10 Nisan 2012 Salı

Hans-Jürgen Gawoll – Friedrich Nietzsche ve Avrupa Felsefesi


Hans-Jürgen Gawoll – Friedrich Nietzsche ve Avrupa Felsefesi

Karl May’a göre İstanbul’un da Avrupa’nın en güzel şehirleri arasında bulunduğu kesindi. Ancak May’a göre bu izlenim sadece İstanbul’a dışarıdan, yani Boğaz’dan ve Haliç’ten bakıldığında oluşur: “Şehrin içine girdiğinizde kendinizi, yol diyemeyeceğiniz kadar dar ve çarpık sokakların içinde bulursunuz. (…) Attığınız her adımda o pis, çirkin sokak köpeklerinden birine rastlarsınız ve dar sokaklardan gelip geçen hamallar, atlar ve diğer insan ve hayvanlar tarafından pisliğe itilmemek için her an tetikte olmalısınız.” (s. 7/8)

Zengin ve yoksuş arasındaki bu muazzam karşıtlık, aynı zamanda İstanbul’u da ikiye bölmekte.

Ancak İstanbul bunların, karşıtlıkları bağdaştırmayı ve bir arada yaşatmayı da başarmaktadır. (s. 8)

Kuran’ın Rumeli’ye kadar uzanan etkisini en iyi biçimde yansıtan İstanbul’un sayısız camileridir. Bu gerçek, İslam’ı “ahlakı tanımayan Bedevi’nin anlamsız tanrı-öğretisi”ne benzeten Atatürk’ün katı karşı çıkışı ile de Türk yaşamından koparılıp atılamaz. (s. 12)

Kuran’da sunulduğu biçimiyle İslam dini kendini, öbür iki tektanrıcı dinlerle dialoğa açık olan, bir “uzlaştırıcı” olarak ortaya koymakta.

Kant, Hegel ve Nietzsche, aydınlanmanın birer temsilcileridir.

Kant, Türkleri “konuksever, olarak belirledikten sonra, eleştirel bir tonla Türklerin kaderciliğini vurguluyor. Hegel’in daha sonra “Doğu’ya özgü sükunet ve huzur” olarak tanımladığı bu özellik Nietzsche’de ise bir polemiğe konu oluyor. İnsanc, Çok İnsanca’nın beşinci bölümünde Nietzsche “kısmete” inanmayı Türk kaderciliği olarak eleştiriyor ve buradaki temel yanılgının da insanı ve kaderi birbirinden ayırmakta ve onları karşı karşıya getirmekte yattığını söylüyor. (s. 13/14)

Müslüman ve Hıristiyan, Doğu ve Batı’nın birbirine ihtiyacı var ve ötekinin varlığını tanıma, kabul etme sürecinin sancıları ardından, birbirinden bağımsız varolmaları olanaklı değil. (s. 15)

Nietzsche metinlerine ilişkin yorumlarım … benim için daha çok kültürel, çoğulcu bir kimlik düşüncesini dile getirmemi ve belirginleştirmemi sağlayan bir araçtı. (s. 16)

Birinci Ders (09.03.1994)

“Giderek yaklaşanı ve kaçınılmaz olanı betimliyorum: nihilizmin yükselişini.” (s. 19)

Ona göre Avrupa nihilizmin hastalığına yakalanmıştır.
Avrupa’nın kültürü ve tarihi bitecektir, bitmek zorundadır, çünkü Avrupa özünde nihlisttir. (s. 20)

“Binlerce öldüler
Hem de en iyileri
Dişleri dökülmüş
Bir uygarlık için.” (Pound) (s. 21)

Nietzsche düşünce yaşamının başlangıcında nihilizm kavramını kullanmamış olsa da, nihilizm olgusu ile uğraşmakta. Ancak kanımca Nietzsche nihilizm fenomeninin nedenlerini çözümlemeden ondan sıyrılmaya çalışmakta. (s. 30)

Belki de Nietzsche ile birlikte, nihilizm korkusunu yenmeyi ve bir tutum, tavır olarak nihilizmin aslında aydınlanmacılığın en iyi ilkelerinin bir devamı olduğunu göstermeyi başarabilirim. (s. 32)

İkinci Ders (23.03.1994)

(1789 Fransız Devrimi) o zamana dek bir hiç olan burjuva adına her şeyi, yani özgürlüğü, eşitliği ve kardeşliği istiyordu. (s. 33)

… L. Sebastian Mercier 1801’de sözlüğü Neologie’de, “Nihilist ya da Hiçci” maddesi altında buruk ve tutucu bir ironi ile kısaca çöyle dile getirmekte.
“Hiçbir şeye inanmayan, hiçbir şeyle ilgilenmeyen kimse. Kötü bir felsefenin büyük ansiklopedide sergilenen güzel sonucu.”
Mercier’in de burada, Diderot ve D’Alambert’in ansiklopedisine işaret ederek, gösterdiği gibi nihilizm, aydınlanmanın sonucuydu. (s. 34)

Nihilizm, hangi biçimde karşımıza çıkarsa çıksın, her zaman insanın somut dünyasını reddetmekte. Nietzsche nihlizm’i “en yüksek değerlerin değersizleştirilmesi” olarak tanımlamıştı.
Nihilizm, şu bastığımız dünyayı sadece insanın bir eylem alanı olarak gören ve onu böylece zorunlu olarak değersizleştiren felsefi bir düşünce biçimidir.

Kant felsefesi insanın dünyasını bütünüyle sarsmış ve onu boşluğa sürüklemişti.
Schopenhauer “istenç”i evrenin huzura kavuşamayan özü ve kendinde şey olarak ilan eder. (s. 36)

İnsan, özgürlüğünün bedelini dünyanın anlamsızlığı ile ödemek zorunda. (s. 38)

Trajedinin Doğuşu
Trajedinin Doğuşu’nda konu edilen de Apollonca olanın Dionysosca olan karşısındaki işlevidir. (s. 39)

Etimolojik olarak “görünen” anlamına gelen Apollon’da ve onun ait olduğu düş dünyasında biçim ve armoni egemendir.

Nietzsche’nin sarhoşluk ile karşılaştırdığı Dionysosca-olanda ise varoluşun temelinin çökmesi ile karanlığa, yeraltına bir geçiş söz konusu. (s. 40)

Nietzsche’ye göre evrenin asıl özünü oluşturan… Dionysos’dur. Dionysos, varolma dürtüsünün ve sürekli kendini isteyen bir istencin simgesidir. Böyle sonsuz bir istek ise ancak, eski biçimleri yok edip, yenilerinin oluşmasına elverdiği ölçüde tatmin olabilecektir. (s. 41/42)

Dionysos, görünüşte olanın Apollonca bir görüntüler dünyasına gereksinim duymakta ve onu yaratmakla kendisinin kalıcı bir anlama sahip olmadığı gerçeğini gözardı edebilmekte ve bu gerçeği böylece yaşanabilir hale getirmekte. Apollon ise varlığın bu çıkmazını örterek, sanatsal bir ürün, bir yapıt olarak anlam kazanmakta. (s. 42/43)

Nietzsche’ye göre kendimizi “gerçek yaratıcının oluşturduğu sanatsal biçimler ve görüntüler olarak görmeliyiz ve bir yapıt olarak en yüce anlama sahibiz.”

Nihilizmi aşabilmenin tek yolu Nietzsche’ye göre estetik, yani sanattır. (s. 43)

Nietzsche’nin varmak istediği poiesis Dionysos ve Apollon ilkeleri gibi iki yönlüdür.
Dionysos ile özdeşleşerek yaşamın temeline ve kaynağına inmemiz bize yaratıcı olma gücünü, yetisini kazandıracaktır. Böylece de yaşamın üzerine görütüler ve Apollonca görünüşte dünyalar yaratmamız olanaklı olacaktır.
Apollon’un Dionysos’a öykünmesi böylelikle poiesis’in doruk noktasıdır ve bunun dışında bir değeri olmayan, bir hiç olan yaşam böylece değere kavuşarak, bir tutku elde eder. (s. 44)

Nietzsche’ye göre Yunan tarihindeki en önemli olgu, Apollon’un kültür istencinin, arkaik-orientl Dionysos ilkesi ile uzlaşması ve barış ilan etmesiydi.

Dionysosçu barbarların, cinsel hazdan şiddete varan çılgın ve taşkın kutlamalarına karşın Yunanlılar, yaşamı ve dünyayı yücelten şenlikler düzenlemekte. (s. 46)

Bu kültürel uzlaşmanın, barışın doruk noktasını Aiskhylos’un ve Sophokles’in Attik trajedileri temsil etmekteydi.
Dionysos trajedinin karanlık temellerini, yeraltını temsil ediyordu. Bunların günışığına çıkarak gerçekleşebilmesi de ancak Apollon’un yaratıcılığıyla olanaklıydı. Trajik kahramanın başarısızlığa, mutsuzluğa yargılı eylemleri, güneş tanrısı Apollon ile epik bir biçim kazanıyordu. Koro ise burada, Dionysosçu bir coşku ve esrimeyi yaşayan kitleyi simgeleştirerek sahnenin ayrılmaz bir parçasını oluşturuyordu. “Seyirci böylece Apollon’un maskesinin ardına geçerek doğanın içyüzünü ve korkunçluğunu” ve her şeyin çökmeye yargılı olduğunu görebilmekteydi. (s. 47)

Üçüncü Ders (06.04.1994)

“Genç insan böylece yerinden yurdundan olmakta ve bütün törelerden ve kavramlardan kuşku duymakta. O artık şunu biliyor: Her zaman her şey başkaydı. Şimdi onun nasıl olduğu önemli değil.” (s. 53)

Hegelci felsefeye karşı
Nietzsche’nin burada özellikle hedef aldığı, dünya tarihinin şimsi sona erdiği ve son ereğine ulaştığı yolundaki tasarım ve düşüncedir. Böyle bir teleolojik (erekbilimsel) tarih anlayışının ardında Nietzsche’ye göre her olgusal başarıyı, yaşanılan gerçeği tanrısallaştırma ve savunma sevdası yatmaktadır. (s. 55)

Ona göre son kuşak ya da epigon olma gibi Hegelvari bir bilincin ve anlayışın kaynağı, Hıristiyanlığın temelinde yatan bir mahşer günü düşüncesine dayanmaktadır.

19. yüzyılın kibirli Avrupalıları da tarihin son noktasında bulunduklarını sanmaktaydılar.
…böylece insan tamamen bir ümitsizliğe mahkum kılınmakta, bu anlayış doğrultusunda önemli olan tek şey, belleğin tarihin bu son noktasına karşı duyarlı kalmasını sağlamaktı. İnsan böylece, hiçbir mirasçısı ve geleceği olmayan bir şimdiki zamanı yaşamaya bırakılmıştır. (s. 56/57)

Dördüncü Ders (20.04.1994)

Nietzsche’nin düşüncelerinin çıkış noktası,
İnsan yaşamında mutluluğu amaçlar, ancak kendini sürekli mutsuzluğun içinde bulur.
İnsan unutamayan hayvandır (bu nedenle mutsuzdur)
Kendini “hiçbir zaman tamamlanmayan bir eksiklik” ve “sürekli bir bitmişlik” olarak duyumsayan insan, her an “kendini olumsuzlayarak, kendisiyle çelişerek” yaşamak zorunda. (s. 60)

Çeviren: Ayşın Özalp
Afa Yayınları, Aralık 1996

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder