Ahmet
Yaşar Ocak - İslam-Türk İnançlarında Hızır yahut Hızır-İlyas Kültü
Önsöz
İslâmiyet’in kabulünden beri bu kült, Türk
halk inançları arasında müstesna bir yer işgal etmiş; etrafında hayli zengin
bir inanç ve gelenekler manzumesi ve edebiyat meydana gelmiş, yüzyıllardan beri
de canlılığından hiç bir şey kaybetmemiştir. Bugün Müslüman Türkler’in büyük
bir kısmında bu kült hâlâ geçerliliğini korumaktadır.
Ayrıca, gerek eski devirlerde, gerekse
günümüzde, tasavvufta Hızır’ın fevkalâde mühim bir yeri olduğu, tasavvufun ana
metodu olan irşad müessesesiyle doğrudan ilgili bulunduğu görülmektedir. (s. 7)
Birinci bölümde, ana kaynaklara dayanarak
İslâm ilâhiyatında Hızır veya Hızır-İlyas konusuna dair mevcut bilgilerin bir
tahlil ve terkip denemesi yapılmış, böylece meselenin nasıl bir temele oturduğu
belirlenmek istenmiştir. İkinci bölümde, tasavvufta ve tasavvuf tarihinde
meselenin mâhiyet ve öneminin incelenmesine çalışılmış, yine belli başlı
kaynaklardan yola çıkılarak bir tasvir ve tahlil yolu tutulmuştur. Üçüncü
bölümde, kültün yaşayan halk geleneklerindeki durumu, dördüncü bölümde ise,
merkez Anadolu olmak üzere kültle ilgili muhtelif merasimler incelenmek
istenmiştir. Nihayet beşinci ve son bölümde ise, bahis konusu kültün, Türk
edebiyatının muhtelif mahsullerine yansıyışı ortaya konulmaya gayret
edilmiştir. (s. 10)
Hızır meselesi, özellikle Kur’an-ı Kerîm’deki
Hz. Musa ve Hızır kıssasında bu ikisi arasındaki münasebetin cereyan tarzı,
Hızır’ın Hz. Musa karşısındaki öğreticilik hüviyeti ve âdeta bir mürşid
durumunda bulunuşu dolayısıyla daha ilk başlardan beri mutasavvıfları yakından
ilgilendirmiştir. (s. 33)
Mesele hakkında en canlı ve en ilgi çekici
bilgilerden bir kısmı da, Muhyi’d-Dîn b. el-Arabî’nin ünlü el-Fütûhâtu'l-Mekkiyye
adındaki kitabında bulunur. (s. 34)
Hz. Musa’nın bu yolculuğa çıkarken yanına
aldığı ve Kur’an-ı Kerîm’de sâdece fetâ (gene) diye sözü geçen zatın adının da
Yûşa’b. Nûn olduğunu yine hadîslerden öğreniyoruz. Ayrıca en önemlisi, Hızır’ın
nasıl biri olduğunu anlatan ipuçlarının hadîslerde bulunmasıdır. Bunlarda
belirtildiğine göre, Hz. Musa ve arkadaşı, Hızır’la buluşacakları yerin daha
önce uğradıkları kaya olduğunu anlayıp geri döndüklerinde, orada örtüye
sarınmış yatan bir adam görmüşlerdir. İşte bu Hızır’dır. Hz. Musa ona selâm
verip kendisini tanıtır ve ilim öğrenmek istediğini, bu konuda yardımcı
olmasını bildirir.
Hz. Musa’ya ilim öğretecek bu esrârengiz
şahsın niçin Hızır (yahut hadîs metinlerinde geçtiği üzere el-Hadır) lâkabıyla
anıldığı da hadîslerde açıklanıyor: Buhârî’deki bir kayda göre, Hz. Musa
Hızır’ı gördüğünde o, “Deniz sâhilinde yeşil bir yaygı üzerinde “bulunuyordu.
Bir başka hadîste ise, Hz. Muhammed’in aynen şöyle dediği rivâyet olunuyor:
“Ona el-Hadır denilmişti; çünkü ortları bozarmış kupkuru bir yere oturduğunda
orası derhal yemyeşil oluyor ve otlar dalgalanıyordu.” (s. 48)
…balığın nasıl dirildiğine dair herhangi bir
açıklama yoktur. Sâdece Buhârî’de mevcut bir varyantta bu sebebin açıklandığı
müşahede ediliyor. Bu hadîse göre, “Hızır’la buluşacakları o kayanın dibinde
bir çeşme (ayn) vardı ki, buna “Hayat Çeşmesi (Aynu’l-Hayât)" deniyordu;
Hiç bir şey yoktu ki, suyundan isabet etsin de dirilmesin. Balığa da bu sudan
isabet etmişti.” (s. 49)
İskender insana ebedî hayat bahşeden bir
çeşme olduğunu âlimlerden öğrenir. Bunu aramak için ordusuyla yola çıkar. Yolda
çeşitli olaylar sebebiyle askerlerinden ayrılmak zorunda kalır. Yanında sâdece
ahçısı (bazı metinlerde bu ahçı Andreas’tır) vardır. Ahçı yemek hazırlamak için
bir çeşmeye gider; orada azıkları olan tuzlu balığı yıkamak ister. Fakat balık
suya değer değmez canlanır ve suya atlayıp kaybolur. Ahçı bu suyun aranan hayat
çeşmesi olduğunu anlayıp bir miktar içer ve geri döner. Başına gelenleri
İskender’e anlatır. İskender ahçının tarif ettiği yeri ararsa da bulamaz ve
kızarak onu öldürmeye karar verir. Ancak bir türlü öldüremeyince boynuna bir
taş bağlayarak denize attırır. Burada ahçı bir deniz cini olur ve ebedî
hayatına devam eder. (s. 56)
Ne âyetlerde ne de sahîh hadîslerde Kulun
yahut Hızır (el-Hadır)’ın ebedî hayata mazhar biri olduğuna dair en ufak bir
îma bile yoktur. Başka bir deyimle, İslâm mitolojisi yahut halk inançlarındaki
Hızır’la, kıssadaki Hızır arasında bir münasebet yoktur.
Gılgameş destanındaki su içindeki otun
sağladığı ebedî hayat kavramı ve bunun Gılgameş tarafından aranması, olsa olsa
İskender efsânesine kaynaklık etmiş olabilir ve bu çok mümkündür. (s. 58)
Hızır, asıl imlâsıyla el-Hadır kelimesi,
hemen bütün kaynaklarda bir isim değil, lâkap olarak değerlendirilmiştir. (s.
59)
El-Hadır kelimesinin yine Arapçadaki el-Ahdar
(— yeşil, yeşil dal veya yeşilliği çok olan yer) mânasına geldiği görülür. (s.
60)
Adı ve soyu
a) Belya
b. Melkân b. Fâliğ b. Âbir b. Şâleh b. Arfahşad b.
Sâm b. Nuh Aleyhisselâm,
b) İlyas,
c) Elyesa’,
d) Hazrûn
b. Amâyil b. en-Ncfr (el-Yefz) b. el-Ays b. Ishak b.
İbrahim Aleyhisselâm,
e) Ermiyâ
b. Halkıyâ (Harkıyâ),
f) Hazrûn
b. Kâbil b. Âdem Aleyhisselâm,
g) El-Hadır
b. Âmiyâ, (s. 62)
h) El-Hadır
l>. Fir’avn
i) Mummer
b. Mâlik b. Abdillah b. Nasr b. Lâzed (s. 63)
Tasavvuf çevrelerinde yazılan kaynaklar
Hızır’ı daha çok bir velî, bu çevrelerin dışındakiler ise bir nebî olarak
kabullenmişlerdir. (s. 66)
H. Corbin’in naklettiğine göre, Şîîler’in
elindeki Hz. Ali’ye izâfe edilen meşhur hutbelerden birinde, yaratılıştan bu
yana, yeryüzündeki muhtelif din mensupları arasında Hz. Ali’nin hangi isimler
altında göründüğünü anlatan bir parça bulunmaktadır. Bu parçada Hz. Ali
hıristiyanlaıa hitaben, “Ben Incil’de adına İlya denilen kişiyim” demektedir.
Burada Ali adıyla İlya, daha doğrusu Eli arasındaki benzerlik gözden
kaçırılmamalıdır. Çünkü bu suretle Hz. Ali’nin Eli (İlya) olduğuna dikkat
çekilerek, Hızır’la İlya’nın aynı kişi olduğu hatırlanırsa, Hz. Ali’nin de
Hızır olduğu vurgulanmak istenmiştir. (s. 70)
…El-Kehf sûresinin ikinci hikâyesini teşkil
eden Hz. Musa ile Hızır kıssasının tasavvufta ayrı bir yeri ve önemi vardır.
Bunun sebebi, kıssanın, tasavvufun iki ana esasını âdeta kendinde temsil
etmekte olmasıdır. Bunlardan ilki, irşad yahut mistik yola kılavuzluk, öteki
ise, bu irşada konu olan ilm-i ledünnî, yani çalışarak elde edilmesi mümkün
olmayan, Allah tarafından bağışlanan vehbî ilimdir. (s. 83)
Müslüman bir kulun Allah’a ulaşması için
gerekli büyük, mânevi mücahede ve katedilecek yol meselesi, bilindiği gibi velî
ve velayet kavramlarını ortaya çıkarmış, bu yolu aşan kişi velî kabul
edilmiştir. Şüphesiz aslında bu kabataslak tarifin anlatabileceğinden çok daha
karmaşık bir muhtevâ arzeden velâyet kavramı, belki Peygamber devrinden pek
uzak olmayan bir tarihte ilk muhtevasını kazanmaya başlayarak zamanla gelişme
kaydetti. Bu gelişmenin, esas olarak İslâmî bir zeminden başladığı muhakkak
olmakla birlikte, sonradan başka mistik etkilerle meydana geldiğine başka bir
yerde işaret olunmuştur. İşte bu etkilerden biri de, velîlerin daha tasavvufun
erken bir devrinde, yani IX. yüzyılda -belki de daha evvel- bir mertebeler
sistemi içine dahil edilmesiydi. Bir piramidi andıran bu sistemin tepesinde bir
devirdeki velîlerin en büyüğü ve kâinatın yöneticisi addedilen kutb bulunuyordu.
Ondan sonra ise, giderek sayıları artmak şartıyla imâman, evtad, efrad, abdal,
nücebâ vs. adında, kutbun emrinde bulunan diğer velîler yer alıyordu. Hepsi
birlikte Gayb Erenleri (Ricâ- lu’l-Gayb) deyimiyle anılan bu sistemin içinde
Hızır’ın da yerleştirildiği görülmektedir. Hızır bu sistemde, Abdal'ın reisi
(Reîsu’l- Abdal) olarak tanındı, ve Nakîbu’l-Evliyâ (bütün velîlerin nakibi) diye
tavsif olundu. Bunun sebebi, Abdal zümresinden olup Hz. Âdem’in karşılığı kabul
edilen Abdu’l-Basîr’in, peygamber sayıldığı için Hızır’la bir telâkki
edilmesidir.
İşte Hızır’ın velîler sistemi içinde böyle
önemli bir mevki alması, ilkönce mutasavvıfların Hızır’la görüşüp sohbet
ettiklerini teker teker ortaya atmalarıyla başladı. (s. 84-85)
Hızır tarafından, anlatıldığı şekilde irşad
edilerek tasavvuf yoluna sokulan mutasavvıfların, tasavvuf tarihinde Üveysiler
denilen seçkinler zümresinden bir kısmını oluşturduklarını bilmekteyiz. (s. 91)
Hızır’ın fonksiyonunun kısmen farklı
biçimlerde olsa bile, Yahudilik ve Hıristiyanlıkta İlya tarafımdan ifa
edildiğini görüyoruz. (s. 92)
Yunan kilisesindeki İlya telakkilerinin
idealize edilmiş bir İlya kavramı oluşturması gibi, Latin kilisesinde de aynı
idealin bir Karmel Rahipleri Tarikatı’nın doğmasına sebep olduğu bilinmektedir.
(s. 94)
Tıpkı mutasavvıflara görünerek onlara İlâhî
hikmet ve sırları açıklayan Hızır gibi, İlya da zaman zaman Yahudi mistiklerine
görünmekte, gizli hikmetleri ve sırları bildirmektedir. Yahûdi mistikleri de
mutasavvıflar gibi yollarda ve çöllük yerlerde llya’ya rastladıklarını ve ondan
bir takım gerçekleri öğrendiklerini söylemektedirler. Hızır gibi İlya da aniden
ortaya çıkmakta, onun gibi bir bedevi kılığında dolaşmaktadır. (s. 100)
Tasavvuftu İlyas'ın da Hızır gibi ebedî
hayatta olduğuna inanılır. Hemen hemen bütün mutasavvıflar bunda müttefiktir.
İşte bütün bunlara rağmen, İlyas’ın
tasavvufta yeri hiç yok denecek kadar azdır. Bunun sebebi bizce açıktır. Zira
tasavvufun ana metodu irşad müessesesi, doğrudan doğruya Hızır’ın şahsiyetine
uygun düşmekte, İlyas bunun dışında kalmaktadır. (s. 101)
Özellikle Hızır, bütün ümit ve imkânların
tükendiği, çarelerin sona erdiği durumlarda yardıma çağrılan ve çağırıldığında
da mutlaka geleceğine inanılan, sonsuz güce sahip semâvî bir kurtarıcıdır.
Türkçedeki “Kul sıkışmayınca (yahut daralmayınca) Hızır yetişmez”, “Hızır gibi
yetişti” ve benzeri atasözü ve deyimler, hep bu halk inancının bir ifadesidir.
(s. 103)
Hızır’ın bu fonksiyonunun, özellikle
yolculukların güç şartlarda cereyan ettiği eski devirlerde, yolculara yardımcı
olmak, yol göstermek şeklinde de ortaya çıktığı görülür. Halk hikâyelerinde ve
masallarda Hızır yolunu kaybeden kahramanlara yol gösterir ve onları çeşitli
tehlikelerden korur. Nitekim Hızır’ın belli başlı bir vasfı, dikkat edilirse,
kendisinin de yeryüzünde sık sık seyahat etmekte bulunmasıdır. (s. 106)
Anadolu Türk halk inançlarında Hızır’ın
üstlendiği ikinci görev, iyiliksever, temiz ahlâklı ve dürüst insanları
mükâfatlandırıp kötü huyluları cezâlandırmaktır.
Hızır’ın denemek istediği insanlara çoğu defa
çirkin, iğrenç kaba saba ve bazen da fakir kişiler kılığında görünüp onlardan
çeşitli isteklerde bulunduğu farkedilir. Bu istekleri güzellikle yerine
getirenler, en kısa zamanda mükâfatını elde ederler; aksilik veya kötülükle
karşılık verenler ise, çeşitli zararlara ve felâketlere uğrarlar. Çoğu kere
kötü muamele ettikleri kişinin Hızır olduğunu anlayıp pişman olurlarsa da,
artık iş işten geçmiştir. (s. 110)
Kızılbaş inançları misafiri Hızır’la, Hızır'ı
da Hz. Ali’yle özdeşleştirmiştir. Misafir sanki Hz. Ali imiş gibi itibar
görecek, memnun edilecektir. Bu bakımdan Bektaşî babalarına verilen
icâzetnâmelerde “âyende ve revendeye it’âm-ı taâm” (gelip gidenlere yemek
yedirme) şartı konmuştur. Eskiden Bektaşî ve Kızılbaşlar’da her evde ve tekkede
“gâib erenler” hissesi olarak bir miktar yiyecek ayrılıyordu; misafir gelirse
ona çıkarılır, gelmezse bir fakire verilirdi. (s. 111)
Türk halk inançlarında Hızır’ın karakteristik
vasıflarından birisi de, bereket ve bolluk kavramıyla çok sıkı bir şekilde
alâkadar görülmesidir. Bu yüzden halk arasında bolluk söz konusu yapıldığında
“Hızır uğramış” yahut “Hızır'ın eli değmiş” gibi deyimler kullanılır.
Yukardaki örneklerde geçtiği üzere Hızır,
zaman zaman hoş olmayan kılıklarda insanlara görünerek onlardan bir hizmet
istemekte veya yiyecek, içecek ve sadaka dilenmektedir, işte böyle durumlarda
kendisini güler yüzle karşılayıp isteğini yerine getirenleri ve özellikle bu
arada fakir insanları servete kavuşturur, mevki sahibi yapar yahut ne
dilerlerse onu gerçekleştirir. Kendisine sadaka ve yiyecek verenlerin
keselerine ve erzaklarına sürekli artma, hiç eksilmeme hassası vermektedir.
Ancak bu hassanın devam edebilmesi için, bu kişilerin bu işi Hızır’ın yaptığını
kimseye söylememeleri gerekir. (s. 112)
Türk halk inanışı Hızır’ı bir peygamber
olarak kabuletmektedir. Her ne kadar gösterdiği özellikler bir peygamber
portresinden çok değişik olsa da, Hızır Peygamber, Hızır Nebi ve Hızır
Aleyhisselâm denilmesi bunu göstermektedir. Hızır’ın Âb-ı Hayat’tan içtiği için
kıyâmete kadar yaşayacağı, sık sık yeryüzünde kendini tanıtmadan, değişik kılık
ve fizik görünümlerde insanlar içine karıştığı inancının çok yaygın olduğu
müşahede edilir. (s. 115)
Hızır genellikle dilenci, fakir derviş veya
aksakallı, nur yüzlü bir ihtiyar kılığında dolaşır. Kendini tanıtmadığı zaman,
onu teşhis etmek mümkün değildir. Ancak tanımak için bazı alâmetler mevcut
olduğuna inanılır. Meselâ şahadet parmağıyla orta parmağı aynı boydadır;
parmaklarından biri kemiksizdir.
Deryâlar üstünde Boz atlı Hızır
Benli Boz'a binmiş o da geliyor (Karacaoğlan,
C. Öztelli, s. 349) (s. 116)
Hattâ bunun bir benzerini eski Çin dinî
inançlarında dahi bulmak mümkün oluyor. Taoizm’de Chang Kııo-Lao adında bir
ilâh tasavvur edilmektedir. Bu ilâh, ihtiyar bir adam kılığındadır. (s. 117)
Türk destan, hikâye ve masal kahramanları
daima atla beraber düşünülmüşler, onsuz yarım sayılmışlardır. (s. 118)
Boz ve kır atların bu derece makbul
sayılmalarında, yukarda belirtildiği üzere şamanist inançların büyük etkisi
olmalıdır. Şamanizm’de şamanların üstüne binerek Gök Tanrı’yla konuşmaya
gittikleri atlar hep bozdur; kurbanlık atlar içinde de en makbulü boz yahut kır
olanıdır. Bu büyük önem dolayısıyla, kahramanların atlarına Türk inançlarında
ölüm lâyık görülmemiştir. Hz. Ali’nin Düldülü gibi, Şah İsmail’in Kamer Tay’ı,
Köroğlu’nun Kırat’ı, Baba İlyas’ın Boz’u hep ölümsüzdürler.
Kır atların uğurlu olduklarına dair
Anadolu'da bir kısım inançlara rastlıyoruz. Bunlardan birine göre, herhangi bir
kimse güneş doğmadan kır ata binip bir dereden yedi defa geçerse, ona
kesinlikle büyü tesir etmez. Genel olarak atın uğruna inanıldığı için başka
inançlar da doğmuştur. Meselâ, at evin önünde başı eve doğru bağlanırsa oraya
bereket getirir. Atın nefesi hastalıkları iyi eder. At bulunan eve şeytan
girmez vs.. Aynı inançtan hareketle, nazardan korunmak için bazı evlerin
çatısına at kafası iskeleti asıldığı da sık rastlanan manzaralardandır. (s.
119)
Hızır’ın elindeki mızrak (çıda, nîze) ise,
onun savaşlara katılıp müslüman askerlerine yardım ettiği inancının bir
neticesi olarak cengâverlik cephesini temsil etmektedir denebilir. (s. 120)
Şol Hızır’la şol İlyas Âb-ı Hayat içdiler
Bu birkaç gün içinde bunlar ölesi beğil
(Yunus Emre, Divan, Gölpınarlı, s. 80) (s. 121)
…efsâne ve menkabelere bakıldığında bu vazife
taksiminin her zaman sabit kalmadığı, ara sıra da olsa yer değiştirdiği, yani
Hızır’ın karada, Îlyas’ın denizlerde hizmet yaptığı göze çarpmaktadır. Ancak
çoğu zaman Hızır su unsuruyla alâkalı görülmüştür.
Zerdüştîlik bu taksime uygun bir sistem
ihtiva ediyor. Bilindiği gibi Zerdüştîlik’te asıl büyük ilâh Ahuramazda’dan
başka, onu çevreleyen bazı tâli ilâhlar bulunmaktadır. Bunlardan Haurvatât
“Suların hâkimi”, Amoratât ise “karaların ve üzerindekilerin ilâhı” olup
ölümsüzlük timsali sayılmaktadır. (s. 123)
Lâdik: Samsun’un kazası olan bu kasabada yine
bir Hızırlık Ziyâretinden Evliyâ Çelebi bahsediyor. (s. 133)
Hans Dernschwam, Busbecq ve Paul Rycaut’nun
müşahedeleri…
Bunlardan ilk ikisi, Çorum-Mecidözü
arasındaki Elvan Çelebi Tekkesi’nde Hızır-Îlyas (Chederle)’m menkabeleri diye
Saint Georges’unkileri dinlemişler ve şaşırıp kalmışlar, sonunda bu iki kişinin
aynı olması lâzım geldiği hususunda karar kılmışlardır. Rycaut ise, Mısır’da
bir Mevlevi tekkesinde kendisine anlatılan Hızır-Îlyas menkabelerini
dinledikten sonra “Bunun Saint Georges olması gerekir” demektedir. O, tekkedeki
dervişlerin, Hızır’ın atı diye Saint Georges’in atını takdis ettiklerini, atın
ölümsüz olduğuna inandıklarını yazıyor. (s. 135)
İster gerçekten yaşamış, ister hayâli,
isterse eski bir Hitit tanrısının Hıristiyanlaştırılmış şekli olsun, Aya Yorgi
veya Saint Georges, uzun asırlar boyu Anadolu’da da takdis edilmiş biridir.
Türkler Anadolu’ya geldiği zaman, benzer yönlerinden dolayı Hızır’la
özdeşleştirilmiş ve her ikisinin menkabeleri birbirine maledilerek halk hâfızasına
yerleşmiştir. (s. 137-138)
Meselâ bugün Hatay gibi Orta Anadolu’dan
hayli uzak bir bölgede bile, Saint Georges’un bu meşhur menkabesi, bir Hızır
efsânesi biçiminde yaşamaktadır. Bu efsâneye göre, bundan binlerce yıl evvel
Samandağı’nın Hıdır Bey köyünde bir hayat suyu varmış. Bunu bir ejderha
beklermiş. Bu sudan alabilmek için her yıl ona bir genç kız vermek
gerekiyormuş. Bir gün sıra kralın kızına gelmiş. Kız bağlanıp bir yere
bırakılmış. Tam ejderha geldiği sırada, çobanın biri mızrağını çekerek saplamış
ve onu öldürmüş. Böylece kızı kurtarmış, köylüler dc suya kavuşmuşlar. Çoban
kralın kızıyla evlenmiş. Halk çobana Hıdır Bey adını vermiş. Yere saplanan
mızrağı ulu bir ağaç olmuş; köye de onun adını vermişler. (s. 138)
Mezopotamya, Anadolu, İran, Yunanistan ve
hattâ bütün Doğu Akdeniz çevresi memleketlerinde bazı tanrılar adına, bahar
yahut yazın gelişiyle alâkalı bir takım âyin ve merasimlerin yapıldığı müşahede
edilmektedir. Bu âyinlerden en eskilerinden birinin, M.Ö. III. binin sonlarında
Mezopotamya’da Ur şehrinde yapıldığını anlatan belgeler hâlen mevcuttur. Söz
konusu âyin, kış mevsiminin nihâyetinde, Mezopotamya ovasını sulayarak etrafını
yeşilliğe boğan Fırat ve Dicle- nin canlandırıcı gücünü temsil eden Tammuz
ilâhı adına yapılıyordu. Dumuzi diye de bilinen bu ilâhın, baharın gelişiyle
yeniden canlanışı ve etrafına bolluk bereket saçışını kutlamak için büyük
merasimlerin icrâ edildiğini, zikredilen belgelerde tefsilatıyla buluyoruz. (s.
142)
Öte yandan Sâsânîler devri İran’ında benzer
mâhiyetteki tanrılara yine benzer mâhiyette merasimlerin yapıldığı görülüyor.
Zerdüştîlik’teki talî ilâhlar arasında bilhassa ikisi, Tammuz gibi hem su hem
de yeşillik unsuruyla sıkı sıkıya bağlı bulunmaktadır. Bunlar, daha ünce de söz
konusu edilen Haurvatât ve Amoratât idi. İşte bahar mevsiminin başlangıcında
İran’da yapılan merasimler bunlarla ilgiliydi. İran’da hâlen Nevruz adıyla 21
Mart’tan itibaren yeni yıl merasimlerinin buradan doğduğu mâlumdur. (s. 143)
Hıdrellez’in kutlama tarihi olan 6 Mayıs (23
Nisan) gününün nereden kaynaklandığı sorusu hatıra gelmektedir. Mâdemki Türkler
Mâverâünnehr’den beri Hızır ve İlyas’ın birleştiği günü kutlamakta ve eskiden
beri yaz başlangıcı âyinlerini uygulamaktadırlar; üstelik bu âyinler Mart,
Nisan ve Mayıs gibi muhtelif zamanlara rastlamaktadır; o halde bu 6 Mayıs
tarihi nasıl benimsenmiştir? (s. 146)
A. Gökalp’e göre Hıdrellez, bizim yukarda da
belirtmeye çalıştığımız gibi, hicri takvim sisteminden tamamen farklı bir
takvimi yansıtmaktadır. 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gece, güneşin Ülker
burcuna girdiği bir zaman parçası olup, bu tarihten itibaren 7-8 Kasım'a kadar
artık Ülker burcunu güneşin batışından sonra görmek mümkün değildir. Bu
tarihten sonra ise, Hıdrellez’e kadar güneş battıktan kısa bir süre sonra
görülür. Bu sûretle yılın astronomik olarak ve tabiata uygun bir şekilde yaz ve
kış olarak iki ana mevsime bölündüğü görülür. Yani 8 Kasım gerçek anlamda ve
bütün özellikleriyle kışın başlangıç talihi olduğu gibi, 6 Mayıs’a tasadüf eden
Hıdrellez de, gerçek anamda yazın başlangıç tarihi olmaktadır. (s. 147)
Makedonya’da yaşayan Türkler’in de, Edirlez
veya Ederlez dedikleri Hıdrellez’i aşağı yukarı aynı biçimde kutladıkları
görülmektedir. Muhtelif mesire yerlerine gidilerek yeşillikler üzerinde
beraberce yiyip içip çeşitli eğlenceler düzenlenmekte, aynısını Anadolu’da
gördüğümüz Martifal, Mantifâl yahut Martaval denilen tâli’ ve kısmet falına
bakılmaktadır. (s. 149)
Kutlama hazırlıkları
Memleketimizde, Hıdrellez yaklaştığı zaman
çoğu evlerde, zengin fakir, kendi çapında bir takım hazırlıkların yapıldığı ilk
dikkati çeken hususlardandır. Günümüzde büyük şehirlerde çok az mabette olmakla
beraber, genellikle kasaba ve köylerde Hıdrellez’e hazırlık göze çarpar. Bu
hazırlıklar, evin temizliği, üst baş temizliği, giyim kuşam ve yiyecek içecek
konularıyla ilgilidir. Herkes evinin içini, bahçesini en ufak yerine varıncaya
kadar temizlemek zorundadır; çünkü Hıdrellez günü Hızır Aleyhisselâm’ın evlere
ziyâretlerde bulunacağına inanılmaktadır. Evler temiz olmazsa uğramaz. Bazı
yerlerde her taraf yeni baştan badana edilmektedir. Aile reisleri kendilerine,
çoluk çocuklarına yeni elbiseler, ayakkabılar, çoraplar alırlar. Bazı yörelerde
elbiselerin beyaz renkli olmasının tercih edildiği, zira Hızır’ın beyaz
giydiğine inanıldığı görülüyor. Bazı yerlerde ise renk tercihine rastlanmıyor.
(s. 151)
Kutlama yerleri
Hemen hemen istisnasız olarak Anadolu’nun her
tarafında Hıdrellez merasimleri şehir, kasaba ve köylerin yakınındaki ağaçlık
ve yeşillik yerlerde yapılır. Bu gibi yerlerde çoğu zaman dere, göl veya su
kaynakları mevcuttur. Hattâ bazı hallerde toplantının merkezi, buralardaki bir
türbenin yanıdır. Anadolu’da bir kısım şehir ve kasabalarda bütün bu vasıfları
taşıyan, daha önce bahsi geçen Hıdırlık (Hızırlık) mevkileri bulunmaktadır. (s.
152)
Şifa ve sağlık talebine yönelik inanç ve
âdetler
Bu konudaki yaygın âdetlerden biri, Hıdrellez’de
kuzu eti, yahut kuzu etiyle pişmiş yemek yemektir. Çünkü Hıdrellez günü bütün
canlıların, bitkilerin ağaçların yepyeni bir hayata kavuşacağı, dolayısıyla
Hızır’ın gezdiği, ayağını bastığı yerlerde yayılan kuzuların etinin, insanlara
şifa, sağlık ve canlılık bahşedeceği söz konusudur. Bu yüzden, Trabzon, Yozgat,
Balıkesir, Erzurum, Diyarbakır ve daha bazı yörelerde mutlaka bir kuzu satın
alarak ailece ve dostlarla yemek, vazgeçilmez bir gelenek halinde eskiden beri
devam edip gitmektedir.
Bergama, Balıkesir ve Tekirdağ gibi
bölgelerde, Hıdrellez günü kırlardan toplanan çiçeklerin kaynatılarak suyunu
içmek bütün hastalıklara şifa sayılmakta, bu sudan kırk gün boyunca güneş
doğmadan göze sürmenin, gençlik, güzellik ve zindelik vereceğine inanılmaktadır.
Yine kırlardan toplanan yenilebilir otlarla yapılan çörek ve bazlamaların, her
derde deva olduğu; Hıdrellez gecesinde bütün sulara nur yağdığı için, o gece
suya girenlerin her hastalığa karşı bağışıklık kazanacağı da kabul edilmektedir.
(s. 153)
Hem şifa ve sağlık kazanmak, hem de nazardan
korunmak maksadıyla pek yaygın bir şekilde uygulanan bir âdet de, Hıdrellez
günü ateş üzerinden atlamaktır. Evlerdeki eski eşyalar ve çalı çırpıdan yakılan
ateşler üzerinden bir takım tekerlemeler ve dualarla bir kaç kere atlanır.
Hattâ hastalar bile yardım edilerek bu ateşin üzerinden atlatılır. Bazı
yerlerde ateşin külünden alınarak alınlara sürülür. Bazı yörelerde Hıdrellez
günü yakılan bu ateşlere Hıdrellez Ateşi denmektedir. Bu sûretle yıl boyunca
hastalığa yakalanılmayacağına, yakalananların şifa bulacaklarına ve nazara
uğranılmayacağına inanılmaktadır. (s. 154)
Genellikle her yörede Hıdrellez gecesi (5
Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gece) Hızır’ın yeryüzünde gezindiği ve dokunduğu yerlere
feyiz ve bereket bahşedeceği inancı çok yaygındır. Bu sebeple evlerdeki
yiyecek, içecek para, mal, mülk ne varsa, bunların bereketlenip çoğalması için
bazı yollara başvurulur. Meselâ yiyecek ve içecek kaplarının, erzak
ambarlarının, para keseleri ve cüzdanlarının ağızları açık bırakılır. (s.
154-155)
Samsun havalisinde ise, Hıdrellez sabahı
sahile gidilerek denizde kırk dalgadan bir kaba su doldurulmakta, bu sudan evin
her köşesine serpilmektedir. Böyle yapılırsa o yılın uğuru kazanılmış olacaktır.
(s. 156)
Bu mevzûda en çok başvurulan usûllerden biri
de bütün niyet ve talepleri su vasıtasıyla Hızır’a ulaştırmaktır. Herkes
istediği, hayatta kavuşmayı arzuladığı şeyleri bir kâğıda dilekçe biçiminde
yazar. Sonra bulunduğu yere göre, bir akarsuya, denize veya göle bırakır. Hattâ
bazı sahil mıntıkalarında, baha çabuk ulaşsın diye kayıklarla denize açılıp
kâğıtlar denize serpilmektedir. Bu suretle bu dilekçelerin Hızır’ın eline
geçeceğine ve bildirilen isteklerin gerçekleşeceğine inanılmaktadır.
Mantıfar
5 Mayıs günü öğleden sonra, büyücek bir
çömlek genç kızlar tarafından kapı kapı dolaştırılır. Geleceğe yönelik niyet
tutmak, tâli’ ve kısmet açtırmak isteyen genç kız ve kadınlardan yüzük, küpe
vb. eşyâlarını çömleğe atmaları istenir. Sonra çömlek ağzına kadar temiz su ile
doldurulur. Bazı yerlerde çömleğin içine çiçek ve yeşillik de atılır veya ağzı
bezle kapatıldıktan sonra bunlar üzerine konur. Daha sonra bu çömlek bir gül
ağacı dibine yerleştirilir. İnanışa göre o gece Hızır Aleyhisselâm oraya
uğrayacak ve herkesin niyetinin karşılığını verecektir. (s. 157)
1. Hıdrellez
günü ve gecesi havada hiç bulut bulunmaz.
2. Hıdrellez
günü güneş doğmadan yataktan kalkmayanın işleri ters gider yahut hastalanır.
3. Hıdrellez
günü işe gidilmez, uğursuzluk olur.
4. Hıdrellez
günü salıncakta sallanmayanın beli ağrır.
5. Hıdrellez
günü demir tutmak uğursuzluk getirir.
6. Hıdrellez’de
meyve vermeyen ağaçlar balta ile korkutulursa, meyve verir.
7. Hıdrellez’de
ev işi gören hâmile kadınların çocukları sakat doğar.
Kızılbaş zümrelerinin Hıdrellez’den başka,
onun kadar tanınmamasına rağmen, asıl önemli bir dînî bayramları daha vardır ki
buna genellikle Nebî Bayramı veya Hızır (Hıdır) Nebî Bayramı denmektedir. Bu
bazılarınca Hıdrellez’le karıştırılmaktadır. Hıdrellez’in kutlama tarihi 6
Mayıs olmasına rağmen, bu beriki çok daha erken bir tarihte kutlanır ve onların
üç önemli bayramlarından biridir.
Bu Nebî Bayramı, İranlıların Nevruz’undan
altı hafta evveline, yani Şubat ayının ortalarına rastlamakta olup, bunun eski
On iki Hayvanlı Türk Takvimi’ndeki yılbaşıyla aynı olduğu, dolayısıyla bu
bayramın aslında eski Türkler’in yeni yıl bayramı olduğu gösterilmiştir. Aynı
bayramın Azerbaycan Türkleri’nde Hıdır Nebî Bayramı, İran’da Ehl-i Hak
zümreleri arasında da Zât -ı Mutlak (Hz. Ali) şerefine Îd-i Ali Haydar adıyla
kutlandığı görülür. Tebriz yöresindeki Çihilten yahut Kırklar denilen Kızılbaş
zümrelerin de yine bu Hızır Nebî Bayramını kutladıkları bilinmektedir. (s. 160)
Dede Korkut Kitabı’nda Hızır’ın, bir fitne
sonucu babasıyla arası açılarak onun tarafından kılıçla yaralanan Buğaç’ı
iyileştirdiği görülür. (s. 194)
Sır Saklamayan Padişah Kızı'nda, istemeden
kocasının felâketine sebep olan padişah kızı, Hızır’ın öğütleriyle tekrar
kocasına kavuşur (Sakaoğlu, Gümüşhane Masalları, s. 401 -402). (s. 202)
Sonuç
Hızır denilen insanüstü bir varlık etrafında
meydana gelmiş bulunan bu kült esasta, Türkler’in ve diğer İslâm milletlerinin
yayıldığı geniş bir coğrafyada ve tarihî süreç içinde çok çeşitli kültür ve
inanç sistemlerinin katkılarıyla müslüman kültürü çerçevesinde teşekkül
ettirilen bir syncretisme’dir.
Hızır yahut Hızır-İlyas kültünün yüzyıllardan
beri bu derece yaygın ve canlı kalabilmesinin temelinde hiç şüphesiz, yayıldığı
her yerde eskiden mevcut uygun inanç ve gelenekleri, âdet ve merâsimleri kendi
bünyesine maledebilmesi, başka bir deyişle, o yerin özelliklerine uyabilmesi
gerçeği yatmaktadır. Bu husus, ilgili bölümlerde bütün- açıklığıyla
görülebilecek durumdadır. (s. 211)
---
Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü
Ankara, 1989
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder