(Baron Fredrich, mirasa konar ve ordudan ayrılarak bohem
bir hayat yaşar. Yaşadığı hayatın tekdüzeliği onu kemirir. Rasgele bindiği bir
faytonun sürücüsü “at yarışlarını mı” diye sorunca “evet” der ve yarışların
yapıldığı yere gider. Soylu insanların yarış başladığı sırada heyecanlanıp
kendinden geçmelerini ilgiyle izler. Gözleriyle takip ettiği bir adam, elindeki
yarış kuponlarını yere düşürür. Kuponlardan biri Baronun ayağının dibine düşer.
Baron, âdeti olmadığı üzere kuponu alır ve cebine koyar. Artık bir hırsızdır.
Hikâye bu ya, çalınan kupon, yarışı kazanan ata oynanmıştır ve Baron bu yolla
servetine servet katar. Günün ilerleyen saatlerinde panayır yerini gezer. Bir
fahişe yanına yaklaşır. Gün boyu kendisine ilgi gösteren ilk kişi bu fahişeydi.
Baron, kadına yüklüce para verir. Kadını takip eden bir-iki kişiyi fark eder,
onlara da para verir. Parayı gören gözlerdeki parıltıyı görmek hoşuna gider.
Başka insanlara da yardım eder. Etrafa para saçar. O gece yaşadıkları Baronun
hayatında dönüm noktası olur. Artık insanlara yardım eden ve yalnızlık çekmeyen
birine dönüşür.)
Aşağıdaki notlar, 1914 sonbaharında Rava-Ruska’da bir
Avusturya hafif süvari alayıyla katıldığı çarpışmalarda şehit düşen Baron
Friedrich Michael von R.’nin yazı masasında mühürlenmiş bir paketin içinde
bulunuyordu.
7 Haziran 1913’te geçen o macerayı hâlâ ateşli bir tutkuyla
yeni baştan yaşıyorum…
Otuz altı yaşıma girmiştim, annemle babam erken ölmüş ve tam
reşit olduğum sıralarda bana bir servet bırakmışlardı…
O dönemde bazı yarı farkındalık anlarında bilincine tam
varmadan içimde özlemini çektiğim şey arzulardan ziyade, arzulama arzusuydu;
daha güçlü, daha bağımsız, daha tutkulu, daha doyumsuz istek duyma, daha yoğun
yaşama, belki de acı çekme ihtiyacıydı. Fazlasıyla aklı başında bir yöntemle
varoluşumdan bütün çelişkileri uzaklaştırmıştım ve bu çelişki yokluğu
canlılığımı söndürüyordu. İsteklerimin giderek daha da azaldığını ve
zayıfladığını, duygularıma bir tür donukluğun yerleştiğini görüyordum; belki de
en iyisi şöyle ifade edecek olursam, bir tür ruhsal iktidarsızlık ve yaşamda
tutkuyla yer alabilme yetersizliği hissettiğimi söyleyebilirim.
…doğrudan kendimi ilgilendiren şeylere karşı bile büyük bir
kayıtsızlık içindeydim. Acı çekmek için bile yetersizdim.
Gerçek anlamda arzulamayı değil, sadece kadınların
varlığıyla oluşan o sıcak esintide şehveti hissetmeyi seviyordum;
heyecanlanmayı değil, sadece ilhamını seviyordum.
Ona neredeyse düşmanlıkla baktım. Fakat hem diri hem de
yumuşacık dolgunluğuyla talepkâr bir cazibesi olan bu kadından yayılan güçlü ve
kösnül çekimi; baş döndürücü, hayvansı etkiyi, içimdeki direnen yan bile
algılıyordu.
Bakışları sürekli hareket halindeydi, her şeye dokunuyor,
ama hiçbir şeyi sıkıca kavramıyorlardı…
Öyle hissediyordum ki, bende onlara korkunç yabancı gelen
bir şeyler vardı, bu yüzden hiçbir şekilde aralarına karışamıyor, beni saran bu
yoğun kitleden kopuk bir şekilde suyun üzerindeki bir yağ damlası gibi tek
başıma yüzüyordum.
Fakat pes etmedim, daha fazla yalnız kalamazdım.
…bütün bakışlar üzerimden umursamazca kayıp gidiyordu. Kimse
beni istemiyor, kimse bana yaklaşmıyordu.
…gizemli bir güç tarafından sürükleniyormuş gibi kadının
peşinden gittim.
Birkaç kez etrafa baktı, duraksadı. Sonra sokağın bir maden
kovuğu kadar karanlık görünen devamını işaret ederek, “O yana gidelim,” dedi,
“sirkin arka tarafı iyice karanlıktır.”
Bir karşılık veremedim. Bu karşılaşmadaki dehşet verici
bayağılık beni uyuşturmuştu.
Ve aniden –çakan bir şimşeğin yeryüzünü bembeyaz bir ışığa
boğması gibi– her şeyi anladım, her şeyi sezdim: Kadın beni bir av gibi daha
önceden kararlaştırılmış bir noktaya doğru tuzağa sürüyordu ve pezevenkleri
peşimizdeydiler.
…adamlardan biri omzuma dokunarak beni öne doğru itti. “Yürü
bakalım,” dedi.
…bu iki adama karşı kardeşçe bir merhamet kapladı. Bu aç,
çulsuz, zavallı tiplerin benim gibi aşırı tok bir asalaktan istedikleri neydi
ki: Birkaç kron, birkaç sefil kron.
Bu zavallı acemi zorbaların nasıl sıkıntıya girdiklerini gördüm
ve aramızdaki sessizliğin tekrar yumuşamasını izledim.
Ve nihayet, nihayet sabırsızlıkla beklemekte oldukları
sözcüğü söyledim. “Ben… ben size… yüz kron vereyim.” Üçü de irkilerek
birbirlerine baktılar. Tam her şeyi kaybettiklerini sandıkları anda bu kadar
çoğunu beklememişlerdi. Sonunda huzursuz bakışlı ve çiçek bozuğu suratlı olan
kendini toparladı. İki kez lafa girmeye hazırlandı. Boğazından ses çıkmıyordu.
“İki yüz kron!” dedi sonunda, bunu söylerken nasıl
utandığını gördüm. “Kesin ama şunu,” diye, birden kadın araya girdi. “Hiçbir
şey vermeden çekip gitmediğine şükredin. Bir şey yapmadı ki, bana dokunmadı
bile. Fazla yüksekten attınız.”
Çalıntı paraların arasından iki banknot çekip uzattım. Adam
parayı alırken elinde olmadan “Teşekkürler,” dedi ve hemen başını çevirdi.
Tehditle alınmış bir para için teşekkür etmenin gülünçlüğünü kendi de fark
etmişti. Utanmıştı –ah, bu gece her şeyi hissediyordum, her şey kendini bana
açıyordu–
Prater’in çıkışındaki satış tezgâhlarından birinde
mallarının üzerine eğilmiş, yorgunluktan iki büklüm bir satıcı kadın gördüm.
…birkaç kuruş için sabahtan beri oradaydı herhalde ve artık
yorgunluk belini bükmüştü. Ben sevinçliysem sen niye sevinmeyesin, diye
düşündüm. Bir parça kek alıp önüne bir banknot bıraktım.
Ak saçlı, somurtkan ve aksak bir baloncu elinde koca bir
demet renkli balonla topallaya topallaya evine dönüyordu artık, gün boyu
yaptığı işten memnun olmadığı belliydi. Yanına gittim. “Balonları alıyorum,”
dedim.
Bezginlikle Prater sokaklarını süpüren bir temizlik
işçisinin yanına gittim. Herhalde ona yol soracağımı sanarak asık suratla
yüzüme baktı, gülümseyerek bir yirmi kronluk uzattım ona.
…bir fahişenin, iki sokak lambası yakıcısının yanına gidip
onlara birer banknot uzattım, zemin kattaki bir fırının penceresinden içeri
birkaç tane fırlattım ve arkamda hayret, şükran, sevinç karışımı duygular
bırakarak bu şekilde yürüdüm de yürüdüm. Sonunda banknotları tek tek
buruşturarak sokağın ortasına, sonra bir kilisenin basamaklarına savurdum…
Paranın tümünü nerede ve nasıl dağıttığımı artık
hatırlamıyorum, ama kâğıt paralardan sonra en sonunda cebimdeki gümüş
bozuklukları da verdiğimi biliyorum.
Hayır, artık asla o insan olmak istemiyordum, geçmişteki o
hatasız, duygusuz, dünyadan kopuk centilmen olmak istemiyordum, suçun ve
dehşetin tüm derinliklerine dalacak olsam da artık gerçek yaşamı istiyordum!
Açlıkla bir vitrini seyreden birinin bakışları beni
kahreder, bir köpeğin neşeyle sıçrayışı büyüleyebilir. Bir anda her şeyi
görmeye başladım, artık hiçbir şey sıradan değil benim için.
İnsanların geçmişte kalan her şeyin hep bir hata ve ileriye
bir hazırlıktan ibaret olduğunu sanmaları genel bir delilik hali herhalde…
…
Türkçeleştiren: İlknur İgan
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 5. Basım, 2006
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder