22 Nisan 2012 Pazar

Hasan Bülent Kahraman - Türk Sağı ve AKP

Hasan Bülent Kahraman - Türk Sağı ve AKP


AKP Türkiye'nin gerçeği. Ama AKP kendisini açıklayabilen bir gerçek değil. Bu kitap onu yapıyor. AKP'yi önce Türkiye'de genel anlamda sağın, daha sonra da özel olarak İslami siyasetin içinde ele alıyor.
(önsöz)

Siyasal süreç ve onun ayrılmaz parçası olan toplumsal dönüşümler, bir çırpıda tamamlanan ve sonuçları hemen elde edilen olgular değildir. (S. 1)

Siyaset bilimi, özellikle 1989 sonrasında ortaya çıkmış olan 'yer kayması' denen bir kavramla yüz yüzedir; buna göre, bir toplum ansızın hiç beklenmeyen bir partiye kitlesel olarak oy verebilir. Ama bu bile bir anda olup bitmiş, önü arkası bilinmeyen bir oluşum değildir. (S. 2 )

1950'de DP'nin Türkiye çapında %50'nin üstünde oy alması ve parlamentoda bugün görüldüğü şekilde olağanüstü bir çoğunluk elde etmesi, başka faktörlerin yanı sıra iki çok önemli faktöre bağlıdır. Birincisi, DP'nin 1945'in hemen sonrasında kurulmasıdır. DP 1946 seçimlerine girmiştir; o seçimlerde CHP'nin tek parti olmasından, Cumhuriyet'in ve Türk modernleşmesinin en önemli kurucu unsurlarından birisini temsil etmesinden kaynaklanan gücüyle, belki de bunlardan daha önemlisi, özellikle ordunun ve bürokrasinin o partiyi desteklemesinden gelen kuvveti ve çeşitli oyunlarıyla DP mağlup edilmiştir. (S. 3)

1950, Türkiye'de temel siyasal yapının oluşma tarihidir. Bu siyasal yapı daha sonra çeşitli kişiler ve teorisyenlerce çeşitli bakış açılarıyla irdelenmiştir.
Bunların içinde en tanınmış olanı Prof. Şerif Mardin'in yaptığı merkez-çevre etkileşimi tanımıdır; bu anlayış, CHP'nin, 1839'dan beri devam eden merkezi ve merkezci, yukarıdan aşağı modernleşmenin temsilcisi olduğunu ileri sürer. Merkezi modernleşmenin karşısında geniş halk kitlelerinin oluşturduğu çevre yer almaktadır. (s. 4 )

CHP, tıpkı İttihat ve Terakki Partisi gib tarihsel bloğun ideolojik siyasal organıdır. (s. 5 )

1950 Hareketi, Anadolu-yerli sermaye oluşturma hareketi olarak da görülebilir. ( S. 6 )

Devletçilik, 1930'da 1929 dünya ekonomik bunalımının şartlarına karşı ekonomiyi koruma adına uygulanan yöntemsel bir baraj olmaktan ibarettir. (...)
İttihat ve Terakki bile bir ulusal burjuvazi inşa etme ve ekonominin liberalizasyonunu sağlayarak uluslararası sermayeyle bütünleşme kaygısı içindedir. CHP'nin eğilimi de bu yöndedir. (...)
DP aslında yerli burjuvazinin daha genişlemesi, palazlanması ve hatta devlet eliyle güçlenmesi doğrultusunda hamle yapmaya gayret etmiş olan bir partidir. (...)
Türkiye'deki dönüşüm -tarımın dönüşümü-, 1946-1950 arasında, CHP'nin hala iş başında bulunduğu dönemde başlamıştır. Bu dönüşümü sağlayan ana unsur, ABD'nin o tarihte Soğuk Savaş politikasını ilan etmesi ve Türkiye'yi kelimenin gerçek anlamıyla ileri bir karakol olarak görmesidir. (s. 8)

1954'ten sonra, özellikle 1955'te 6-7 Eylül olaylarının meydana gelmesinin ardından, zaman zaman liberal olduğunu yazdırtıp söyleten DP çok sert, şiddetli ve anlamsız şekilde akıl almaz bir baskı rejimini uygulamaya koymuştur.(...)
Bütün bu panoramayı, AKP'nin Türkiye’deki geleneklerin bir uzantısı olduğunun belirtmek için çiziyoruz. (...)
Bu gelenek, genel olarak Türk sağı diye adlandırdığımız gelenektir. Türkiye sağı söz konusu olduğunda benim temel iddiam, sağın hiçbir zaman reel demokratik bir bilinç taşımadığıdır. Türkiye sağı devletçiliğe karşı gibi görünüp, liberal gibi isimlerle kendisini adlandırsa dahi, her zaman devlete sahip çıkma ve milliyetçilik açısından, etnik kimliğin muhafazası, ötekinin bastırılması, dışlanması, ezilmesi açılarından ve bütün bunların aynı zamanda İslami, dini bir kimlikle yoğrulması açısından taviz vermez bir yapı içinde kalmıştır. (S. 10 )

DP, Türkiye'de yeni bir kadroyla siyaset yapan bir partiydi. Frederick Frey The Turkish Political Elite adlı, eski tarihli bir kitabında bu parlamentoların, yani 1946, 1950, 1954, 1957 ve hatta 1960 parlamentolarının sosyolojik analizini yaparak, parti tabanlarının nereden kaynaklandığını ortaya koymuştur.
Bu tablolar incelendikçe, özellikle 1950 parlamentosunun, DP'nin ağırlıklı olduğu parlamentonun özünü iki şeyin meydana getirdiği saptanır. Bunların birincisi, milletvekillerinin temsil ettikleri bölgeyle doğum yerleri arasındaki korelasyonun çok yüksek olmasıdır; bir 'doğrudan temsil' unsuru söz konusudur. Bu taşrayla partinin bütünleştiğini gösteren en önemli unsurdur. İkincisi, milletvekilleri gurubunun çok büyük bir bölümü avukattır. Yani 'taşra avukatı' olgusu. (S. 14 )

Derrida'nın geliştirdiği 'kurucu dışarısı' (constitutive outside) diye bir kavram var. Herhangi bir zihinsel pozisyon veya herhangi bir kimlik, kendisini tanımlayabilmek için kendine bir öteki tayin eder, iddiasındadır Derrida. (S. 26 )
Cumhuriyet adına bu 'kurucu dışarısı', diyelim ki 'öteki', İslam’dır. Cumhuriyet biraz da diyalektik şekilde İslam'ı tarif ederek kendi ideolojisini oluşturmuştur.(...) 
Laisizm ve şeriat endişesi Cumhuriyet'in kendi ideolojik formasyonunun ana ölçütüdür. Onun adeta olmazsa olmaz unsurudur ve her şey bundan ibarettir. (s. 27 )

1950 seçimlerinin sonuçlarına baktığımızda DP'nin en yüksek oy aldığı yerler arasında Doğu ve Güneydoğu Anadolu yoktur. Feodal unsurlardan mürekkep olduğu, burada ağalık düzeni bütün boyutlarıyla geçerlilik taşıdığı ve bu ağaların merkezi devletle yoğun ilişkileri bulunduğu için 1950 seçimlerinde CHP'yi desteklemişlerdir. (S. 31 )

Laiklik; din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması. Gündelik hayatta kullanıla kullanıla tüketilen birçok kavram gibi artık bir şey ifade etmez hale gelmiş durumda. (S. 32 )

Aydınlanma düşünürlerinin önemli bir bölümü dinle olan ilişkilerinde son derece çelişkili davranmışlardır. Bunlar kendi evlerinde inançlı, yazılarında ve dışa dönük yüzlerinde bir tür inançsız insanlardır. (S. 35 )

Fransız Devrimi'yle birlikte gelen bir laik despotik dönem vardır. Buna Aydınlanma Despotizmi de denir. Yani, kiliseler samanlığa dönüştürülmüş, her türlü dinsel uygulama yasaklanmıştır. Hatta takvim, ay adları dahi değiştirilmiştir....
Neden dinin gündelik hayattan, gündelik pratikten tecrit edilmesi ihtiyacı doğuyor? (S. 36 )

"Aydınlanma Nedir?" makalesinde Kant, "Aydınlanmış birey, üstündeki vesayetten kurtulmuş ve kendi zihni melekelerini kullanma yetisini kazanmış olan varlıktır," der. Horace'ın bir sözünü anarak Saper aude der. Yani, "bilmekten korkmayınız"...
İşte bu, dünyayı dünyanın bilgisiyle açıklamak ve bunu açıklayacak olan toplumsal ve zihinsel varlığı yaratma çabası laikliktir. (S. 37 )

Cumhuriyet epistemolojisinin temelinde -daha önce bir kaç makalemde belirttiğim üzere- Kantçı bir aydınlanmış insan düşüncesi vardır. Bunun kökenini de Atatürk'ün meşhur lafı, "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir, başka bir şeye inanmak hurafedir," sözü meydana getirir. Bu sözü, söylediğim tarih doğurmuştur, belli bir geçmişe sahiptir, yani o yanıyla da tarihseldir. Pozitivizmin son durağını göstermektedir. Bunun dışında, Cumhuriyet laikliği, temelinde Fransız Devrimi'nin içerdiği, kapsadığı Aydınlanma despotizmini aynen temellük etmiştir, onu da sahiplenmiştir. (S. 44 )

Eğer devrimi taşıyacak sınıf yoksa devrim o sınıfı yaratmak için bir süre sonra araçsal hale gelir, araç niteliğini kazanır. İşte Sovyetler Birliği; Sovyetler devriminde bu böyledir. İşçi sınıfı yapmamıştır Sovyet devrimini. Bir gün şöyle veya böyle meydana gelmiştir, ondan sonra rejimin en büyük önceliği işçi sınıfını yaratmak olmuştur.
Cumhuriyet de bir halk hareketi değildir. Katılımcı bir boyutu vardır ama asıl problemi bir süre sonra kendisini taşıyacak olan sınıfı bulmaktır, o da burjuvazidir. Bütün bunları yaratmakla yükümlü olan bir devriminse elinde iki şey kalır; bir, bürokratikleşme, iki, otoriterizm. (S. 45 )

1950 hareketinde Halk, Cumhuriyet'in arkasında olmadığını ifade etmiştir. Ama bu saptamayla yanılmayalım; çünkü asıl mesele, öncelikle Cumhuriyet'in halkı reddetmesidir...
Cumhuriyet bir elit rejimidir. (S. 47 )

Cumhuriyet esas itibarıyla aşkınsal olan, kutsal olan bir siyasal iradeyi oradan alıp yerlileştirme, sekülerleştirme sürecidir. Daha önce imparatorda ve Batı siyasal felsefesinde çok tartışıldığı gibi, imparatorun sahip olduğu iki bedende -ki bunlardan birisi tanrısal ve uhrevidir- temerküz etmiş olan iktidarı oradan alıp halka ait bir şey haline getirmek, cumhuriyet düşüncesinin özünü oluşturur. (S. 53 )

1950, çevrenin merkeze karşı başarısıdır. 1960, merkezin çevreden rövanşı almasıdır. 1965, çevrenin yeniden iktidara gelerek merkezi geri plana itmesidir. 1971 12 Mart muhtırası, merkezin bir kere daha iktidarı elde etme girişimidir. 1971 muhtırasına mukabil 1973 seçimleri, çevrenin bu kez CHP'yle tekrar iktidarı ele geçirmesidir. 1980, 1973'te başlayan harekete karşı merkezin güçlendirilme, tahkim edilme hamlesidir. 1983, çevrenin bir kere daha merkeze karşı hareketidir. 1983'ten sonra durumu bu kadar net açıklayamıyorum. Ama şu söylenebilir: 28 Şubat, 1983 sonrasında merkezin ana hamlesidir. 2002 seçimleri, 28 Şubat merkezine karşı çevrenin bir reaksiyonu olarak görülebilir. (S. 61 )

Dönemin bürokrasisinin ne kadar bilinçli olduğunu gösteren ana unsur, 1960 askeri darbesinden hemen sonra Devlet Planlama Teşkilatı'nın kurulmasıdır.
DPT'yi iyi okumak gerekir. Bu kurum, merkezin iktidarı vermemek adına kullandığı enstrümanlardan birisidir. (S. 62 )

1965 seçimlerinde DP'nin uzantısı olan AP seçimleri kazanıyor. AP 1973'te CHP'nin temsil etmeye başladığı metropolitan çevrenin bir başka temsilcisi. O aslında merkezdeki çevre hareketidir. Bu çevre kendisini muhafazakâr olarak nitelendirir. Ama muhafazakârlık tamamen popülist bir karakter taşır. Çünkü bu kesim, Türkiye'de bu işin turnusol kâğıdı olan Kemalist ilkelerle ve Kemalist cumhuriyetle bir çatışma içinde değildir. Bu hareketin önderi olan insanlar Osmanlı İmparatorluğu'nun uzun süre devam ettirdiği devşirme mekanizmasının Cumhuriyet dönemindeki uzantısı olan sistemle yetiştirilmiştir insanlardır...
Devlet, Osmanlı'daki devşirme sistemini iki kanattan devam ettirmektedir. Bunlardan birisi, askeri okullardır. İkincisi devlet parasız yatılı okullarıdır.
Köy enstitüleri bunun 1940'lardaki modelidir. (S. 78-79 )

1908 meşrutiyetinden sonra İttihat ve Terakki iktidarıyla birlikte, farkında olarak veya olmayarak dinin devlet tarafından belirlenmesi başlamıştır. (S. 105 )

Devlet, 1980'den itibaren çok uzun bir süre, sistemli bir şekilde dini kontrol altına almaya çalışırken, bugün din, devleti kontrolü altına almıştır. Bu model niçin son büyük hamlesinde çöktü? Yani, neden dinin devlet tarafından kontrolü, arkasında büyük bir askeri güç olmasına, anayasanın ona göre düzenlenmesine, eğitim sisteminin reorganizasyonuna rağmen işlemedi de, bu odakların çok rahatsızlık duydukları, şikâyetçi oldukları, değiştirmek için hareket halinde bulundukları AKP iktidarı ortaya çıktı?
Bu rahatsızlığın ve şikâyetin altında yatan sebep, gene bu odakların AKP'yi bir İslami gelenekten gelen dinsel temelli bir parti olarak görmesidir. AKP ise bun biz muhafazakâr bir partiyiz diyerek reddediyor. Fakat ilginç olan şudur: AKP, 'biz muhafazakâr demokrat bir partiyiz' derken, İslam'la olan ilişkisini henüz tarif etmiş değil. (S. 106 - 107 )

İslami sermaye, bugün taşra sermayesinin sahibi ve patronu olmuştur.
AKP, eğer AB konusunda CHP'den, DYP'den veya MHP'den daha rahat bir tutum sergiliyorsa, bunun sebebi, sermayenin uluslararası entegrasyonunun getirdiği yeni bilinç katmanlarıdır. Sermaye onu elinde tutan adamın kendi içine kapanmasına izin vermez. (S. 119 )
Sermaye uluslararası bir sıçrama yapmak istediği için AKP aracılığıyla AB'ye entegre olmak istiyor. (S. 120 )

AKP, partileşememiş bir partidir. AKP uzun bir sürecin sonunda doğmuştur, ama bir tesadüf partisidir. Bugün AKP iktidara gelirken 'biz daha iyi yapalım, ülkeyi şöyle kalkındıralım' diye gelmemiştir. Diğer merkez sağ partiler ve sol partiler halkın nezdinde bir seçenek olmadığı anda, bir intikam partisi olarak AKP iş başına geldi.
AKP kendisine ideoloji üretemedi. Yayınlamış olduğu liberal muhafazakârlık tezi, AKP'ye bir ideoloji oluşturmaya yetmedi. Çünkü bu tezin bir ideoloji olabilmesi için toplumsal bir karşılığının bulunması gerekir. (S. 124 )

AKP tarafından önerilen muhafazakârlık kavramı sadece İslami içerikli, İslami vurgulu ve İslam'ı da kültürel örf ve âdetin uzantısı sayan bir yaklaşımdır. (S: 151 )

Bir toplumun eğer büyük gövdesi belli bir ideoloji doğrultusunda kendisini dönüştürüyorsa orada total bir hareket başlamış demektir.
Bunu durduracak olan iki etken söz konusu olabilir: Bir, eleştirel düşünce, iki, siyasal muhalefet. (S. 157 )

Türkiye kendini apolitik politikaya mahkûm etti. Bu mahkûmiyetin sonucunda kitlenin politikadan geri çekilmesini, siyasal alanın politika dışı unsurlara bırakılmasını yaşıyor. Türkiye bugün Genelkurmay'dan yapılan açıklamalarla ve mahkemelerden çıkan yargı kararlarıyla yönetiliyor. (S. 158 )

Laikçi çevreler, hala İran İslam Devrimi'nin Türkiye'de bir gecede oluşabileceği kanısını muhafaza ediyorlar. Hala böyle bir kanıya sahip oldukları için ve böylesi bir ihtimale dönük en kuvvetli barajı ordu olarak telakki ettiklerinden, gitgide orduya yakın, orduyla iç içe geçmiş bir politika benimsiyorlar. (S. 161 )

AKP, bütünüyle sistemin bir partisi olma noktasına ulaşmıştır.
Bundan sonra AKP'nin başına gelecekler, sisteme teslim olan bütün partilerin başına gelmiş olan şeydir: AKP'nin bir kere daha kendi içinde bölünmesidir. (S. 181 )

Üstünde çalışılan bir proje olan sağın yeniden inşası meselesi, AKP'nin içinden çıkacak bir kuvvetle olur. (S. 182 )

Türkiye yüzlerce yıllık demokratikleşme projesiyle devam etseydi bugün çok daha onurlu bir yerde duracaktı. Oysa hala sokakta gazetecisini, düşünce adamını öldüren, insanların linç edildiği, emniyet müdürlerinin 'halk iyi yapmıştır' dediği bir ülkeyiz. Hala yurttaşlık kavramının ne ifade ettiğini anlamazdan geliyoruz ve işin en yürek burkan yanı da bunun Türkiye'nin kendi tarihi içinde bile bir geriye gidiş olduğunu görmeyişimizdir. (S. 212 )

Agora Kitaplığı

2007

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder