettir.

 

İngilizcede maaş anlamına gelen "salary" kelimesi köken olarak, Latincede "tuzdan" anlamına gelen "salarius" kelimesinden gelir. (Romalı askerlerin maaşları, yavan olan yemeklerini tatlandırmaları için tuzla ödenirdi.)

 

İngilizcede büyükbaş anlamına gelen "cattle" kelimesiyle, sermaye anlamına gelen "capital" kelimesi aynı Latince kökten gelmektedir.

 

İsteyenin gelip malını para karşılığı satabildiği ilk pazar bir Lidya şehri olan Sardis'te kuruldu.

Arkeolojik kayıtlara göre ticarete konu olan ilk madde / obsidiyendi.

Paranın keşfiyle yepyeni işler ortaya çıktı. Mesela Sardis'te bilinen ilk genelevler inşa edildi ve kumar oynanmaya başlandık Daha önemlisi paranın doğumu insanların aile çemberini kırmalarına imkân sağladı.

Çalışma ve insan emeği sikke cinsinden değer taşıyan bir mala dönüştü, yani artık zaman da bu şekilde (maddi olarak) ölçülebiliyordu.

 

Bilgelik Şehirleri

İnsanlığın ilerleyişi açısından hiçbir keşif yazının keşfinden daha önemli değildir

Aslında ilerlemenin tarihi açısından bakıldığında yazıdan daha esaslı ve önemli olan, tekerlekli arabanın da tesadüfi şekilde Sümerler tarafında bulunmuş olmasıdır.

…ilk okullar, ilk tarihçi, ilk ilaç kitabı, ilk saatler, ilk (mimari) kemer, ilk yasalar, ilk kütüphane, ilk tarım almanağı ve ilk iki meclisli kongre / Sümerlerde ortaya çıktı.

 

Klasik tanıma göre medeniyet şunlardan üç ya da daha fazlasından müteşekkildir: şehirler, yazı, mesleki uzmanlaşma, anıtsal yapılar, sermayenin oluşumu.

 

…ilk kentsel yerleşimler İÖ 4000 öncesine tarihlenen ve Mezopotamya'nın kuzeyinde, Suriye - Irak sınırında yer alan Tell Brak ile Tell Hamoukar'dı.

…ilk şehirler Mezopotamya'nın güneyinde İÖ 3400 dolaylarında ortaya çıktı. Bunlar (üç aşağı beş yukarı bu sırayla) Eridu, Uruk, Ur, Umma, Lagaş ve Şurappak'tı.

 

Babil birçok "ilk"e ev sahipliği yapıyordu çünkü yazı orada keşfedilmişti ve bu yüzden de Babil'le ilgili olarak, tarih içinde o döneme kadar sahip olmadığımız bilgilere sahibiz.

 

dağın tepesi anlamına gelen zigguaratu

…kelimeler sayılarla ortaya çıkmıştı.

 

Bazı akademisyenler "Eski Avrupa" yazılarını kullananların (Marija Gimbutas'ın ifadesini kullanmak gerekirse) işgalci Hint-Avrupalılar tarafından anayurtlarından sürüldüklerine inanırlar.

 

"Lineer" terimini kullanılması Vinca işaretlerinin (piktografiğin aksine) çizgisel özelliklerini vurgulamak isteyen Gimbutas'ın fikriydi.

 

Yazı erken safhalarında kısıtlı alanlarda kullanılıyor, temeli ticarete dayandığı için kelimeler kadar rakamları da barındırıyordu.

 

Bildiğimiz anlamda yazı ve okuma Sümer dilinde, Güney Mezopotamya'da yer alan Şurappak'ta gelişti.

 

Bugün en iyi bilinen Sami dilleri İbranice ve Arapça olsa da İÖ ikinci binyılda yaygın olan ana dil, Fenikece ve İbranicenin atası olan Kenanca'ydı.

 

Antik dönemde, yazıdan önce, insanların hafızalarını mükemmel şekilde kullanabildiklerini unutmamalıyız. Binlerce mısralık şiirlerin ezberlenmesi görülmedik şey değildi, edebiyat bu şekilde korunuyor ve yayılıyordu.

 

Akkad Kralı Sargon bilinmezlikten gelip "dünyanın kralı" olur.

…doğum yaptığını gizlemek isteyen bir rahibe (kadın rahip) olan annesi onu katranla sıvadığı hasır bir sepete koyup nehre bırakır. Dereden su çeken bir adam Sargon'u bulur ve onu evlat edinir. Sargon ilk başta bahçıvan olur... sonra da kral.

 

Ras Shamra/Ugarit'te çıkarılan metinlerde tanrı Baal'in Eski Ahit'teki Su Canavarını anımsatan, "yedi başlı, kıvrılmış dev bir yılan" olan Lotan'la savaşını anlatılır. Bir de sel edebiyatı vardır.

Bu şiirde Utanapişti, "(Sonsuz) Yaşamı Bulan" olarak bilinen sel kahramanı, benzer efsanelerde Ziusudra ya da Atrahasis olarak geçer. Tüm hikâyelerde sel tanrı tarafından bir ceza olarak gönderilmiştir.

 

Gılgamış Destanı

Babil'in en büyük edebi yaratımı, dünyanın ilk düşsel şaheseri Gılgamış Destanı ya da şiirin adıyla söyleyecek olursak "Her şeyi Gören Adam"dır. Gılgamış'ın İÖ 2900 civarında Uruk'un kralı olduğundan neredeyse eminiz,

 

Gılgamış öylesine sert bir liderdir ki tabiyetindekiler, tanrılardan Gılgamış'la başa çıkarak halkın rahat bir hayat sürmesine imkân sağlayacak bir karşıt güç yaratmasını isterler.

tanrılar "kıllı, vahşi bir adam" olan Enkidu'yu yaratır.

Enkidu'yla Gılgamış sıkı dost olup sonraki maceralara birlikte atılırlar.

İkisi tanrıça Inanna'nın Gılgamış'a âşık olduğu Mezopotamya'ya dönerler. Gılgamış ilgisini karşılıksız bırakınca Inanna intikam için "yüz adamın bile kontrol edemediği, korkunç (...) cennet boğasını" onu öldürmek üzere görevlendirir. Ama Enkidu Gılgamış'la güçlerini birleştirir ve ikisi boğayı lime lime ederler.

Enkidu'nun kaybı Gılgamış'ı kötü etkiler

Gılgamış dünyanın sonuna, güneşin battığı dağların ötesine ulaşmak için yola çıkar. Güneşin geceleri kaybolduğu karanlık geçidi bulur

Utanapişti'nin kayıkçısıyla karşılaşır ve kendisini "bir damlası bile tümden yıkım" yaratan ölüm denizinin karşı kıyısına geçirmesi için onunla anlaşır.

Gılgamış'a içini açar ve eski çağların birinde tanrıların insanlara kızdıklarını ve bir sel gönderdiklerini anlatır. Bir tek Utanapişti ve karısının yaşamasına izin verilmiştir: İkisi önceden uyarılırlar ve büyük bir tekne inşa ederek her canlıdan bir çift alıp bu tekneye koyarlar.

 

Dağ atgillerine değinecek olursak kimsenin atın ne zaman ve nerede evcilleştirildiğini ya da ata binme düşüncesinin ne zaman ve nerede ortaya çıktığı bildiğini söyleyemeyiz.

 

Nicholas Postgate 1974'te yayımlanan Taxation and Conscription in the Assyrian Empire (Asur İmparatorluğunda Vergilendirme ve Zorunlu Askerlik) adlı kitabında inceledi. Postgate, kral tarafından her bölgeye iki adam gönderildiğini, at bulmak ve başkente yollamakla görevli bu adamların her gün kral için toplam 2.000 adet "at raporu" yazdığını gösterdi.

 

Hammurabi (İÖ 1792-1750) cesur ve başarılı bir kraldı. Başkenti Babil'di

H.W. Saggs Hammurabi kanunlarının değişmez olanlar ve durumlarla ilgili olanlar olarak ikiye ayrıldığını söyler. Değişmez kanunlar "Öldürmeyeceksin" benzeri, kesin, yasaklayıcı kurallardır. Durumlarla ilişkili olan ise "Eğer bir adam saklaması için para ya da mal verirse ve bunlar komşusunun evinden çalınırsa, hırsız bulunursa çaldıklarının iki katını ödemelidir." örneğindeki gibidir.

 

Bunlar bizim bildiğimiz manada yasalar değil, prensiplerin yer aldığı bir beyandan ziyade temsili örneklere dayanan kraliyet hükümleridir.

 

Babillilere ait başka bir "ilk" olan özel mülkiyet kavramının gelişimiydi.

 

2. KISIM

YEŞAYA'DAN CU Şİ'YE

Sunu, Ruh, Kurtarıcı: "Tinsel Atılım"

Meksika'da çocuklar gözyaşları yağmur yağdırsın diye kurban ediliyordu. Başka kültürlerde fiziksel bir anormalliği olan insanlar kurbanlık olarak seçiliyordu.

 

Sunu temelde iki şeydir. Bir armağandır ve insanla tinsel dünya arasındaki bağdır. Tanrıları ya istediğimiz gibi davranmaya zorlamak ya da hoşnut etmek, öfkelerini yatıştırmak veya gidermek ya da kefaret ödemek yönünde bir çabadır.

 

…ilk büyük uygarlıkların ortaya çıkışıyla birlikte-Büyük Tanrıça, Boğa ve kutsal taşlara ilişkin- temel simgecilik oluştu,

…ilk Hint tanrılarından İndra hep boğaya benzetilmiştir. İran'da sık sık boğa kurban ediliyordu. Afrika ve Asya'nın çeşitli yerlerinde de boğa tanrılara tapınılıyordu. Erken dönem Mezopotamya'sının Akkad dininde boğa bir güç simgesiydi

Orta Hindistan'ın Dravid kabilelerinde ortaya çıkan bir geleneğe göre, yeni ölmüş bir adamın mirasçısı dört gün içinde onun mezarının başına dokuz ya da on ayak yüksekliğinde koca bir taş yerleştirmeliydi. Bu taşla amaçlanan, ölünün ruhunun "yere sabitlenmesi" idi.

 

Temel inançlara sununun ardından yapılan ikinci önemli ekleme olan "gök tanrısı" kavramı Neolitik çağın başında ortaya çıkmış en yaygın yeni fikirdi.

 

…tanrısallık anlamındaki Sümerce dingir sözcüğü "parlak, ışıltılı" demekti; aynısı Akkad dilinde de geçerliydi. Aydınlık gökzüyü tanrısı Dieus tüm Ari kabilelerinde ortaktı. Hint tanrısı Dyaus, Roma tanrısı Jüpiter ve Yunan tanrısı Zeus hep aynı ilkel gök tanrısından evrilmişti ve birkaç dilde ışık için kullanılan sözcük aynı zamanda ilah için kullanılan sözcüktü (tıpkı İngilizcede "day" (gün) sözcüğünün Latince deus sözcüğüyle ilişkili olması gibi). Hindistan'da Vedalar zamanında en önemli gök tanrısı Varuna'ydı ve Yunanistan'da Uranus gökyüzü idi. Sonunda Zeus onun yerini aldı; Zeus da hem "parlaklık", "ışıltı" hem de "gün" anlamındaki Dieus ve Dyaus ile aynı sözcük olabilir.

 

İlk insanın Paleolitik çağdan beri ilkel bir "öbür dünya" anlayışı olduğunu biliyoruz. Çünkü, daha o zaman bazı insanlar öbür dünyada gereksinim duyulacağı düşünülen mezar eşyalarıyla birlikte gömülüyorlardı. Bunlara bakılırsa, ilk insanlar öbür dünyanın ya da ölüm ve yeniden dirilişin kanıtı olan bir yığın şey görmüş olmalıydılar.

 

Eski Mısırlılara göre, bedenin yanı sıra varlık gösteren iki şey daha vardı: ka ve ba. "İlki yaşayan insanın bir tür ikizi olarak görülüyor ve koruyucu bir cin işlevi görüyordu

Ölüm durumunda bunun için erzak hazırlanması gerekiyor ve mezara het ka ya da "ölüm evi" deniliyordu.

İkinci varlık ba eski Mısır kültürüne ilişkin modern çalışmalarda genellikle "ruh" olarak tanımlanır

Bununla kastedilenin, ruhun özgürce devindiğine, bedenin fiziksel sınırlamalarının ağırlığı altında ezilmediğine işaret etmek olduğuna kuşku yok gibidir.

 

Rigveda ilahileri hayatı doyasıya yaşayan bir halkı anlatır; sağlıklı olmaya, yeme içmeye, maddi lükslere ve çocuklara değer veren bir halktır bu.

Ne ki, bir de ölüm sonrası evre vardı ve kişinin dünya üzerindeki dindarlığı bunun niteliğini bir dereceye kadar belirliyordu. Bununla birlikte, bu iki evre de nihaiydi: Ruhun yeryüzünde yaşamak üzere bir kez daha dönebileceği gibi bir düşünce yoktu; bu sonradan icat edildi.

 

Bugünün ölümsüz ruh kavramı bir Yunan düşüncesidir ve Pythagoras'a çok şey borçludur.

 

…öbür dünyaya inanan Yunanlılara göre, ölüler doğrudan yeraltı dünyasına gidiyorlardı.

Yeraltı dünyasına Hades deniliyordu ve bu sözcük gözle görülmez anlamındaki bir kök sözcükten türemiştir.

 

Hesiodos'un İşler ve Günler'ine (İÖ 8. yüzyıl sonları) gelindiğinde, birçok kahramanın dünya üzerindeki yaşamı sona erdiğinde gönderileceği Kutsanmışlar Adaları'ndan söz edildiğini görüyoruz. Hemen hemen aynı dönemde, epik şiirlerde, ilk kez olarak ölülerin taşıyıcısı Kharon'dan söz edildiğini görüyoruz. 5. yüzyılda Yunanistan'da ölüleri bir obol'le, Kharon'a ödenecek ufak bir sikkeyle birlikte gömme uygulaması başladı.

 

Cennet (paradise) -hiç değilse sözcüğün kendisi- çok daha iyi belgelenmiştir. Eski bir Med sözcüğüne dayanır: pari=çevre, ve daeza=duvar. (Medler İÖ 6. yüzyılın bir İran uygarlığıydı.) Paridaeza sözcüğü üzüm bağı, palmiye ağaçları korusu, tuğla yapılan yer ve hatta bir örnekte, Samos'un "kırmızı fener" bölgesi gibi çeşitli anlamlara gelir.

 

…dünya İÖ 750-350 yılları arasındaki dönemde büyük bir düşünsel dönüşümden geçmiş, dünyanın en önemli dinlerinin çoğu bu görece kısa dönemde ortaya çıkmıştır.

Buna ilk kez Alman düşünür Karl Jaspers 1949'da The Origin and Goal of History (Tarihin Kökeni ve Amacı) kitabında işaret etmiştir. Bu dönemi "Eksen Çağı" diye adlandırıyor ve "tarihte en derin ayrım çizgisiyle karşılaştığımız" dönem olarak tanımlıyordu.

 

Konfüçyüs ve Lao-tse Çin'de yaşıyorlardı ve Mo-ti, Chuang-tse, Leh-tsu ve başka birçok kişinin de aralarında bulunduğu tüm Çin felsefesi okulları ortaya çıktı; Hindistan Upanishad'ları ve Buda'yı ortaya koydu

İran'da Zerdüşt iyiyle kötü arasındaki savaş şeklinde iddialı bir dünya görüşü sundu; Filistin'de peygamberler Yeşaya ve Yeremya yoluyla İlya'dan İkinci-Yeşaya'ya kadar boy gösterdi; Yunanistan'da Homeros'un, Parmenides, Herakleitos ve Platon gibi düşünürlerin, tragedya yazarlarının, Thukydides ve Arkhimedes'in ortaya çıkışına tanık olundu.

 

Taşa tapınım da ilkel Sami dininde önemli bir rol oynuyordu. İlk İbranilere göre kutsal bir taş bir "Beytel", tanrıların oturduğu bir yerdi. Yakup'un düşü söylencesinde, kutsal taşın meshedildiği ve konuşanın tüm servetinin ondalığını sunu olarak vereceğine ant içtiği bir örnekle karşılaşırız.

 

İlk İbrani kutsal yazılarındaki Tanrı hiç de her şeye gücü yeten, her yerde var olan bir varlık değildi ve bir sandıkta yaşıyordu.

 

Yunanca bir sözcük olan "prophet" (peygamber) kutsal bir bilicinin mağarası önünde konuşan kişi anlamına gelir.

 

İlk peygamberler, İlya ve Elişa kişisel vicdan düşüncesini getirdiler. İlya bazı üyeleri yozlaştığı ve Baal'e taptıkları için krallık hane halkına karşı eleştirel bir tutum içindeydi.

Amos çevresinde gördüğü rüşvetçilik ve eski doğurganlık törenlerinin bir kalıntısı olan tapınak fahişeliği karşısında dehşete düşmüştü. "Seçme" kavramını geliştiren oydu: İsrailoğulları Yahve tarafından seçilmişlerdi; onunla yaptıkları anlaşmaya bağlı kalmaları ve yalnızca ona ibadet etmeleri koşuluyla onları koruyacaktı

 

Tanrı her zaman bağışlayıcıdır ve yeterince insanın tövbe etmesi durumunda bir barış çağı öngörüsünde bulunur.

Bu, birçok araştırmacının belirttiği gibi, tarihe ilk defa olarak doğrusal bir nitelik verir. Tanrı tarihe bir yön verir

 

Yahudilerde tam anlamıyla bir öbür dünya inancı yoktu, dolayısıyla ruha en yaklaştıkları nokta vicdandı.

 

Kurulu düzene karşı aynı derecede eleştirel olan, sözünü aynı derecede sakınmayan, belki de daha haşin olan Yeremya toplumdışı biri oldu

İsrailoğulları İÖ 586'dan İÖ 539'a dek Babil'de sürgünde kaldı.

 

Zerdüştçülüğün bazı yönleri bakımından Mitra kültünden ortaya çıktığı anlaşılıyor. Bir kayadan doğduğu söylenen ve çoğunlukla boğa sunusuyla ilişkilendirilen Mitra tarihsel kayıtlarda ilk kez, Doğu Anadolu'da Boğazköy'de bulunan ve İÖ 14. yüzyıla tarihlenen bir yazıtta geçer.

Mitra'nın sözleşme anlamında eski bir Farsça sözcük olduğu da dikkate alınmalı.

 

Gelenek Zerdüşt'ün doğum yerini ya Rhages'e, bugün Tahran'ın ucundaki eski Rey kentine ya da Afganistan, hatta Kazakistan kadar uzak bir yere yerleştirir.

Gushtasp İran'ın kuzeyinde, bir olasılıkla Kabil'in kuzeybatısında Belh olarak bilinen eski yerleşim yerinde yaşayan bir kabile halkının hükümdarıydı.

 

Zerdüşt'ün görüşlerini dile getirdiği toplum, ateşi ululayan ve tanıdık yeryüzü ve gökyüzü tanrılarının yanı sıra bir yığın daeva'ya, yani cin ve şeytana tapınan bir halktı.

 

Kyros ve yandaşları Ortadoğu'da Zerdüştçülüğü yaydılar. Kyros Yahudileri serbest bıraktı ve kendi yurtlarına dönmelerine izin verdi.

 

Hinduizm bir düşünme biçiminden çok bir yaşama biçimi olarak tanımlanmıştır.

Her köyün dişil ilkenin cisimleşmiş bir biçimi olan kendi tanrıçası vardı.

 

Veda geliştikçe bir dünya ruhu önermesinde bulundu. Hiçbir şeye benzemeyen gizemli bir varlıktır bu: Hem bir sunu hem de bir beden biçiminde tasavvur edilmiştir ve dünyaya çekidüzen verir.

Dünya ruhunun ağzı rahiplerden oluşmuştur (bunlara temel kaynak Brahman'la ilişkilerini yansıtmak için Brahmanlar denir: Vedaları yazıya geçirilişleri öncesinde ezberlemek ve muhafaza etmek Brahmanlar'da babadan oğula geçen bir sorumluluktu)…

 

Gautama'nın / yazdığı yeni metinler Upanishad'lar olarak bilinmeye başladı; bu sözcük "yakın oturmak" anlamındaki Sanskrit apa-ni-sad sözünden geliyordu

İkiz samsara ve karma öğretisi Upanishad'larda ortaya çıkmıştı. Samsara yeniden doğuş, karma yaşam gücüdür ama bunun özelliği insanın sonraki yeniden bedenleşme biçimini belirler. İkiz süreçlerin öznesi atman, yani ruhtu. Bu sözcük solumak anlamındaki an'dan geliyordu.

 

Pythagoras ruhların düşmüş, bozulmuş tanrılar olduklarına ve tıpkı mezardaki gibi bedende hapsolduklarına ve kesintisiz bir yeniden doğuş çevrimine yazgılı olduklarına inanıyordu.

 

Platon’a göre, başka bir gerçeklik düzlemi, duyuların ötesinde değişmez bir tanrısallık dünyası vardı.

İdealar / tam anlamıyla ancak zihinde anlaşılabilir ya da kavranabilirlerdi.

Platon ideal formların akılda bir şekilde gizli olduklarını, düşünmenin görevinin bu formları keşfedip ortaya çıkarmak olduğunu ve bunlar üzerine yeterince uzun bir süre düşünülmesi durumunda bunların anımsanıp kavranabileceklerini düşünüyordu.

İnsanlar, unutmayalım ki, düşmüş tanrısal varlıklardı (Ortaçağ'da Hıristiyanlık bu düşünceyi yeniden yaşama geçirdi). Dolayısıyla, tanrısal olan, bir şekilde insanın içindeydi. Yeter ki, buna akılla "dokunulabilsindi".

 

Aristoteles / dini inancın duygusal bir temeli olduğunu fark etmişti. Bu yüzden, örneğin Yunan tiyatrosu, özellikle Yunan tragedyaları yaşama dini şenliklerin bir parçası olarak adım attılar: Tiyatroda tragedya Aristoteles'e göre dehşet ve acıma duygularının deneyimlendiği ve denetim altına alındığı bir arınma biçimiydi (buna katharsis diyordu).

 

Konfüçyüs / ahlak düşünürleri arasında büyük farkla en az gizemci olanıydı.

Konfüçyüs dönemi dolayında, var olan her şeyin sonsuz ve dönüşümlü iki ilkenin, yin ve yang'ın bir ürünü olduğu ve her insanın içinde iki ruh, yin-ruhu ve yang-ruhunun bulunduğu, birinin gökten, diğerinin yerden geldiği düşüncesi ortaya çıktı.

Çin felsefesinin amacı bu ikisini bağdaştırmaktı.

Konfüçyüs / Çin tarihindeki ilk okulu kurdu.

Konfüçyüs düşününün üç can alıcı öğesi vardı. İlki, tao, yani Yol idi.

İkincisi, jen kavramıydı. Bu ancak söylensel kahramanlar sayesinde erişilebilecek bir iyilik biçimi (yine Platon'un ideal formlarının yankıları), kusursuzluğun doruğuydu.

Üçüncü kavram ise J, doğruluk ya da adaletti.

 

Taocu din birçok bakımdan Konfüçyüsçülüğün tersi olmakla birlikte Aristoteles ve Buda'yla birçok benzerlik taşıyordu. Bazıları Taoculuğun kurucusu Laotzu'nun Konfüçyüs'ün daha yaşlı bir çağdaşı olduğunu düşünürler. Bazılarıysa onun hiç var olmadığını öne sürerler: lao tzu sözcükleri "yaşlı adam" demektir.

Taoculuğun temelinde bir bağımsızlık arayışı yatar; dünyadan, bedenden, akıldan, doğadan bağımsızlaşma.

 

Bilimin, Felsefenin ve İnsan Bilimlerinin Doğuşu

İlk çiftçilerin İÖ 6500 dolayında Yunanistan'ın kuzeyinde, Selanik çevresinde yerleşik yaşama geçtikleri anlaşılıyor.

 

Homeros'un iki büyük destanı İlyada ve Odysseia sıklıkla ilk edebiyat örneği, bütün Avrupa yazınının çıktığı "birincil kaynak", yeni düşünce kanallarına bir "geçit" olarak tanımlanmıştır.

 

Bu şiir ve şarkılar mitlere ve İngilizcedeki "myth" sözcüğünün türediği mythos'a dayanıyordu; Yunanca mythos aslında "son söz", son bildirim anlamında "söz" demekti.

 

İÖ 7. yüzyılda yeni bir savaşçı ve yeni bir savaş türü ortaya çıktı. Bu tunç miğfer, kargı ve kalkanı olan "ağır piyade" sınıfının (hoplit) ortaya çıkışıydı (hop/on kalkanın Yunancasıdır).

Daha çok insanın askerlik deneyimi edinmesiyle birlikte bunun iki sonucu olmuştu. Biri, erkin eski aristokratların elinden gitmesi, ikincisiyse, varsıllarla yoksullar arasında büyük bir uçurum açılmasıydı.

Bu uçurum açıldı çünkü Attika'da toprak, özellikle tahıl üretimi söz konusu olduğunda verimsizdi. Dolayısıyla, kötü geçen yıllarda yoksul çiftçiler varlıklı komşularından borç almak zorunda kalıyorlardı.

Attika'da yasalar bir alacaklının borcunu ödeyemeyen bir borçluyu yakalayıp onu ailesiyle birlikte köleleştirmesine olanak tanıyordu.

Bu durumdan duyulan hoşnutsuzluk öyle yaygınlaştı ki Atinalılar bizim akıl almaz bulacağımız bir adım attılar. Aracılık etmesi için bir tiran atadılar.

Atina'da Solon, deneyiminden dolayı tiran seçilmişti.

…ilk icraatı borç nedeniyle köleleştirme uygulamasını kaldırmak oldu; aynı zamanda ödenmemiş tüm borçları sildi.

Diğer icraatı anayasayı değiştirmek oldu.

Solon üyelik kapsamını yalnızca toprak sahiplerini değil, tüccarları da içine alacak biçimde genişleterek Meclis'i dönüştürdü ve Arkhon'luğa seçilebilme şartlarını gevşetti. Dahası, Arkhon'lar görevde bulundukları yılın hesabını Meclis huzurunda vermek durumunda bırakılmışlardı

 

Demokrasi Atina'ya İÖ 507'de Kleisthenes tarafından getirilmişti ve -Atina'nın altın çağı olarak anılan- Perikles dönemine (y. 495-429) gelindiğinde Meclis en üst yetkeydi ve bunun sağlam bir nedeni vardı. Perikles, düşmanı eksik olmasa da, Yunanistan'ın en önemli komutanlarındandı, en iyi hatipleri arasındaydı ve olağanüstü bir önderdi. Jüri ve meclis üyelerine devlet maaşı bağladı, Atina'yı zapt edilmez kılan kent surlarının inşasını tamamladı ve felsefe, sanat ve bilimle ilgili konulara bir asker ve siyasetçiden beklenmeyecek ölçüde ilgi gösterdi.

 

Retorik bir konuşma, tartışma ve ikna etme yöntemiydi ve meclislerin büyük olduğu, mikrofonun bulunmadığı ve tartışmada başkaları üzerinde etkili olmanın gerektiği bir demokrasi için zorunluydu. Retorik kendi kurallarını oluşturdu ve söz söyleme sanatı ve bellek gücüne ilişkin büyük hüner gösterilerinde özendirici oldu, ki klasik edebiyatın gelişimi üzerinde bunların derin bir etkisi olmuştur.

 

İyonyalılar dünyanın doğru dürüst gözlemleme zahmetine girilmesi durumunda anlaşılabilir bir şey olduğunu kavramışlardı.

 

İlk biliminsanı İÖ 6. yüzyılda İyonya kıyılarındaki Miletos kentinde yaşamış olan Thales idi. Bununla birlikte bilim, bizim kullandığımız anlamda ilk kez 19. yüzyıl başlarında kullanılmış modern bir sözcüktür

 

Thales'in hemen ardından gelen Anaksimandros da İyonyalıydı. Evrenin sonul fiziksel gerçekliğinin tanınabilir bir fiziksel töz (çok sonraları görüldüğü gibi, gerçeklikten çok da uzak olmayan bir kavram) olamayacağını öne sürüyordu. Suyun yerine bildiğimiz türden kimyasal nitelikleri olmayan "tanımsız bir şey" koymuştu ama "zıtlıklar" dediği şeyi tanımladı; sıcaklık ve soğukluk, ıslaklık ve kuruluk gibi. Bu, genel "madde" kavramına doğru bir adım olarak görülebilir.

 

Üçüncü İyonyalı Anaksimenes'e göre, aer ilginç başkalaşımlar gösteren birincil tözdü. Yoğunluğu değişen bir sis biçimindeydi. "En değişmezleştiğinde" diyordu, "gözle görülemez... Aer yoğun olduğunda, rüzgâr çıkar ve basınç altında devinir. Daha da yoğunlaştığında, bulutlar oluşur ve böylece suya dönüşür.

 

Pythogoras

Ateşi bıçakla karıştırmayın (ateşi incitebilirsiniz ve sonra öç almak isteyebilir) gibi bir yığın boş inancın öğreticisiydi. Ancak, Pythagoras'ın ünü, adını ondan alan teoreme dayanır. Unutulmaması gereken, bu teoremin (bir dik açının nasıl elde edildiğiyle ilgilidir) bir soyutlamadan ibaret olmadığıdır: Yapı işinde tam dikeyliğin sağlanması esastır. Bu matematik merakı müzik ve sayılara yönelik meraka yol açtı. Bir lir telini/kirişini uzunluğunun dörtte üçü, üçte ikisi ya da yarısında durdurarak bir notanın dördüncü, beşinci ve sekizinci aralığının elde edilebileceğini bulan Pythagoras'tı ve bu notalar, uygun bir biçimde düzenlendiğinde, "bizi gözyaşlarına boğabilirdi".28 Bu olgu Pythagoras'ın -su veya başka bir tözden çok- sayıların evrenin gizine sahip olduğuna, sayının temel "öğe" olduğuna inanmasını sağladı. Uyuma duyulan bu gizemci ilgi Pythagoras'ı ve onun izinden gidenleri sayılarda bir güzellik bulunduğuna ikna etti

 

Evrenin neden oluştuğuna yönelik bu araştırma Miletoslu Leukippos (İÖ 440) ve Abderalı Demokritos (İÖ 410) gibi iki önemli "atomcu" tarafından sürdürüldü. Dünyanın "sonsuz bir boşluk" içinde gelişigüzel devinen bir küçük atomlar "sonsuzluğu"ndan oluştuğunu öne sürdüler.

 

Anaksagoras atomcular tarafından bir ölçüde ikna edilmişti. Temel bir parçacık olmalı, diye düşünüyordu.

…her şey "ilk kaostan" ortaya çıkmış bir karışımdan oluşmuştu. Aklı ayrı bir yere koyuyordu. Ona göre bu bir tözdü: Akıl, akıl olmayan bir şeyden çıkmış olamazdı. Bir başına akıl başka bir şeyle karışmamışlık anlamında katışıksızdı.

 

Hippokrates tanrısal müdahaleyi dikkate almıyor ve bu hastalığı doğal nedenlere bağlıyordu.

Hippokrates belki de daha çok okuluna kayıt sırasında edilen yeminle ünlüydü. Bu yemindeki başlıca özellikler hastaya her zaman öncelik tanımak, asla zehir vermemek veya kürtaj yapmamak ya da "kadınları, erkekleri, köleleri veya özgür insanları" ayartmak için yetki konumundan yararlanmamaktı.

 

İyonya'da düşüncenin doğuşu ikili bir biçimde gerçekleşti: bilim ve felsefe. Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes ilk biliminsanları olmanın yanı sıra ilk düşünürler olarak da görülebilirler. Hem bilim hem de felsefe bir kosnıos bulunduğu düşüncesinden kaynaklanmıştı. Akla uygun bu kosmos zamanla anlaşılabilir olan doğal bir düzenin parçasıydı. Geoffrey Lloyd ve Nathan Sivin, Yunan düşünürlerin tam da bu doğa kavramını "ozanlar ve dini liderler karşısındaki üstünlüklerinin altını çizmek için" icat ettiklerini söylerler.

 

Parmenides

...gerçekliğin birliği ve bunu anlamanın bir yolu olarak gözlem yöntemi konusunda büyük bir kuşkucuydu. Bunun yerine, meseleleri ham düşünce, noema diye adlandırdığı bütünüyle zihinsel süreçler yoluyla çözmeyi yeğliyordu.

 

“sorgulanmamış yaşam yaşamaya değmez" Sokrates

 

Platon aslında ozan olmak istiyordu ama 407 yılı dolayında Sokrates'le tanıştı ve yaşça ondan büyük olan bu insandan esinlenerek kendini felsefeye adamaya karar verdi.

 

Evrenin iyicil bir zanaatçının, akılcı bir tanrının, aklın kişileşmesi olan Demiourgos'un işi olduğunu söylüyordu. O kaostan düzen yaratmış olandı ve Platon, Empedokles'in dört kök -toprak, su, hava ve ateş- düşüncesini benimseyerek ve Pythagoras'ın da etkisi altında kalarak her şeyi üçgene indirgedi. Eşkenar üçgenlerin dünyanın temel varlığı olduğunu söylüyordu.

 

Aristoteles'te Platon'un gizemciliğinin yerini keskin bir sağduyu aldı.

 

Aristoteles'in eğer gizemci bir yanı olduysa, bu onun her yerde bir amaç görme eğiliminde yatar; örneğin, her hayvan türünün belirli bir amacı yerine getirdiğini, bir nedenden dolayı var olduğunu düşünüyordu: "Doğa hiçbir şeyi boşu boşuna yapmaz."

 

Aristoteles'in varlık -varoluş- görüşü de hayli sağduyuluydu. On veçhe söz konusuydu: töz, miktar, nitelik, bağıntı, yer, zaman, konum, iyelik, edim, tutku. Tek gizemci öğe, iki yönlü olan tözle bağlantılıydı: töz "biçim bulduğunda" eylem ve bu biçim bulma öncesindeki gizilgüç. Bir yontu ustası ham tuncu bitmiş bir işe dönüştürdüğünde, tözü "gerçekleştirmiş" oluyordu. Bu da Aristoteles'in amaç saplantısını yansıtıyordu.

 

Herkesin mutluluk istediğini söylüyordu ama bunu çoğu yurttaşın anladığı anlamda haz, zenginlik ve saygınlıkta aramak bir hataydı. Mutluluk, uyum -erdem- insan doğasıyla uyum içinde olan davranıştan, diğer bir deyişle akılcı davranmaktan kaynaklanıyordu. Mutluluk tutkular üzerinde denetim gerektiriyordu; insan hayatta her zaman ortalama bir konum, karşıt uçlar arasında bir orta yol aramalıydı.

 

Aiskhylos, Sophokles ve Euripides

Yeni bilgelik insanı hem tanrılar hem de insan kardeşleriyle yeni bir ilişki içine sokmuştu. Klasik tragedyada insan doğası tanrıların doğasıyla, özgür istem yazgıyla karşıtlık içindeydi. İnsan her zaman kaybetse de -bilgisizliği veya tanrılara meydan okuması ya da hubris'i, küstah özgüveni yüzünden öldürülüyor ya da sürülüyordu- tragedyada ölüm, zihinsel odaklanmanın ve olan bitenin nedeni üzerine düşünüp akıl yormaya yöneltmenin bir aracı olarak kullanılır.

 

Dionysos'a tapınıldığında genelde keçi kurban ediliyordu ve bu ayin trag- odia ya da Keçi-Ezgisi olarak biliniyordu. Demek ki, sunuyla tragedya arasında dolaysız bir bağ vardır: Bu ilkel ayin bizim en güçlü tiyatro biçimimizde varlığını sürdürür. Başlangıçta, trag-odia tek bir kutlayıcısı olan tam bir dinsel kutlamaydı.

 

Atinalı üç önemli tragedya yazarının ilki "zengin ve anlamlı" diliyle Aiskhylos'tu (İÖ 525/524-456). Yenilik olarak ikinci bir oyuncu getirmiş ve böylece gerilimi artırarak diyaloğu daha süssüz ve gerçekçi kılmıştı.

 

Sophokles (İÖ y. 496-406) Atina dışından, Colonus'lu başarılı bir silah üreticisi olan Sophilus'un oğluydu.

Öncelikle, üçüncü bir oyuncunun sahneye çıkmasına olanak verdi ve bu, onun öyküleyişindeki karmaşıklığı ve derinliği artırdı. Öykülerinde izleyicilerinin yakından bildiği mitlerden yararlanması da bir o kadar önemliydi. Bu onun "trajik ironi" -karakterler olacaklardan habersizken izleyicilerin bunu biliyor olması- yöntemini geliştirip damıtmasına olanak verdi.

 

Üçüncü önemli tragedya yazarı Euripides (İÖ 485/480-406) halk diline daha yakın ve sertti. Rahipliğin babadan oğula geçtiği bir aileden geliyordu

Medea  / büyük zulüm gören bir kadını dönüştürebilen yoğun duygular. Amacı, hubris ve diğer duygular arasındaki farktan çok intikam ve cezalandırmayla karşı karşıya kalan insanın kişiliğinin nasıl bozulabildiğini göstermektir. Euripides tanrıların keyfi ve öngörülemez gücünden çok insanların hesaplı satın alınabilirliğiyle ilgilenmiştir. Aşk ve aşk kurbanları, özellikle kadınlar başlıca ilgi alanıdır.

 

Herodotos (y. 480-425) iyi hikâyeleri bütünüyle güvenilir olamayacak kadar sevdiği halde genellikle "tarihin babası" olarak tanımlanır. Halikarnassoslu bir ozan ailesinden geliyordu.

 

…o da tıpkı Homeros ve tragedya yazarları gibi, hubris'i saplantı haline getirmişti.

 

Thukydides (y. 460/455-y. 400) iki yenilik daha yaptı. Bir savaş izleği de seçti ama bu savaş kendi dönemindendi: Aslında, çağdaş tarihi icat etti.

…savaşta tanrılara yok denecek kadar az yer verdi

…askerlik konularında en büyük önemi zekâya veriyordu.

 

(Aristoteles’ten sonra) Siyasetin pis bir uğraş olduğu, akıllı ve iyi insanlara göre olmadığı düşüncesi ilk kez yer etmeye başlar. Etikle siyaset arasındaki ayrım kesinleştirilmiştir. (...) Asıl önemli olan, kamusal düzen değil, kişisel kurtuluştur.

 

…düşüncelerdeki devrim beş çekirdek öğeden oluşuyordu. Birincisi, siyaset ve etik birbirinden ayrılmıştı. "Doğal birim artık topluluk değil... bireydir. Önemli olan onun gereksinimleri, amaçları, çözümleri, yazgısıdır." İkincisi, tek samimi yaşam içsel yaşamdır; dışsal yaşam gözden çıkarılabilir. Üçüncüsü, etik bireyin etiğidir. Bu mahremiyete yeni bir değer verilmesiyle sonuçlanır. Bu da bugün yaşadığımız başlıca özgürlük düşüncelerinden birini getirmiştir; sınırlar çekilmelidir ve Devlet bunun ötesine geçme yetkisine sahip değildir. Dördüncüsü, siyaset değer kaybetmiştir; gerçekten yetenekli biri için uygun değildir. Beşinci olarak ise, insanlar arasında ortak bir bağ, yaşamda bir birlik ve herkesin birer ada olduğu görüşleri arasında önemli bir ayrım ortaya çıkmıştır.

 

İsrail Fikirleri, İsa Fikri

İÖ 597'de Babilliler Kudüs'ü kuşatıp kralı tut­sak aldılar

586'da Babilliler Tapınak da dâhil olmak üzere her şeyi yağmalayarak korkunç bir yıkıma yol açtılar.

Yahve'yle yaptıkları antlaşmadan sapmış ve cezalandırılmışlardı.

Yahudilik büyük ölçüde sürgünde oluştu

Mezopotamya'da Sümerlerin, Asurluların ve Babillilerin birçok yazısıyla karşılaştılar ve zamanla onların metinlerini çevirdiler. Böylece, başka kültürlerin, dolayısıyla farklı dini inançların etkisi altına girdiler.

"Yahudileri geri dönüşü olmayacak biçimde paganlardan ayrı tutmak" için bazı beslenme kuralları ve sünnet üzerinde de ilk kez o zaman duruldu.

 

Pesah Bayramı (Kızıldeniz üzerinden Vaat Edilen Topraklara giden İsrailoğullarının üzerinden geçen Tanrı'nın Meleği; dolayısıyla devletin kuruluşu); Pentekostes - Yasaların verilmesi, dinin kurulması ve Yom Kippur- Yargı Günü beklentisi. Yeşaya'da sözü edilen Şabat ancak şimdi yeni bir anlam edinmişti

 

Şabbatum, aslında "dolunay günü" anlamında bir Babil sözcüğü ve geleneğiydi ve o gün hiç iş yapılmıyordu.

 

Kyros / 538 yılında Yahudileri serbest bıraktı. Çoğu gitmek istemedi ve Babil bin beş yüz yıl boyunca Yahudi kültürünün bir merkezi oldu.

 

İbrani kutsal yazılarının İsrail'de eksiksiz bir biçim alması İÖ 200 dolayını buldu. Adıyla bildiğimiz ilk Yahudi yazar olan Ekklesiastikos'un yazarı Ben Sirak gibi bazı kişiler "en yüce tanrının antlaşma kitabına, Musa'nın buyurduğu yasaya" bu sıralarda değinirler.

 

"Kanon" sözcüğü aslında Sümerceydi; "kamış", düz ve dikey bir şey anlamına geliyordu.

…bu sözcüğü kutsal yazı için ilk kullanan Yahudiler oldu.

 

İS 37 dolayında doğan ve sonradan Roma vatandaşı olan Yahudi önder İosephos Yahudiler hakkında iki ünlü tarih kitabı yazdı: Yahudi Savaşı Tarihi ve Yahudilerin Tarihi.

 

Hıristiyanların Eski Ahit dedikleri, Yahudilere göre Tanah'tır. Bu sözcük aslında üç tür kutsal yazıdan türemiş bir akronimdir: Tevrat (hukuk), Neviinı (peygamberler) ve Ketuvim (yazılar). Tevrat'ı oluşturan beş kitap Kutsal Kitap'ın ilk Yunanca çevirilerinde Pentateukhos diye biliniyordu.

 

…araştırmacılar artık Tevrat'ın İÖ 4. yüzyıl sonlarına doğru (yani, sürgünden sonra) derlenmiş dört "katmandan" oluştuğunu düşünüyorlar.

 

…doğrulanmış ilk Kutsal Kitap kişisi, İÖ 853'te Asur kralı III. Şalmanezer'le savaşmış olan Kral Ahab'dır.

 

Eyüp iki açıdan özeldir. Öncelikle, burada başka hiçbir yerde geçmeyen yüzü aşkın sözcük bulunur.

…kitabın asıl özgünlüğü, hiç kuşkusuz ki adaletsiz Tanrı düşüncesini irdelemesinde yatar.

kitap aslında günah kadar bilgisizliğe de dairdir: Ne biliyoruz, ne bildiğimizi sanıyoruz, eninde sonunda neyi bilebiliriz.

 

Mesih

Mesih terimi Yunancaya Khristos olarak çevrilmiş, böylelikle zamanla bu İsa'nın unvanından çok adı olmuştur.

 

İS 66'da, Herodes'in ölümünden yetmiş yıl sonra Yahudiler yeniden ayaklandılar ve bu kez öylesine büyük bir şiddetle bastırıldılar ki, Herodes'in görkemli Tapınağı tümüyle yerle bir oldu ve Yahudiler iki bin yıllığına Filistin'den sürüldüler.

 

Paulus bakire doğuma hiç değinmediği, "Nasıralı" İsa'yı hiç anmadığı, yargılanmasından söz etmediği gibi, İsa'nın çarmıha gerilmesi olayının Kudüs'te gerçekleştiğini de belirtmez

İsa'nın gerçekleştirdiği varsayılan hiçbir mucizeden söz etmez.

 

Paulus en erken tarihli mektuplarını (Galatyalılara, İS y. 48/50) İsa'nın ölümünden hemen sonra yazmıştır. Dolayısıyla, eğer Paulus daha çarpıcı olaylardan hiç söz etmiyorsa, bunlar olmuş olabilir mi?

 

En erken tarihli İncil kaynağının genelde İS y. 75 ile Markos olduğu kabul edilir.

 

İnciller arasındaki en önemli fark Yuhanna'yla diğer üçü arasındadır. Matta, Markos ve Luka "synoptik" İnciller olarak bilinir çünkü bunlar temelde İsa'nın öyküsünün anlatılarıdır ve bu öykülerin aynı nesnenin farklı açılardan çekilmiş fotoğrafları gibi oldukları çokça söylenmiştir.

 

İsa'nın Yuhanna'daki yaşamöyküsü, onun Tanrı'nın bir elçisi olarak taşıdığı anlam kadar önemli değildir.

İsa'nın konuşma tarzı bile dördüncü İncil'de farklıdır çünkü sürekli gerçekten de "Tanrı'nın Oğlu" olduğunu belirtir.

 

İsa'nın Matta ve Luka'daki doğum tarihleri arasında on yıl vardır.

 

Luka'da ona ilk tapınanlar çobanlarken, Matta'da bunlar üç yıldızbilimcidir.

 

Küçük Asya'da Attis'in annesi Nana "olgun bir badem ya da narı bağrına yerleştirerek" gebe kalmış bir bakireydi.

 

"tam bir bakire"den doğmuş ve "Göğün Kraliçesi" diye adlandırılmış olan Meksika tanrısı Quetzalcoatl

 

Dört İncil de İsa'nın Yahuda valisi Pilatus'a teslim edilmeden önce Yahudi dininin ileri gelenleri tarafından sorgulandığında uzlaşır.

 

Barabbas aslında "babanın oğlu" (Bar Abba) demektir ve bazı ilk Matta kopyalarında Barabbas'ın adı İsa Barabbas olarak geçer."

 

Matta'da yeniden dirilen İsa Celile'de öğrencilerine görünürken, Luka'da bu olay Kudüs'te geçer.

 

0 Yılında İskenderiye, Batı ve Doğu

Anno Domini, Rab'bimizin senesinde için AD ve (Before Christ) milattan önce için BC-

İS dizilişinin kullanımı aslında 8. yüzyılda Aziz Bede'nin bunu İngiliz Halkının Kilise Tarihi adlı kitabında kullanmasına dek yaygınlaşmadı

17. yüzyılın ikinci yarısına değin yaygın bir kullanıma girmedi.

 

Güneş mevsimlere egemen / ay gelgitlere egemen

Eski Mısırlılar yılı her biri otuz gün olan on iki kameri aya böldü¬ler ve sonuna çok uğursuz sayılan beş gün eklediler.

Nil'in tam da sonuncu yıldız, (bizim Sirius/Akyıldız dediğimiz) Sothis ufukta göründüğü sırada doğduğunun da farkına vardılar. Bu "helyak doğuş" "Sothik" denilen takvimin sabit noktası oldu

 

Yunanlıların iki zaman kavramı vardı: aion, kutsal ya da sonsuz za­man ve khronos, sıradan zaman.

 

Roma'nın söylensel kurucusu Romulus'un Mart'ta başlayan on aylık ilk takvimi bulduğu varsayılıyordu.

 

…kütüphaneci Eratosthenes (y. 276-196) / Troia'nın ne zaman düştüğünü (İÖ 1184), ilk Olimpiyatların ne zaman ya­pıldığını (İÖ 776) ve Peleponnesos savaşının ne zaman çıktığını belirleye­rek zamanbilimi başlattı.

Bilgin arkadaşları arasında "Beta" olarak biliniyordu

 

Eukleides (en "iyi", kleis ise -yerindelikle- "anahtar" demektir)

 

Orpheus sırlarının temelinde üç düşünce yatar. Biri, rakamın mistik gücüdür.

Rakamın soyut doğası soyut bir ruh düşüncesini de pekiştiriyordu.

Son olarak, türüm ilkesi vardı; yani, tüm yaratıların kaynaklandığı sonsuz bir biçim­de var olan bir "iyi", bir birlik ya da "monat" vardır. Rakam gibi bunun da temelde soyut bir varlık olduğuna inanılıyordu.

 

Birinci ekümenik kilise konsili İS 325'te Nikaia'da toplandı. Konsil Oğul'un Baba'yla aynı tözden (homooıısios) olduğunu onayladı.

 

Budizm'le Hıristiyanlık arasındaki yakınlıklar

Jean Sedlar her ikisinin de "el değmemiş" bir kadından doğduğunu belirtir. Her ikisi de dünyaya geldiği sırada, göksel varlıklar bu olayı bebeğin gelecekteki görkemini önceden haber verecek yaşlı bir azize bildirmişlerdi. Her ikisi de eski bir kehaneti yerine getiriyordu ve büyüyünce ' her ikisi de "gezici bir çileci ve vaiz" olarak yaşadı. Her ikisi de temel öğeleri denetleyebiliyor ve hastaları iyileştirebiliyordu ve ölmeden az önce tecelli etmişti. Sonunda, her iki örnekte de, dünya büyük bir depremle sarsıldı. Her ikisi de elçiler gönderdi.

 

Mahabharata'nın kaynağı Veda döne­mindedir.

İzleği, kar­deşlerin birbirlerini öldürdükleri bir taht kavgasıdır.

Ramayana Sanskrit dilindeki ilk anlatısal şiirdi.

 

İÖ 2. yüzyılda Sanskrit dilbilgisi uzmanı Patanjali yoga üzerine standart bir metin derledi.

 

Hukuk, Latince, Okuryazarlık ve Beşeri Bilimler

“Latince bir klasiğin gücü niteliğinde, Yunanca bir klasiğinkiyse güzelliğindedir.” / Matthew Arnold

 

Roma düşününün en etkili yanının Roma hukuku olduğu sözüyle ilgili olarak bir çıkarımda bulunulabilir

 

Roma hukuku ilkin İÖ 451-450'de yürürlüğe giren On İki Levha Kanunları'nda son biçimini aldı. Tıpkı On Buyruk gibi On İki Levha Kanunları da temel yasal işlemleri ve cezaları açımlıyordu ve eğitimin önemli bir parçası oldu

 

Roma hukuku yapıtı / Gaius tarafından yazılmış Institutes'dir.

 

Retorik

C. S. Lewis'in de yazdığı gibi, "Retorik bizimle atalarımız arasındaki en büyük engeldir.

 

Retorik çalışması ikiye ayrılıyordu: Suasoriae ve controversiae. Suasoriae'nın erkek çocuklarına argümanlarını oluşturmakta yardım etmesi düşünülmüştü. Geçmişteki olaylar üzerine tartışıyorlardı: Örneğin, Caesar krallığı kabul etmeli miydi? Controversiae'da çocuklara hukukla ilgili zor meseleler veriliyordu. Örneğin, Price'ın sözünü ettiği bir davada, bir oğul babasıyla bozuşur ve evden kovulur. Sürgündeyken tıp okur. Daha sonraki bir zamanda baba hastalanır ve kendi doktorları onu iyileştirmekte başarılı olamayınca oğul çağrılır. Oğul özel bir ilaç yazar ve baba bunu içtikten sonra ölür. Oğul serinkanlılıkla kendi yazdığı ilacı içer ama ölmez. Yine de, kendi babasını öldürmekle suçlanmaktadır. Sınıfta, öğrenciler hem dava hem de savunma için bir örnek vermeliydiler.

 

Varro ana çizgileriyle dokuz beşeri bilim dalını anlattığı Dokuz Bilim Dalı Kitabı adlı etkili bir ansiklopedi hazırladı: Bunlar dilbilgisi, retorik, mantık, aritmetik, geometri, gökbilim, müzik kuramı, tıp ve mimarlıktı.

Roma'da İS 1. yüzyılın sonlarında eğitim / trivium (dilbilgisi, retorik ve diyalektik) ve daha gelişmiş bir quadrivium (aritmetik, müzik, geometri, gökbilim) biçiminde ikiye ayrıldı.

 

Vergilius / destanı tipik bir biçimde Homeros'varidir; Aienias Troia'dan Tiber'e dek Akdeniz'i Odysseus tarzında dolaşır ve ikinci bölümde İtalya'da büyük savaşlara girmesi İlyada'yı akla getirir.

…kitap erkin doğası üzerine bir irdelemedir. İki anlamı olan pietas başlıca izlektir; Roma'ya özgü bir yükümlülük duygusu -aileye, devlete, Tanrıya karşı- ve geleneksel ya da modern anlamda olmayan bir acıma duygusu.

 

Paganlar ve Hıristiyanlar, Akdeniz ve Cermen Gelenekleri

Roma’nın çöküşü için iki sebep / İçteki zayıflık Hıristiyanlık, dıştakiyse barbarlıktı

 

Hıristiyanlığın keskin yanlarını yumuşatan "rengi" büyük ölçüde Paulus verdi. Putperestliği, cinselliği ve üstü kapalı olarak felsefe uygulamasını kınadı.

 

Julius Caesar İÖ 44 yılındaki ölümünden sonra tanrılaştırılmış ve bu payenin verildiği ilk imparator olmuştu.

İmparatorluğun batı yanında, çoğunlukla imparatorun numen'ine, yani makama yüklenen genel tanrısal güce tapınılıyordu. Öte yandan, doğuda, bizzat o kişinin tanrı olduğuna inanılıyordu.

 

Bilicilik merkezleri birer tapınma yeri, çoğu zaman bundan da öteydiler

En tanınmışları, her ikisi de günümüz Türkiyesi'nin İyonya kıyılarındaki Didyma ve Klaros'ta bulunan Apollon'a adanmış bilicilik merkezleriydi.

 

İlk keşiş topluluğu, çöl münzevilerinin tersine, 4. yüzyılın çok başla­rında Nil'in 600 mil kadar yukarısında, Tabennisi'de kurulmuştu.

…dünyadan çekilme düşüncesi giderek rağbet gördü ve Batı'da 4. yüzyıl başlarında manastırlar kurulmaya başladı. Avrupa'nın düşünsel yaşamı üzerinde büyük etkisi olan bir ortakyaşam biçimini geliştiren Nursialı Benedictus'un (ö. 543) kurduğu manastır büyük farkla en etkili olanıydı. (550 ile 1150 yılları arasındaki dönem için çoklukla "Benedictus yüzyılları" denilir.)

Onun topluluğu tinsel bakımdan olduğu kadar ekonomik ve siyasal bakımdan da bütünüyle kendine yeten bir topluluk olarak düşünülmüştü.

 

Üçleme ilk kilise içindeki en önemli ve ateşli bölünmeydi

İskenderiyeli Arius İsa’nın Baba Tanrı'yla aynı şekilde tanrısal olamayacağını öne sürmüştü. Arius'a göre, İsa ölümlü doğmuş ama tanrısal olmuştu; eğer insan olmamış olsaydı, hiç değilse başlangıç olarak, bizim için bir umut olmazdı. Bununla birlikte, İznik'te piskoposlar farklı bir görüş benimsediler ve Nikaia İnancında (hala yaygın olarak geçerlidir) Tanrının dünyayı ex nihilo'dan, hiçlikten yarattığı ve Baba Tanrı, Oğul ve Kutsal Ruh'un aynı tözden oldukları kabul edildi ve yazıya geçirildi.

Kapadokya'da üç müthiş din bilgini (teslis için) bir çözüm getirdiler.

Kaisareia piskoposu Basileios (329-379), kardeşi Nyssa pisko­posu Gregorios (335-395) ve arkadaşları Nazianzoslu Gregorios (329-391)

Tanrının tek bir öz (ousia) olduğunu, ki bu bizim için hâlâ anlaşılmazdır, ama üç ifadesi (hypostases) bulunduğunu, ki Tanrı bunlar aracılığıyla biliniyordu, öne sürdüler.

Augustinus bunu temel aldı

İnanç Üçlemesi vardır: retineo (bedenleşmeye ilişkin gerçekleri aklımızda tutmak); contemplatio (bunlar üzerine uzun uzadıya düşünmek); dilectio (bunlardan haz duymak).

 

Augustinus Tanrının insanlığı tümüyle Adem'in ilk günahından dolayı sonsuz bir lanete mahkûm kıldığına inanmaya başlamıştı. "Miras alınmış" bu günah, Tanrı yerine cinsellikten haz duyma isteği yoluyla, ki Augustinus buna şehvet diyordu, kuşaktan kuşağa geçmişti.

 

Gregorius (540-604)

…dinsel törene müzik katmak onun dehasıydı. Gregorius Dinsel Ezgisi böyle doğdu. Aynı hevesle Araf anlayışını da icat etti.

-araf- / insanlar burada kendi kefaretlerini ödeyebilir, cezalarını çekebilir ve daha sonra, her şey yolunda olarak cennete geçebilirlerdi. İnançlılar açısından "uygulaması kolay" diğer düşüncesi yedi ölümcül günahtı.

Dolayısıyla, hep bir günah duygusuyla "bunalmayacaklardı".

…şehvet, oburluk, hırs, tembellik, öfke, kıskançlık, kibir. Bu, aklın günahlarının bedenin günahlarından daha ciddi olduğunu herkes açısından açık seçik kılıyordu.

 

"Easter" sözcüğü eski İskandinav pagan şafak ve ilkbahar tanrıçası Eostre'den geliyordu

…bu yortu, yeniden dirilişi kutladığından, Noel'den çok daha önemliydi ve bu olmaksızın Hıristiyan inancı olamazdı. (Fransızca Paques -İtalyanca ve İspanyolcası da- İbranicede Fısıh anlamındaki pesah'tan gelir.) Roma'da Paskalya, mum yakmayı gerektiren bir törenden söz eden, İS 200'de yazılmış bir mektuba göre, daha bu dönemde kutlanıyordu. Öte yandan, Noel 4. yüzyıla değin kutlanmadı.

 

…ilk din bilginleri, gördüğümüz gibi, pagan uygulamaları sahiplendiler.

Pas­kalya daha karmaşık bir meseleydi. İncillere göre, İsa Yahudilerin Pesah bayramının ilk gününde ölmüştü. İbrani geleneğine göre bu, ilkbahar eki­noksunu izleyen dolunay günüydü.

ilk Hıristiyanlar / Paskalyanın her zaman Pazar günü kutlanmasına karar verdiler / bu onları Şabat'larını Cumartesi kutlayan Yahudilerden ayırıyordu.

Paskalya tartışmasının ikinci dolaylı sonucu yeni bir yazın biçiminin ortaya çıkması oldu. Buna computus deniliyordu. Computus, sözcük olarak, aslında az çok bugünkü anlamındaydı; her türlü hesaplama. Ama ortaçağda bu, yalnızca matema- tikçilerce derlenenen ve gelecekteki Paskalyaların tarihini önceden bildiren bir dizi çizelge demekti.

 

Barbaros sözcüğünün kökeni eski Yunancadır

Homeros İlyada'da bu sözcüğü Küçük Asya'daki Karyalıları kastederek kullanmıştır

 

Attila (444-453) "Tanrının kırbacı" adıyla anılan Attila'nın adı Got dilinde "Babacım" anlamına gelir

 

Kitap'ın Ölümden Dönüşü, Hıristiyan Sanatının Doğuşu

Hıristiyanlığın bir devlet dini olarak gelişiyle birlikte insanların tutumunda ortaya çıkan değişiklik: "İnsanı içten bağlayan yeni tanrısal güçlere teslimiyet"

bu dönemin düşünürleri fiziksel dün­yanın sırlarını çözmeye merak sarmadılar

 

Hapiste yazdığı Felsefenin Tesellisi adlı kitap Boethus'un kendisiyle Ba¬yan Felsefe arasında geçen zarif bir diyalog olarak tasarlanmış

 

6. yüzyıl sonlarında Hıristiyan dünyasında betimlere inanç konusun­da önemli bir değişiklik oldu. …betimlerin kendisini kutsal saymaya başladılar.

8. yüzyıl ortalarında "kutsal betimler"e ibadete karşı sert bir tepki oluştu ve bu 754'ten 843'e dek süren ve ikonakırıcılık denilen anlaşmazlığa yol açtı.

 

Bizans resminde herhangi bir figürün gerçek büyüklüğü mekândaki konumundan çok, öyküdeki öneminden kaynaklanır. Örneğin, Meryem bu nedenle Yusuf'tan hep daha büyüktür.

 

Bağdat ve Toledo'da Felsefe ve el-Cebr

Eski bir Mısır özdeyişine göre "bilgelik" üç şeyin üzerine, tünemiştir: Frankların beyni, Çinlilerin eli ve Arapların dili.

 

Bedeviler pek uygar değiller­di. Eski Ahit'te Arap ya da Ereb sözcüğü göçebe anlamında kullanılmak­tadır

 

Bedevilerin İlk kutsal varlıkları pınarlar (vahalar) ve kayalardı.

 

Mekke adı makuraba'dan gelir ve tapınak anlamındaki bu sözcük buranın ilk zamanlardan beri dini bir merkez olduğuna işaret eder.

 

İslam Hıristiyanlıktan çok Yahudiliğe yakın­dır.

 

Mekke sureleri genelde kısa, ateşli, heyecanlı ve kehanet niteliğindedir. Başlıca izlekler insanın etik görevleri, inançsızları bekleyen cezadır. Medine sureleri / daha çok hukuksal meselelerle ilgilidir.

Ali'nin yandaşları / bir hizip oluşturdular ve bu za­manla Şiilik olarak dağıldı

Şiiler Peygamberle kan bağı olanların halifelikte ilahi hakkı olduğu görüşünü benimseyince 680 yılında bir ayaklanma başgösterdi

 

Araplar Yunanlılardan güzelliğin temelinin oran olduğu düşüncesini aldılar.

 

Bağdat adı "Tanrı tarafından verilmiş" anlamındadır ama bu kent dairesel biçiminden dolayı "Dairesel Kent" diye de biliniyordu.

 

İbnü'l Baytar'ın 13. yüzyıldan Kitabü'l-Cami li Müfredati'l-Edviye ve'l-Agdiye (Basit Diyetler ve İlaçlar Derlemesi) adlı kitabı

 

Dünya Allah tarafından kusursuzca yaratıldığından, "sanat" da ancak "bezemek", Allah'ın özgün yaratısını süslemek olabilirdi.

 

801 dolayında Kufe'de doğmuş olan Kindi Platon'la Aristoteles'in görüşlerini harmanlamıştı ama Pythagoras'a da önemli bir yer veriyor ve onun matematiğinin tüm bilimlerin temeli olduğunu düşünüyordu.

 

Farabi de Platon'la Aristoteles arasında bir sentez oluşturmaya çalıştı.

 

"kusursuz" bir hadiste bulunması gerekli iki öğe belirlendi; bir yetke zinciri ve özgün bir metin. Hadisler bu temele göre sahih, hasen ya da zayıf diye ayrıldı.

 

Beytü'l-Hikme Bağdat'ın önde gelen eğitim kurumuydu

 

İslamı hemen her yönüyle sorgulayan Mutezile

Mutezileci düşünürler arasında en gözüpek olanı, "bilginin ilk koşulu"nun kuşku olduğunu öne süren Mezzam'dı

Memun / Mutezile görüşünü devlet dini katına çıkardı.

Ahmet bin Hanbel (780-855) genellikle Sünniliğe dönüşü başlattığı düşünülen kişiydi.

 

İbn Nedim bu sırada (11. Yüzyıl) kentte bulunabilen kitapların bir özeti olan Fihrist'ini yayımlamıştı.

 

Hazim bin Ali'nin (994-1064) Kitabü'l-Fasl fi'l-Milel ve'l Ehva ve'n-Nihal başlıklı kitabı yalnızca çeşitli Müslüman topluluklarını incelemesi bakımından değil, Hazim'in kutsal kitap anlatılarındaki çeşitli tutarsızlıklara dikkat çekmesi bakımından da çığır açmıştı.

 

İbn Haldun Mukaddime'sinde insanın ilerleyişindeki akılcı örüntüleri ortaya çıkarma çabasıyla coğrafya, iklim ve psikolojik etkenleri de dikkate aldığı bir tarihsel ilerleme kuramı geliştirdi.

 

İbn Rüşd

Kimsenin çiçek hastalığına iki defa yakalanmadığını, aşı düşüncesinin kaynağını fark eden ilk kişi oldu ve ağtabakanın işlevini kavradı ki bu önemli bir aşamaydı.  Ancak, Ibn Rüşd'ün düşünür olarak etkisi Müslüman dünyasından çok Hıristiyan dünyasında hissedildi.

Usa olan bağlılığı bakımından en önemli savı Kuran'daki her sözün düzanlamıyla anlaşılmaması gerektiğiydi.

 

Nasıl ki Bağdat ve bu kentteki Beytü'l-Hikme 9. yüzyılda önemli bir çeviri merkezi olmuşsa, Toledo da (Tuleytula) 1085'te Hıristiyanlar tarafından fethedildikten sonra benzer bir konuma geldi. Zamandizinsel bakımdan söylersek, Arapça yapıtları Latinceye ilk çeviren kişi bir olasılıkla Afrikalı Konstantin (ö. 1087) idi.

 

13. yüzyıl bitiminde Arap (ve dolayısıyla Yunan) bilimi ve felsefesinin büyük bölümü Avrupa'ya aktarılmıştı.

 

Hint Rakamları, Sanskritçe, Vedanta

İS 499 yılında Hintli matematikçi Aryabhata pi'yi 3,1416 ve güneş yılının uzunluğunu 365,358 gün olarak hesapladı.

Aynı sıralarda dünyanın kendi ekseni üzerinde ve güneşin çevresinde dönen bir küre olduğu düşüncesini de geliştirdi.

 

…milattan sonraki ilk yıllarda ortaya bir toprak beratları külliyatı çıktı ve bu evrilerek neredeyse yazınsal bir tarza dönüştü.

 

Allahabad yazıtı / olasılıkla bütün Hindistan'daki en ünlü yazıttır.

Aram alfabesinin bir uyarlamasıydı ve İS 4. yüzyılda silinip gitti. Soldan sağa yazılan Brahmi alfabesi tüm Hint alfabelerinin ve Hint kültürel etkisi altında kalmış tüm diğer ülkelerin -Burma, Tayland, Cava- alfabelerinin temelidir.

 

Gupta'nın sefer ve fetihlerini ve Çandra'nın nasıl Brahman destekçilerine armağan olarak 100.000 inek dağıttığını bu sütundaki yazıtlar sayesinde biliyoruz.

 

Sanskritçenin 18. yüzyıldaki "keşfi" ve Latince ve Yunanca gibi diğer dillerle olan ilişkisi bütün bir karşılaştırmalı filoloji girişimini başlattı.

Sanskritçede Tanrı anlamındaki deva sözcüğü İngilizcede "deity" ve "divinity" sözcüklerinde yaşamını sürdürür. Sanskritçede "kemik" anlamındaki asthi sözcüğü Latincede os'da yankılanmıştır. Sanskritçede "önünde" anlamındaki anti Latincede ante'dir. Sanskritçede "çabukça" anlamındaki maksu Latincede mox'tur. Sanskritte "hapşırmak" anlamındaki nava, Almancada n/esen'dir.

 

Hindistan'da genel okuryazarlık Panini Dilbilgisi'ni yazdığı sıralarda başladı.

 

Vedanta ("Vedaların sonu", bazen de "sonraki soruşturma", Uttaramimansa diye adlandırılır) ise tam tersine Hindistan'ın en etkili felsefe dizgesi olmuş, çağlar boyunca geniş bir düşünürdür, entelektüel kitlesine çekici gelen birçok ikincil biçim ortaya koymuş ve bu Hindistan'la sınırlı kalmamıştır.

 

En başarılı Vedanta öğretmeni ve Hint tarihinde Buda'dan sonraki ikinci saygın kişi Şankara'ydı (y. 780-820). Brahmandı ve kısa kariyerinde dünyamızın bir yanılsama (maya) olduğu ve tek gerçekliğin Brahman ya da Atman, dünya-tini ya da ruhu olduğu düşüncesini geliştirerek yurdu Kerala'dan Himalayalar'a dek dolaştı.

Şankara'ya göre Brahman değişmiyordu ve sonsuzcasına sabitti. Batılılar bunu çok gizemli bulur; Platon'un Bir'iyle Aristoteles'in Devinimsiz Devindirici'sine özgü niteliklerin bir birleşimi gibidir. Evrendeki başka her şey, gerçekdışı bir düzlemde olduğundan, değişime bağımlıydı. İnsanlarda bu samsam, ruhgöçü biçimini almaktadır.

 

Sıfırın ilk nerede tanıtıldığı hâlâ açık değildir

 

Sind, Pencap ve Bengal tasavvufun başlıca merkezleri oldular ve en önemli iki tarikat Sühreverdi ve Çeşti adlarıyla biliniyordu. İlki, adını, tasavvuf hakkındaki bir elkitabının yazarından, ikincisiyse, tarikatın ortaya çıktığı köyden almıştı.

 

Çin'in Bilgin-Seçkinleri, Lixue ve Fırça Kültürü

Yunancada Çinliler Seres diye adlandırılmıştı; ipek anlamındaki Latince serica sözcüğü buradan gelir.

Romantik "İpek Yolu" terimini ilk defa 1870'1i yıllarda Alman coğrafyacı Ferdinand Paul Wilhelm Freiherr von Richthofen kullanmıştır.

 

Çin iki Song hanedanı döneminde (kuzeyde 960-1234 yılları arasında, güneyde 1279 yılına dek) modern bilimin sınırına ulaştı ve küçük çaplı bir sanayi devrimi yaptı.

Songların bu gelişmişliğinde bir dizi düşüncenin ve etkileyici teknolojik buluşun katkısı oldu. Bunlardan ilki, nihayetinde basımcılığa yol açan kâğıttı.

 

Song Rönesans'ı büyük ölçüde kitabın yaygın olarak bulunabilmesine bağlı olduğu halde, Çinliler basımcılığı hiçbir zaman Avrupa'daki gibi devrimci bir süreç olarak görmediler.

 

Çince bükümlü bir dil olmadığından, sözcükler sayı, cins, durum, zaman, çatı ya da kipe göre değişmezler. İlişkiler ya sözcük sıralamasıyla ya da yardımcı sözcüklerin kullanımıyla gösterilir.

 

İngiltere'de 18. yüzyılda sanayi devriminin başında üretilen demirin yüzde yetmişini Çin daha 11. yüzyılda üretmekteydi.

 

Barut Batı'ya, tıpkı kâğıt örneğindeki gibi, Müslümanlaryoluyla girdi; bu defa, 1248'de Şam'da ölen Endülüslü bitkibilimci İbnü'l-Baytar'ın yazıları yoluyla. Güherçile için kullanılan Arapça terim "Çin karı" iken, Farsça kullanımda bu "Çin tuzu"dur.

 

Eğitim ve öğrenim Çin'de daha ilk zamanlardan beri ilerlemenin anahtarı olarak görülmüş

 

Lixue / Budizm'den Yeni-Konfüçyüsçülüğe olan değişim

Mahayana Bu- dizmi kurtuluşun herkese açık olduğunu öneriyordu. Oysa Hinayana -Küçük Araç-, yalnızca kendi yaşamını keşişler gibi bütünüyle Budizme adayanların kurtulabileceğini öneriyordu.

 

Çin'de aristokrasi her zaman yabancı etkilere daha açık olmuştu ve aslında bu sınıf nüfusun geneline göre daha çok yabancı içeriyordu; Türkler, Sogdlar, Tibetliler.

 

Shen Gua (1031-1095)

Çin'in ilk ayrıntılı atlasını hazırladı, düzey çizgilerini neredeyse tam bir doğruluk derecesinde hesapladı

 

Doğu'nun 13. yüzyıl sonrasında neden sendelediği ve hep geride kaldığı hâlâ her ulustan tarihçi için zorlu bir meseledir.

 

3. KISIM

TARİHİN BÜYÜK MENTEŞESİ

Avrupa İvmesi

Peki, ne olmuştu? "Batı" niçin öne geçmişti?

 

Fernand Braudel bu soruya coğrafi bir cevap vermeye çalıştı. II. Felipe Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası ile Medeniyet ve Kapitalizm adlı iki kitabında, özellikle de ikincisinin birinci cildi Gündelik Hayatın Yapıları'nda Avrupa'nın sahip olduğu karaktere niçin büründüğünü açıklamaya çalıştı. Örneğin, ona göre gıda maddeleri ile dünya medeniyetleri arasında geniş çaplı bir ilişki vardı.

Pirincin Asya'da "tutunduğu bölgelere yüksek nüfus ve [dolayısıyla] katı sosyal disiplin getirdiğini" saptadı. Buna karşılık, "çok az çaba gerektiren bir ürün olan mısır"ın Amerikan Yerlilerine bu medeniyetleri ünlü kılan devasa piramitleri inşa etmek için epeyce boş zaman sağladığını belirtti.

Onun ifadesiyle, yaşamın büyük bir bölümünün içeride geçirilmesi mobilyanın gelişimini özendirdi ve bu da aletlerin gelişmesini sağladı; daha kötü hava koşulları yüzünden çalışma günlerinin daha az olmasına karşın geçim sağlama mecburiyeti Avrupa'da işgücünü görece pahalı hale getirdi. Böylece emek tasarrufu sağlayıcı araçlara daha çok ihtiyaç duyulması, aletlerin gelişmesiyle birlikte önce bilimsel devrim ve ardından sanayi devrimine katkıda bulundu.

 

Braudel'in temel savı coğrafyanın hammaddelere, kentlerin (pazarların) ve ticaret yollarının ortaya çıkışına yön verdiğiydi.

 

13. yüzyıl sonuna doğru Kuzey Atlantik'i trafiğe açan ve böylece yüzyıllardan beri sürmüş bir dünya sistemine öldürücü darbeyi indiren ise İtalyan kent-devletlerinin kadırgalarıydı. Bu gelişme Portekiz'i Arap ve Çin tacirlerce büyük ölçüde bilinen Doğu Hint Adaları'na yönelik Atlantik güzergâhını "keşfetmeye" yöneltti.

 

…üzengi, şövalye sınıfının gücünü sınırsız ölçüde artırarak feodalizmin yaratılmasına yardımcı oldu.

…barut ise şövalye sınıfının gücünü azaltma yoluyla en azından Avrupa'da feodalizmin yıkılmasına katkıda bulundu.

Batı'da feodalizmin düşüşe geçişiyle birlikte bir tüccar sınıfının doğması bilimin yükselişiyle yakından bağlantılıydı.

 

Doğu'da bilginler asla bir kurumsal kimliğe kavuşamadı

Kurumsal bilgi fikrinin ardında yatan şey, Avrupa'da tasarlandığı biçimiyle üniversite fikriydi. Çin'de ya da İslam dünyasında böyle bir tasarım gelişmedi.

 

1086'daki Sayım Kitabı'nın kayıtlarına göre, İngiltere'nin 3.000 beldesinde 5.624 değirmen vardı.

 

…üç bilgin Batı fikrine katkılarından dolayı özellikle ayrı tutulabilir. Bunların ilki Bolognalı keşiş Gratianus'tur.

Gratianus (her yönüyle dine bağlı bir toplumda haliyle hukukun ana biçimi olan) dinsel hukuku kör göreneğe son verecek şekilde yeniden düşünmeye, düzenlemeye ve rasyonelleştirmeye girişti.

İkinci bilgin Robert Grosseteste'dir (y. 1186-1253).

…bilimsel yöntem sorununun çözülmesi gerektiğini gören ilk kişi oldu.

Grosseteste'nin Aristoteles'e dayanarak vardığı başlıca içgörü, "tüme-varım" ve sistematik sınama modelini geliştirmesiydi. Ona göre, bir sorgu-lamanın ilk aşaması ele alınan fenomeni içerdiği ilkelere ya da unsurlara ayırmaktı; tümevarımın ilk adımı buydu.

Batı'nın temellerini atmaya katkıda bulunan üçüncü bilgin Aquinolu Tommaso'dur (y. 1225-1274).

Aquinolu Tommaso şeylerin temelinde Tanrı'nın mucizevi müdahale gücünü yadsıyormuş gibi görünen bir doğal düzen yattığında ısrar etti. Aklın kavrayabileceği bir "doğa yasası" olduğunu söyledik Akıl nihayet vahyin gölgesinden kurtulup tekrar gün ışığına çıktı.

 

Albertus Magnus adlı bilgin, ilahiyattan türetilmiş bilgi ile bilimden türetilmiş bilgi arasında belirgin bir ayrım yapan ilk ortaçağ düşünürüydü.

 

…aşkın odak alınması kişisel görünüme ilgiyi canlandırdı; böylece 12. yüzyıl gittikçe artan bir bireyselliği dışa vurmanın başka bir yolu olarak giyimde cüretli yeniliğin geliştiği bir dönem oldu.

 

Kilise tarihinin ilk bin yılında, ölümün kol gezdiği ve çoğu insanı tehdit ettiği yıllarda ölü İsa figürünün neredeyse hiç tasvir edilmemiş olması dikkate değer bir olgudur.

11. yüzyılda birdenbire İsa'yı can çekişir ya da ölü halde buluruz; üstünde kirli bir peştamal vardır ve aşağılanışı gayet insancadır.

 

1125-1135 arasındaki bir tarihte Autun'daki Saint Lazare'nin portikosu üzerinde çalışan taş ustalarına ikonografiden sorumlu kişilerce soyutlamadan vazgeçmeleri ve her figüre bireyselleşmiş ifade vermeleri açıkça bildirildi

Maddi gücü yetenler için, evlerde mahremiyet sağlayan odalara, örneğin çalışma odalarına yer verilmeye başlandı

11. yüzyıl ustalık açısından Roma'nın en büyük şairlerini aratmayan -ve belki de onları aşan- bir aşk edebiyatı patlamasına sahne oldu.

…karşılıksız aşk yaygın bir takıntı ve hatta bir ideal haline geldi.

…bir kadına dönük karşılıksız aşk, erkekleri içe kapanarak, niçin başarısız olduklarını ve durumu nasıl düzeltebileceklerini düşünmeye yöneltti

 

4. KISIM

AQUINOLU TOMMASO'dan JEFFERSON'A

Otoriteye Saldırı, Sekülerlik Fikri ve

 

"Tanrı ile İnsan Arasında": Papalığın Düşünceleri Denetim Altında Tutma Teknikleri

 

Kişisel iman papazın ya da piskoposun erişim gücünün ötesindeydi

 

Batı dünyasında kraliyet iki farklı yapıyla ortaya çıkmıştı. Roma imparatorluğunun doğu kesiminde, Helen ve Doğu gelenekleri, imparatoru, Hıristiyan kehanetinin "beklenen kişi"si, Tanrı'nın yeryüzündeki temsilcisi olarak gören kavrayışı doğurdu. Kral Tanrı'nın inayetine sığınarak, refah ve savaşta zafer sağlayabilirdi. Bu, Rusya'da da benimsenen fikirdi.

Roma imparatorluğunun batı kesiminde ise kraliyet rengini kısmen Cermen kabilelerinin geleneklerinden, kısmen de Katolik Kilisesi'nin genişleyen rolünden aldı.

Cermen paganların kadim doğaüstü inançları karizmatik gücü bireylere değil, bütün bir kavme yakıştırırdı.

 

Papa 1. Gregorius (590-603) Konstantinopolis'teki hükümdara "İmparator Hazretleri" diye hitap ederken, Batı ve Kuzey Avrupa'nın krallarından "sevgili evlatlarım" diye söz etmekteydi.

…papa ile krallar ve imparatorlar arasındaki güç dengesi ortaçağ boyunca inişli çıkışlı bir seyir izledi.

 

…feodal döneme ait olmayan "feodalizm" kelimesi 17 yüzyılda uyduruldu, Montesquieu tarafından popülerleştirildi

feodal hiyerarşiyi tanımlamak için kullanılan asıl kelimeler "bağlılık" ve "efendilik"ti. Feodalizm aslında Kuzey ve Batı Avrupa'da 9. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar hüküm sürmüş özgül bir merkezsiz yönetim biçimidir. Temel ayırıcı özelliği efendilik, yani siyasal, ekonomik ve askeri gücün irsi bir soylu tabakanın elinde toplanmasıydı.

 

Tarihçi Norman Cantor'a göre, feodalizmin embriyosu comitatus ya da gefolge denen ve savaşçıların koruma karşılığında önderlerine bağlılığına dayanan Cermen savaş topluluğuydu. Batı dillerindeki "vasal" terimi "delikanlı" anlamındaki bir Keltçe kelimeden gelir ve başlangıçta "savaşçı" topluluğunun çoğu kez bir delikanlı çetesinden ibaret olduğu kesindir.

 

Batı Avrupa'da 10. ve 11. yüzyıllarda papalığın dışında yarı ayrı bir manevi güç daha vardı ve o da birleştirici bir unsurdu: Benedikten tarikatı.

Fransiskenler

Assisi ve Perugia askerleri arasında bir çatışmada tutsak düştüğünde hum-maya yakalandı ve Tanrı'ya yöneldi. Serbest bırakıldıktan sonra, bir gün yolda bir cüzamlıya rastladı. O dönemde çok korkulan cüzamlıların çan taşımaları ve sağlıklı bir kişiye yaklaşırken çanı çalmaları zorunluydu. Francis cüzamlıdan uzak durmak yerine onu kucakladı. Ancak yoluna devam edip arkaya bakınca orada kimsenin olmadığını gördü; İsa'nın kılık değiştirmiş olarak karşısına çıktığı ve iğrenme duygusunu kardeşçe sevgiye çevirdiği kanısına vardı. Yaşadığı bu olaydan son derece etkilenen Francesco, yıkık bir kiliseyi yeniden inşa etmek için aile servetini kullandı.

…o bir din önderinin en iyi ders verme yolunun ahlaki örnek oluşturmaktan geçtiği kanısındaydı.

 

"kardinal" terimi "kapı menteşesi", yani yolu açıp kapamaya yarayan can alıcı aygıt anlamındaki Latince kelimeden gelir.

 

Aforoz / Fikrin kökeni kısmen pagan devotio âdetine, yani ciddi suç işleyenlerin tanrılara kurban edilmesine dayanmaktaydı. Süreç içinde bu uygulamanın yerini sacer ["dokunulmaz") sayılan suçluların herkesçe dışlanması aldı.  Hukukun zayıf olduğu bir dünyada ilave yaptırım gücü kazandırmak için sözleşmelere lanetler eklenirdi ve bu fikir de ilk kilise tarafından benimsendi. Aforozun son bir unsuru sürgündü: Babil esareti sırasında putperestlerle evlenen Yahudiler kovulmuş ve mallarına el konulmuştu.  İsa'dan önce Filistin'de heretiklerin sinagoga girmeleri ve toplumsal yaşama katılmaları yasaklanırdı.

Aforoz kavramı ayrıntılı olarak ilk kez Didascalia adlı bir 3. yüzyıl Süryani belgesinde açıklanır. İsimleri bilinmeyen havarilerce yazıldığı ileri sürülen bu metin, ayinden dışlama ile sosyal dışlama arasında ayrım yapar ve günahkarların kiliseye tekrar alınmak için ödemeleri gereken kefareti belirtir.

 

Reconquista

Müslümanların 8. yüzyılda İber yarımadasını fethetmesinden sonra, devrik Hıristiyan soylular sığındıkları Pireneler'de iki yüzyıl içinde toparlanmış ve yitirilen toprakların en azından bir bölümünü 10. yüzyılın sonuna doğru geri almışlardı. Müslüman denetiminden kurtuluş dört yüz yılı daha alan bir mücadeleyle 15. yüzyıl sonunu buldu; ama bu süreçte Hıristiyanlar "kutsal savaş" anlamındaki İslami cihat fikriyle, Tanrı adına savaşarak ölmeyi en yüksek ahlak sayan doktrinle yüz yüze geldiler.

 

İslam tehdidine karşı koymanın etkili bir yolu olarak Doğu ve Batı kiliselerini birleştirme arzusu eklenince, Haçlı seferi fikri doğdu

 

Urbanus bu yüzden Birinci Haçlı seferini 1095'te tarif etti.

Haçlılara günahlarına karşı "ön endüljans" lütfedeceğini belirtti

 

Dönemin edebiyatına bakıldığında, kurulu kilise düzeninden hoşnutsuzluğun her alanda arttığı görülür.

 

Deccal fikrinin kökenleri İkinci Tapınak Museviliğinin kıyamet geleneğinde, Tanrı'nın ve gönderdiği Mesih'in "insan" muarızlarının ilk ortaya çıkışında yatmaktaydı.

 

1294'te Fransa ile İngiltere arasında savaş başladı ve çok geçmeden her iki devlet muazzam masraflar karşısında kaynak bulma arayışına girdi.

Fransızların aklına gelen çözümlerden biri, daha önce Haçlı seferleri için başvurulduğunda çok başarılı sonuç veren bir araç olarak ruhban kesimi vergilendirmekti. Ancak Roma'dan itiraz geldi

Fransızlar özellikle sataşkan bir üslup taşıyan fermana misilleme olarak, İtalyan bankerleri ülkeden çıkardılar ve çok daha etkili bir darbeyle ülkeden para çıkışını keserek, papalığı hatırı sayılır bir gelirden mahrum bıraktılar.

1301'de Güney Fransa'daki muhalif bir piskoposun krala ihanet suçundan tutuklanmasıyla başka bir anlaşmazlık belirdi. Fransız yetkililer Roma'dan yargılanmasına olanak vermek üzere piskoposu görevden almasını istediler.

Fransız Genel Meclisi / Bonifatius heretiklikten cinayete ve kara büyüye kadar akla gelebilecek her türlü bühtanla suçlandı. Genel Meclis daha da kavgacı bir tavırla, Fransa'nın "halis Hıristiyan kralı"nın dünyayı Roma'daki canavardan kurtarmakla yükümlü olduğunda ısrar etti.

Fransızlar papayı ele geçirmeyi başaramadılar, ama onu canından ederek bir bakıma başarılı oldular. Bonifatius'un yerine geçen V. Clementius bir Fransız başpiskopostu ve Roma yerine Avignon'a yerleşmeyi seçti.

 

Papalık siyasal bakımdan bir daha eski gücüne kavuşamadı.

 

Öğrenimin Yayılması ve Kesinliğin Yükselişi

Paris 13. yüzyıl başlarında 200 bin dolayında nüfusa sahipti

Kentteki çok sayıda kilisenin ek binaları çoğu kez öğrencilere yiyecek ve yatacak yer sağlamaktaydı.

Paris 1140'a varıldığında büyük arayla Kuzey Avrupa'daki başat okul konumundaydı

 

Daha da önemli bir gelişme, Aristoteles'ten çevirilerin yeniden keşfiyle mantığın öne çıkmasıydı.

Mantık 12. yüzyılda trivium'daki en önemli disiplin konumuna yükseldi

 

Paris'te ders veren Pierre Abelard'ın ilk kez ortaya attığı "yeni" mantık ise Kitab-ı Mukaddes'te anlatılan birçok olayın akla aykırı olduğunu ve dolayısıyla dosdoğru kabul edilmek yerine sorgulanması gerektiğini ileri sürmekteydi.

 

Katedraller aslında okulların kurulmasını ve aynı zamanda evrim geçirerek bugün üniversite dediğimiz yapıya kavuşmasını teşvik eden geniş çaplı bir toplumsal değişimin parçasıydı

 

İlk üniversiteleri ilerleten dört araştırma alanı tıp, hukuk, bilim ve matematikti.

 

Bilimsel konuların yerel anadillerde tartışılması 1231'de ceza getirebilecek bir suç haline geldi; kilise sıradan insanların böyle fikirlerle tanışmasını istemiyordu. Ama hiçbir yasak tam uygulanamadı

 

Bonaventure adını kullanan Giovanni di Fidenza, Aristoteles'in ısrarla savunduğu şu görüşten rahatsız oldu: Tanrı var olan her şeyin ilk sebebi olsa da, doğal varlıkların ilahi müdahale olmaksızın işleyen kendi sebepleri ve sonuçlan vardır.    Bonaventure'ye ve onun gibi düşünen birçok kimseye göre, böyle bir akıl yürütme tanrısız bir dünyaya işaret etmekteydi. Dolayısıyla Aristoteles'in görüşlerinde düzeltmeler yapma uğraşına girildi.

 

Aquinolu Tommaso'ya göre, doğal akılla kanıtlanamayan ve dolayısıyla kabul edilmesi gereken sadece üç hakikat vardı. Bunlar evrenin yaratılışı, Üçleme öğretisinin niteliği ve İsa'nın kurtuluştaki rolüydü

 

Latince universitas'tan türetilen modern "üniversite" teriminin tesadüfen ortaya çıktığı söylenebilir. Ama 12. 13. ve 14. yüzyıllarda bu kelime "ortak çıkarlara ve bağımsız hukuki statüye sahip her türlü insan öbeğini ya da topluluğunu belirtmek için" kullanılırdı

 

İlk emperyal üniversite, aslına bakılırsa bilinçli bir girişimle kurulan ilk üniversite Napoli'de 1224'te Alman imparatoru II. Friederich tarafından açıldı.

 

İlk üniversiteler Salerno, Bologna, Paris ve Oxford'da kurulanlardı.

 

Bologna'nın çığır açıcı farklı bir atılımı Habitas'tı / akademik tüzük

 

Ders verme biçimi de 12. yüzyılda kurallara bağlandı. Kitab-ı Mukaddes'le başlamak üzere, metinler dört açıdan incelenirdi: Konu, öncelikli amaç, temelde yatan amaç, ait olduğu felsefe dalı. Hoca bu veçheler üzerinde durduktan sonra, her bir kelimenin ve ibarenin yorumunu yapardı; bütün süreç lectio ("okuma") ya da ledura olarak bilinirdi.

 

Bologna'nın aksine, Paris başından itibaren hocaların damgasını taşıyan bir üniversiteydi. Notre Dame çevresinde kümeleşen Parisli öğretim üyeleri (belli vergilerden ve askerlik hizmetinden muafiyet gibi) ayrıcalıkları ve bağımsızlığı sağlaması nedeniyle rahiplik statüsünden memnundu. Yani, Paris'teki üniversite hem kral, hem de papa tarafından korunan özerk bir bölgeydi.

 

Oxford ve Cambridge'in kıtadaki üniversitelerden farklılığı, katedrali olmayan kentlerde gelişmeleriydi.

 

Bir teoriye göre, Oxford 1167 dolaylarında Paris'ten kaçan bilginlerin buraya göçüyle ortaya çıktı

 

Bologna'nın asıl uzmanlığı hukukken ve Paris'te mantık ile ilahiyat öne çıkarken, Oxford matematik ve doğa bilimleri alanındaki uzmanlığıyla tanındı.

 

Ortaçağda üniversiteler resmi giriş koşulları yoktu. Bir öğrenci adayının dersleri anlamaya yetecek kadar iyi Latince bildiğini göstermesi yeterliydi.

 

Şehirlerdeki ilk saatlerin kadranı ya da kolları yoktu, sadece çanları vardı. (Batı dillerinde "saat" kelimesi "çan" anlamına gelen Fransızca cloche ve Almanca glocke kelimeleriyle ilişkilidir.)

 

Bildiğimiz "artı" ve "eksi" işaretleri + ve - Almanya'da basılı metinlerde ilk kez 1489'da yer aldı.

 

Keşişlerin tiz ve pes notaların daha kolay görülmesini sağlamak için sayfa boyunca hafif bir yatay çizgi çekmesiyle ve ardından çizgi sayısını artırmasıyla bu sistem geliştirildi; böylece nota çizgileri ortaya çıkmaya başladı.

 

1500'den önce basılan kitap sayısı en az yirmi milyondur.

 

Sekülerliğin Sahneye Çıkışı: Kapitalizm, Hümanizm, Bireycilik

Rönesans / Konunun İtalyan kent-devletlerin küçüklüğüyle çok yakın ilgisi vardı.

1300'e doğru İtalya'da 20.000 ve daha yüksek nüfuslu yirmi üç kent vardı.

 

Abaküs okullarının adı Leonardo Fibonacci'nin 13. yüzyıl başlarında yazdığı Liber abbaco'dan gelmekteydi.

Abaküs kitapları -özellikle ticaret problemlerine ilişkin kısım- eğitimin bitmesinden itibaren başvuru kaynağı işlevini görürdü: Bir tüccar bir sorunun içinden çıkamayınca, aşağı yukarı yakın bir şey bulana kadar abaküs kitaplarını karıştırırdı.

Karavelanın ve hareketli pruva yelkeninin icadı gibi bazı teknolojik ilerlemelere karşın, söz konusu ticari devrim esas olarak örgütlenmeye dayalıydı. "Kâr peşinde koşmaya dönük ilkel güdünün yerini yararlılık, hesaplama ve uzun vadeli rasyonel planlama aldı."  Hesaba para geçme yöntemi uluslararası ticaretin serpildiği Toskana kentlerinde çift kayıtlı defter tutmanın ve deniz sigortasının doğuşuyla aşağı yukarı aynı sıralarda gelişti.

Kapitalizmin belki de en görünür belirtisi, diğer temel Floransa uğraşının, yani bankacılığın başarısıydı.

…daha fazla insanın ticarete girmesiyle, sınıf ayrımının asıl temeli ilk kez doğumdan ziyade zenginliğe kaydı. Tüccarlar ve hatta yeterince zengin dükkân sahipleri çoğu kez soyluluk unvanları aldılar; ardından sıklıkla saraylar yaptırarak ve malikâneler satın alarak eski aristokrasiyi, taklide yöneldiler.

 

Mimarlar 1450'den bir süre sonra birbirlerinden ve civardaki ortaçağ binalarından farklılıklarını vurgulamak için şahsi konutların ön cephelerini özenle süslemeye yöneldiler. Konutlar gittikçe daha heybetli ana giriş kapıları edinmeye başladı. Bir konutun ne kadar görkemli olduğunun herkesçe görülebilmesi için çevredeki dükkânları yıkma yoluna gidildi.

 

Üst burjuvazi ve sanatçı birlikte yükseldi.

 

Rönesans hümanizminin ilk siması Petrarca'dır (1304-1374). Petrarca'nın başarısı "karanlık çağ"ın varlığını, kendi zamanından aşağı yukarı bin yıllık döneme yayması, yani antik Roma ve ondan önce klasik Yunan dünyasının ihtişamından beri bir gerilemenin yaşandığını saptayan ilk kişi olmasıydı.

 

Büyük bir dilbilimci ve bilgin, zarif bir Latince üslup ustası ve çok yer gezip görmüş bir kuşkucu olan Erasmus hümanistlerin en ünlüsüydü

1492'de rahip oldu

İngiliz hümanistlerle tanışması hayatını temelde iyiye doğru değiştirdi.

İngiltere'ye gitmek üzere yola çıktı ve Alpler'i aştığı sırada sonradan en ünlü eserine dönüşecek olan Budalalığa Övgü'yü yazmayı aklına koydu.

Kitap 1511'de yayımlanır yayımlanmaz çok tuttu ve birçok dile çevrildi.

 

Petrarca nasıl iki mesaj -estetik ve Platon- sunduysa, Erasmus'un da iki mesajı vardı: Klasik eserlerin bilgi ve hazzın soylu ve saygın bir kaynağı oluşu ve kilisenin gittikçe içi boş, kibirli ve hoşgörüsüz hale gelişi.

 

1517'de, Martin Luther endüljanslara ilişkin Doksan Beş Tez'ini Wittenberg kilisesinin kapısına çaktı.

 

Rönesans'taki en büyük psikolojik değişim, ilk kez Jacob Burckhardt'ın dikkat çektiği, ama daha sonra başkalarının da katkılar sunarak geliştirdiği üzere, bireysellikteki yükselişti. Peter Burke bunun üç veçhesinin olduğunu belirtir: Kendini bilmede bir yükseliş, rekabetçilikte bir gelişme (acaba kapitalizmle mi bağlantılı?) ve insanların benzersizliğine ilgide bir artış.

 

Ortaçağ hümanizmi dünyadan kopuktu. Rönesans hümanizmi bir tür yurttaş hümanizmiydi ve bu yönüyle antikçağı yeniden keşfetmenin başka bir veçhesini temsil etmekteydi

 

Rönesans'ın olumsuz bir yanı da vardı. Sokaklarda şiddet, sert ve uzun süreli aile kavgaları, siyasal hizipçilik, hırçın acımasızlık had safhadaydı. Korsanlık ve haydutluk kimi zaman salgın boyutundaydı. Büyü ve şeytana tapınma yaygınlaştı; papalıkça onaylanan cinayetler bile eksik değildi. "Batı'nın temel kurumu" kilise kimi zaman manevi olarak batmış gibiydi

 

Hayal Gücü Patlaması

Umberto Eco sanat ve güzellik üzerine ortaçağ teorilerine dönük araştırmasında, ortaçağ estetiğinin tekrarlarla ve geriye dönüşlerle dolu olduğu ve "her şeyin yerli yerinde durmasına" dayalı bir dünya kurduğu sonucuna varır. "Ortaçağ uygarlığı her konuda olduğu gibi güzellikte de şeylerin ebedi özlerini kesin tanımlarla saptamaya çalıştı.''

Ortaçağ sanatçısı "kendisini dine ve cemaate mütevazı hizmet sunmaya adamış" biriydi.

 

Peter Burke (üç ya da daha fazla alanda amatör ilginin ötesinde bir düzeye varmaya dayalı "evrensel" tanımını esas alarak) Rönesans döneminin on beş evrensel adamını saptamıştır: Mimar, mühendis, heykeltıraş ve ressam Filippo Brunelleschi (1377-1446); mimar, heykeltıraş ve yazar Antonio Filarete (1400-1465); mimar, yazar, madalya ustası ve ressam Leon Battista Alberti (1404-1472); mimar, ressam, heykeltıraş ve mühendis Lorenzo Vecchietta (1405/1412-1480); mimar, ressam ve yazar Bernard Zenale (1436-1526); mimar, mühendis, heykeltıraş ve ressam Fransasco di Giorgio Martini (1439-1506); mimar, mühendis, ressam ve şair Donato Bramante (1444-1514); mimar, heykeltıraş, ressam ve bilimci Leonardo da Vinci (1452-1519); mimar, mühendis ve hümanist Giovanni Giocondo (1457-1525); mimar, heykeltıraş ve ressam Silvestro Aquilano (before 1471-1504); mimar, ressam ve yazar Sebastiano Serlio (1475-1554); mimar, heykeltıraş, ressam ve yazar Michelangelo Buonarroti (1475-1564); heykeltıraş, ressam ve tiyatro yönetmeni Guido Mazzoni (1477'den önce-1518); mimar, mühendis, heykeltıraş ve ressam Piero Ligorio (1500-1583); mimar, heykeltıraş, ressam ve yazar Giorgio Vasari (1511-1574).

 

Sanatçının konumundaki yükselişle ve paragone ve otoportre ressamlığının kibriyle uyum içinde, ikiz invenzione ve fantasia, yani yaratıcılık ve hayal gücü kavramları ortaya çıktı; bunlar hep birlikte sanatsal ehliyet olarak adlandırılabilir.

 

Çalgı amaçlı yay doğrudan av amaçlı yaydan türemiş bir aletti

Batı müziğinin evrimi açısından ikinci belirleyici olay 12. ve 13. yüzyıllardaki Haçlı seferleriydi. Ortadoğu'da karşılaşılan yeni çalgılar, özellikle de keman çarçabuk yayıldı.

Telli ve klavyeli çalgılar 15. yüzyılın ilk yarısında sahneye çıktı

 

Klavyeli çalgılar arasında org Roma döneminden beri kullanılmakla birlikte, 10. yüzyıldan itibaren sırf kiliseye mahsus bir çalgıya dönüştü.

 

1530 dolaylarında öne çıkan madrigal İtalya'nın kültürlü sınıflarının başlıca dindışı müzik formuydu.

 

Floransa'da operanın doğmasını sağlayan hümanistler, müziğin birincil işlevinin söylenen sözlerin duygusal etkisini yoğunlaştırmak olduğu kanısındaydı.

 

Operanın dinsel müzikteki benzeri olan oratoryo aşağı yukarı aynı sıralarda ortaya çıktı. Esası bir dinsel oyunun müziğe göre düzenlenmesiydi.

 

Tiyatro oyunlarındaki patlama Londra'nın dönemin en başarılı burjuva kentlerinden biri olarak Floransa'yı izlediği gerçeğini yansıtır.

 

Maynard Keynes'in de aralarında bulunduğu çok sayıda iktisatçı, tiyatronun ortaya çıkışında İngiltere'nin ticari refahının doğrudan rol oynadığını ileri sürmüştür.

 

Harold Bloom'un geçerli bir gerekçeyle sorduğu gibi, acaba Shakespeare bir tesadüf müydü? Ne de olsa, en başından itibaren üstün bir yetenek değildi, zamanla öyle oldu.

…yazar olarak şöhrete ulaşmadan önce bir aktör olarak tanındı.

Yazıma ya da gramere çok az özen gösterdi ve ihtiyaç duyduğunda sürekli yeni kelimeler uydurdu.

 

Shakespeare'in karakterleri -en azından önemli olanları- sanki kendilerine kulak verirler ve tamamen yeni bir özellik olarak, psikolojik ve ahlaki anlamda değişme yetisi sergilerler.

…ikinci yenilik, Shakespeare'in eserlerinin "Hıristiyanlaştırmaya direnişi"dir.

 

En önemli nokta doğanın ve hayatımızda neyin doğal olduğuna ya da olmadığına ilişkin anlayışımızın sakatlanmasıdır

 

Geleneksel kaynaklarda Shakespeare ve Cervantes'in aynı günde öldüğü belirtilir. Daha önemli bir çakışma çağımızda yaygın bir edebiyat türü olan romanın, Londra'da modern tiyatronun başlamasıyla aşağı yukarı aynı sıralarda İspanya’da Don Quijote'yle doğmuş olmasıdır.

 

Cervantes destansı hayat sürmüş bir adamdı. Erasmus'un bir tilmizi olduğu neredeyse kesindir. Engizisyon zoruyla Museviliği bırakmış bir ailedendi. İnebahtı deniz muharebesinde çarpıştı ve büyük yararlılık gösterdi. Yaralı halde esir düştüğü Müslüman korsanların elinde uzun yıllar kaldı ve daha sonra İspanyol zindanlarına atıldı. Hapisteyken yazmaya başlamış olabileceği ve aşağı yukarı Kral Lear'le aynı sıralarda çıkan Don Quijote'nin tamamen özgün ve emsalsiz olduğu söylenebilir.

 

Cervantes bize Don Quijote'nin deli olduğunu söyler; ama sebebinden hiç söz etmez

 

Kristof Kolomb'un Zihinsel Ufku

Hakkında bilgi sahibi olduğumuz ilk büyük seyyah Massalia'da (şimdiki Marsilya) yaşayan Pytheas'tı.

 

Roma döneminde bilgiler esas olarak ticaret sayesinde gelişti.

 

Kolomb'un zihinsel ufku en azından kısmen ilk seyyahların tecrübeleriyle belirlendi. Seyahat zahmetli ve sıklıkla tehlikeliydi; ama uzun -hem de çok uzun- yolculuklar yapılması dünyaya ilişkin bilgileri Ceneviz komutanı gibi insanların iştahını kabartmaya yetecek kadar genişletti.

 

Mercator topograf, gravürcü, matematik ve astronomi aletleri ustası olmanın yanı sıra bir harita yapımcısıydı. Döneminin en bilgili coğrafyacısıydı

 

Mercator haritasında enlem derecesinin uzunluğunu kıvrık bir yüzeyde meridyenlerin buluşmasıyla aynı orantıda kutuplara doğru gittikçe artırarak dünyanın kıvrıklığına bağlı etkinin üstesinden geldi.

 

Seyir araçları arasında (geleneksel kaynaklara göre Avrupa'da önce Amalfi'de kullanılan) pusula dışında iskandil ve halat vardı. Denizci suya indirilen bir iskandil ve halatla karanın yakınlığına ilişkin bir erken ipucu edinebilirdi; Avrupa kıyılarının açıklarında denizin yaklaşık 100 kulaçlık (180 metre) bir derinliğe indiği, ardından hızla çok daha derin düzeylere alçaldığı bilinen bir şeydi.

 

Cenovalı bir dokumacının oğlu olan Kolomb, Portekiz gemileriyle Gine'ye kadar gitmişti; ama meslekten bir denizciden ziyade "ikna gücü son derece yüksek bir coğrafya teorisyeni"ydi.  1492'deki seyahatinin gerçekleşmesini sağlayan anlaşma "okyanus denizindeki adaları ve anakarayı bulup el koyması"nı öngörmekteydi.

 

Kastilya / Palos'tan Ağustos 1492'de "Gölgeler Denizi"ne yelken açtı.

 

"Yerli" Aklı: Yenidünya'daki Fikirler

Niçin Avrupalılar Amerika'yı keşfetti ve tam tersi bir durum olmadı?

Jared Diamond / cevabın aslında gezegenin genel yapısında, özellikle de kıtaların yeryüzündeki düzenlenişinde yattığı sonucuna varır. Basitçe ifade etmek gerekirse, Amerika ve Afrika kıtalarının ana ekseni kuzey- güney, Avrasya'nın ana ekseni ise doğu-batı doğrultuludur. Bunun önemi şuradan gelir: Evcil hayvanlar ve bitkiler kuzeyden güneye ya da güneyden kuzeye bir göçe oranla doğudan batıya ya da batıdan doğuya çok daha kolay yayılır. Çünkü benzer enlemler ortalama sıcaklık, yağış miktarı ya da günışığı süresi gibi benzer coğrafi ve iklim koşullarına işaret eder. Kuzeyden güneye ya da güneyden kuzeye bir yayılma ise nispeten daha zordur.

 

Yenidünya'ya ilk gidenler askerler, kâtipler, tüccarlar ve hukuk öğrenimi görmüş memurlardı

 

1492'de Amerika'da yaşayan 75 milyon civarında Yerli vardı.

 

Amerika'daki keşifler elbette bir ekonomik etki ve böylece fikirlerde bir devrim yarattı.

İspanya'nın yükselişi ve ardındaki sebepler haliyle başka yerlerde dikkat çekti. O andan itibaren siyasetinde deniz gücünün en büyük önemi taşıyacağının kavrandığını söylemek yanlış olmaz.

Amerika için gelişen kavga 16. yüzyıl milliyetçiliğini azdırdı

Fakat Amerika için kapışma, zamanla uluslararası hukukun esaslarının oluşmasını getirdi.

Avrupa'ya 1500-1650 arasında yaklaşık 180 ton altın ve 16.000 ton gümüş girdi. Bu durum fiyatlarda bir devrime yol açtı

 

Tarihin Kuzeye Yönelişi: Protestanlığın Düşünsel Etkisi

"Petrus ve Paulus fukaralık içinde yaşamışlardı; oysa 15. ve 16. yüzyıllardaki papaların yaşamı Roma imparatorlarınki gibiydi." Halk meclisinin bir tahminine göre, 1502'de Fransa'daki bütün paranın yüzde 75'i Katolik Kilisesi'nin elindeydi.

 

İngiltere'de rahipler günah çıkarma bölmesine giren kadınları sıkıştırmayı âdet edinmişti: Bağışlanma cinsel ilişki karşılığında sunulmaktaydı.

 

Papa IV. Sixtus'un 1476'da endüljansların "arafta azap çeken ruhlar" için de geçerli olduğunu ilan etmesi kırılma noktası oldu. William Manchester'ın ifadesiyle bu "semavi üçkâğıtçılık" hemen tuttu: Köylüler ölü akrabalarını parayla kurtarmak uğruna aileleriyle birlikte aç kalmaya katlandılar.

 

Martin Luther / 1517'ye varıldığında artık kendini tutamadı ve Azizler Yortusu arifesine denk gelen 31 Ekim'de hamlesini yaptı. Dünyanın her yanında yankı uyandıracak bir eylemle, endüljans satışını sertçe eleştiren ve bunu savunanları cesaretle karşısına çıkıp tartışmaya çağıran Doksan Beş Tez'ini Wittenberg kilisesinin kapısına çaktı.

 

Luther tezlerinde ve diğer yazılarında geri adım atmadı: Papayı bir hırsızdan ve bir katilden pek de muteber görmediğini açıkça belirtti.

 

Protestanlık insanları dinsel otoriteden kurtarmakla, başka bakımlardan da özgürleştirdi.

 

Weber / Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adlı kitabında, kapitalizmin evrimi için uygun koşulların tarihin birçok aşamasında varolmasına karşın, "rasyonel bir ekonomik ahlak"ın ancak "meslek aşkı" ve "dünyevi çilecilik" anlayışına dayalı Protestanlığın doğuşundan sonra ortaya çıktığını ileri sürdü.

 

Luther'in savlarının başarısı sadece Katolik hiyerarşinin evrenselci emellerini yıkmakla kalmadı; dini (Cenevre dışında) devlete tabi kıldı ve ruhban kesimi bireyin sadece "içsel yaşam"ının gözeticisi konumuna düşürdü. Reform hareketiyle birlikte Almanya ve Fransa'da, ardından Otuz Yıl Savaşları'yla bütün kıtada yaşanan dinsel çatışma, bağımsız ve egemen ulus-devletlere dayalı bir Avrupa'nın ortaya çıkışına katkıda bulundu.  Toprağa bağlı ulus-devlet ve ticaret esaslı orta sınıf modern tarih dediğimiz süreçteki en önemli iki unsurdur.

 

Deneyin Yaratıcılığı

Konstantinopolis'in 1453'teki düşüşüyle birlikte / Giovanni Aurispa / 238 Yunanca yazma getirerek, Batılıları Aiskhylos, Sophokles ve Platon'la tanıştırdı.

 

16. yüzyılda arşı anlamak insanların esasen fizik diye gördüğü bilimin en önemli amacıydı. Bir dinsel toplumda "hayatın ve her şeyin akıbeti arşın hareketine bağlıydı: Arş arza hükmetmekteydi.

 

Kopernik'in De revolutionibus / Gökcisimlerinin Dönüşü Üzerine kitabında sistemleştirdiği yeni fikirleri bazı boşluklar taşır. Örneğin, gezegenlerin içi boş ve eşmerkezli bir dizi devasa kristal topların yüzeylerinde sabit durduğu yolundaki ortaçağ fikrine hâlâ inanmaktaydı.

Kopernik'in yeni fikirleri 16. yüzyıl boyunca "tamamen makbul" sayıldı. Geleneksel ilahiyata ters düştüğüne dair yakınmalar ancak 1615'te dile getirildi.

 

Johann Kepler / Kopernik gibi, o da geleneksel düşünceye uygun olarak, yıldızların eşmerkezli bir dizi kristal top üstünde dizili olduğu inancından yola çıktı. Ancak zamanla / bu teoriden vazgeçti.

Mars'ın güneş çevresindeki yolculuğunda bir daireyi değil, bir elipsi izle­diğini kavradı. / …eliptik yörüngelerin keşfi yerçekimi ve dinamik araştırmalarını kamçıladı.

Eliptik bir yörünge mevsimlerin niçin eşit süreli olmadığını gerçekten açıklamaktaydı.

Kepler'in bulduğu üzere, sistemde bir sabit değer vardı. Hız yarıçap vektörüyle (kabaca gezegenin güneşe mesafesiyle) çarpıldığında, sonuç aynı çıkmaktaydı.

…güneşle bağlantılı olarak diğer gezegenlerin yörüngelerini, hızlarını ve mesafelerini hesaplamayı başardı. Burada da bir sabit değer bulunduğunu saptadı: Dönüş süresi ve güneşe uzaklık, karenin küpe oranına denkti.

 

Galileo / Gökyüzünde geceleyin çıplak gözle görünen kabaca ikibin yıldız vardır. Galileo ise teleskopla baktığında çok daha fazla yıldızı gördü.

Galileo'nun başka bir ilgi alanı gayet doğal olarak silahlar, özellikle de balistik silahlardı.

Top namlusu yere paralel hizanın yukarısına çıkarıldıkça menzil artmakta ve açının 45 dereceyi geçmesinden sonra tekrar düşmekteydi. İşte top güllelerinin bu davranışı Galileo'yu hareket eden cisimlerin yasalarıyla ilgilenmeye yöneltti.

…bir sarkacın uzunluğu ile sallanışı arasında bir ilişki olduğunu saptadı. Bu gözlem karekök yasasına temel oluşturdu.

 

Dünyanın İki Esas Sistemi Üzerine Diyaloglar (1632) ve İki Yeni Bilim Üzerine Diyaloglar (1638) adlarını taşıyan iki ünlü risale kaleme aldı.

Engizisyon'daki ünlü yargılama sonunda hapse atılmasına yol açtı. Ancak zindanda yatarken, yine bu üç adam arasında dinamik üzerine diyaloglar biçimindeki İki Yeni Bilim'i yazdı. Bu ikinci kitabında fırlatılan nesnelere ilişkin görüşlerini ortaya koydu ve hava direnci hesaba katılmadığında, böyle bir nesnenin izleyeceği yolun parabol olduğunu gösterdi.

…elips gibi, parabol de koninin bir fonksiyonudur.

 

Logaritma adı Yunanca logos ("oran") ve arithnıos ("sayı") kelimelerinden gelir.

 

Sarkaç ve / merkezkaç kuvvet kavramı Newton'u tam serbestlikle eksenlerinde dönerken gezegenleri yerlerinde tutan şeyin yerçekimi olduğu fikrine götürdü.

 

Yıldızların doğrudan teleskopla bakıldığında genellikle görülen renkli kenarlarının ayna görüntülerine asla yansımamaları dikkatini çekmişti

Bu meraktan dolayı teleskopla yaptığı deneyler, onu prizmanın özelliklerini araştırmaya yöneltti.

Deney sırasında iki şey gözlemledi. Birincisi, görüntü baş aşağıydı; ikincisi, ışık kırılarak bileşen renklerine ayrılmaktaydı.

 

Batı felsefesinde üç büyük çağ vardır. Klasik çağda felsefe -dönemin biliminden ve dininden etkilenmekle birlikte- büyük ölçüde özerk bir uğraş alanıydı; esas olarak bütün diğer uğraş alanlarını tanımlayan ve yargılayan bir konumdaydı. Ardından Hıristiyanlığın sahneye çıkışıyla, ilahiyat baskın bir rol üstlendi ve felsefe ona tabi hale geldi. Ancak bilimin devreye girişiyle, felsefe ilahiyata bağlı olmaktan çıktı - ve günümüzde bulunduğumuz konum hâlâ az çok böyledir. Bacon ve Descartes bu son evreye geçişin başta gelen simalarıydı.

 

Francis Bacon

Sokrates bilgiyi erdemle denk saymıştı

Bacon'a göre, bilgi iktidarla ilişkilendirilmeliydi

 

Descartes / Ona göre, geometri ve aritmetik kesinlik sunmaktaydı, doğaya dönük gözlem çelişkiden yoksundu

Descartes çevresine baktığında bir şeyin açık olduğunun farkına vardı. Kendi varlığından emin olmasından dolayı kuşku duyulamayacak tek şey kendi kuşkusuydu.

 

“Araştırma" kelimesi ilk kez Etienne Pasquier'nin 1560 Recherches de la France kitabında kullanıldı.

 

Serbestiyet, Mülkiyet ve Topluluk: Muhafazakârlığın ve Liberalizmin Kökenleri

Fransa'nın 1638'de doğan güneş kral XIV. Louis 1643'te tahta geçti

 

Niccolo Machiavelli / Floransa'da üç farklı yönetim sistemi altında yaşadı

Hükümdar / eserin yazılma sebebi aslında Floransa cumhuriyetinin 1512'de yıkılması ve Medid ailesinin tekrar başa geçmesiydi. Gözden düşen Machiavelli görevinden oldu / Hükümdar'ı hızla yazarak 1513'te tamamladı / Lorenzo de Medici'ye ithaf etti. Böylece tekrar göze girmeyi umuyordu. Oysa kitap Lorenzo tarafından hiç okunmadığı gibi, Machiavelli hayattayken yayımlanmadı.

 

Machiavelli'nin insanlara iyi ya da saygın davranma yolunu öğretmeye kalkışmaması açısından, Hükümdar geçmişten tam bir kopuşu getirdi. Daha ziyade gördüğü şeyleri, insanların gerçek hayatta nasıl davrandığını ve "sözünü geçirmek isteyen bir hükümdarın nasıl hareket etmesi gerektiği"ni aktardı.

 

Onun gözünde hükümdar, devletin kişileşmiş halidir.

 

Thomas Hobbes

Tam bir materyalist

Bodin Devlet Üzerine Altı Kitap'ı nasıl Fransa'da Huguenot savaşlarının yaşandığı bir ortamda yazdıysa, Hobbes da eserini İngiliz İç Savaşı'nın hemen ardından kaleme aldı.

…amacı her şeyden önce can ve mal güvenliğinin, yani düzenin sağlanmasıydı.

…dinsel gücün sıkı sıkıya seküler güce bağlı olması gerektiğini öngördü.

Leviathan 1651'de yayımlandı. Kitap dört kısma ayrılır. "İnsana Dair" başlıklı birinci kısım, insan bilgisinin durumuna ve psikolojiye ilişkin bir irdelemedir. "Devlete Dair" başlıklı ikinci kısım kitabın asıl üzerinde durduğu temayı içerir. Hobbes üçüncü kısımda dinsel görüşlerini dile getirir; "Karanlıklar Krallığı'na Dair" başlıklı son kısımda ise Roma Kilisesi'ne yönelik bir saldırıyla görüşlerini noktalar.

…insanın doğal halinin savaş olduğu yolundaki aksiyomdan hareket eder.

…insanın doğasında başlıca üç kavga vesilesi buluruz. Birincisi rekabettir; ikincisi çekingenliktir [Hobbes'un anlayışıyla korku]; üçüncüsü şandır."

Bu durumun hiçbir istisnası yoktur. Krallar ve kraliçeler bile "gladyatör tavrı ve duruşuyla" sürekli birbirlerini kıskanırlar. Hobbes'a göre, insanlar bundan dolayı sürekli savaş üzerine kurulu ilkel halden kurtulmak için bir ortak otoriteye boyun eğmek zorundadır. (Kastedilen ortak otorite / Leviathan’dır.)

Günümüzde / …devletin insan doğasının kaba bencilliğine karşı kollayıcı bir işlev üstlendiği toplumlarda tutunmaya çalışıyoruz.

 

John Locke (1632-1704) / Hobbes'la temel görüş ayrılığı insanın doğal halinin savaş değil, aklı kullanma olduğu noktasındaydı.

Hobbes'un vurguladığı gibi insanların doğaları gereği eşit olduklarını be­lirtir

Yetkinin eşlik etmediği serbestiyetin Hobbes'ta büyük korku uyandıran sürekli savaş halinden farklı olmadığını söyler.

 

Spinoza (1634-1677)

Hobbes gibi, o da hükümran gücün düzen için ödediğimiz bir bedel olduğu görüşündeydi.

Spinoza'ya göre, toplumun amacı insan bilincinin geliştirilmesidir.

…devletin gerçek amacı serbestiyettir. (...) Bu bakış Calvin'de ya da Aziz Augustinus'ta açıkça görülen hayat korkusunun antitezidir.

 

Bilgi değişir ve dolayısıyla "devlet değişmeye yatkın olmalıdır."

 

Vico, ilkel insanı anlamak için çok uğraştı. / Din, evlilik, defin görenek ve törenlerinde ifadesini bulan ilahi takdire inanç, / Uygarlık bu çerçevede tanrısal amacın bir ifadesiydi

…görüşlerini pagan mitolojisindeki olaylara dönük bilimsel göndermelerle süsledi. Örneğin, gök gürültüsünü Jüpiter'in bir özelliğine dayandırdı.

 

Romanın ve yaşanan dünyayı ele alışının başka bir etkisi aile ilişkilerini ve kadınları ilgi odağı haline getirmesi oldu (çünkü onlar müşteri)

 

"Ateist Korkusu" ve Kuşkunun Devreye Girişi

16. yüzyılın sonuna doğru, Avrupa'da Hıristiyanlığın ağır itibar kaybına uğradığı kanısını taşıyan insanlar hiç de az değildi. Protestanlar ve Katolikler binlere varan sayılarla birbirlerini öldürüyorlardı

Yerel çeviriler sayesinde sıradan insanların kutsal kitabı okuyabilmeleri tehlikeliydi ve kilise de bunun farkındaydı.

Matbaacı Robert Stephanus'un 1551'de Cenevre'de başlattığı Kitab-ı Mukaddes cümlelerini numaralandırma yöntemi de bu gelişmede bir rol oynadı. Böylece kutsal kitaplarda bakılacak yerlerin daha kolay bulunması, birçok bariz tutarsızlığın ve çatışmalı doğrunun farkına varılmasını sağladı.

 

Montaigne (1533-1592) adıyla tanınan Michel Eyquem bir dinin ilahi vahiy üzerinde tekelini kabul etmesini neredeyse imkânsız kılıyordu ve bu düşünceyi sadece inançlara değil, ahlaka da uyguladı.

…bilginin amacının insanlara bu dünyada daha doyurucu, daha üretken, daha mutlu yaşama yolunu öğretmek olduğunu ileri sürdü.

Montaigne'in ahretten ziyade hayata yoğunlaşması Hıristiyanlığın başka bir temel bileşeninin önemini azalttı; bu bileşen ruh kavramı çerçevesinde ruhla bağlantılı her şeyi iyi ve erdemli, bedenle bağlantılı her şeyi ise kötü ve bayağı sayma eğilimiydi.

 

Voltaire / Kitab-ı Mukaddes'in kutsallığından katışıksız düzenbazlık olarak gördüğü mucizelere kadar Hıristiyanlıkla ilgili her şeyi alaya aldı.

 

Immanuel Kant bir sevgi dini olarak Hıristiyanlığın temel akidelerini benimsemekle birlikte, "tamamen zararlı" bulduğu doğaüstü unsurların, kehanet ve mucizelerin amansız muhalifiydi.

 

Kutsal kitaplar artık metin ve başka yönler açısında değerlendirilmeye açık seküler eserler gibi ele alınmaya başladı.)

 

Spinoza, Yaratılış Kitabı'nın tek bir yazarca kaleme alınmış olamayacağını ileri sürdü ve Eski Ahit'teki kitaplardan çoğunun genellikle sanılandan çok daha yakın tarihli olduğunu gösterdi.

…kuşku din ile ahlak arasındaki büyük ayrılığı sağladı.

 

Ruhtan Zihne: İnsan Doğasının Yasalarına Dönük Arayış

Voltaire'in özünde yaptığı şey Kartezyen geleneği Newton ve Locke'ta somutlaşan Britanya'daki yeni düşünce tarzına uyarlamaktı.

 

…ölümsüzlüğüne ve öbür dünyadaki başat rolüne inanılan ruhun aksine, zihin gittikçe bilince, dile ve bu dünyayla ilişkisine göre anlaşılmaya başladık Bu yaklaşımı esas olarak getiren kişi, daha önce belirtildiği üzere, 1690'da yayımlanan İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme'yle John Locke'tu (1632-1704). Daha 1671'de taslak olarak hazırladığı bu kitabında, Locke "ruh" yerine "zihin" kelimesini kullandı ve fikirlerin kaynağını "doğuştan" gelme ya da dinsel (vahiy esaslı) bir köken yerine deneyime ve gözleme dayandırdı.

 

Hume yirmi sekiz yaşında olduğu Ocak 1739'da, İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme'nin ilk cildini yayımladı. Amacı rasyonel bir ahlak yasası sağlayacak bir insan biliminin temelini ortaya koymaktı.

 

Adam Smith, insanın tarımsal toplumun ötesine, uygarlıkta yeni bir aşama olarak ticari topluma geçtiğini savundu. Ona göre, iktisadi değerin esası, zenginliğin kaynağı emek, yani yapılan işti.

 

Immanuel Kant (1724-1804) tıpkı çağdaşı Gottfried Herder (1744-1803) gibi, tarihte büyük bir kozmik amacın bulunduğu ve insanların doğa yasalarına riayet ederek farkında olmadan o istikamette ilerlediği görüşünü benimsedi.

 

Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831), aynen Kant gibi, ilerlemenin esasen özgürlükle ilgili olduğu kanısındaydı. Tarihte özgürlüğün genişlediği dört ana evreyi belirledi. Önce, tek bir kişinin, yani despotun özgür olduğu Doğu sistemi vardı. Daha sonra bazı insanların özgür olduğu Yunan ve ardından Roma sistemleri geldi. Son olarak, bütün insanların özgür olduğu Prusya sistemi ortaya çıktı.

 

Comte Pozitif Felsefe adlı kitabında tarihin teolojik, metafizik ve bilimsel olmak üzere üç büyük aşamaya ayrıldığım ileri sürdü.

 

18. yüzyıla, Aydınlanma çağına doğa bilimlerindeki yöntemleri ve yaklaşımı bizzat insana uygulama yönündeki ilk girişimler damgasını vurmuştur.

 

Fabrika Fikri ve Sonuçları

Neden fabrika ve onun beraberinde getirdiği şeyler, ilk olarak Britanya'da yaşanmıştı?' Buna verilecek cevaplardan biri, diğer Avrupa ülkelerinde varlığını koruyan feodal ve kraliyet kaynaklı kısıtlamaların İngiltere'de 18. yüzyılda yaşanan devrimlerle ortadan kaldırılmış oluşuydu.

 

İlk fabrikalar su gücüyle çalışıyordu ve Derbyshire'ın uzaktaki nehir vadilerine yerleştirilmiş olmalarının sebebi de buydu

Yetimhanelerden ve ıslahevlerinden gelen çocuklar ucuz işgücü sağlıyorlardı.

 

O günlerde çocukların kırsal bölgelerde kısıtlı da olsa geçirebilecekleri boş zamanları vardı. Ancak 19. yüzyılın başında su gücünün yerini buhar makinesi alınca, bu bile değişti. Bu durum, fabrikayı işçilerin yaşadıkları şehirlere taşımayı daha uygun hale getirdi,

 

Buhar enerji kaynağı haline gelince kömür ve demir de sanayinin belkemiği oldu.

 

Odun, Fransa'da büyük miktarda bulunabiliyordu ve bu yüzden odun kömürünün kullanımı sürdü. Ancak İngiltere'de odun yerine bol miktarda kömür vardı. Bunu herkes biliyordu ve birden fazla mucit, demir cevherini eritmenin yolunun kömürü gazlarından arındırmak, böylece onu daha yüksek sıcaklıklara güvenli biçimde ulaşılabilecek olan kokkömürüne dönüştürmek olduğunu kavradı.

 

David Ricardo / İktisat kuramına ana katkısı, sanayinin başarılı olabilmesi için emek tarafından yaratılan değerin ücretlerle ödenenden daha yüksek olması gerektiğiydi. Ona göre bunun sonucunda ücretler "ne artıp ne azalarak işçilerin yaşamlarını ve nesillerini sürdürmelerini sağlayacak kadar" düşük bir seviyede tutulursa, o zaman ne çok büyük bir sermaye birikimi ne de genel bir aşırı üretim söz konusu olurdu.

J. K. Galbraith'in bize hatırlattığı üzere, bu durum Tunç Kanunu olarak bilindi ve "çalışanların fakir olması gerektiği, aksi takdirde sanayi toplumunun bütün yapısının tehdit altında olacağı" fikrini oluşturdu.

 

Marx'ın hayattaki başarısı, "insana içkin olan özgürlüğün ondan nasıl gizlendiğini" araştırıp ifşa etmek olarak anlaşılabilir.

Marx için değişim, George Hegel'den ders almak üzere Berlin'e gitmesiyle başladı. Hegel'in öne çıkan düşüncesi, bütün ekonomik, toplumsal ve siyasi hayatın devamlı bir akış içinde olduğuydu. Bu onun ünlü tez, antitez ve sentez kuramıydı.

Rheinische Zeitung'un editörü olarak çalışmak üzere Köln'e geçti. Ruhr vadisindeki yeni sanayicilerin yayın organı olan bu gazetede (önemli bir ayrıntıdır bu) editör olarak iyi bir iş çıkarmıştı. Ancak gazete başlangıç aşamasında kademeli olarak okurların çoğunun çıkarlarıyla çatışan bir politika izlemeye başladı.

 

Britanya'da J. K. Galbraith'in "tüm zamanların en ünlü -ve en şiddetli biçimde itham edilmiş- siyasi broşürü" olarak adlandırdığı Komünist Manifesto'yu Engels'le ortakaşa yazdı. Manifesto'da Marx ve Engels kapitalizmin hâkim olduğu devleti, "bütün burjuvazinin ortak işlerini yönetmek için kurulmuş bir komite" olarak adlandırdı ve ekledi: "Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda zihinsel üretim araçlarını da elinde bulundurur." Sanayi toplumunun temel olarak birbirine düşman proletarya ve burjuvaziye, "iki büyük düşman kampa" bölündüğünü öne sürdüler.

 

Hegel'in tinin diyalektiği ve tezin antitezini ürettiği diyalektik olarak tarih fikrini kesinlikle reddetti. Marx için tarihin seyri insanların karşılaştıkları maddi koşulların bir sonucuydu.

 

Ana argümanı toplumun temelinin üretim koşulları olduğuydu. "Onun üstyapı dediği bütün toplumsal kurumlar, ister hukuk, din, ister devleti oluşturan farklı unsurlar olsun, bu temelden çıkar.

 

Marx verimlilik ve artı değer yaratımı için işbölümünün hayati olduğu bir sanayi toplumunda "emekçinin kendine yabancılaştığını" öne sürüyordu. Burada kastettiği, fabrika örgütlenmesi ve üretiminin insanı bir makineye çevirdiğiydi.

 

Marx, "ideoloji" olarak adlandırdığı durum yüzünden işçilerin yabancılaştıklarını fark etmediklerini söyler. Toplumun örgütlenme biçimi, iktidarın örgütlenme biçiminin bir sonucu olarak bu toplumun koşullarına dair bir inançlar bütünü -bir ideoloji- üretilir. Bu "ideoloji" insan doğasının kendisine dair ve bizzat egemen sınıfın çıkarlarına hizmet eden teoriler içerir

 

Marx iktisadi istikrarsızlık ve sınıf savaşımlarının en sonunda devrimle, komünizme nihai geçişle sonuçlanması gereken üretim tarihinin içsel parçaları olduğunu iddia ediyor

 

1815'te gerçekten de bir dönüm noktasına ulaşıldı. Bundan önce hükümetler ve tüccarlar savaşların her zaman için ticareti genişletmek için fırsatlar sunduğunu hep kabul etmişlerdi. Sanayi devriminden sonra, müreffeh bir orta sınıfın yükselişiyle savaş ekonomisi sonsuza dek değişti. Kari Polanyi'nin yüz yıl barışı olarak adlandırdığı şey, sanayi devriminin yepyeni bir uygarlık biçimi olan kitle toplumunun gelişimini ateşlemesine izin verdi.

 

Amerika'nın İcadı

Amerika'nın keşfi, Ümit Burnu'nun etrafının dolaşılması, yükselen burjuvazi için taze bir alan açtı.

Earl J. Hamilton (Amerikan Hazinesi ve Kapitalizmin Yükselişi) Avrupa'daki sermaye oluşumunun ana nedeninin Amerika olduğuna emindi.

H. M. Robertson (Ekonomik Bireyciliğin Yükselişinin Veçheleri, 1933) keşiflerin öneminin "yalnızca maddi alanla sınırlı olmadığını" öne sürdü. "Çünkü devamında ticaretin yayılması, fikirlerin de zorunlu olarak yayılması anlamına geliyordu.

 

Yeni Dünya aynı zamanda Avrupa'da milliyetçiliğin gelişiminde rol oynadı. Uygarlığın merkezi İber yarımadasına kayarken İspanya doğal olarak "seçilmiş ırk" olduğunu düşünüyordu.

Bartolome de las Casas'ın 1552'de yayımlanan Brief Account of the Destruction of the Indies (Hint Adalarının Yokedilişinin Kısa bir Anlatımı) ve Girolamo Benzoni'nin 1565 yılında yayımlanan History of the New World (Yeni Dünya'nın Tarihi) / İki kitap İspanya'nın imajını yaraladı.

Yirmi milyon yerlinin yok edilişi, bundan böyle İspanyolların "doğuştan" gaddarlığının kanıtı olarak gösterildi.

 

Erken dönem Amerikan düşüncesi, seküler ve pratikti.

 

Amerikan milliyetçiliği / Halktan geliyordu

 

…kırk yıl boyunca yeni ulusun her başkanı, her başkan yardımcısı ve her içişleri bakanı (bunun istisnası Washington'un kendisiydi) avukatlıktan geliyordu.

Devrimci Amerika'da eserleri Jefferson, John Adams, James Madison, Tom Paine veya James Wilson'un siyasi yazılarıyla kıyaslanabilecek hiçbir şair, tiyatro yazarı ve hatta romancı yoktu.

 

5. KISIM

VICO'DAN FREUD'A

Paralel Hakikatler: Modern Tutarsızlık

Şark Rönesansı

…haberin gizli kalması için düzenlenmiş çabaların gerçekte var olduklarına hiç şüphe yoktur.

Portekiz'de 1500'den 16. yüzyıl ortasına dek Asya'daki yeni keşifler hakkında tek bir kitap basılmamıştır.

1550 yılından sonra seyahat edebiyatına büyük rağbet vardı.

 

Portekiz Krallığı / kiliseye ait çeşitli kazançları keşifler için kullanma ve papalığa Afrika ve Hint adalarında dini rahiplik pozisyonları için bir dizi aday gösterme hakkını veriyordu padroado ile.

Hint adaları arasındaki Goa, Cizvit faaliyetlerinin merkezi olarak belirlendi

 

18. yüzyıl ağır ağır ilerlerken, Çin, Avrupalılar için büyük bir büyülenme kaynağı haline geldi

 

1822 yılında Champollion, Mısır'dan getirilen üç dilli Rosetta Taşı'nı kullanarak hiyeroglif yazıyı okumayı başardı.

Johann Gottfried von Herder / Hindistan'a yönelik merakı / insan ırkının ilahi çocukluğunun beşiğini Hindistan'a yerleştirme fikrini Romantikçiler arasında yaygın hale getirdi…

 

Schelling / 1799 tarihli Philosophie der Mythologie başlıklı konferansında, bir "anadil"in gerekliliği gibi, dünyada tüm halklar tarafından paylaşılan bir mitolojinin de var olması gerektiğini söyledi.

 

Romantizmi etkileyen bir başka etmen de Hindistan'ın özgün kutsal kitaplarının şiir formunda yazılmış oluşlarıydı.

 

Atlas Okyanusu'nun ötesinde de bu fikirlerin etkisi altına giren yazar ve şairler vardı. Emerson ve Thoreau'nun yazıları Budizmle doluydu.

 

Değerleri Tersine Çeviren Büyük Akım: Romantizm

Berlioz / Ondan sonra, müzik bir daha asla aynı olmayacaktı.

"rüyalarındaki orkestra"nın 467 kişiye ek olarak 360 kişilik bir korodan oluşacağını itiraf etmişti.

 

İnsanların deneyimleri / uyumlu olabilir miydi / doğayla ve diğer insanların deneyimleriyle…

…aklın soğukkanlı ve bağımsız ışığı / sanatçının sıcakkanlı, tutkulu yaratılarıyla çatışır…

 

Napoleon’un Alman devletlerine karşı elde ettiği zaferler / Alman topraklarında bir yenilenme arzusu yarattı…

Roman­tizmin kökeninde acı ve mutsuzluk duyguları vardır…

 

Herder / İnsanlık Tarihi Felsefesi Üzerine Düşünceler adlı / kitaplarda bilinçli olarak Vico'nun fikirlerini genişletiyor

Kendi yarattığımız bir dünyada yaşarız.

Şiir ve dinin her Volk'u birleştirdiğini ve bu gerçeklerin de yalnızca faydacı değil, ruhani veya sembolik biçimlerde anlaşılması gerektiğini öne sürüyordu.

 

(Fichte) "Kendi benliğimin, / ben-olmayan'la çarpışmamda / farkına varırım."

Fichte'ye göre insanların hepsi temelde aynı biçimde akıl yürütürler. Birbirlerinden ayrıldıkları yer ise iradeleri­dir

 

Anlayış aracılığıyla mutluluk, erdem veya bilgelik" elde eden, bilen bilgeden oluşan geleneksel modelin yerini "ne olursa olsun kendisini gerçekleştirmeyi amaçlayan" trajik bir kahraman almıştı.

insan bu durumda kendi kendini yaratır

artık eylemlerinin sonuçları konusunda bir sorumluluğu yoktur.

Sanatçı veya kahramanın bir yabancı olarak doğuşu bu şekilde oldu.

modern sanatın önemli bir bölümünü romantizme borçlu olmayan hiçbir boyutu yoktur.

 

1770'ler, / aldıkları sıkı eğitime ve toplumsal gelenek­lere isyan eden genç bir Alman şairler kuşağı "fırtına ve coşku" Sturm und Drang

Goethe'nin Genç Werther'in Acıları / bireyin topluma karşı konumlandığı ve onunla uyuşamadığı romantik senaryonun mükemmel bir örneğidir.

Sanatı "sıradan ölümlülere yasaklanmış gizli bir cennet" olarak görmeleri romantizmin hedeflerinden birini, sanat için sanat hedefini vurgular.

Alman, Fransız ve İngiliz romantik şairleri şiirsel ilhamın kaynağı olarak aşkın bir ruha inanıyordu.

 

Byron'ın "düşmüş melek" fikri, pek çok başka sanatçı tarafından benimsenen bir prototipe dönüştü.

 

…her romantik figürün içinde, ruhun karanlık ve kaotik gizli yerlerinde bütünüyle farklı bir kişilik olduğu, bu ikinci bene erişildiği takdirde alternatif -ve daha derin- bir gerçekliğin ortaya çıkacağına yönelik bir inanç vardı. Bu da bilinçdışının keşfine yol açtı.

 

Mumford Jones bütün müziklerin Beethoven'la sonuçlandığını ve bütün müziklerin ondan çıktığını söylemişti.

Beethoven, Schubert ve Weber / bunlar müzikal düşünce ve müzikal performansa meydan okumuşlardı.

 

Beethoven (1770-1827) ve Mozart arasındaki büyük fark / Beethoven'in kendi kendisini bir sa­natçı olarak görmesiydi.

kişiliğinin gücü

Beethoven da, kendisi bir deha olduğu için, dünyanın ona bir hayat borçlu olduğunu hissediyordu.

…müziğin gidişatını sonsuza dek değiştiren yapıtlar. Eserlerden ilki prömiyerini 1805'te yapan Eroica, ikincisi ise ilk defa 1824 yılında icra edilen Dokuzuncu Senfoni

…çoğu kişi için Eroica ve onun uyandırdığı acı duygusu asla aşılmadı.

9. senfoninin müziği güzel değildir ve hatta çekici bile değildir. Yalnızca ulvidir... …bu müziğin içe dönmesidir, ruhun müziğidir, aşırı öznelliğin müziğidir.

Beethoven'dan sonra 1820 yılı civarında bizim bildiğimiz haliyle orkestra şefi ortaya çıktı.

Paganini, süpervirtüozların ilkiydi.

Paganini'ye en azından piyano alanında en çok öykünen kişi, tarihte kendi konserini veren ilk piyanist olan Franz Liszt'di.

Wagner'de doruğuna ulaşacak olan Alman opera geleneği, Weber sayesinde yükseldi.

 

(Chopin) Beethoven, Berlioz ve Liszt gibi o da kendisinin bir dâhi olduğunu düşünüyordu.

Parmaklarında onu öteki çalgıcılardan ayıran özel refleksleri vardı

…müziğini duyan herkes bunun Chopin'e ait olduğunu hemen fark edebilir.

 

Mendelssohn muhtemelen Mozart'tan sonra en başarılı müzisyendi. İyi bir piyanist olan Mendelssohn aynı zamanda zamanının en büyük orkestra şefi ve orgcusuydu. Mükemmel bir kemancıydı ve çok iyi bir şiir ve felsefe bilgisi vardı.

 

Dünya, bana ihtiyacım olan şeyleri borçlu.

 

Romantizm her zaman için, 18. yüzyılda ve daha sonra 19. yüzyıl boyunca çok bariz olan dini inançtaki düşüşe yönelik bir tepkiydi.

 

Tarihin, Tarih-öncesinin ve Derin Zamanın Yükselişi

18. yüzyılda / Almanya siyasal özgürlükler, ticaret alanındaki başarı, bilim­sel gelişim ve sanayideki yenilikler açısından Hollanda'nın, Belçika'nın, Britanya ve Fransa'nın gerisinde kalmıştı. Nihai yenilgisinden önce Napoleon'un elde ettiği başarılar sayesinde yaşanan bir geride kalmışlık­tı bu.

 

Wilhelm von Humboldt (1767-1835), / üniversite fikri / araştırmayı öncelikli bir faaliyet olarak gerçekleştiren modern üniversiteyi hayata geçirmekti.

Özgün araştırmaya dayanan, daha yüksek bir akademik derece olan 'PhD' böyle ortaya çıktı.

 

Tarih biliminin yükselişinden kısmen Hegel sorumluydu. Tarih Felsefesi kitabında "ilahi irade"nin zaman içinde, evrenle birlikte kendini ortaya koyduğunu, sonuçta tarihin de bu ilahi iradenin bir tarifi olduğu görüşünü ileri sürdü. Ona kalırsa bunun anlamı, nihai hakikatleri kavramak için teolojinin yerini tarihin almasının gerektiğiydi.

 

18. yüzyılın sonlarında Göttingen'de İncil metninin kendisi eleştirel bir incelemeye tabi tutuldu

 

Humboldt da Condillac gibi, dillerin evrim geçirdiği ve farklı kabile ve ulusların farklı deneyimlerini yansıttığı görüşünü paylaşıyordu.  Humboldt'un ulaştığı sonuca göre dil "zihinsel bir faaliyet"ti; bu açıdan da insanoğlunun evrimsel deneyimini yansıtıyordu.

 

İlk defa 1860'larda kullanılan bir terim olan arkeoloji, metinlerin ötesine gidip insanın yazıdan öncesine uzanan uzak bir geçmişi, bir tarih-öncesi olduğunu onaylayarak filolojinin yaptığı işi genişletip derinleştirdi.

 

Buckland, 1824 yılında bilinen ilk dinozor olan dev Megalosaurus'u tarif etti.

 

"Evrim" terimi özgün biçimiyle özellikle de embriyonun gelişimini anlatmak amacıyla biyolojide kullanılmıştı.

 

"İlerlemeci evrim" fikri, görmüş olduğumuz üzere, 19. yüzyılda her yerde, hatta Kant ve Laplace'in güneş sisteminin yerçekiminin etkisi altında devasa bir toz bulutundan yoğunlaştığını söyleyen nebula hipotezleri aracılığıyla fizik alanında bile mevcuttu

 

İnsanlığın Düzeni Hakkında Yeni Fikirler: Toplum Bilimi ve İstatistik'in Kökenleri

Joseph-Ignace Guillotin, 28 Mayıs 1738'de 12 çocuklu bir ailenin dokuzuncu çocuğu olarak Fransa'nın batısında, Saintes'de dünyaya geldi. İlginç bir ironiyle, annesinin tesadüfen halka açık huzursuz edici bir idama tanıklık etmesi yüzünden prematüre bir bebekti.

 

Guillotin kendi adını alacak olan enstrümanı ne tasarlamış ne de inşa etmişti. Cihazın tasarımı bir başka doktor olan Antoine Louis'ye aitti (bir aşamada yeni cihazı 'Louisette' olarak adlandırmayı planlamışlardı)

 

Devrimin en uzun süreli ve etkili yeniliklerinden biri, metreydi. Eski sistemde Fransa'da inanılmaz biçimde birbirinden farklı 250 bin ağırlık ve ölçü birimi vardı.

 

Eğer Sieyes ve Condorcet "toplum bilimi" kavramını ilk defa kullanan kişiler olmuşlarsa, en azından Fransa'da adına yaraşır ilk toplum bilimci de Claude-Henri de Saint-Simon olmuştu (1760-1825).

 

Alman toplumbilimcilerin ana derdi, "modernite" ve modern hayatın, daha önce yaşanmış olan hayat biçimlerinden toplumsal, siyasi, psikolojik, ekonomik ve ahlaki anlamda nasıl farklılıklar gösterdiğini belirlemekti.

 

Herbert Spencer: Modernite, ağırlıklı olarak militan [askeri] bir toplumun sanayileşmiş bir topluma dönüşmesiydi;

Karl Marx: Feodalizmden kapitalizme değişim yaşanmıştı;

Henry Maine (en ünlü çalışması, evrimsel bir yaklaşımı olan Ancient Law olan Britanyalı toplumbilimci/antropolog): Statüden -+ sözleşmeye;

Max Weber: Geleneksel otoriteden -+ rasyonel-hukuki otoriteye;

Ferdinand Tönnies: Gemeinschaft'dan (cemaat) -+ Gesellschafta (kurum)”

Weber toplumsal bilimin "kaçınılmaz modern toplumsal ve ekonomik koşulların" tam olarak neler olduklarını analiz edip belirginleştirerek yeni bütünleşmiş Alman devletine yardım etmek üzere geliştirilmesi gerektiğini düşünüyordu.

 

Tönnies 1887 yılında modern-öncesi toplumları Gemeinschaft (cemaat) üzerine kurulu olarak karakterize etmişti; modern toplumlar ise Gessellschaft (ilişki) üzerine kuruluydu. Cemaatler geleneksel anlamda organik bir biçimde büyür, herkes tarafından paylaşılan ve çoğunluğu sorgulanmayan "kutsal" değerlere sahiptirler. Modern dünyadaki toplumlar ise, rasyonel, bilimsel bir biçimde tasarlanır ve bürokrasiler tarafından idare edilir. Tönnies buna göre modern toplumlarda kaçınılmaz olarak yüzeysel ve tesadüfi bir yan bulunduğunu, burada ilişki kurduğumuz insanların bizim değerlerimizi paylaşmalarının bir garantisi olmadığım söylemişti.

 

Simmel, öznel kültürün klasik örneğinin iş kültürü olduğunu düşünüyordu; herkes kendi kişisel projesiyle ilgiliydi. Böylesi bir dünyada herkes kendine göre az çok tatmin olabilir ancak kendini yabancılaşmayla ifade eden kolektif tatminsizliklerinin farkına varamayabilirdi.

 

Durkheim / İntihar en çok bilinen kitabıdır.

Psikolojinin toplumbilimsel bir boyutu olduğunu gösterecekti.

 

Milliyetçilik ve Emperyalizmin Faydaları ve Kötüye Kullanımları

1648 yılında, Vestfalya Antlaşması nihayet sonuçlandırıldı. Bu antlaşma, Otuz Yıl Savaşları'nı sonlandırdı. Bu antlaşmanın imzalandığı tarihten itibaren her devletin kendi amaçlarını takip etmekte özgür olacağı konusunda uzlaştılar.

Öncelikle papalığın gücü azaltılmıştı; İspanya ve Portekiz güçlerini kaybetmiş, Avrupa'nın ağırlık merkezi kuzeye, Fransa, İngiltere ve yeni bağımsızlığına kavuşan Birleşik Hollanda'ya kaymıştı. 

 

Burke, Doğu Hint Kumpanyası'nın ticaretin yanı sıra "uygarlık ve aydınlanmayı imparatorluğa yayma" amaçlarına ihanet ettiğine inanıyordu. Şirketin bunun yerine Hastings'in yönetiminde zalim ve yozlaşmış bir hale geldiğini, "Hintlileri boyunduruğu altına aldığı ve yayması emredilen hayırseverliğin ta kendisine ihanet ettiğini" söylemişti.

 

1815 yılında Napoleon'un düşüşünün ardından toplanan Viyana Kongresi'nin ana amacı Avrupa'da bir daha devrim yaşanmasını engellemekti

 

Milliyetçilik, yüzyıl dönümündeki nihai biçimine Maurice Barres'nin Le roman de l'energie nationale (1897-1903) başlıklı üç bölümlük romanıyla ulaştı. Barres'ye göre uygarlığın yozlaşmasının ana nedeni, ego kültüydü. Ulus egonun üstündedir ve bu yüzden de bir insanın hayatında en üstün önceliğe sahip olan şey olarak görülmelidir.

 

1848-1933 / Alman yüzyılı

İngilizcede "kültür" sözcüğü, hayatın ruhani ve teknolojik alanları arasında keskin bir ayrım yapmazken, Almancada Kültür toplumsal, siyasi, ekonomik veya teknik-bilimsel hayatı değil yaratıcı faaliyetin entelektüel, ruhani veya sanatsal alanlarını temsil eder oldu.

 

Amerikan Zihniyeti ve Modern Üniversite

Pragmatizmin Amerika'da ortaya çıkmış olması hiç şaşırtıcı değildir.

 

Yüksek okulların önemli bir misyonu da Protestan Hıristiyanlığı batının yabanıl vahşileri arasında yaymaktı

 

Bildiğimiz anlamda modern üniversite düşüncesini ilk ortaya koyan Charles Eliot'tı.

Meslek okulları kurup onları üniversitenin birer parçası haline getirdi. Son olarak lisansüstü eğitimi öne çıkardı ve lisansüstü eğitim konusunda öne çıkmak isteyen tüm Amerikan üniversitelerinin örnek aldığı bir model oluşturdu.

 

Haç ve Kur'an Düşmanları - Ruhun Sonu

…seküler bir dünyaya giden yoldaki bir diğer önemli etken şehirleşmeydi.

 

Michelet 1840'ların başlarında aralarında Victor Hugo ve Lamartine'in de bulunduğu arkadaşlarıyla doğrudan kiliseye saldırdı.

 

Katolik kurumların bu gelişmelere verdiği tepkiler çoğu zaman hınç ve kin doluydu.

 

Vatikan'ın tüm bildiri ve kınamalarında görülen en önemli hatası kiliseyi eleştirenleri, kilise dostu gibi görünüp hiyerarşinin altını oymaya çalışan komplo peşinde bir grup olarak görmesiydi. Bu muhalefeti hafife alan ve ona tepeden bakan bir yaklaşımdı.

 

Nietzsche'nin öngördüğü gibi Tanrı'nın ölümü yeni güçleri ortaya çıkaracaktı. Kendisi de bir rahibin oğlu olan Nietzsche'ye göre Dünyanın kötü ve çirkin olduğunu görme konusunda kararlı olan Hıristiyanlık onu kötü ve çirkin hale getirmişti.

 

Modernizm ve Bilinçdışının Keşfi

Schopenhauer İsteme ve Tasarım Olarak Dünya 'da istemeyi "kör bir itici güç" olarak ele alır. Ona göre insan "bilmediği ve farkında olmadığı" içsel güçler tarafından yönlendirilen irrasyonel bir varlıktır.

isteme, "aklın gizli muhalifidir”

İsteme'nin beğenmediği şeylerin aklın bilgisine gelmesine gösterdiği muhalefet deliliğin ruha sızabileceği noktadır

 

Nietzsche bilinçdışı kavramını genellikle bir travmanın izlerini taşıyan ve patolojik olmaya ilerleyen, gerçek üstü bir kamuflaja bürünmüş "kurnaz, gizli ve içgüdüsel" bir varlık olarak algılıyordu.

 

Sigmund Freud'un görüşleri ilk olarak 1895'te Joseph Breuer'le beraber yayımladıkları Histeri Üzerine Çalışmalarda, daha kapsamlı olarak da 1899'un son haftalarında yayımlanan Rüyaların Yorumu'nda ortaya konulmuştu.

 

(Rüyaların Yorumu) Freud'un teorisinin dört temel unsuru: Bilinçdışı, bastırma, (Oidipus kompleksine yol açan) çocuk cinselliği ve zihnin benlik bilinci olan ego, genel anlamıyla bilinç denebilecek süper ego ve bilinç- dışının ilkel biyolojik dışavurumu olan id olarak üçe ayrılması ilk olarak bu çalışmada yer almıştı.

 

Freud Rüyaların Yorumu'nda uyku esnasında egonun "görev yerinde uyuyan bir nöbetçi" gibi olduğunu söylüyorduk İdin isteklerini bastırma konusundaki kontrolü bu esnada normale göre daha zayıf olduğu için rüyalar, idin kendini gizlice gösterebildiği bir yoldu.

 

Freud'a yöneltilen dört suçlama vardır. Artan önem sırasıyla bu suçlamalardan ilki Freud'un "serbest çağrışım" yöntemini keşfetmediğidir. Bu yöntemi 1879 ya da 1880'de bulan Francis Galton, Brain dergisinde yöntemle ilgili bir yazı yayımlamış ve onu "bilinmeyen derinlikleri" keşfetmek için kullanılacak bir araç olarak tarif etmişti. İkinci itham Freud'un kitap ve teorilerinin düşmanca karşılanmış olmasıyla ilgilidir

Anna O. vakası ya da Freud'un bu vakayı aktarışı üç açıdan önemlidir. Freud'un "konuşma sağaltımının etkilerini abarttığını gösterir. Vakaya, aslında ortada olmayan bir cinsel unsur eklediğini ortaya koyar ve klinik detaylarla oynadığını sergiler.

 

Freud'a yönelik en ciddi itham olan dördüncüsü / psikanalizin baştan aşağıya şüpheli, hatalı veya sahte klinik veriler üzerine kurulmuş olduğudur. Psikanalizin en önemli iddiası çocukluktan gelen cinsel arzuların yetişkinlikte de kendilerini korudukları ve bilinçdışında kaldıkları için psikopatolojiye neden olabilecekleridir.

 

Freud'u eleştirenler Freud'un bazı belirtilerin temelinde neyin yattığına dair sabit, değişmez fikirlere sahip olduğunu ve müdahale etmeden hastalarını dinleyerek gözlemlerden klinik bulgulara ulaşmak yerine kendi görüşünü hastalara dayattığını söylüyorlar.

 

19. yüzyılda modernizmin doğduğu yer şehirlerdi. Daha sonra içten yanmalı motorlar ve buhar türbinleri keşfedildi, elektrik kullanımı yaygınlaştı, telefon, daktilo ve kayıt cihazları ortaya çıktı. Popüler basın ve si-nema icat edildi. İlk sendikalar kuruldu ve işçiler örgütlü hale geldi.

 

İbsen banalliğin, saçmalığın ve anlamsızlığın -ya da bunların yarattığı tehdidin- modernizmin oynak temeli olduğunu gösterdi. Darwin her şeyi mahvetmişti.

 

Rilke'nin dediği gibi İbsen'in eserleri bir bütün halinde "içsel olarak görülenlerle belirgin bağlantılar bulma yolunda umutsuzca bir arayışı" ifade ediyorlardı.

 

Nietzsche'ye göre kişi iç benliğini içine bakarak bulamaz, onu bulmak için içsel olana dışsal bir anlam vermek, gurur gibi dürtülerin var olduğunu ve tamamen doğal olan bu dürtülerde utanılacak bir yan olmadığını kabul etmek ve çabalamak gerekir; kişi "sınırlarını aştığı zaman" kendini keşfedebilir

 

Sonuç

Elektron, Elementler ve Anlaşılmaz Benlik

İngiltere'deki Cambridge Üniversitesinde yer alan Cavendish Laboratuvarının dünyanın en seçkin bilimsel kuruluşu olduğu söylenebilir.

 

Zaman dünyanın temel unsurlarından biridir ve maddeyle henüz tam anlayamadığımız şekillerde ilişkilidir. Zaman evrenin tek yönlü hareket ettiği anlamına gelir ve bu yüzden de evrenin her yönden, geri ve ileri işlemesine izin veren Newtoncu, mekanik, bilardo topu görüşü yanlış ya da en azından eksik olmalıdır.

 

Wilhelm Röntgen Kasım 1895'te, Würzburg'da katot ışınlar katot ışını tüpünün cam duvarına çarptığında, X-ışını adını verdiği (bir matematikçi için x bilinmeyeni temsil ettiğinden bu ismi vermişti) yüksek tesirli ışınların emildiğini fark etti.

 

Thomson'un 1897 tarihli keşfi / Bir dizi deneyde farklı gazlar doldurduğu tüplerden elektrik akımı geçiren J. J. daha sonra bu tüplerin etrafını elektriksel alanlarla ya da mıknatıslarla sardı. Koşulların sistematik olarak değiştirildiği bu deneyler sayesinde Thomson katot ışınlarının aslında katottan fırlayıp anota doğru çekilen son derece küçük parçacıklar olduğunu gösterdi. Thomson daha sonra parçacıkların yörüngesinin elektriksel alanla değiştirilebildiğini ve manyetik alanın yörüngeyi bir eğri şekline soktuğunu buldu.  Daha önemli olan ise parçacıkların maddenin bilinen en küçük birimi olan hidrojen atomundan küçük olduğunu ve akımın geçtiği gaz ne olursa olsun onunla birebir aynı olduklarını bulmasıydı. Thompson temel bir şeyi ortaya çıkarmıştı - bu maddeye ilişki parçacık teorisiyle ilgili ilk deneysel çalışmaydı.

 

Modern dünyanın temelinde yatan bilim insanının konumundan, Tanrı'sı ya da kralıyla olan yakınlığından bağımsız olarak, kendini teknoloji aracılığıyla ortaya koyan ve kuvvetlendirilen, bizim de parçası olduğumuz, deneye ve bilimsel metoda dayanan otoritedir.

 

1065 ya da 1067'de Bağdat'ta Nizamiye kuruldu

Bir teoloji fakültesi olan bu kurumun kurulmasıyla Arap/İslam dünyasında iki üç yüzyıldır devam eden entelektüel ilerleme sona erdi. Sadece yirmi yıl sonra Irneus'un Bolonya'da hukuk dersleri vermeye başlamasıyla Avrupa'da büyük bir bilim hareketi başladı. Bir kültür çökerken bir diğeri ayakları üzerinde doğruluyordu.

 

İç benlik diye bir şey yoktur. "İçeriye" bakarak bulduğumuz bir şey -istikrarlı, süreklilik gösteren, üzerinde anlaşabileceğimiz, kesin bir şey- yoktur çünkü bulunacak bir şey yoktur. Biz insanlar doğanın parçasıyız ve bu yüzden "içsel" doğamızı bulmak, kendimizi anlamak için kendi dışımıza, hayvanlar olarak yerimize ve rolümüze bakmalıyız.

 

 

Kitabiyat

 

Allan Bloom, The Closing of American Mind

İosephos

Gaius, Institutes

Brian Moynahan, The Faith, Londra: Aurum, 2002

Kalidasa'nın Shakuntala'sı…

Harold Schönberg Lives of the Composers (Bestecilerin Hayatları)

 

Jacques Cauvin, The Birth of the Gods and the Origins of Agriculture;

Owen Chadwick, The Secularisation of European Thought in the Nineteenth Century;

Marda Colish, Medieval Foundations of the Western Intellectual Tradition, 400-1400;

Henry Steel Commager, The Empire of Reason;

Alfred W. Crosby, The Measure of Reality: Quantification and Western Society; Georges Duby, The Age of the Cathedrals;

Mircea Eliade, A History of Religious Ideas;

Henri F. Ellenberger, The Discovery of the Unconscioııs;

J. H. Elliott, The Old World and the New;

Lucien Febvre ve Henri-Jean Martin, The Coming of the Book;

Valerie Flint, The Imaginative Landscape of Christopher Cohımbus;

Robin Lane Fox, The Unauthorised Version;

Paula Fredericksen, From Jesus to Christ;

Charles Freeman, The Closing of the Western Mind;

Jacques Gernet, A History of Chinese Civilisation;

Marija Gimbutas, The Gods and Goddesses of Old Eıırope: 6500 to 3500 BC; Edward Grant, God and Reason in the Middle Ages;

Peter Hali, Cities in Civilisation; David Harris (ed.), The Origins and Spread of Agriculture and Pastoralism in Eurasia;

Alvin M. Josephy (ed.), America in 1492;

John Keay, India: A History;

William Kerrigan ve Gordon Braden, The Idea of the Renaissance;

Paul Kriwaczek, In Search of Zarathustra;

Thomas Kuhn, The Copernican Revolution;

Donald F. Lach, Asia in the Making of Europe;

David Landes, TheWealth and Poverty of Nations;

David Levine, At the Dawn of Modernity;

David C. Lindberg, The Beginnings of Western Science;

A. O. Lovejoy, The Great Chain of Being;

Ernst Mayr, The Growth of Biological Thought;

Louis Menand, The Metaphysical Club: A Story of Ideas in America;

Steven Mithen, The Prehistory of the Mind;

Joseph Needham, The Great Titration;

Joseph Needham vd., Science and Civilisation in China;

Hans J. Nissen, The Early History of the Ancient Near East;

Anthony Pagden, The Fail of Natural Man and People and Empires;

J. H. Parry, The Age of Reconnaissance;

L.D. Reynolds ve N. G. Wilson, Scribes and Scholars;

E. G. Richards, Mapping Time: The Calendar and Its History;

Richard Rudgley, The Lost Civilisations of the Stone Age;

H. W. F. Saggs, Before Greece and Ronıe;

Harold C. Schonberg, Lives of the Composers;

Raymond Schwab, The Oriental Renaissance;

Roger Smith, The Fontana History of the Humaıı Sciences;

Richard Tarnas, The Passion of the Western Mind;

lan Tattersall, The Fossil Trail;

Peter S. Wells, The Barbarians Speak;

Keith Whitelam, The Iııvention of Ancient Israel;

G. J. Whitrow, Time in History;

Endymion Wilkinson, Chinese History: A Manual.

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder