Hikâyeyi anlatan elemanı taşıyan gemi, kaza yapar ve batar. Elemanı "Hayalet" isimli bir başka gemi denizden çıkarır. Hayalet'in kaptanı ilginç bir karakter, "deniz kurdu" adını ak ediyor. Kazazede ile kaptan arasında geçen diyaloglar dikkate değer. İkisi arasındaki gerilim ve çatışma çok güzel işleniyor.
Jack
London – Deniz Kurdu
Sausalito ile San Francisko arasında gidip gelen Martinez
gemisine binmiştim.
Birden sis yarıldı kara bir tekne üstümüze geldi ve bize
çarptı.
Bir can yeleği bulup sırtıma geçirdim ve suya daldım.
"Yeter artık, bağırma. Geldik! Kurtaracağız seni."
dedi.
" Adın ne?"
"Van Weyden efendim. Humphrey Van Weyden."
"Yaşın kaç?"
"Otuzbeş."
Burada her şey kaba kuvvetle çözümleniyordu. İnsanlık, ahlak
gibi erdemler bir kenara atılmıştı.
"Biliyor musun Hımbıl... İnsan ancak kendi kendine
haksızlık eder. Benim sana parayı vermem, kendime karşı bir haksızlık değil
mi?" dedi.
Öfkeyle bağırdım:
"Sizin ahlakla uzak yakın hiçbir ilginiz yok!"
" Evet, öyle." dedi hiç kızmadan. "Benim
namım Kurt'tur, unutma !"
Kurt Larsen ' le dostluğumuz gün geçtikçe güçleniyordu.
"Ekin ekmeye giden çiftçileri gözünün önüne getir
Hımbıl." dedi. "Tarlaya attıkları tohumlardan bir kısmı taşların ya
da ısırgan otlarının üstüne düşerler ve hiçbir zaman kök salıp yeşeremezler.
İşte ben de o talihsiz tohumlardan biriyim. Norveç'te, batı kıyılarında,
Romsdal fiyordu dolaylarında doğdum. Danimarkalı bir ailenin çocuğum. Yoksul ve
bilgisiz insanların arasında geçti çocukluğum. Küçük yaşlardan beri denizlerde,
gemilerde çalıştım. Azar işittim, küfür yedim, itilip kakıldım."
Her taraf karanlık olunca üst ranzalardan kaptanın üzerine
atılanlar oldu. Kaptan karşı koyuyordu, ama onlarla baş etmesi olanaksızdı.
Gemiciler: "Vur kafasına! Dağıt beynini !" diye
bağırıyorlardı.
İkinci kaptan olduğum için, artık bulaşık yıkamıyordum.
Japonya kıyılarına gelince, büyük bir ayıbalığı sürüsü
karşımıza çıktı.
Bizi ölümden kurtaran adaya "Gayret Adası" adını
vermiştik. Adaya çıkınca kibrit getirmediğim için hayıflandım.
Kış mevsimi yakındı. Soğuktan korunmak için bir kulübe yapmak
gerekiyordu.
Denize bakınca şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım
neredeyse. Sığlıkta kocaman bir gemi vardı. Hem de çok iyi tanıdığım, içinde
dolaştığım, iş yaptığım bir gemi... Evet... Yanılmamıştım. Hayalet'ti bu.
Her tarafımdan sular damlayarak güverteye çıktım. Ön kamara
pislik içindeydi. İçinde kimseler yoktu. Daha sonra mutfağı, diğer kamaraları
dolaştım. Oralarda da gemicileri bulamadım.
Tam gemiyi onarıp yola çıkabilmeyi, Maud'la içinde yaşamayı
hayal ediyordum ki, pupanın yanında Kaptan Larsen'i görüverdim. Midem bulandı,
düşmemek için bir yere tutundum. Gözlerimizi birbirimize dikmiştik. Hiç
konuşmuyorduk.
Sonra tabancamı çekip üstüne doğrulttum.
"Haydi ne duruyorsun? Beklediğin ne? Ateş et
çabuk..." dedi.
Tetiği çekmek istedim. Olmadı. Beceremedim.
Gülümsedi.
Kurt Larsen benden istediği kâğıdın üzerine; Sol tarafım da
uyuşmaya başladı. Artık zamanım kalmadı..." diye yazdı.
Felç her yanını kaplamış olmalıydı.
Ama hala ölmemişti, nefes alıp veriyordu.
Ertesi sabah kalkıp güverteye çıktım. Hava düzelmişti. Mau'u
aradım. Kurt Larsen'in yattığı yerde, onun başucunda buldum. Ağlıyordu.
Kaptan'ın artık yaşamadığını anladım. Hıçkırarak:
"Biz fırtınayla meşgulken ölmüş." dedi.
…
Türkçeleştiren: Hüseyin Bengi Şen
Eğitim Yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder