14 Mart 2012 Çarşamba

Amin Maalouf – Semerkant

Amin Maalouf – Semerkant

Roman, 11 yüzyılın tanınmış âlimi Ömer Hayyam’ın (görmek istediği) Semerkant yolculuğuyla başlar. Semerkant’ta tanıştığı bir Kadı’nın tavsiyesiyle şiirlerini bir kitapa toplamaya azmeder. Şairane ve bilge tavırları onu devletin en üst kademelerine kadar yükseltir. Dönemin Büyük Veziri Nizamülmülk’ün Divan’ında görevlendirilir. Tanıştığı herkesin takdirini toplar, dost edindikleri arasında Hasan Sabbah’da vardır.
Nizamülmülk’ün verdiği bir görev için Vezir’e, Hasan Sabbah’ı önerir. Hasan Sabbah bu sayede sarayda çalışmaya başlar. Hasan Sabbah, zaman içinda Sultan (Melikşah) ile Vezir’in arasını bozmaya/açmaya çalışır. Büyük Vezir bu oyuna gelmez; Hasan Sabbah’ı zor bir duruma düşürür. Sultan tarafından ölüm emri verilen Hasan Sabbah'ın cezası, Ömer Hayyam’ın ricasıyla hafifletilerek sürgün olarak değiştirilir.
Hasan Sabbah’ın Büyük Selçuklu Devleti’ni içten içe zayıflatacak olan faaliyetleri bundan sonra başlar.
Ömer Hayyam, eserini yazmaya, Hasan Sabbah ise terör ve katliamlara devam eder...

Kitabın ikinci bölümünde 19. Yüzyılın son yıllarında, Benjamin Omer adlı bir Ömer Hayyam hayranı, Hayyam’ın eserinin izini sürmektedir.

(Notlar)

Atlantik’in dibinde bir kitap var. Anlatacağım işte onun öyküsü.
Titanic gemisi battığında, en ünlü kurbanlarından biri de, Ömer Hayyam’ın Rubaiyat’ının elyazması tek örneği idi.
Onu, doğduğu Asya topraklarından söküp alan ben değil miyim? Ben, Benjamin O. Lesage
Bin yıllık güzergahını değiştiren, çağımın küstahlığı değilse, nedir? (s. 9)

Bu uzun Cabir
İbn-i Sina, Cabir’i kendi halefi sayar.
“Bu adam bir sarhoş, bir zındık, bir feylosof!”

Söylendiği gibi bir zındık mısın?
Bir’in iki olduğunu asla söylemedim.
Ben, imanı Yargı korkusu, duası da secde etmek olanlardan değilim. Nasıl mı dua ederim? Güle bakarım… yaratılışın güzelliğine hayran kalırım…
Yüce Tanrı sana… en değerli şeyi vermiş: Zekâ, belagat, sağlık, güzellik, öğrenmek arzusu… (s. 20)

(Ebu Tahir) “Bu kitabı sakla” (s. 21)

Bir kadıya yapılacak en güzel övgü, onun meziyetlerini saymak değildir, sorumlu olduğu, yönettiği kişilerin dürüstlüğüdür. (s. 23)

Efendimiz hep aynı şeyleri duymaktan bıktığını söylüyor. Başka söyleyecek şeyi olmayan çekilsin. (s. 29)

Cihan peçesini kapatmadan önce daha da yükseltmiş ve bir bakış fırlatmıştı. Ömer, bu bakışı yakaladı, içine çekti ve orada kalmasını istedi. Kalabalığın kavrayamayacağı bu kısacık an, bir sevgili için upuzun bir sonsuzluktu. (s. 30)

Zamanın iki yüzü, iki boyutu var. Uzunluğu güneşe, genişliği tutkulara uyarlanmış. (s. 31)

Tuğrul Bey, Halifeden kızı Seyyide Hatun’un elini isteyince…
“Şu Türk, yurdundan yeni fırlamış! Daha düne kadar ataları, bilmem hangi puta tapan ve bayraklarına domuz resmi koyduranlardan gelme şu Türk! Bir halifenin, soyluların soylusu bir adamın kızını nasıl ister?” (s. 40)

Sultan buyurdu ki:
“Ellerinden imparatorluklarını alıyorum. Razı geliyorlar. … Sarayını, kendini, haremini koruman için yalvarıyor. Ama iş kızını istemeye geldiğinde, isyan edip, onurunu korumak istediğini söylüyor. Uğruna savaşmak istediği tek yer, bir bakirenin kıçı mı?”
Git söyle, bu kızı alacağım. (s. 42)

Harzemli Yusuf, bir günde Maverahünnehir’in kahramanı haline gelmişti.
Bunca sıkıntıya sebep olan Yusuf’u merak ettiği için, onu Sultanın huzuruna çıkardılar. (s. 46)

Yusuf
Giysileri arasında saklı duran hançerini Sultan’a sapladı.
Alp Arslan dört gün, dört gece can çekişti. (s. 47)
Semerkant’ta savaş önlendiği için bayram edilmekteydi. (s. 48)

(Ömer Hayyam) Hayatımın paylaşmak istemez misin?
(Cihan) Hayatını paylaşmak mı? Paylaşacak bir şey yok! (s. 54)

Ali Sabbah’ın oğlu Hasan. Kum doğumlu, Rey’de öğrenci, İsfahan yolcusu. (s. 57)

İsfahan, nısf-ı Cihan! Yani: İsfahan, dünyanın yarısı. (s. 60)

(Nizam) “Seni bekliyordum” dedi.
Seni dinlemek istiyorum.

En büyük emelim bir rasathane kurmaktır.
Senden çok hassas bir görev yapmanı isteyeceğim.
Seni Sahib-i Haber olarak atayacağım.
Şu ya da bu eyaletin kadısı ya da valisi, yoksulun sırtında küpünü dolduruyor mu diye nasıl bileceğiz? Adamlarımız aracılığı ile! Çünkü zarara uğrayanlar korkularından şikâyet edemezler. (s. 64)

Binli yılların başında çağı etkilemiş üç İranlı vardır: Ömer Hayyam, Nizamülmülk ve Hasan Sabbah.
Bu üç adam ilk kez İsfahan’da Büyük Vezir’in Divanında buluşmuştur. (s. 66)

Hasan Sabbah, Büyük Vezir’in vazgeçemediği yardımcılarından biri oluverdi. (s. 67)

(Alpaslan) Dört bir yana muhbir yerleştirecek olursan, sana sadık olan gerçek dostların bundan kuşkulanmayacak, düşmanların ise tetikte, önlemlerini almış olacaklardır. Zaman geçtikçe, muhbirleri etkilemeye çalışacaklar, gün gelecek dostlarının aleyhine, düşmanlarının lehine raporlar almaya başlayacaksın. İyi olsunlar, kötü olsunlar, sözler birer ok gibidirler. Bir kaçını bir arada firlattın mı, birisi mutlaka hedefi bulur. Sonunda, kalbini dostlara kapatır, düşmanlarına açarsın. Yanına gelip kurulanlar, düşmanların olur. O zaman gücünden geriye ne kalır.

Hasan, Sultan’ın vezirden nefret etmesi için elinden geleni yapmaktaydı. (s. 68)

Sadakat, yalancı ağızlardaki kadar doğru olamaz. (s. 69)

Askerlerine onu tutuklamalarını söylemiş ve anında idamını emretmişti.
Ömer ilk kez söz aldı:
Efendimiz merhamet etsinler.
Hasan Sabbah sürgün edilecek ve ömrünün sonuna kadar uzak beldelerden birinde yaşayacaktır. (s. 75)

(Ömer Hayyam) “Öç almaya mı geldin?”
(Hasan Sabbah) “Ben kişisel bir öç peşinde değilim, benim peşinde olduğum, Türk egemenliğini yıkmak!” (s. 82)

Öğretecek hoca olmadıkça din işe yaramaz.
Bizler Allah’tan başka Tanrı yoktur derken, hemen ardından Muhammed O’nun Resulüdür diye ekliyoruz. Neden? Çünkü Tek bir Tanrı var derken, kaynağını belirtmeyecek olursak yani bir gerçeği bize öğretenin adını vermezsek, anlamı kalmaz. (s. 85)

Onlara Batınî deniliyordu, yani gizli işlerin adamları!
Katliam, karşılıklı öldürme eylemleri, her kentte, her kasabada, her köyde cereyan ediyor ve Selçukluların barış düzeni aşınmaya yüz tutuyordu. (s. 87)

Hasan Sabbah’ın hayatını Hoca Ömer kurtardı. Onu öldürmemizi engelledi. Şimdi bizi öldürmesini engelleyebilecek mi bakalım?

Selçuklu bayrağının Semerkant üzerinde dalgalanmasının zamanı geldi. (s. 89)

1089 ilkbaharında, ikiyüz elli bin kişilik bir ordu
Önce Buhara’yı ele geçirdi sonra Semerkant’a yöneldi.
Savaş iki hafta bütün şiddetiyle devam etti.
Sadece Hasan, kaçmayı başardı.
Kazanan Nizam oldu.
Hasan Sabbah
Bu yenilgiden önemli bir ders çıkarttı.
İnsanlığın o güne kadar tanıdığı en korkunç terör örgütünü kurdu. Bu örgüte Haşhaşiler Tarikatı denildi. (s. 92)

Alamut. Kaya üzerinde bir kale. Altı bin ayak yükseklikte.
Yerli deyişe göre Alamut: “Kartal Yuvasıé demek. (s. 93)

Sultan, Nizam’a
Bilesin ki bundan böyle, gerekli kararları verme hakkı bana aittir.
Nizam
Külahının kaderi, benim hokkamın kaderine bağlıdır. (s. 95)

(Nizam’a) Sultan’dan kırk gün önce öleceksin. (s. 99)

Selçuklu İmparatorluğu, dünyanın en güçlü devleti olduğu dönemde, bir kadın iktidarı eline alma cüretini gösterebilmişti.
Bizde savaşan erkeklerdir, ama kime karşı savaşacakalrını kadınlar söyler.
Melikşah… huzuru Terken’in kollarında bulurdu. (s. 100)

Nizam, elin hareket ettiğini gördüğü anda, hançer giysisini, etini delip ciğerine saplandı.
Ölmek, öldürmekten önemlidir. (s. 103)

Öcü alınmadıkça ağlamayın.
Melikşah’ın tutumu garipti
İş toplantıları kesiliverdi, günler cirit ve av, geceler içki alemleri ile geçmeye başladı. (s. 106)

18 Kasım 1092 günü, Melikşah öldü.
Alelacele, bir yolun kenarına gömülüverdi.
Terken, çevresi kuşatılan İsfahan’a çekilmek zorunda kalmıştı. (s. 108)

Kendini savunurken hilelere başvurmuştu. (s. 110)

(Vartan) “Seni öldürme görevi bana verildi.” (s. 115)

Hayyam, 1114 yılında Horasan’ın başkenti Merv’dedir. (s. 121)

Sultanlar ve Halifeler bile kendilerini savunmaktan vazgeçtiler. Hasan sana bir haber ya da bir hançer göndermek isterse, emin ol sana ulaşır. (s. 123)

“Kitabın senden önce Alamut’un yolunu tuttu.”

(Hayyam) gözlerini bir daha açmadı. 4 Aralık 1131 idi. Seksen dört yaşındaydı. (s. 127)

“Ayağa kalk, uyumak için
Önümüzde sonsuzluk var!

1870 yılında, Hayyam modası daha henüz başlamıştı.
Onbeş yaşımdayken onun hakkında ne varsa okumaya koyuldum. (s. 140/141)

Eski kıtaya 1895 yılında, yaz sonunda gittim. Büyükbabam, beni ölmeden önce son bir kez görmek istiyordu. (s. 142)

“Gel sana kuzenim Henri’yi tanıtayım.
Victor Henri de Rochefort-Luçay, demokrasilerde tanınan adıyla Henri Rochefort. (s. 143)

Olağanüstü birini tanımıştım. (söz konusu kişi Cemaleddin Afganî’dir) (s. 145)

Önem verdiği birkaç kitap gösterdi. “Semerkant Elyazması” (s. 146)

İran Şahı 1889’da sergi için Avrupa’ya geldiğinde, Cemaleddin’e İran’a dönmesini önerdi. (s. 147)

(Rubaiyat) “ne zaman elinize geçti?”
“On dört yıl önce” .. ben bir gezgin feylosoftum. Yükümlü olmamak için evlenmemiştim. O adamın beni adım adım izlemesini istemiyordum. Her şeyi, dükkânını, aileni, pis bir para işi için terk etmeye değer mi? diye sordum. Yüzünü astı, dışarı çıktı. Altı ay sonra tekrar geldi.
Şu kitaba bak. Kaç para eder dersin?
Hayyam’ın gerçek kitabı. Paha biçilemez.
Öyleyse senin olsun, dedi. Sana, Mirza’nın parasını geri almak için değil, onuruna yeniden sahip olmak için geldiğini hatırlatır. (s. 154)

Mirza Rıza’ya Üstad’ın mektubunu verdim.

Mirza Rıza, Şahı öldürdü. Üzerinde Cemaleddin’in mektubunu bulmuşlar. İçinde senin de adın geçiyor. (s. 165)

Bu noktadan sonra, kaçış yolunda yaşananlar anlatılıyor.
İran, o dönemde siyasi çalkantılar içinde sarsılıyor. Maalouf, Benjamin’in kaçışıyla birlikte dönemin siyasi gündemini de romana dahil ediyor.


Çeviren: Esin Talu Çelikkan
Yapı Kredi Yayınları, 4. Baskı, Mart 1997

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder