2 Kasım 2017 Perşembe

Ahmet Yaşar Ocak - İslam-Türk İnançlarında Hızır yahut Hızır-İlyas Kültü

Ahmet Yaşar Ocak - İslam-Türk İnançlarında Hızır yahut Hızır-İlyas Kültü


Önsöz
İslâmiyet’in kabulünden beri bu kült, Türk halk inançları arasında müstesna bir yer işgal etmiş; etrafında hayli zengin bir inanç ve gelenekler manzumesi ve edebiyat meydana gelmiş, yüzyıllardan beri de canlılığından hiç bir şey kaybetmemiştir. Bugün Müslüman Türkler’in büyük bir kısmında bu kült hâlâ geçerliliğini korumaktadır.
Ayrıca, gerek eski devirlerde, gerekse günümüzde, tasavvufta Hızır’ın fevkalâde mühim bir yeri olduğu, tasavvufun ana metodu olan irşad müessesesiyle doğrudan ilgili bulunduğu görülmektedir. (s. 7)

Birinci bölümde, ana kaynaklara dayanarak İslâm ilâhiyatında Hızır veya Hızır-İlyas konusuna dair mevcut bilgilerin bir tahlil ve terkip denemesi yapılmış, böylece meselenin nasıl bir temele oturduğu belirlenmek istenmiştir. İkinci bölümde, tasavvufta ve tasavvuf tarihinde meselenin mâhiyet ve öneminin incelenmesine çalışılmış, yine belli başlı kaynaklardan yola çıkılarak bir tasvir ve tahlil yolu tutulmuştur. Üçüncü bölümde, kültün yaşayan halk geleneklerindeki durumu, dördüncü bölümde ise, merkez Anadolu olmak üzere kültle ilgili muhtelif merasimler incelenmek istenmiştir. Nihayet beşinci ve son bölümde ise, bahis konusu kültün, Türk edebiyatının muhtelif mahsullerine yansıyışı ortaya konulmaya gayret edilmiştir. (s. 10)

Hızır meselesi, özellikle Kur’an-ı Kerîm’deki Hz. Musa ve Hızır kıssasında bu ikisi arasındaki münasebetin cereyan tarzı, Hızır’ın Hz. Musa karşısındaki öğreticilik hüviyeti ve âdeta bir mürşid durumunda bulunuşu dolayısıyla daha ilk başlardan beri mutasavvıfları yakından ilgilendirmiştir. (s. 33)

Mesele hakkında en canlı ve en ilgi çekici bilgilerden bir kısmı da, Muhyi’d-Dîn b. el-Arabî’nin ünlü el-Fütûhâtu'l-Mekkiyye adındaki kitabında bulunur. (s. 34)

Hz. Musa’nın bu yolculuğa çıkarken yanına aldığı ve Kur’an-ı Kerîm’de sâdece fetâ (gene) diye sözü geçen zatın adının da Yûşa’b. Nûn olduğunu yine hadîslerden öğreniyoruz. Ayrıca en önemlisi, Hızır’ın nasıl biri olduğunu anlatan ipuçlarının hadîslerde bulunmasıdır. Bunlarda belirtildiğine göre, Hz. Musa ve arkadaşı, Hızır’la buluşacakları yerin daha önce uğradıkları kaya olduğunu anlayıp geri döndüklerinde, orada örtüye sarınmış yatan bir adam görmüşlerdir. İşte bu Hızır’dır. Hz. Musa ona selâm verip kendisini tanıtır ve ilim öğrenmek istediğini, bu konuda yardımcı olmasını bildirir.
Hz. Musa’ya ilim öğretecek bu esrârengiz şahsın niçin Hızır (yahut hadîs metinlerinde geçtiği üzere el-Hadır) lâkabıyla anıldığı da hadîslerde açıklanıyor: Buhârî’deki bir kayda göre, Hz. Musa Hızır’ı gördüğünde o, “Deniz sâhilinde yeşil bir yaygı üzerinde “bulunuyordu. Bir başka hadîste ise, Hz. Muhammed’in aynen şöyle dediği rivâyet olunuyor: “Ona el-Hadır denilmişti; çünkü ortları bozarmış kupkuru bir yere oturduğunda orası derhal yemyeşil oluyor ve otlar dalgalanıyordu.” (s. 48)

…balığın nasıl dirildiğine dair herhangi bir açıklama yoktur. Sâdece Buhârî’de mevcut bir varyantta bu sebebin açıklandığı müşahede ediliyor. Bu hadîse göre, “Hızır’la buluşacakları o kayanın dibinde bir çeşme (ayn) vardı ki, buna “Hayat Çeşmesi (Aynu’l-Hayât)" deniyordu; Hiç bir şey yoktu ki, suyundan isabet etsin de dirilmesin. Balığa da bu sudan isabet etmişti.” (s. 49)

İskender insana ebedî hayat bahşeden bir çeşme olduğunu âlimlerden öğrenir. Bunu aramak için ordusuyla yola çıkar. Yolda çeşitli olaylar sebebiyle askerlerinden ayrılmak zorunda kalır. Yanında sâdece ahçısı (bazı metinlerde bu ahçı Andreas’tır) vardır. Ahçı yemek hazırlamak için bir çeşmeye gider; orada azıkları olan tuzlu balığı yıkamak ister. Fakat balık suya değer değmez canlanır ve suya atlayıp kaybolur. Ahçı bu suyun aranan hayat çeşmesi olduğunu anlayıp bir miktar içer ve geri döner. Başına gelenleri İskender’e anlatır. İskender ahçının tarif ettiği yeri ararsa da bulamaz ve kızarak onu öldürmeye karar verir. Ancak bir türlü öldüremeyince boynuna bir taş bağlayarak denize attırır. Burada ahçı bir deniz cini olur ve ebedî hayatına devam eder. (s. 56)

Ne âyetlerde ne de sahîh hadîslerde Kulun yahut Hızır (el-Hadır)’ın ebedî hayata mazhar biri olduğuna dair en ufak bir îma bile yoktur. Başka bir deyimle, İslâm mitolojisi yahut halk inançlarındaki Hızır’la, kıssadaki Hızır arasında bir münasebet yoktur.
Gılgameş destanındaki su içindeki otun sağladığı ebedî hayat kavramı ve bunun Gılgameş tarafından aranması, olsa olsa İskender efsânesine kaynaklık etmiş olabilir ve bu çok mümkündür. (s. 58)

Hızır, asıl imlâsıyla el-Hadır kelimesi, hemen bütün kaynaklarda bir isim değil, lâkap olarak değerlendirilmiştir. (s. 59)

El-Hadır kelimesinin yine Arapçadaki el-Ahdar (— yeşil, yeşil dal veya yeşilliği çok olan yer) mânasına geldiği görülür. (s. 60)

Adı ve soyu
a)        Belya b. Melkân b. Fâliğ b. Âbir b. Şâleh b. Arfahşad b.
Sâm b. Nuh Aleyhisselâm,
b)        İlyas,
c)         Elyesa’,
d)        Hazrûn b. Amâyil b. en-Ncfr (el-Yefz) b. el-Ays b. Ishak b.
İbrahim Aleyhisselâm,
e)         Ermiyâ b. Halkıyâ (Harkıyâ),
f)         Hazrûn b. Kâbil b. Âdem Aleyhisselâm,
g)        El-Hadır b. Âmiyâ, (s. 62)
h)        El-Hadır l>. Fir’avn
i)         Mummer b. Mâlik b. Abdillah b. Nasr b. Lâzed (s. 63)

Tasavvuf çevrelerinde yazılan kaynaklar Hızır’ı daha çok bir velî, bu çevrelerin dışındakiler ise bir nebî olarak kabullenmişlerdir. (s. 66)

H. Corbin’in naklettiğine göre, Şîîler’in elindeki Hz. Ali’ye izâfe edilen meşhur hutbelerden birinde, yaratılıştan bu yana, yeryüzündeki muhtelif din mensupları arasında Hz. Ali’nin hangi isimler altında göründüğünü anlatan bir parça bulunmaktadır. Bu parçada Hz. Ali hıristiyanlaıa hitaben, “Ben Incil’de adına İlya denilen kişiyim” demektedir. Burada Ali adıyla İlya, daha doğrusu Eli arasındaki benzerlik gözden kaçırılmamalıdır. Çünkü bu suretle Hz. Ali’nin Eli (İlya) olduğuna dikkat çekilerek, Hızır’la İlya’nın aynı kişi olduğu hatırlanırsa, Hz. Ali’nin de Hızır olduğu vurgulanmak istenmiştir. (s. 70)

…El-Kehf sûresinin ikinci hikâyesini teşkil eden Hz. Musa ile Hızır kıssasının tasavvufta ayrı bir yeri ve önemi vardır. Bunun sebebi, kıssanın, tasavvufun iki ana esasını âdeta kendinde temsil etmekte olmasıdır. Bunlardan ilki, irşad yahut mistik yola kılavuzluk, öteki ise, bu irşada konu olan ilm-i ledünnî, yani çalışarak elde edilmesi mümkün olmayan, Allah tarafından bağışlanan vehbî ilimdir. (s. 83)

Müslüman bir kulun Allah’a ulaşması için gerekli büyük, mânevi mücahede ve katedilecek yol meselesi, bilindiği gibi velî ve velayet kavramlarını ortaya çıkarmış, bu yolu aşan kişi velî kabul edilmiştir. Şüphesiz aslında bu kabataslak tarifin anlatabileceğinden çok daha karmaşık bir muhtevâ arzeden velâyet kavramı, belki Peygamber devrinden pek uzak olmayan bir tarihte ilk muhtevasını kazanmaya başlayarak zamanla gelişme kaydetti. Bu gelişmenin, esas olarak İslâmî bir zeminden başladığı muhakkak olmakla birlikte, sonradan başka mistik etkilerle meydana geldiğine başka bir yerde işaret olunmuştur. İşte bu etkilerden biri de, velîlerin daha tasavvufun erken bir devrinde, yani IX. yüzyılda -belki de daha evvel- bir mertebeler sistemi içine dahil edilmesiydi. Bir piramidi andıran bu sistemin tepesinde bir devirdeki velîlerin en büyüğü ve kâinatın yöneticisi addedilen kutb bulunuyordu. Ondan sonra ise, giderek sayıları artmak şartıyla imâman, evtad, efrad, abdal, nücebâ vs. adında, kutbun emrinde bulunan diğer velîler yer alıyordu. Hepsi birlikte Gayb Erenleri (Ricâ- lu’l-Gayb) deyimiyle anılan bu sistemin içinde Hızır’ın da yerleştirildiği görülmektedir. Hızır bu sistemde, Abdal'ın reisi (Reîsu’l- Abdal) olarak tanındı, ve Nakîbu’l-Evliyâ (bütün velîlerin nakibi) diye tavsif olundu. Bunun sebebi, Abdal zümresinden olup Hz. Âdem’in karşılığı kabul edilen Abdu’l-Basîr’in, peygamber sayıldığı için Hızır’la bir telâkki edilmesidir.

İşte Hızır’ın velîler sistemi içinde böyle önemli bir mevki alması, ilkönce mutasavvıfların Hızır’la görüşüp sohbet ettiklerini teker teker ortaya atmalarıyla başladı. (s. 84-85)

Hızır tarafından, anlatıldığı şekilde irşad edilerek tasavvuf yoluna sokulan mutasavvıfların, tasavvuf tarihinde Üveysiler denilen seçkinler zümresinden bir kısmını oluşturduklarını bilmekteyiz. (s. 91)

Hızır’ın fonksiyonunun kısmen farklı biçimlerde olsa bile, Yahudilik ve Hıristiyanlıkta İlya tarafımdan ifa edildiğini görüyoruz. (s. 92)

Yunan kilisesindeki İlya telakkilerinin idealize edilmiş bir İlya kavramı oluşturması gibi, Latin kilisesinde de aynı idealin bir Karmel Rahipleri Tarikatı’nın doğmasına sebep olduğu bilinmektedir. (s. 94)

Tıpkı mutasavvıflara görünerek onlara İlâhî hikmet ve sırları açıklayan Hızır gibi, İlya da zaman zaman Yahudi mistiklerine görünmekte, gizli hikmetleri ve sırları bildirmektedir. Yahûdi mistikleri de mutasavvıflar gibi yollarda ve çöllük yerlerde llya’ya rastladıklarını ve ondan bir takım gerçekleri öğrendiklerini söylemektedirler. Hızır gibi İlya da aniden ortaya çıkmakta, onun gibi bir bedevi kılığında dolaşmaktadır. (s. 100)

Tasavvuftu İlyas'ın da Hızır gibi ebedî hayatta olduğuna inanılır. Hemen hemen bütün mutasavvıflar bunda müttefiktir.
İşte bütün bunlara rağmen, İlyas’ın tasavvufta yeri hiç yok denecek kadar azdır. Bunun sebebi bizce açıktır. Zira tasavvufun ana metodu irşad müessesesi, doğrudan doğruya Hızır’ın şahsiyetine uygun düşmekte, İlyas bunun dışında kalmaktadır. (s. 101)

Özellikle Hızır, bütün ümit ve imkânların tükendiği, çarelerin sona erdiği durumlarda yardıma çağrılan ve çağırıldığında da mutlaka geleceğine inanılan, sonsuz güce sahip semâvî bir kurtarıcıdır. Türkçedeki “Kul sıkışmayınca (yahut daralmayınca) Hızır yetişmez”, “Hızır gibi yetişti” ve benzeri atasözü ve deyimler, hep bu halk inancının bir ifadesidir. (s. 103)

Hızır’ın bu fonksiyonunun, özellikle yolculukların güç şartlarda cereyan ettiği eski devirlerde, yolculara yardımcı olmak, yol göstermek şeklinde de ortaya çıktığı görülür. Halk hikâyelerinde ve masallarda Hızır yolunu kaybeden kahramanlara yol gösterir ve onları çeşitli tehlikelerden korur. Nitekim Hızır’ın belli başlı bir vasfı, dikkat edilirse, kendisinin de yeryüzünde sık sık seyahat etmekte bulunmasıdır. (s. 106)

Anadolu Türk halk inançlarında Hızır’ın üstlendiği ikinci görev, iyiliksever, temiz ahlâklı ve dürüst insanları mükâfatlandırıp kötü huyluları cezâlandırmaktır.
Hızır’ın denemek istediği insanlara çoğu defa çirkin, iğrenç kaba saba ve bazen da fakir kişiler kılığında görünüp onlardan çeşitli isteklerde bulunduğu farkedilir. Bu istekleri güzellikle yerine getirenler, en kısa zamanda mükâfatını elde ederler; aksilik veya kötülükle karşılık verenler ise, çeşitli zararlara ve felâketlere uğrarlar. Çoğu kere kötü muamele ettikleri kişinin Hızır olduğunu anlayıp pişman olurlarsa da, artık iş işten geçmiştir. (s. 110)

Kızılbaş inançları misafiri Hızır’la, Hızır'ı da Hz. Ali’yle özdeşleştirmiştir. Misafir sanki Hz. Ali imiş gibi itibar görecek, memnun edilecektir. Bu bakımdan Bektaşî babalarına verilen icâzetnâmelerde “âyende ve revendeye it’âm-ı taâm” (gelip gidenlere yemek yedirme) şartı konmuştur. Eskiden Bektaşî ve Kızılbaşlar’da her evde ve tekkede “gâib erenler” hissesi olarak bir miktar yiyecek ayrılıyordu; misafir gelirse ona çıkarılır, gelmezse bir fakire verilirdi. (s. 111)

Türk halk inançlarında Hızır’ın karakteristik vasıflarından birisi de, bereket ve bolluk kavramıyla çok sıkı bir şekilde alâkadar görülmesidir. Bu yüzden halk arasında bolluk söz konusu yapıldığında “Hızır uğramış” yahut “Hızır'ın eli değmiş” gibi deyimler kullanılır.
Yukardaki örneklerde geçtiği üzere Hızır, zaman zaman hoş olmayan kılıklarda insanlara görünerek onlardan bir hizmet istemekte veya yiyecek, içecek ve sadaka dilenmektedir, işte böyle durumlarda kendisini güler yüzle karşılayıp isteğini yerine getirenleri ve özellikle bu arada fakir insanları servete kavuşturur, mevki sahibi yapar yahut ne dilerlerse onu gerçekleştirir. Kendisine sadaka ve yiyecek verenlerin keselerine ve erzaklarına sürekli artma, hiç eksilmeme hassası vermektedir. Ancak bu hassanın devam edebilmesi için, bu kişilerin bu işi Hızır’ın yaptığını kimseye söylememeleri gerekir. (s. 112)

Türk halk inanışı Hızır’ı bir peygamber olarak kabuletmektedir. Her ne kadar gösterdiği özellikler bir peygamber portresinden çok değişik olsa da, Hızır Peygamber, Hızır Nebi ve Hızır Aleyhisselâm denilmesi bunu göstermektedir. Hızır’ın Âb-ı Hayat’tan içtiği için kıyâmete kadar yaşayacağı, sık sık yeryüzünde kendini tanıtmadan, değişik kılık ve fizik görünümlerde insanlar içine karıştığı inancının çok yaygın olduğu müşahede edilir. (s. 115)

Hızır genellikle dilenci, fakir derviş veya aksakallı, nur yüzlü bir ihtiyar kılığında dolaşır. Kendini tanıtmadığı zaman, onu teşhis etmek mümkün değildir. Ancak tanımak için bazı alâmetler mevcut olduğuna inanılır. Meselâ şahadet parmağıyla orta parmağı aynı boydadır; parmaklarından biri kemiksizdir.
Deryâlar üstünde Boz atlı Hızır
Benli Boz'a binmiş o da geliyor (Karacaoğlan, C. Öztelli, s. 349) (s. 116)

Hattâ bunun bir benzerini eski Çin dinî inançlarında dahi bulmak mümkün oluyor. Taoizm’de Chang Kııo-Lao adında bir ilâh tasavvur edilmektedir. Bu ilâh, ihtiyar bir adam kılığındadır. (s. 117)

Türk destan, hikâye ve masal kahramanları daima atla beraber düşünülmüşler, onsuz yarım sayılmışlardır. (s. 118)

Boz ve kır atların bu derece makbul sayılmalarında, yukarda belirtildiği üzere şamanist inançların büyük etkisi olmalıdır. Şamanizm’de şamanların üstüne binerek Gök Tanrı’yla konuşmaya gittikleri atlar hep bozdur; kurbanlık atlar içinde de en makbulü boz yahut kır olanıdır. Bu büyük önem dolayısıyla, kahramanların atlarına Türk inançlarında ölüm lâyık görülmemiştir. Hz. Ali’nin Düldülü gibi, Şah İsmail’in Kamer Tay’ı, Köroğlu’nun Kırat’ı, Baba İlyas’ın Boz’u hep ölümsüzdürler.
Kır atların uğurlu olduklarına dair Anadolu'da bir kısım inançlara rastlıyoruz. Bunlardan birine göre, herhangi bir kimse güneş doğmadan kır ata binip bir dereden yedi defa geçerse, ona kesinlikle büyü tesir etmez. Genel olarak atın uğruna inanıldığı için başka inançlar da doğmuştur. Meselâ, at evin önünde başı eve doğru bağlanırsa oraya bereket getirir. Atın nefesi hastalıkları iyi eder. At bulunan eve şeytan girmez vs.. Aynı inançtan hareketle, nazardan korunmak için bazı evlerin çatısına at kafası iskeleti asıldığı da sık rastlanan manzaralardandır. (s. 119)

Hızır’ın elindeki mızrak (çıda, nîze) ise, onun savaşlara katılıp müslüman askerlerine yardım ettiği inancının bir neticesi olarak cengâverlik cephesini temsil etmektedir denebilir. (s. 120)

Şol Hızır’la şol İlyas Âb-ı Hayat içdiler
Bu birkaç gün içinde bunlar ölesi beğil (Yunus Emre, Divan, Gölpınarlı, s. 80) (s. 121)

…efsâne ve menkabelere bakıldığında bu vazife taksiminin her zaman sabit kalmadığı, ara sıra da olsa yer değiştirdiği, yani Hızır’ın karada, Îlyas’ın denizlerde hizmet yaptığı göze çarpmaktadır. Ancak çoğu zaman Hızır su unsuruyla alâkalı görülmüştür.

Zerdüştîlik bu taksime uygun bir sistem ihtiva ediyor. Bilindiği gibi Zerdüştîlik’te asıl büyük ilâh Ahuramazda’dan başka, onu çevreleyen bazı tâli ilâhlar bulunmaktadır. Bunlardan Haurvatât “Suların hâkimi”, Amoratât ise “karaların ve üzerindekilerin ilâhı” olup ölümsüzlük timsali sayılmaktadır. (s. 123)

Lâdik: Samsun’un kazası olan bu kasabada yine bir Hızırlık Ziyâretinden Evliyâ Çelebi bahsediyor. (s. 133)

Hans Dernschwam, Busbecq ve Paul Rycaut’nun müşahedeleri…
Bunlardan ilk ikisi, Çorum-Mecidözü arasındaki Elvan Çelebi Tekkesi’nde Hızır-Îlyas (Chederle)’m menkabeleri diye Saint Georges’unkileri dinlemişler ve şaşırıp kalmışlar, sonunda bu iki kişinin aynı olması lâzım geldiği hususunda karar kılmışlardır. Rycaut ise, Mısır’da bir Mevlevi tekkesinde kendisine anlatılan Hızır-Îlyas menkabelerini dinledikten sonra “Bunun Saint Georges olması gerekir” demektedir. O, tekkedeki dervişlerin, Hızır’ın atı diye Saint Georges’in atını takdis ettiklerini, atın ölümsüz olduğuna inandıklarını yazıyor. (s. 135)

İster gerçekten yaşamış, ister hayâli, isterse eski bir Hitit tanrısının Hıristiyanlaştırılmış şekli olsun, Aya Yorgi veya Saint Georges, uzun asırlar boyu Anadolu’da da takdis edilmiş biridir. Türkler Anadolu’ya geldiği zaman, benzer yönlerinden dolayı Hızır’la özdeşleştirilmiş ve her ikisinin menkabeleri birbirine maledilerek halk hâfızasına yerleşmiştir. (s. 137-138)
Meselâ bugün Hatay gibi Orta Anadolu’dan hayli uzak bir bölgede bile, Saint Georges’un bu meşhur menkabesi, bir Hızır efsânesi biçiminde yaşamaktadır. Bu efsâneye göre, bundan binlerce yıl evvel Samandağı’nın Hıdır Bey köyünde bir hayat suyu varmış. Bunu bir ejderha beklermiş. Bu sudan alabilmek için her yıl ona bir genç kız vermek gerekiyormuş. Bir gün sıra kralın kızına gelmiş. Kız bağlanıp bir yere bırakılmış. Tam ejderha geldiği sırada, çobanın biri mızrağını çekerek saplamış ve onu öldürmüş. Böylece kızı kurtarmış, köylüler dc suya kavuşmuşlar. Çoban kralın kızıyla evlenmiş. Halk çobana Hıdır Bey adını vermiş. Yere saplanan mızrağı ulu bir ağaç olmuş; köye de onun adını vermişler. (s. 138)

Mezopotamya, Anadolu, İran, Yunanistan ve hattâ bütün Doğu Akdeniz çevresi memleketlerinde bazı tanrılar adına, bahar yahut yazın gelişiyle alâkalı bir takım âyin ve merasimlerin yapıldığı müşahede edilmektedir. Bu âyinlerden en eskilerinden birinin, M.Ö. III. binin sonlarında Mezopotamya’da Ur şehrinde yapıldığını anlatan belgeler hâlen mevcuttur. Söz konusu âyin, kış mevsiminin nihâyetinde, Mezopotamya ovasını sulayarak etrafını yeşilliğe boğan Fırat ve Dicle- nin canlandırıcı gücünü temsil eden Tammuz ilâhı adına yapılıyordu. Dumuzi diye de bilinen bu ilâhın, baharın gelişiyle yeniden canlanışı ve etrafına bolluk bereket saçışını kutlamak için büyük merasimlerin icrâ edildiğini, zikredilen belgelerde tefsilatıyla buluyoruz. (s. 142)

Öte yandan Sâsânîler devri İran’ında benzer mâhiyetteki tanrılara yine benzer mâhiyette merasimlerin yapıldığı görülüyor. Zerdüştîlik’teki talî ilâhlar arasında bilhassa ikisi, Tammuz gibi hem su hem de yeşillik unsuruyla sıkı sıkıya bağlı bulunmaktadır. Bunlar, daha ünce de söz konusu edilen Haurvatât ve Amoratât idi. İşte bahar mevsiminin başlangıcında İran’da yapılan merasimler bunlarla ilgiliydi. İran’da hâlen Nevruz adıyla 21 Mart’tan itibaren yeni yıl merasimlerinin buradan doğduğu mâlumdur. (s. 143)

Hıdrellez’in kutlama tarihi olan 6 Mayıs (23 Nisan) gününün nereden kaynaklandığı sorusu hatıra gelmektedir. Mâdemki Türkler Mâverâünnehr’den beri Hızır ve İlyas’ın birleştiği günü kutlamakta ve eskiden beri yaz başlangıcı âyinlerini uygulamaktadırlar; üstelik bu âyinler Mart, Nisan ve Mayıs gibi muhtelif zamanlara rastlamaktadır; o halde bu 6 Mayıs tarihi nasıl benimsenmiştir? (s. 146)

A. Gökalp’e göre Hıdrellez, bizim yukarda da belirtmeye çalıştığımız gibi, hicri takvim sisteminden tamamen farklı bir takvimi yansıtmaktadır. 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gece, güneşin Ülker burcuna girdiği bir zaman parçası olup, bu tarihten itibaren 7-8 Kasım'a kadar artık Ülker burcunu güneşin batışından sonra görmek mümkün değildir. Bu tarihten sonra ise, Hıdrellez’e kadar güneş battıktan kısa bir süre sonra görülür. Bu sûretle yılın astronomik olarak ve tabiata uygun bir şekilde yaz ve kış olarak iki ana mevsime bölündüğü görülür. Yani 8 Kasım gerçek anlamda ve bütün özellikleriyle kışın başlangıç talihi olduğu gibi, 6 Mayıs’a tasadüf eden Hıdrellez de, gerçek anamda yazın başlangıç tarihi olmaktadır. (s. 147)

Makedonya’da yaşayan Türkler’in de, Edirlez veya Ederlez dedikleri Hıdrellez’i aşağı yukarı aynı biçimde kutladıkları görülmektedir. Muhtelif mesire yerlerine gidilerek yeşillikler üzerinde beraberce yiyip içip çeşitli eğlenceler düzenlenmekte, aynısını Anadolu’da gördüğümüz Martifal, Mantifâl yahut Martaval denilen tâli’ ve kısmet falına bakılmaktadır. (s. 149)

Kutlama hazırlıkları
Memleketimizde, Hıdrellez yaklaştığı zaman çoğu evlerde, zengin fakir, kendi çapında bir takım hazırlıkların yapıldığı ilk dikkati çeken hususlardandır. Günümüzde büyük şehirlerde çok az mabette olmakla beraber, genellikle kasaba ve köylerde Hıdrellez’e hazırlık göze çarpar. Bu hazırlıklar, evin temizliği, üst baş temizliği, giyim kuşam ve yiyecek içecek konularıyla ilgilidir. Herkes evinin içini, bahçesini en ufak yerine varıncaya kadar temizlemek zorundadır; çünkü Hıdrellez günü Hızır Aleyhisselâm’ın evlere ziyâretlerde bulunacağına inanılmaktadır. Evler temiz olmazsa uğramaz. Bazı yerlerde her taraf yeni baştan badana edilmektedir. Aile reisleri kendilerine, çoluk çocuklarına yeni elbiseler, ayakkabılar, çoraplar alırlar. Bazı yörelerde elbiselerin beyaz renkli olmasının tercih edildiği, zira Hızır’ın beyaz giydiğine inanıldığı görülüyor. Bazı yerlerde ise renk tercihine rastlanmıyor. (s. 151)

Kutlama yerleri
Hemen hemen istisnasız olarak Anadolu’nun her tarafında Hıdrellez merasimleri şehir, kasaba ve köylerin yakınındaki ağaçlık ve yeşillik yerlerde yapılır. Bu gibi yerlerde çoğu zaman dere, göl veya su kaynakları mevcuttur. Hattâ bazı hallerde toplantının merkezi, buralardaki bir türbenin yanıdır. Anadolu’da bir kısım şehir ve kasabalarda bütün bu vasıfları taşıyan, daha önce bahsi geçen Hıdırlık (Hızırlık) mevkileri bulunmaktadır. (s. 152)

Şifa ve sağlık talebine yönelik inanç ve âdetler
Bu konudaki yaygın âdetlerden biri, Hıdrellez’de kuzu eti, yahut kuzu etiyle pişmiş yemek yemektir. Çünkü Hıdrellez günü bütün canlıların, bitkilerin ağaçların yepyeni bir hayata kavuşacağı, dolayısıyla Hızır’ın gezdiği, ayağını bastığı yerlerde yayılan kuzuların etinin, insanlara şifa, sağlık ve canlılık bahşedeceği söz konusudur. Bu yüzden, Trabzon, Yozgat, Balıkesir, Erzurum, Diyarbakır ve daha bazı yörelerde mutlaka bir kuzu satın alarak ailece ve dostlarla yemek, vazgeçilmez bir gelenek halinde eskiden beri devam edip gitmektedir.

Bergama, Balıkesir ve Tekirdağ gibi bölgelerde, Hıdrellez günü kırlardan toplanan çiçeklerin kaynatılarak suyunu içmek bütün hastalıklara şifa sayılmakta, bu sudan kırk gün boyunca güneş doğmadan göze sürmenin, gençlik, güzellik ve zindelik vereceğine inanılmaktadır. Yine kırlardan toplanan yenilebilir otlarla yapılan çörek ve bazlamaların, her derde deva olduğu; Hıdrellez gecesinde bütün sulara nur yağdığı için, o gece suya girenlerin her hastalığa karşı bağışıklık kazanacağı da kabul edilmektedir. (s. 153)

Hem şifa ve sağlık kazanmak, hem de nazardan korunmak maksadıyla pek yaygın bir şekilde uygulanan bir âdet de, Hıdrellez günü ateş üzerinden atlamaktır. Evlerdeki eski eşyalar ve çalı çırpıdan yakılan ateşler üzerinden bir takım tekerlemeler ve dualarla bir kaç kere atlanır. Hattâ hastalar bile yardım edilerek bu ateşin üzerinden atlatılır. Bazı yerlerde ateşin külünden alınarak alınlara sürülür. Bazı yörelerde Hıdrellez günü yakılan bu ateşlere Hıdrellez Ateşi denmektedir. Bu sûretle yıl boyunca hastalığa yakalanılmayacağına, yakalananların şifa bulacaklarına ve nazara uğranılmayacağına inanılmaktadır. (s. 154)

Genellikle her yörede Hıdrellez gecesi (5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gece) Hızır’ın yeryüzünde gezindiği ve dokunduğu yerlere feyiz ve bereket bahşedeceği inancı çok yaygındır. Bu sebeple evlerdeki yiyecek, içecek para, mal, mülk ne varsa, bunların bereketlenip çoğalması için bazı yollara başvurulur. Meselâ yiyecek ve içecek kaplarının, erzak ambarlarının, para keseleri ve cüzdanlarının ağızları açık bırakılır. (s. 154-155)

Samsun havalisinde ise, Hıdrellez sabahı sahile gidilerek denizde kırk dalgadan bir kaba su doldurulmakta, bu sudan evin her köşesine serpilmektedir. Böyle yapılırsa o yılın uğuru kazanılmış olacaktır. (s. 156)

Bu mevzûda en çok başvurulan usûllerden biri de bütün niyet ve talepleri su vasıtasıyla Hızır’a ulaştırmaktır. Herkes istediği, hayatta kavuşmayı arzuladığı şeyleri bir kâğıda dilekçe biçiminde yazar. Sonra bulunduğu yere göre, bir akarsuya, denize veya göle bırakır. Hattâ bazı sahil mıntıkalarında, baha çabuk ulaşsın diye kayıklarla denize açılıp kâğıtlar denize serpilmektedir. Bu suretle bu dilekçelerin Hızır’ın eline geçeceğine ve bildirilen isteklerin gerçekleşeceğine inanılmaktadır.

Mantıfar
5 Mayıs günü öğleden sonra, büyücek bir çömlek genç kızlar tarafından kapı kapı dolaştırılır. Geleceğe yönelik niyet tutmak, tâli’ ve kısmet açtırmak isteyen genç kız ve kadınlardan yüzük, küpe vb. eşyâlarını çömleğe atmaları istenir. Sonra çömlek ağzına kadar temiz su ile doldurulur. Bazı yerlerde çömleğin içine çiçek ve yeşillik de atılır veya ağzı bezle kapatıldıktan sonra bunlar üzerine konur. Daha sonra bu çömlek bir gül ağacı dibine yerleştirilir. İnanışa göre o gece Hızır Aleyhisselâm oraya uğrayacak ve herkesin niyetinin karşılığını verecektir. (s. 157)

1.         Hıdrellez günü ve gecesi havada hiç bulut bulunmaz.
2.         Hıdrellez günü güneş doğmadan yataktan kalkmayanın işleri ters gider yahut hastalanır.
3.         Hıdrellez günü işe gidilmez, uğursuzluk olur.
4.         Hıdrellez günü salıncakta sallanmayanın beli ağrır.
5.         Hıdrellez günü demir tutmak uğursuzluk getirir.
6.         Hıdrellez’de meyve vermeyen ağaçlar balta ile korkutulursa, meyve verir.
7.         Hıdrellez’de ev işi gören hâmile kadınların çocukları sakat doğar.

Kızılbaş zümrelerinin Hıdrellez’den başka, onun kadar tanınmamasına rağmen, asıl önemli bir dînî bayramları daha vardır ki buna genellikle Nebî Bayramı veya Hızır (Hıdır) Nebî Bayramı denmektedir. Bu bazılarınca Hıdrellez’le karıştırılmaktadır. Hıdrellez’in kutlama tarihi 6 Mayıs olmasına rağmen, bu beriki çok daha erken bir tarihte kutlanır ve onların üç önemli bayramlarından biridir.
Bu Nebî Bayramı, İranlıların Nevruz’undan altı hafta evveline, yani Şubat ayının ortalarına rastlamakta olup, bunun eski On iki Hayvanlı Türk Takvimi’ndeki yılbaşıyla aynı olduğu, dolayısıyla bu bayramın aslında eski Türkler’in yeni yıl bayramı olduğu gösterilmiştir. Aynı bayramın Azerbaycan Türkleri’nde Hıdır Nebî Bayramı, İran’da Ehl-i Hak zümreleri arasında da Zât -ı Mutlak (Hz. Ali) şerefine Îd-i Ali Haydar adıyla kutlandığı görülür. Tebriz yöresindeki Çihilten yahut Kırklar denilen Kızılbaş zümrelerin de yine bu Hızır Nebî Bayramını kutladıkları bilinmektedir. (s. 160)

Dede Korkut Kitabı’nda Hızır’ın, bir fitne sonucu babasıyla arası açılarak onun tarafından kılıçla yaralanan Buğaç’ı iyileştirdiği görülür. (s. 194)

Sır Saklamayan Padişah Kızı'nda, istemeden kocasının felâketine sebep olan padişah kızı, Hızır’ın öğütleriyle tekrar kocasına kavuşur (Sakaoğlu, Gümüşhane Masalları, s. 401 -402). (s. 202)

Sonuç
Hızır denilen insanüstü bir varlık etrafında meydana gelmiş bulunan bu kült esasta, Türkler’in ve diğer İslâm milletlerinin yayıldığı geniş bir coğrafyada ve tarihî süreç içinde çok çeşitli kültür ve inanç sistemlerinin katkılarıyla müslüman kültürü çerçevesinde teşekkül ettirilen bir syncretisme’dir.
Hızır yahut Hızır-İlyas kültünün yüzyıllardan beri bu derece yaygın ve canlı kalabilmesinin temelinde hiç şüphesiz, yayıldığı her yerde eskiden mevcut uygun inanç ve gelenekleri, âdet ve merâsimleri kendi bünyesine maledebilmesi, başka bir deyişle, o yerin özelliklerine uyabilmesi gerçeği yatmaktadır. Bu husus, ilgili bölümlerde bütün- açıklığıyla görülebilecek durumdadır. (s. 211)

---
Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü
Ankara, 1989



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder