23 Kasım 2021 Salı
Şiir: Özdemir Asaf - Güzellik Geride Kaldı
2 Kasım 2021 Salı
Wolfgang Borchert - Bu Salı
Wolfgang Borchert - Bu Salı
Borchert 26 Kasım 1947'de yirmi altı yaşındayken öldü. Yaşı yirmi değilken savaşın içindeydi. Savaş bittiğinde o da bitmişti. Bu haldeyken yazdı bir şeyler. Onca felaket görmesine rağmen hâlâ daha anlatılmaya değer gördüğü şeyler nelerdir?
Bowling Oyunu (s. 15-16)
Biz bowling oyuncuları
Ama gülleler de biziz
Devrilen kukalar da
Ve gümbür gümbür öten
Oyun yeri,
yüreklerimiz.
İki adam bir çukur açmıştı yere. Pek geniş ve neredeyse
rahat bir çukurdu. Bir mezar gibi.
Önlerinde bir tüfek vardı. Biri bulmuştu tüfeği insanlara
ateş edilebilsin diye. Çokluk hiç tanınmazdı insanlar. Dilleri bile bilinmezdi.
Ve kimseye de bir şeycik yapmamışlardı. Ama işte tüfekle üzerlerine ateş etmek
gerekiyordu. Öyle buyurmuştu herhangi biri.
İki adam pek çok aydan beri çukurdaydı. Çok başlar
dağıtmışlardı.
…
Ve ne zaman bir insan görseler ateş ediyorlardı. Hep de hiç
tanımadıkları bir insandı bu. Kendilerine bir şeycik yapmamış bir insan. Ama
ateş ediyorlardı. Bunun için tüfeği bulmuştu biri. Ve karşılığında kendisine
ödül verilmişti.
Ve biri - biri de öyle buyurmuştu.
…
Dört Asker (s. 14-18)
Dört asker. Ve tahtadan ve açlıktan ve topraktan
yapılmışlardı. Tipiden ve sıla özleminden ve saç sakaldan. Dört asker.
…
Kucak Kucak Kar (s. 19-21)
Karlar sarkıyordu dallardan. Makineli tüfek nişancısı şarkı
söylüyordu.
Ve içinde dikildiği kar tehlikeyi bir sessizleştiriyordu ki.
O anda bir dal kırıldı ansızın. Ve makineli tüfek nişancısı
sustu. Ve birden arkasına döndü. Ve hemen tabancasına sarıldı. İleriden
Başçavuş karlar içinde kocaman adımlarla kendisine doğru geliyordu.
Artık kurşuna dizerler beni, diye düşündü makineli tüfek
nişancısı. Nöbette şarkı söyledim. Artık kurşuna dizerler beni.
Derken Başçavuş geldi. Ve sarıldı makineli tüfek
nişancısına. Ve çevresine bakındı. Ve sallanıyordu. Ve soluyarak dedi ki:
Aman Tanrım! Tut beni, bırakma. Aman Tanrım! Ve sonra
gülmeye başladı. Elleri titriyordu. Ve gülüyordu yine de.
Noel şarkıları işitiyoruz artık. Noel şarkıları bu Allahın
belası Rus ormanında. Noel şarkıları. Şubatta değil miyiz? Herhalde şubattayız
artık. Oysa Noel şarkıları işitiyoruz. Hep bu korkunç sessizlikten. Noel
şarkıları. Aman Tanrım! Tut, sakın bırakma beni.
Sonra her ikisi birden güldüler. Rus ormanında. Şubat
ayında.
…
Saz Benizli Kardeşim (s. 22-25)
Daha hiçbir şey bu kar kadar beyaz olmamıştı. Kar neredeyse
maviye çalıyordu beyazlığından.
Ama gene de bir leke vardı bir yerde. Leke karda yatan bir insandı,
kıvrılmış, yüzükoyun, üniformalı.
Kim ah, içimizden kim suskun çığlıklarına dayanabilir
ölülerin? Yalnızca kar buna göğüs gerebilir…
Ölü askerin başında diri bir asker dikiliyordu.
…
Jesus "Benden Paso Artık" Diyor (s. 26-29)
Alçacık mezarda rahatsız yatıyordu.
Buzsu soğuğu duyuyordu sırtında. Küçük bir ölümü duyar gibi.
Gökyüzü çok, çok uzaklardaydı. Bir müthiş uzak ki, iyi mi, güzel mi
söylenemezdi hiç artık. İşte öylesine uzaktı…
Jesus. Hadi, çık şu çukurdan. Daha beş mezar var açılacak.
…
Kedi Donmuştu Karda (s. 30-31)
Geceleyin adamlar yürüyordu yolda. Bir şarkı
mırıldanıyorlardı. Arkalarında bir kızıl leke gecenin koynunda. Çirkin bir
kızıl lekeydi. Leke bir köydü de. Köy mü, o yanıyordu. Adamlar
kundaklamışlardı. Çünkü askerdi adamlar. Savaş vardı da.
…
Bülbül Şakıyor (s. 32-34)
Biz yalınayak, gömlekleyiz gecede ve bülbül, şakıyor.
Bay Hinsch hasta. Bay Hinsch öksürüyor. Pencere sağlam
değildi de ciğerlerini üşüttü kışın.
…Timm, çavuşa bakmıştı. Ve bakışları çavuşun içinden geçip
sonuna dek uzanmıştı dünyanın.
…
Üç Kara Kral (s. 35-37)
Kentin karanlık kenar mahallelerinde paldır küldür yürüyordu
adam.
Ay yoktu ve kaldırım bu vakitsiz adımlardan ürkmüş gibiydi.
Kentin kenar mahallelerinde paldır küldür yürüyüp geri döndü
adam. Gökte yıldız yoktu.
Adam kemikli dizini büküp kırdı tahtayı. Tahta inildedi.
Gevrek ve tatlı bir koku saldı dört bir yana. Adam tahtadan bir parça alıp
burnuna tuttu. Neredeyse pasta gibi kokuyordu mübarek; usulca güldü.
Adam, tatlı ve gevrek tahta parçalarını küçük sac sobaya
attı. Birden tutuştu, parıldadı tahtalar ve bir avuç sıcaklık ışık saçtı odanın
içine.
Işık minik toparlak bir yüz üzerine düştü pırıl pırıl ve bir
an öylece kaldı. Yüz henüz bir saatlikti,
Yaşıyor, diye geçirdi içinden kadın. Ve küçük yüz uyuyordu.
Derken birileri belirdi kapıda. Pencereden ışığı gördük de,
şöyle bir on dakika oturalım, dedik.
Ama bir çocuk var evde, diye yanıtladı adam. O vakit adamlar
bir şey demediler, ama yine de girdiler odaya.
Üç kişiydiler. Eski üniformalar giymişlerdi.
Birinin elinde bir karton kutu vardı, birinin elinde bir
torba. Ve üçüncüsünün elleri yoktu. Dondular da, dedi ve elsiz kollarını yukarı
kaldırdı.
Birinin sarılıp sarmalanmış tombul ayaklan vardı.
Torbasından bir tahta parçası çıkardı. Bir eşek, dedi, oyayım diye yedi ay
uğraştım. Çocuk için. Böyle deyip adama verdi eşeği. Ayaklarınıza ne oldu, diye
sordu adam. Ödem, dedi eşeği oyan, açlıktan. Peki onun, üçüncü arkadaşın nesi
var, diye sordu adam bunun üzerine ve karanlıkta elini eşeğin üzerinde
gezdirdi. Üçüncüleri üniformasının altında titriyordu. Oh, bir şey yok, diye
fısıldadı. Sinir sadece. Bu kadar çok korkulara uğrarsa insan.
Neredeyse pasta gibi, dedi adam ve elindeki tahta parçasını
kokladı. Pasta gibi. Pek tatlı.
Bugün Noel zaten, dedi kadın.
Evet, Noel, diye homurdandı adam ve sobadan bir tutam ışık
uyuyan minik yüzün üzerine düştü ışıl ışıl.
…
Radi (s. 38-41)
Bu gece Radi vardı yanımda. Her vakit ki gibi sarışındı ve
yumuşak, yayvan yüzü gülüyordu.
Ama sen öldündü, Radi, dedim.
Evet. diye yanıtladı, gülme bak.
…
Öleli çok oldu mu, Radi, diye sordum.
Yo, dedi.
…ama Rusya'da ölüp gömülmek güzel değil. Her şey öyle
yabancı ki bana. Ağaçlar öyle yabancı ki. Öyle kasvetli ki, sorma.
…
Bu Salı (s. 42-46)
Haftada bir salı var.
Yılda elli.
Ve savaşta bir sürü.
Bu salı
Büyük harfler üzerinde çalışıldı okulda
…
Bu salı
Ulla akşamleyin oturmuş, yazı defterine büyük harflerle
aşağıdaki cümleyi yazıyordu:
SAVAŞTA HERKESİN BABASI ASKERDİR.
SAVAŞTA HERKESİN BABASI ASKERDİR.
On defa yazdı cümleyi. Büyük harflerle. Ve Krieg'i (savaş) g
ile, Grube (çukur) yazar gibi.
…
Ne İdiği Belirsiz Kahve (s. 49-55)
Sandalyelerde asılıydılar. Masalar üzerine asılmışlardı.
Müthiş bir yorgunluk tarafından asılmışlar. Bu yorgunluğu giderecek bir uyku
yoktu.
…
Dört kişi masada oturuyor ve tren bekliyordu.
İntihar etmem gerekiyor. Başımda arın yok. İntihar etmem
gerekiyor. Ve bunu öylesine söyledi ki, sanki saat –on bir-treniyle gidiyorum
der gibi.
Savaş boyunca hep özleyip durdum bunu. Sabahleyin balkonda
oturmayı, anne babamla kahve içmeyi. Anlaşıldı mı! Şimdi de yoldayım işte. Ve
derken bu kaçık kız geliyor, düpedüz intihar edeceğim diyor. Biri böyle düpedüz
intihar edeceğim derse, kim katlanır buna ha?
…
Mutfak Saati (s. 56-58)
Daha uzaktan kendilerine doğru geldiğini gördüler, dikkati
çekiyordu çünkü.
Elinde ileriye doğru tabak beyazı yuvarlak bir saat tutuyor…
Sonra biri dedi ki:
Neyiniz varsa yitirdiniz anlaşılan?
Evet, evet, dedi sevinçle. Düşünün bir, neyim varsa hepsini!
Bir tek bu, bir bu kaldı geriye.
Yo, yo, işlemiyor, orası öyle. Bozuk, bilmiyor değilim.
Demek evinize saat iki buçukta bomba düşmüş…
…
Belki Pembedir Gömleği (s. 59-61)
İki arkadaş köprünün korkuluğu üzerinde oturuyordu…
Pantolonları inceydi ve buz gibiydi korkuluk. Ama insan
alışıyordu soğuğa. Ve demirlerin batmasına.
…
Küçük Mozart'ımız (s. 62-69)
Sabah dört buçuktan gece yanına değin. Her üç dakikada bir
geçerdi tren. Her seferinde hoparlörden perona doğru bir kadın sesi: Lehrter
caddesi. Lehrter caddesi. Ses bize kadar uzanırdı.
Bir aynamız yoktu
Aynayla bilek damarlan kesilebilirdi de. Bunu da bize çok
görüyorlardı işte. Böylesine masum sessiz bir bilek daman ölümünü bak
etmemiştik.
…Kaşıkla yemek kaplarının üzerinde saatlerce caz müziği
çalardı. Bunun için de ona Mozart adını takmıştık…
…
Kanguru (s. 70-73)
Sabah. Nöbetçiler pinekliyordu…
…
Ama Fareler Uyurlar Gece (s. 74-77)
…Fareler geceleri sahiden uyuyorsa…
O da Az Sıkıntı Çekmemişti Savaşlarda (s. 78-84)
İlk zamanlar bir babası vardı insanın. Ortalık karardı mı.
Mor alacakaranlıkta görülmese bile artık. Sesi işitilirdi yine. (…) Ve bu da
yeterdi işte. O zaman mor akşamlara katlanılabilirdi.
…
Her vakit temizdir bizim kaldırımlar. Otuz yedi yıldır
sakaldan süpürürüm. Her taşı tanırım.
…
Mayıs'ta, Mayıs'ta Ötüyordu Guguk (s. 86-105)
Yaman olur ırmak boyunda mart sabahları,
…
Ama guguk, mayıs ayında guguk kuşu, kim katlanabilir
aramızdan bunaltıcı mayıs gecelerinde, mayıs öğlelerinde guguk kuşunun o yaman
tembelsi telaşlı ötüşüne?
…
...Ve sonra koşarız guguklu yazgılarımızla, ah bu guguklu
alınyazılarımızı, bu bizler için önceden belirlenmiş felaketi üzerimizden
atamayız,
…
Sokak bizimdir. Üstümüzdeki yıldızlar, altımızdaki güneşten
sıcak taşlar. Şarkılı türkülü rüzgâr ve toprak kokulu yağmur. Sokak bizimdir.
Bizler kalbimizi, masumluğumuzu, annemizi, evimizi ve savaşı yitirdik - ama
sokağımızı, sokağımızı yitirmeyiz asla. O bizimdir.
…
Uzun, Uzun Yollar Uzunluğunca (s. 106-128)
Sol iki üç dört sol iki üç dört sol iki yürü, Fischer!
…
Demin biri: Günaydın, Bay Fischer, dedi. Ben Bay Fischer miyim?
Bay Fischer olabilir miyim, basbayağı yine Bay Fischer. Teğmen Fischer'dim
oysa. Yine Bay Fischer olabilir miyim? Ben Bay Fischer miyim?
…
57 kişiyi toprağa verdiler Woronesch'de. Ben Teğmen Fischer.
Beni unuttular. Ben henüz büsbütün ölmemiştim.
…
Türkçeleştiren: Kâmuran Şipal
Afa Yayınları, 1994
Cormac McCarthy - Yol
Cormac McCarthy - Yol
…güneye uzanan araziyi inceledi. Çorak, sessiz, tanrısız.
…güneye yöneldiler.
…geceler o zamana kadar rastladığından daha uzun, karanlık
ve soğuktu. Taşları çatlatacak kadar
soğuk. Canını alacak kadar.
Burası neresi, baba?
Burası benim büyüdüğüm ev.
Oğlan onunla ölüm arasında duran tek şeydi.
Küçük sözlerden dönersen, büyük sözlerden de dönersin.
Öksürerek uyandı ve uzaklaştı ki çocuğu uyandırmasın.
Karanlıkta bir taş duvarı izleyerek, battaniyesine sarınmış, bir tövbekar gibi
küllere çömelmiş. Ağzına kan tadı gelene kadar öksürdü ve onun adını yüksek
sesle söyledi. Belki de uykusunda söylediğini düşündü. Geri döndüğünde oğlan
uyanıktı. Özür dilerim, dedi.
Arkadaşın var mıydı hiç?
Evet. Vardı.
Çok mu?
Evet.
Onları hatırlıyor musun?
Evet. Onları hatırlıyorum.
Ne oldu onlara?
Öldüler.
Hepsi mi?
Evet. Hepsi.
Onları özlüyor musun?
Evet. Özlüyorum.
Nereye gidiyoruz?
Güneye gidiyoruz.
Tamam.
Sırt çantalarını omzuna atlı ve ufalanan eğrelti otlarını
yararak koştular. Oğlan dehşete kapılmıştı. Koş, diye fısıldadı. Koş. Geriye
haktı. Kamyon gürleyerek görüş alanına girmişti. Adamlar arka koltukta ayakta
durmuş dışarı bakıyordu.
Kötü adamların neye benzediğini bilmek istiyordun. Artık
biliyorsun. Gene olabilir. Benim işim, sana göz kulak olmak. Ben Tanrı
tarafından bu iş için görevlendirildim. Sana dokunan herkesi öldürürüm. Anlıyor
musun?
Evet.
Beş gün boyunca yiyecek hiçbir şeyleri yoktu ve az uyudular
ve küçük bir kasabanın civarında vaktiyle güzel olmuş bir büyük eve geldiler.
…odanın döşemesinde bir kapak vardı ve istif edilmiş çelik
plakalardan yapılma büyük bir asma kilitle kilitlenmiş.
Durup ona baktı.
Baba, dedi oğlan. Gitmemiz gerek baba.
Bunun kilitli olmasının bir nedeni olmalı.
…duvarın önüne büzülmüş çıplak insanlar vardı, erkek w
kadın, hepsi saklanmaya çalışıyor, elleriyle yüzlerini örtüyorlardı. Şiltede
bacakları kalçaya kadar gitmiş ve güdük yerleri kararmış ve yanmış bir adam
vardı. Koku korkunçtu.
Aman Tanrım, diye fısıldadı.
Sonra birer birer döndüler ve acınacak ışıkta gözlerini
kırpıştırdılar. Bize yardım edin, diye fısıldadılar. Lütfen yardım edin.
…oğlan pencereden dışarısını işaret ediyordu ve baktığında
buz kesildi. Tarladan geçerek eve doğru dört sakallı adamla iki kadın
geliyordu.
Geceleyin, evden gelen korkunç çığlıkları duydu ve ellerini
oğlanın kulaklarına koymaya çalıştı,
Biz asla kimseyi yemeyiz, değil mi?
Hayır. Elbette yemeyiz.
Açlıktan ölüyor hile olsak mı?
Simdi açlıktan ölüyoruz zaten.
…
Ve ateşi taşıyoruz.
Ve ateşi taşıyoruz. Evet.
Tamam.
…
Yolcu dönüp geriye bakan cinsten değildi. Bir müddet onu
izlediler, sonra yetiştiler.
Hiçbir şeyim yok, dedi. İsterseniz bakabilirsiniz.
Biz soyguncu değiliz.
Bir kulağını ileri uzattı. Ne? Diye seslendi.
Soyguncu değiliz dedim.
Nesiniz?
Bu soruya verecek cevapları yoktu.
Geriye baktığında ihtiyar adam bastonunu vura vura yola
koyulmuştu, kadim çağlardan bir masal çerçisi gibi, karanlık ve kambur, örümcek
inceliğinde ve ebediyen kaybolmak üzere, arkalarındaki kalan yolda yavaş yavaş
gittikçe ufalıyordu.
Az uyuyordu. Sinir törpüsü öksürük uyandırdı onu. Hışırtıyla
havayı emmek. Özür dilerim, dedi zifiri karanlığa. Ziyanı yok dedi oğlan.
Ne var?
Hiç.
Söyle bana.
Bence arkamızdan gelen biri var.
Ben de öyle düşünüyordum.
Sonra bir gün geç saatte kampa döndüğünde kumda çizme izleri
gördü.
Durdu ve kumsaldan aşağı baktı. Ah Tanrım, dedi. Ah Tanrım.
Ne oldu, baba?
Kemerinden tabancayı çekti. Gel hadi eledi. Çabuk ol.
Branda gitmişti. Battaniyeleri. Su şişesi ve kamp yerindeki
erzakları. Yelken kum tepeciklerine savrulmuştu. Ayakkabıları gitmişti.
Tepecikler arasındaki deniz yulafı çukurlarından arabayı bıraktığı yere koştu
ama araba gitmişti. Her şey.
Bizi öldürmeye çalıştın.
Açlıktan ölüyorum, adamım. Sen de olsan aynı şeyi yapardın.
Her şeyi aldın.
Hadi, adamım. Ölürüm.
Seni, bizi nasıl bıraktınsa öyle bırakacağım.
Hadi ama. Yalvarırım.
Günler sayılmaksızın ve kaydedilmeksizin çamurda yürür gibi
geçti.
Devam etmen gerek, dedi. Ben seninle gelemem. Senin devam
etmen gerek.
…iyileşeceksin, baba. İyileşmen gerek.
Hayır, iyileşmeyeceğim.
O gece babasının yamacında uyudu, ona sarıldı ama sabah
uyandığında babası soğumuştu ve katıydı. Uzun süre orada oturup ağladı ve sonra
kalktı, ormandan geçip yola yürüdü.
Geri geldiğinde babasının yanında diz çöktü, soğuk elini
tuttu ve defalarca, defalarca adını söyledi.
Üç gün kaldı ve sonra yola çıktı, yoldan aşağı baktı, geriye
gedikleri yöne de baktı. Biri geliyordu. Dönüp ormana gitmeye hamle etti ama
yapmadı. Tabanca elinde, öylece yolda durdu ve bekledi.
Yanındaki adam nerede?
Öldü.
Baban mıydı?
Evet. Babamdı.
Üzüldüm.
Ne yapacağımı bilmiyorum.
Bence, benimle gelmelisin.
İyi adamlardan biri misin sen?
…
Senin iyi adamlardan biri olup olmadığını nasıl bileceğim?
Bilmeyeceksin. Şansını deneyeceksin.
Ateşi taşıyor musunuz?
…
Türkçeleştiren: Sevin Okyay
Kanat Yayınları, 2011
D. H. Lawrence - Ölen Adam
D.
H. Lawrence - Ölen Adam
Kudüs yakınlarında oturan bir köylü vardı… …yavru bir döğüş
horozu satın almıştı…
Yoksuldu bu köylü
Köylünün bir karısı da vardı, kara kaşlı kara gözlü, pek de
çalışkan olmayan tazece bir kadın...
…aynı sabah, bir adam, kendisini bağlı tutan uzun bir
uykudan uyandı. Kayaların içine oyulmuş bir mağarada, uyuşmuş, üşümüş olarak
uyandı.
Yalnızdı; ölmüş olduğu için de yalnızlığın bile ötesindeydi.
“Korkma.” dedi kefene sarınmış adam, “ölü değilim. Beni
vaktinden önce gömdüler. Ben de onun için mezardan kalktım. Ancak beni
bulurlarsa, her şeye baştan başlatacaklar…”
…ölmüş olan adam, ölmemiş olan nesnelerin, varoluşun içine
büyük atılışlarını seyrediyordu ama var olmak, olmak için duydukları ürpertili
isteği görmüyordu artık.
Gün batarken köylü eşeği ile birlikte evine döndü: “Efendi!”
dedi, “cesedin bahçeden çalındığı söyleniyor, mezar da boş, askerler de yaka
paça götürülüyor, yere batasıca Romalılar! Kadınlar da ağlamak üzere orada
duruyor.”
Ölmüş olan adam, ölmemiş olan adama bakıyordu.
“Magdalene!” dedi, “Korkma sakın. Ben sağım. Beni pek tez
gömdüler, onun için yeniden hayata döndüm. Sonra bir eve sığındım.”
…durmadan, konmadan gitmeliydi; çünkü durduğu anda,
insanoğulları korkularıyla zorbalıklarının boğuntusunu onun çevresinde
örüyorlardı. Dokunabileceği bir şey yoktu. Çünkü hepsi, çılgın bir benliğini
berkitme tutkusu içinde, onu bir yüküm altında bırakarak, onun temel
yalnızlığını bozmak istiyordu. Bir insanı, bütün insanları, bir yüküm altında
bırakmak, şehirlerin, toplumların, ev sahiplerinin huyuydu. Çünkü erkekler
olsun, kadınlar olsun kendi hiçliklerinin bencil korkusu ile çılgındılar. Kendi
görevini düşündü; bütün insanları aşk yükümü altında bırakmağa nasıl çalışmış
olduğunu... Eski gönül bulantısına tutuldu gene.
…
Eski yarasının gönül bulantısı yeniden başladı; adam dünyaya
yeniden tiksintiyle, aşağılık değinişlerinden korkarak baktı.
…
II. BÖLÜM
Karanın içlerinden. Lübnan'ın görünmeyen karlarından kopup
gelen rüzgâr soğuktu, kuvvetle esiyordu.
Kadın, ağır adımlarla, düşüne doğru ilerledi. Ama bir
kesintinin de farkındaydı.
Bir şeylerin, kendisine, dokunacakmışçasına yaklaştığını
duyuyordu ama eti hâlâ acıyla, çılgın bir “Noli me Tangere! Dokunma bana! Ne
olur, bana dokunma!” buyruğuyla dokunmuş haldeydi.
Ölmüş olan adam, kıyıyı tepeden gören ağacın dibinde oturdu…
Yüzünü bir an kadından yana çevirerek, kendini
bağışlatırcasına, “Beni öldürdüler!” dedi.
…
Türkçeleştiren: Bilge Karasu
Adam Yayınları, 1985
Samuel Beckett - Üçleme
Samuel
Beckett - Üçleme
Molloy, Malone Ölüyor, Adlandırılamayan
Molloy (s. 7-182)
1
Annemin odasındayım. Şimdi burada yaşayan benim. Buraya
nasıl geldiğimi bilmiyorum. Belki cankurtaranla…
…artık çalışmasını bilmiyorum. Bunun önemi yok galiba. Ben
şimdi, elimde kalan şeylerden söz etmeyi, vedalaşmayı, ölümümü tamamlamayı
yeğlerdim. Bunu istemiyorlar.
Şu karanlık şeyler nasıl da bir büyü taşıyor. Çünkü elveda
demek zorunludur, zamanı geldiğinde elveda dememek budalalıktır.
Gün gelir dayanamaz, size kucak açmayan şu dünyada uyuz
köpeklere kucak açar, onların sizi sevmelerine, sizin de onları sevmenize
yetecek kadar kollarınızda taşır, sonra fırlatır atarsınız.
Kendimden söz etmemek için elimden geleni yaptığımı
anlıyorsunuz işte. Biraz sonra ineklerden, gökyüzünden söz edeceğim,
göreceksiniz.
Odayı betimleyecek miyim? Hayır. Buna ileride fırsatım
olacak belki. Kim bilir ne zaman dünyaya yenik düşmüş, utanacak yüzü kalmamış,
kuyruğu kıstırmış bir halde bu odaya sığınacağım. Evet, şu anda nereye
gittiğimizi bildiğimize göre, gidelim bakalım. İlk zamanlarda nereye
gittiğinizi bilmeniz ne güzeldir.
Birden anımsadım adımı, Molloy’du. Adım Molloy, diye
haykırdım aniden, şimdi aklıma geldi.
(Bisikletle dolaşırken tutuklanıyor)
Gelecekte davranışlarıma daha bir çekidüzen vermemi
öğütlediler.
Kimliksiz dolaşmam yasalara aykırıysa, kimlik edinmem için
neden diretmediler?
Az öne adımı anımsayışım gibi tuhaf bir biçimde, bitmekte
olan bugünün başında, annemi görmek için yola çıkışım geldi aklıma. Nedenlerim?
Unutmuştum onları. Ama biliyordum, bildiğimi sanıyordum, annemin yanına,
zorunluluğun itkisiyle bir an önce gidebilmem için, yalnızca yeniden bulmam
gerekiyordu onları. Evet, nedenini bildiğinizde her şey kolaylaşıverir, sanki
sihirli bir değnek değmiştir. Bütün iş, kendinizi adayacağınız azizi bulmakta;
adamak, aptal bile olsa herkesin yapabileceği bir şey.
…kararlarımın ilginç bir özelliği vardı; tam bunları
gerçekleştirmeyi düşünürken hep bir şeyler olur ve yaşama geçirilmeleri
engellenirdi.
…uslu uslu sahibesinin ardında sürüklenen bir köpeği ezdim
bisikletimle, bunu daha sonra anladım ve yere kapaklandım. Önlemleri de
kararlar gibi özenle almak gerekiyor.
(bir köpeği eziyor, köpek çok yaşlıymış ve sahibi ona
teşekkür ediyor)
Köpeğinizi hep bir ağacın altına gömersiniz, nedenini
bilmiyorum.
Bazı insanlara göre değildir deniz; dağları ya da ovaları
yeğler onlar. Ben kendimi başka yerlerden daha kötü hissetmem orada. Yaşamımın
büyük kısmı, fırtına ve dinginliğin içindeki denizin gürültüsünü, kıyıya vurup
kırılan dalgaların seslerini dinleyerek geçti, bu ürperen enginliğin önünde.
Önünde mi, hayır, iç içeydim…
Nedendir bilmiyorum ama orman bir çukurla sona eriyordu,
işte bu çukurun içinde ayırdına vardım başıma gelenlerin. Kuşkusuz oraya
düşünce açmıştım gözlerimi, yoksa neden açacaktım ki?
…
2
Gece yarısı. Yağmur camları dövüyor. Sakinim. Her şey
uyuyor.
Oğlum uyuyor. Uyusun. Bir gece gelecek, o da uyuyamayıp
kalkacak ve çalışma masasına oturacak. Ben unutulmuş olacağım.
Adım Jacques Moran. Bu adla tanırlar beni.
Molloy ile ilgilenme emrini aldığım günü anımsıyorum. Bir
pazar günüydü, yazdı.
En ağır, en koyu renkli pazarlıklarını giymişti; ne kadar
keyfim kaçtı anlatamam. Ruh, paçavraları içinde sevince boğulurken dış
görünüşün böylesine tumturaklı oluşu, oldum olası tiksindirin iştir beni.
Yaşamım bir yerlere akıp gidiyordu ama nereye gittiğini
bilmiyordum ben. Yine de uyumayı başardım, acılar sınırsız olduğunda kolay şey
değildir bu.
…
Malone Ölüyor (s. 185-298)
Yine de bir süre sonra büsbütün öleceğim sonunda. Gelecek ay
belki.
Seksen yaş biçiyorum kendime ama kanıtlayamam bunu.
Bedenim insanların düşüncesizce kötürüm diye adlandırdıkları
türden. Görünürde artık bir işlevi kalmamış gibi. Bazen artık sürünemiyorum
diye hüzünleniyorum.
Yaşamak ve yaratmak. Çabaladım. Çabalamış olmalıyım.
Yaratmak doğru bir sözcük değil belki. Yaşamak da öyle. Önemi yok bunun.
Çabaladım. Ben çabaladıkça içimdeki ciddiyet canavarı homurdanıyor, kükrüyor,
parçalıyordu beni.
Hastalığımdı bu benim. Başkaları nasıl frengili doğuyorsa
ben de ciddi doğmuştum.
…
Adlandırılamayan (s. 301-
Neredeyim şimdi? Kimim şimdi? Ne zaman şimdi? Sormuyorum
bunları kendime. Ben diyorum, ben. Ama inanmıyorum buna.
Tüm bu Murphy, Molloy ve Malone’lar kandıramaz beni.
Zamanımı yitirdim onların yüzünden, boş yere acı çektim, onları anlattım
durdum, oysa susabilmem için kendimden, yalnızca kendimden söz etmem
gerekiyordu.
…
Türkçeleştiren: Uğur Ün
Ayrıntı Yayınları, 2. Basım, 2011
Stefan Zweig - Olağanüstü Bir Gece
(Baron Fredrich, mirasa konar ve ordudan ayrılarak bohem
bir hayat yaşar. Yaşadığı hayatın tekdüzeliği onu kemirir. Rasgele bindiği bir
faytonun sürücüsü “at yarışlarını mı” diye sorunca “evet” der ve yarışların
yapıldığı yere gider. Soylu insanların yarış başladığı sırada heyecanlanıp
kendinden geçmelerini ilgiyle izler. Gözleriyle takip ettiği bir adam, elindeki
yarış kuponlarını yere düşürür. Kuponlardan biri Baronun ayağının dibine düşer.
Baron, âdeti olmadığı üzere kuponu alır ve cebine koyar. Artık bir hırsızdır.
Hikâye bu ya, çalınan kupon, yarışı kazanan ata oynanmıştır ve Baron bu yolla
servetine servet katar. Günün ilerleyen saatlerinde panayır yerini gezer. Bir
fahişe yanına yaklaşır. Gün boyu kendisine ilgi gösteren ilk kişi bu fahişeydi.
Baron, kadına yüklüce para verir. Kadını takip eden bir-iki kişiyi fark eder,
onlara da para verir. Parayı gören gözlerdeki parıltıyı görmek hoşuna gider.
Başka insanlara da yardım eder. Etrafa para saçar. O gece yaşadıkları Baronun
hayatında dönüm noktası olur. Artık insanlara yardım eden ve yalnızlık çekmeyen
birine dönüşür.)
Aşağıdaki notlar, 1914 sonbaharında Rava-Ruska’da bir
Avusturya hafif süvari alayıyla katıldığı çarpışmalarda şehit düşen Baron
Friedrich Michael von R.’nin yazı masasında mühürlenmiş bir paketin içinde
bulunuyordu.
7 Haziran 1913’te geçen o macerayı hâlâ ateşli bir tutkuyla
yeni baştan yaşıyorum…
Otuz altı yaşıma girmiştim, annemle babam erken ölmüş ve tam
reşit olduğum sıralarda bana bir servet bırakmışlardı…
O dönemde bazı yarı farkındalık anlarında bilincine tam
varmadan içimde özlemini çektiğim şey arzulardan ziyade, arzulama arzusuydu;
daha güçlü, daha bağımsız, daha tutkulu, daha doyumsuz istek duyma, daha yoğun
yaşama, belki de acı çekme ihtiyacıydı. Fazlasıyla aklı başında bir yöntemle
varoluşumdan bütün çelişkileri uzaklaştırmıştım ve bu çelişki yokluğu
canlılığımı söndürüyordu. İsteklerimin giderek daha da azaldığını ve
zayıfladığını, duygularıma bir tür donukluğun yerleştiğini görüyordum; belki de
en iyisi şöyle ifade edecek olursam, bir tür ruhsal iktidarsızlık ve yaşamda
tutkuyla yer alabilme yetersizliği hissettiğimi söyleyebilirim.
…doğrudan kendimi ilgilendiren şeylere karşı bile büyük bir
kayıtsızlık içindeydim. Acı çekmek için bile yetersizdim.
Gerçek anlamda arzulamayı değil, sadece kadınların
varlığıyla oluşan o sıcak esintide şehveti hissetmeyi seviyordum;
heyecanlanmayı değil, sadece ilhamını seviyordum.
Ona neredeyse düşmanlıkla baktım. Fakat hem diri hem de
yumuşacık dolgunluğuyla talepkâr bir cazibesi olan bu kadından yayılan güçlü ve
kösnül çekimi; baş döndürücü, hayvansı etkiyi, içimdeki direnen yan bile
algılıyordu.
Bakışları sürekli hareket halindeydi, her şeye dokunuyor,
ama hiçbir şeyi sıkıca kavramıyorlardı…
Öyle hissediyordum ki, bende onlara korkunç yabancı gelen
bir şeyler vardı, bu yüzden hiçbir şekilde aralarına karışamıyor, beni saran bu
yoğun kitleden kopuk bir şekilde suyun üzerindeki bir yağ damlası gibi tek
başıma yüzüyordum.
Fakat pes etmedim, daha fazla yalnız kalamazdım.
…bütün bakışlar üzerimden umursamazca kayıp gidiyordu. Kimse
beni istemiyor, kimse bana yaklaşmıyordu.
…gizemli bir güç tarafından sürükleniyormuş gibi kadının
peşinden gittim.
Birkaç kez etrafa baktı, duraksadı. Sonra sokağın bir maden
kovuğu kadar karanlık görünen devamını işaret ederek, “O yana gidelim,” dedi,
“sirkin arka tarafı iyice karanlıktır.”
Bir karşılık veremedim. Bu karşılaşmadaki dehşet verici
bayağılık beni uyuşturmuştu.
Ve aniden –çakan bir şimşeğin yeryüzünü bembeyaz bir ışığa
boğması gibi– her şeyi anladım, her şeyi sezdim: Kadın beni bir av gibi daha
önceden kararlaştırılmış bir noktaya doğru tuzağa sürüyordu ve pezevenkleri
peşimizdeydiler.
…adamlardan biri omzuma dokunarak beni öne doğru itti. “Yürü
bakalım,” dedi.
…bu iki adama karşı kardeşçe bir merhamet kapladı. Bu aç,
çulsuz, zavallı tiplerin benim gibi aşırı tok bir asalaktan istedikleri neydi
ki: Birkaç kron, birkaç sefil kron.
Bu zavallı acemi zorbaların nasıl sıkıntıya girdiklerini gördüm
ve aramızdaki sessizliğin tekrar yumuşamasını izledim.
Ve nihayet, nihayet sabırsızlıkla beklemekte oldukları
sözcüğü söyledim. “Ben… ben size… yüz kron vereyim.” Üçü de irkilerek
birbirlerine baktılar. Tam her şeyi kaybettiklerini sandıkları anda bu kadar
çoğunu beklememişlerdi. Sonunda huzursuz bakışlı ve çiçek bozuğu suratlı olan
kendini toparladı. İki kez lafa girmeye hazırlandı. Boğazından ses çıkmıyordu.
“İki yüz kron!” dedi sonunda, bunu söylerken nasıl
utandığını gördüm. “Kesin ama şunu,” diye, birden kadın araya girdi. “Hiçbir
şey vermeden çekip gitmediğine şükredin. Bir şey yapmadı ki, bana dokunmadı
bile. Fazla yüksekten attınız.”
Çalıntı paraların arasından iki banknot çekip uzattım. Adam
parayı alırken elinde olmadan “Teşekkürler,” dedi ve hemen başını çevirdi.
Tehditle alınmış bir para için teşekkür etmenin gülünçlüğünü kendi de fark
etmişti. Utanmıştı –ah, bu gece her şeyi hissediyordum, her şey kendini bana
açıyordu–
Prater’in çıkışındaki satış tezgâhlarından birinde
mallarının üzerine eğilmiş, yorgunluktan iki büklüm bir satıcı kadın gördüm.
…birkaç kuruş için sabahtan beri oradaydı herhalde ve artık
yorgunluk belini bükmüştü. Ben sevinçliysem sen niye sevinmeyesin, diye
düşündüm. Bir parça kek alıp önüne bir banknot bıraktım.
Ak saçlı, somurtkan ve aksak bir baloncu elinde koca bir
demet renkli balonla topallaya topallaya evine dönüyordu artık, gün boyu
yaptığı işten memnun olmadığı belliydi. Yanına gittim. “Balonları alıyorum,”
dedim.
Bezginlikle Prater sokaklarını süpüren bir temizlik
işçisinin yanına gittim. Herhalde ona yol soracağımı sanarak asık suratla
yüzüme baktı, gülümseyerek bir yirmi kronluk uzattım ona.
…bir fahişenin, iki sokak lambası yakıcısının yanına gidip
onlara birer banknot uzattım, zemin kattaki bir fırının penceresinden içeri
birkaç tane fırlattım ve arkamda hayret, şükran, sevinç karışımı duygular
bırakarak bu şekilde yürüdüm de yürüdüm. Sonunda banknotları tek tek
buruşturarak sokağın ortasına, sonra bir kilisenin basamaklarına savurdum…
Paranın tümünü nerede ve nasıl dağıttığımı artık
hatırlamıyorum, ama kâğıt paralardan sonra en sonunda cebimdeki gümüş
bozuklukları da verdiğimi biliyorum.
Hayır, artık asla o insan olmak istemiyordum, geçmişteki o
hatasız, duygusuz, dünyadan kopuk centilmen olmak istemiyordum, suçun ve
dehşetin tüm derinliklerine dalacak olsam da artık gerçek yaşamı istiyordum!
Açlıkla bir vitrini seyreden birinin bakışları beni
kahreder, bir köpeğin neşeyle sıçrayışı büyüleyebilir. Bir anda her şeyi
görmeye başladım, artık hiçbir şey sıradan değil benim için.
İnsanların geçmişte kalan her şeyin hep bir hata ve ileriye
bir hazırlıktan ibaret olduğunu sanmaları genel bir delilik hali herhalde…
…
Türkçeleştiren: İlknur İgan
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 5. Basım, 2006