26 Nisan 2012 Perşembe

Friedrich Nietzsche – Putların Batışı


Friedrich Nietzsche – Putların Batışı – Ya da Çekiçle Nasıl Felsefe Yapılır

Önsöz
neşeden payını almamış hiçbir şey başarıya ulaşamaz.
Tüm değerlerin bir yeniden değerlendirilişi, bu soru işareti öyle kara öyle devasadır ki, gölge salar, onu koyanın üstüne.
Savaş her zaman büyük akıllılığıydı, çok manevileşmiş, çok derinleşmiş tinlerin; yaralanmada bile iyileştirici bir güç vardır hâlâ. (s. 7)

Özdeyişler ve Oklar

3
Yalnız yaşamak için bir hayvan ya da bir tanrı olunmalı – diyor Aristoteles. Üçüncü durum eksik: ikisi birden olunmalı – filozof… (s. 9)

7
Nasıl? İnsan yalnızca tanrının bir hatası mı? Yoksa tanrı yalnızca bir hatası mı insanın?

8
Yaşamın Savaş Okulu’ndan. – Beni öldürmeyen, beni güçlü kılar. (s. 10)

12
Kişi yaşama ilişkin kendi neden?ine sahipse, hemen hemen her nasıl?la uyum gösterebilir. –İnsan mutlu olmaya çalışmaz; yalnızca bir İngiliz yapar bunu. (s. 11)

26
Tüm sistematikçilerden kuşku duyuyorum ve onları görünce yolumu değiştiriyorum. Sistem istemi, dürüstlük yokluğudur. (s. 13)

32
Yalana ve aldatmaya yönelik, aşırı duyarlı bir namus anlayışından kaynaklanan bir nefret vardır; yalan tanrısal bir buyrukta yasaklandığı sürece, korkaklıktan kaynaklanan benzer bir nefret de vardır yalana yönelik. Yalan söyleyemeyecek kadar korkak…

35
…Bir psikoloğun herhangi bir şeyi görebilmesi için, kendini görmezden gelmesi gerekir. (s. 15)

38
Sahici misin? Yoksa yalnızca bir oyuncu mu? Bir temsilci mi? Yoksa temsil edilenin kendisi mi? – Yoksa nihayetinde taklit edilen bir oyuncu musun sadece… İkinci vicdan sorusu. (s. 16)

Sokrates’in Sorunu

1
Yaşam hakkında, tüm zamanlarda en bilgeler hep aynı yargıya varmışlardır: değmez… (s. 18)

2
Yaşam hakkında, yaşamdan yana ya da ona karşı yargılar, değer yargıları, nihayetinde asla doğru olamazlar, - Bu tür yargılar kendi başlarına birer budalalıktırlar. (s. 19)

5
…Otoriterin henüz iyi ahlaka dahil olduğu, “gerekçelendirme”nin değil, emretmenin geçerli olduğu her yerde, diyalektikçi bir tür soytarıdır: gülünür ona, ciddiye alınmaz. –Sokrates kendisini ciddiye aldırtan soytarıdır: ne olmuştu anlında orada?- (s. 21)

10
Yunan düşünmesinin, kendini akılcılığın üstüne atışındaki fanatizm, bir acil durumu ele veriyor: tehlikedeydiler, tek bir seçenekleri vardı. Ya yok olmak ya da –abes – akılcı olmak. (s. 23)

Felsefede “Akıl”

1
…Filozofların binlerce yıldan beri kullandıkları her şey, kavram-mumyalarından ibaretti; gerçek olan hiçbir şey ellerinden canlı kurtulamadı. Tapındıklarını öldürürler, içini boşaltıp doldururlar, kavram putlarına-tapan bu beyler, her şey için yaşamsala bir tehlike oluştururlar, tapındıklarında. (s. 25)

2
…Başka filozof, duyuların tanıklığını, çeşitlilik ve değişim gösterdikleri için reddederken; Herakleitos şeyleri kalıcı ve birlikliymişler gibi gösterdikleri için reddetti duyuların tanıklığını.
Biricik dünya “görünür” dünyadır: “hakiki dünya” onun üstüne eklenmiş bir yalandır yalnızca. (s. 26)

5
…Dil oluşumu gereği, psikolojinin en tortulaşmış biçimidir: dil metafiziğinin, açıkçası: aklın, temel varsayımlarını bilince çıkardığımızda, kaba bir fetişin içine gireriz. (s. 28)

…Korkarım ki, kurtulamayacağız tanrıdan, hâlâ gramere inandığımız için… (s. 29)

Hakiki Dünya’nın Sonunda Bir Masal Oluşu
Bir Yanılgının Öyküsü

2
(Fikrin gelişmesi: daha incelmiştir, daha kuşkulu, daha akıl almaz, -kadınlaşmıştır, Hıristiyanlaşmıştır…) (s. 31)

4
Bilinmeyen bir şey bizi neye yüklemleyebilir ki?

6
Hakiki dünyayı ortadan kaldırdık: hangi dünya kaldı geriye? Belki görünüş dünyası?... (s. 32)

Karşı Doğa Olarak Ahlak

1
Kilise tutkuya karşı, her anlamda kesip atma yöntemiyle savaşıyor
Ne ki, tutkuların köküne vurmak, yaşamın köküne vurmaktır: kilisenin pratiği yaşam düşmanıdır. (s. 34)

3
Putların batışı: Kim bilir? Belki bu da yalnızca bir tür “ruh barışı”…
4
Tanrının hoşuna giden aziz, ideal hadımdır… “Tanrının krallığı”nın başladığı yerde, yaşam sona erer… (s. 36)

5
(Ahlak) Schopenhauer tarafından tanımlandığı gibi “yaşama istencinin olumsuzlanması” olarak –dekadans-içgüdüsünün ta kendisidir, kendini bir buyruk haline getirir: ve der ki: “yok ol!” –yargılanmışların yargısıdır bu… (s. 37)

Dört Büyük Yanılgı

1
Neden ile sonucu karıştırma yanılgısı – Sonucu neden ile karıştırmaktan daha tehlikeli bir yanılgı yoktur.
…bizim aramızda bile kutsanmıştır. Dinin ve ahlakın kurduğu her cümle, bu yanılgıyı içerir. (s. 39)

3
Neden olarak tin yanılgısı gerçeklikle karıştırıldı! Ve gerçekliğin ölçütü yapıldı! Ve adına tanrı denildi! (s. 42) (Bu sözler önemli; burada işaret edilen, Hegel’in sinsice metafizik düşünceyi tarumar edişidir, Tin’in yükselişi [abartılması] tanrı düşüncesiyle özdeşleşmesine ve hemen sonra da tanrı düşüncesinin yok olmasına neden oldu, Hegel’in modern dünyaya armağanı tam olarak budur)

İnsanlığı İyileştirenler

1
…ahlaksal gerçekler diye bir şey yoktur.
…Ahlak belirli fenomenlerin yalnızca bir yorumlanışıdır, daha doğrusu bir yanlış yorumlanışıdır. (s. 49)

Almanlarda Eksik Olan Ne?

1
…tin sahibi olmak yetmiyor
Tin sahibi olmayı üstüne almak gerekiyor. (s. 54)

Zamana Aykırı Birinin Göz Gezdirmeleri

1
Benim olanaksızlarım
Seneca: ya da erdemin boğa güreşçisi
Rousseau: ya da impuris naturalibus’ta doğaya geri dönüş (impuris naturalibus / örtülü, örtünmüş)
Schiller: ya da Säckingen’in ahlak trompetçisi
Dante: ya da mezarlarda şiir yazan sırtlan
Kant: ya da düşünülür karakter olarak boş laf (boş laf / “cant”)
Victor Hugo: ya da saçmalık denizindeki Pharus (Pharus / İskenderiye Feneri’nin olduğu yer)
Liszt: ya da akıcılık okulu
Kadınlara
George Sand: ya da lactea ubertes, Türkçesi: “güzel biçimli” sağmal inek (lactea ubertes / verimli, süt gibi verimlilik)
Michelet: ya da ceketini çıkartan coşku
Carlyle: ya da geri tepmiş öğlen yemeği olarak kötümserlik
John Stuart Mill: ya da inciten berraklık
Les frères de Concourt: ya da Homeros’la savaşan iki Aias
Offenbach’ın müziği
Zola: ya da “pis kokma sevinci” (s. 62)

3
(Sainte-Beuve, için) …hiç kimse daha iyi beceremez, bir övgüye zehir katmayı. (s. 63)

10
Apolloncu coşku her şeyden önce gözü, vizyon gücüne sahip olacak kadar uyarılmış tutuyor. Ressam, heykeltraş, destancı kusursuz vizyonerlerdir. Buna karşılık, Dionysosçu durumda duygulanım sistemi tamamen uyarılmış ve yükseltilmiştir. (s. 69)

18
Bugün nasıl rezil olunur? Tutarlı olunduğunda. Düz bir çizgide yüründüğünde. Beş anlamlı olunmadığında. Sahici olunduğunda. Modern insanın bazı günahları işlemeyecek kadar rahat olduğundan korkuyorum. (s. 74)

22
Güzelliği açığa çıkartan nedir? (s. 77/78)
Tanrısal Platon (Schopenhauer böyle adlandırıyor onu) başka bir cümle kuruyor: tüm güzellik döllemeye kışkırtır, diyor. (s. 78) (şiddet?)

23
Platon
Atina’da böyle güzel oğlanlar olmasaydı, Platon felsefesi diye bir şeyin de olamayacağını söylüyor.
…Platon’un tarzınca felsefe, daha çok erotik bir rekabet olarak tanımlanabilirdi. (s. 78)

26
Bir şeyi anlatacak sözcükleri bulabiliyorsak, onun dışına da çıkmışızdır çoktan. (s. 80)

29
Tüm yüksekokul sisteminin görevi nedir? Bir insandan makine yapmak.
…kimdir mükemmel insan? Devlet-memuru. Devlet memuru için en üstün formülü hangi felsefe verir? Kant’ınki: kendinde şey olarak devlet memuru, görünüş olarak devlet memurlarının üzerinde hakim kılınmıştır. (s. 82)

32
Ne kadar değerlidir gerçek insan, herhangi bir salt arzulanmış, düşlenmiş, yapmacık ve uydurma bir insanla kıyaslandığında? (s. 83)

33
Bencilliğin değeri, ona sahip olanın fizyolojik değeri kadardır.
… Hastalıklar, genel olarak çöküşün sonuçlarıdırlar, nedenleri değil.

34
“Ben bir pisliğim, sen de öyle olmalısın”: bu mantıkla yapılır devrim.
“ahiret günü” bile intikamın tatlı avuntusudur.
“Öteki dünya”nın kendisi de bu dünyaya çamur atmanın bir aracı değilse, ne gerek var ki bir öteki dünyaya? (s. 85)

35
İnsan diğerkam olduğunda, işi bitmiş demektir. Naif bir biçimde “ben artık beş para etmem” demek yerine, der ki, dekadansın ağzındaki ahlak yalanı: “hiçbir şeyin değeri yok, yaşam beş para etmez”… (s. 86)

37
“iyinin ve kötünün ötesinde” kavramıma karşı, beklenileceği üzere, bilindiği gibi Almanya’da ahlakın kendisi olarak kabul edilen, modern aptallaşmanın tüm vahşeti harekete geçirildi. (s. 88)
…mesafe pathosu dediğim şey, her güçlü çağın o ayırt edici özelliğidir. Aşırı uçlar arasındaki enerji, açıklık günümüzde gitgide küçülüyor – aşırı uçlar da sonunda birbirlerine benzeyerek ortadan kalkıyor… (s. 90)

38
Benim özgürlük kavramım. Bazen, bir şeyin değeri, onunla neye ulaşıldığına değil, onun için ne ödendiğine – bize neye mâl olduğuna dayanır. (s. 91)

39
Modernliğin Eleştirisi
Demokratizm, örgütleyici gücün çöküş-biçimi olmuştur.
modern demokrasiyi, “Alman İmparatorluğu” gibi yarım biçimleriyle birlikte, devletin çöküş biçimi olarak tanımlamıştım. (s. 93)

42
Ahlakçılar ve azizler arasında, en az rastlanan şey dürüstlüktür; belki tam tersini söylüyorlardır, belki de inanıyorlardır bu söylediklerine. Bir inanç, bilinçli ikiyüzlülükten daha yararlı, daha etkili, daha ikna ediciyse, çok geçmeden içgüdüsel olarak ikiyüzlülük masumluk olur. (s. 96)

45
Dostoyevski kendisinde öğrenecek bir şeyler bulduğum biricik psikologdur: yaşamımın en güzel şanslarından biridir, Stendhal’i keşfedişimden de güzel. (s. 99)

46
Seven kadın, onurunu feda eder; bilen biri “sevince” belki insanlığını feda eder; seven bir tanrı, oldu bir Yahudi… (s. 101)

51
Almanların arasında ilk ustası olduğum aforizma, özdeyiş, “benliğin” biçimleridir; benim hırsım, başkalarının bir kitapta söylediğini on cümlede söylemektir – başka herkesin bir kitapta söylemediğini… (s. 105)

Eskilere Ne Borçluyum

2
Bana öyle geliyor ki, Platon, tüm biçem biçimlerini harmanlıyor, böylece ilk biçem dekadanı oluyor.
Platon can sıkıcıdır. Ne de olsa, Platon’a beslediğim güvensizliğin kökü derinlerde yatıyor:
…vaktinden önce-hıristiyan… (s. 107)
Bu Atinalıların, eğitimini Mısırlılardan alması, pahalıya mâl oldu (ya da Mısırdaki Yahudilerden?...)
Thukydides’le sofistler-kültürü, yani gerçekçiler-kültürü, en yetkin anlamını bulur.
Platon gerçeklik karşısında bir ödlektir, -bunun sonucunda sığınır ideale, Thukydides kendine egemendir, bunun sonucunda şeylere de egemen olur… (s. 108)

3
Filozoflar Yunanlılığın dekadanlarıdırlar. (s. 109)

4
…Gizemler öğretisinde acı kutsaldır: doğuran kadının sancıları genel olarak acıyı kutsallaştırır, -Oluş ve büyüme adına ne varsa, geleceği güvenceleyen ne varsa, acıyı gerektirir… Yaratma zevki olması için, yaşama istencinin kendini sonsuza dek olumlaması için, doğuran kadının çektiği sancının da sonsuza dek var olması gerekir… Tüm bu anlamlara gelir Dionysos sözcüğü… (s. 111)

5
Tragedya, Helenlerde Schopenhauer’in anladığı gibi bir kötümserliği kanıtlamaktan çok uzaktır.
En tuhaf ve en sert sorunlar karşısında bile yaşama evet demek; yaşamın en üstün tiplerinin kurban oluşunda, kendi tükenmezliğinden sevinç duyan yaşama istenci –buna Dionysosça dedim ben, bunu keşfettim, trajik ozanın psikolojisine giden köprü olarak. (s. 112)

Çekiç Konuşuyor

Neden bu kadar sertsin? –demişti bir zamanlar, alelade kömür, elmasa; Oysa biz yakın-akraba değil miyiz?
Neden bu kadar yumuşaksınız? –diye soruyorum ben size, ah kardeşlerim; yoksa benim kardeşlerim değil misiniz? (s. 113)

En asil olandır yalnızca, bütünüyle sert olan. (s. 114)


Türkçeleştiren: Mustafa Tüzel
İthaki Yayınları, Haziran 2005

Mahmud Shelton – Yüzüklerin Efendisi ve Simya


Mahmud Shelton – Yüzüklerin Efendisi ve Simya

…efsane ve mitler büyük oranda hakikatten oluşur…
…uzun zaman önce belirli hakikatler ve bu türden tarzlar keşfedilmişti ve bunlar yeniden ortaya çıkarılmalıdır. (Tolkien)

Orta-dünyanın batısında bir kara parçasının batışı…  Tolkien buna Númenor ya da Númen ya da Batı Ülkesi adını verir ve batışından sonra bu Númenor ayrıca ve dikkat çekici bir biçimde Atalantë diye adlandırıldığından, Tolkien’in çağlar silsilesi ve Númenor’un batışı Klasik mite tekabül eder. (s. 10)

…imgeler arasından hayal gücümde en derin yer edineni, budur (Atlantis).

Kralın Dönüşü, tufanda hayatta kalan bir soyun eski mevkiini kazanmasıyla ilgilidir.

Simya, muvafık olarak Hermetizm denilen şeyin uygulanmasıdır ki…

Simya, sadece bâtınî bir çalışmanın zahirî bir ifadesi olarak tabiî materyalin dönüştürülmesiyle meşguldü. (s. 11)

Bizzat Hermetizm, “üç kere büyük” anlamına gelen Trismegistos lakabı verilen Hermes’e kadar uzanır; ona böyle denmesinin nedeni İslâm’da onun üç biçimde kabul edilmesidir. İlki, Kitab-ı Mukaddes’te Hanok [Enoch] olarak bilinen tufan öncesi yaşayan, yüksek bir mertebeye sahip, Sema’ya bedenen yükseltilmiş olan İdris peygamberdir; ikincisi, İlyas ya da Elyesâ olarak, “ateşin atı” üzerinde benzer şekilde göğe yükseltilir; üçüncüsü, ona, hermetik bilimlerin üstadı Hermes denilir. (s. 12)

Gandalf Moria Madeni’nde …ifritle mücadelesinde ölümle karşılaşır ve Ak Gandalf olarak dirilir. Burası, simyasal çalışmanın, ilkin “kararma” ya da ölüm evresi ve sonra da “beyazlama” evresi diye bilinen evrelerinin betimlenmesidir.

İran’da ortaya çıkan Mitra güneş kültü, inisiyasyon törenlerinde ölümü ve dirilmeyi temsil eder; üstelik bu törenler, mağaralarda gerçekleştirilir. Mitraizme ait tuhaf ikonografik bir figür, elinde bir kılıç olan, ayakları bir yılanla bağlanan, kanatlı, aslan başlı bir adam olan Aeon’unun figürüdür. Bu unsurların hepsi de Gandalf’ın Balrog’la Moria mağarasında karşılaşmasında mevcuttur. (s. 17)

Karanlıklar Efendisi’nin yalnızca Göz olarak ortaya çıkması, bunun onun nişanesi ve damgası olması manidardır; çünkü İslâm Geleneği’nde Deccal en ayırtedici damgası, onun benzer şekilde tek göze sahip olmasıdır.

Bir asa etrafında dengelenen iki yılanıyla, “caduceus”… (s. 26)

Yedi Sema
…geleneksel kozmolojide, her bir bölge, yedi velinin birisinin yetkisi dahilindedir ki bu veliler de Semavî düzen de yedi peygamberin birini temsil eder. Bu velilerden her birisi, diğerleriyle iletişim halindedir ve hepsi de, İdris peygamberi temsil eden yedi’nin liderinin yetkisi altındadır. Palantír’in Elendil’in ve oğulları vasıtasıyla konumlandırılışı, dünyanın yönlendiren ve muhafaza eden bu manevi idaresine olan inancın elle tutulur bir ifadesidir. (s. 31)
“emaneh”; bu, varis olunan ve mukaddes “emanet”i işaret eden ve özellikle peygamberlerin mirasıyla ilgili olan bir kelimedir. İslâm dünyasında, halife, kelimenin tam anlamıyla Peygamber’in “temsilcisi”dir ki bu nedenle “Emanet el-Mukaddes” ya da “Mukaddes Emanet” adı verilen bir hazine miras almıştı. (s. 39)

[Ahit Sandığı’nın] içeriğine dair sayısız yorumda bulunmuştur; fakat Yüzüklerin Efendisi bağlamında, Musa’nın ve Harun’un Asa’sının ve hatta Süleyman’ın Yüzüğü’nün onda içerilmiş olması önemlidir.

Mekke’deki Hacer’ül Esved ile birlikte, İslâmî kaynaklara göre Cennet’ten bir hazinedir o, Âdem’den beri gelen bütün peygamberlerin imgelerini içererek, nesilden nesile intikal eden bir şey olmuştur.

İbrahim peygamberin zamanında, bu iki kalıt oğulları arasında bölündü: İshak’tan gelen peygamberler çizgisi –Yahudi peygamberler- Sandık ile içerdiklerini muhafaza edecekti; İsmail neslinden olan yüksek Arap soyluları da Nur-u Muhammedi’yi alacaktı. (s. 40)

(Entler ve Ağaçsakallar) …bir rivayet …konuşma bahşedilmiş ağaçların, eskatolojik  savaşta müminlere yardım edeceğini anlatır. (s. 41)

Aragorn, “umut” ve “yenileyen” olarak bilinir ve “her gezgin yitirmemiştir yolunu” ifadesiyle tanıtılır; başka bir ifadeyle “yol gösteren”dir o. “El-Mehdi” de kelime anlamı olarak “yol gösteren” demektir. (s. 44)

Mithras isminin sayısal değeri, güneş takviminin gün sayısı olan 365’dir.
Kitab-ı Mukaddes’te gerçekte İdris olan Hanok’un yeryüzünde 365 yıl yaşadığı zikredilir (Tekvin, 5:23).  (s. 56)

[Minas Tirith]
…Roma’yı yedi duvarlı bir kentle birleştiren dikkat çekici bir imge vardır: Şeyh-ül Ekber Muhyiddin İbn-i Arabi ekolünün “Kent Tılsımı”. Bu tılsım Mehdi’nin fethettiği büyük kenti ve bu nedenle eskatolojik Roma’yı temsil eder. Çembersel “surları”nın her birisi, bir “kapı” içerir ve Tolkien’in Minas Tirith’i betimlemesi gibi, onun surlarının kapıları bir çizgi gibi değil bir labirent gibidir. (s. 60/61)

Minas Tirith
Tolkien’in kenti özenle yapılandırmasında, yukarıya doğru yükselen yedi döngüsel sur dizisi, açıkça, geleneksel kozmolojideki Sema’nın yedi katını hatırlatır.

İslâmî kozmolojide, mukaddes Tuba ağacı, Kevser kaynağının ve havuzunun etrafında betimlenmiştir. (s. 63)

Osman Gazi’nin rüyasında, ay, onun sinesine girer ve buradan bir ağaç yükselir; bu ağaç da benzer şekilde aya aittir ve üstelik İstanbul’a, Doğu Roma’ya doğru yönelir. (s. 65)

Ragor Bacon’un Simya çalışması…
…Arapça bir kitabı keşfetmesiyle başlamıştır. (s. 68)

…İslamî kaynaklara göre, Yakut Tablet, “Tılsımlar Ustası” Tyanalı Apollonius tarafından, bir yer altı odasında, doğrudan Hermes’ten alındı ve tablet, onu Büyük İskender’e veren Aristo’ya geçti.
Şeyh ül-Ekber
…ilginç bir ismi olan dikkat çekici bir eser daha yayınladı: Ankâ’u Muğrib fi Hatmi’l Evliyâi ve Şemsi’l-Mağrib
Bu eser, Batı ışığına ya da daha ziyade Halife el-Mehdi’nin Batı Güneşi’nin hakikatine adanmıştır.
Bu eser, Minas Tirith’in yapısıyla karşılaştırılan Kent Tılsımı’nın kaynağıdır. (s. 69)

Filozof Taşı, Simya’nın diline aittir ve Büyük Eser’de açığa çıkan sırrı işaret eder. (s. 73)

Yeşil taşla ilgili olarak Orta-dünya’nın daimî olan Kâse (Grail) denilen bir başka gizemi vardır. Bu gizemin kökenine dair bir anlatı, Kâse’yi, Lucifer’in kovuluşunda başından ya da tacından kopan bir zümrüt olarak tanımlar. (s. 83)

Rohan Kralı Théoden’in sarayıdır ki Kral Arthur’un sarayını çağrıştırır…

Arthur’un yönetiminin barbarlığa karşı Roma düzenini muhafaza etmesi gibi, Rohan muhafızları da Gordor devriyelerinde aynı şeyi yapar. Kuşkusuz, Gandalf’ın krala danışmanlık yapması Merlin’i hatırlatır. (s. 91)

René Guénon, haklı olarak, İsa’nın iki inişinin, onun Merküre ait ve Güneşe ait yönleriyle ilgili olabildiği görülecektir diye belirtir; çünkü, gerçekte, İsa’nın rolünün tamamlanması, Semavî otoritesi için kraliyet boyutunun restore edilmesiyle, onun İkinci Gelişi’nde olacaktır. İdris’in, melekler arasında, Mitatrun’un rolüne tekabül eden bir rol olan ve Nûr-u Muhammedî ya da Hakikat-i Muhammedî’nin güneş düzeyine kozmik vekili olan rolüne daha önce değinilmişti (Mitrarun, tıpkı Hz. Muhammed’in Hulefa-i Râşidin’in merkezinde olması gibi, dört büyük meleğin merkezindedir. Bu konuma Arapçada “el-Rüknü’l-erkan”, “sırların sırrı” denilir ve beşin anlamıyla ilişkilidir). Öyleyse, şaşırtıcı olmayan bir biçimde, İsa’nın İkinci Gelişi, İsa’nın, İslâm’ın en büyük eskatolojik işaretlerinden birisi olarak “Güneşe ait” yönüyle Hakikat-i Muhammedî’yi teyid etmesi için geri gelmesi anlamına gelir. İslâmî eskatolojiye dair rivayetlerde, İsa, Mehdi’nin takipçileri ibadet etmek için hazırlık yaparken “iki meleğin kanatlarıyla desteklenen” Sema’dan iner ve imamlık Meryem oğluna önerilse de o reddederek bunun Hz. Muhammed’in cemaatine ait olduğunu ilan eder. İsa’yı görür görmez Deccal “tuzun suda çözülmesi” gibi çözülmeye başlar ve ardından peygamber Deccal’i katlederek şövalyece gücünü sergileyerek “mızrağındaki kanı gösterir.” Daha sonra gelen çağ tam anlamıyla bir Altın Çağ’dır; onun yönetimi altında dünya çapında bir “Yeryüzü’nde Gökyüzü Krallığı”dır. (s. 110)

İslâm Peygamberi’ne göre, “Meryem oğlu İsa, Şam’ın Ak Kule’sine [minaresine] inecek”tir. Bu nedenle, Suriye’deki Şam Camii’nin minaresine ve yerleşim yeri Roma’dan hayli uzak olsa da, “Suriye” kelimesinin uzun zamandır “Güneş Ülkesi’yle özdeşleştirildiğine dikkat çekmek gerekmektedir. (s. 112)

Şam kenti bir veliler ülkesidir, abdalların karargâhıdır ve Şeyhü’l-Ekber Muhyiddin İbn Arabî’nin yattığı yerdir. Deccal’in şerrinden emin olunacak mekânlar arasında sayılmıştır; benzer şekilde, Minas Tirith kenti de kelime anlamıyla Sauron’un güçlerine karşı Muhafaza Kulesi’dir.

Şam Camii, Vaftizci Yahya’nın başının yattığı yerdir. (s. 112)

İslâm Peygamberi ve Ebu Bekir es-Sıddık, Nakşibendî tarikatının manevî silsilesinin kaynağıdır; bu, Hicret’te iki dostun sığındıkları mağarada Sekine’nin inmesiyle oluşan bir silsiledir. Bu tarikata önceleri, Hz. Muhammed’in en iyi dostu ve ilk halifesi izlenerek, “Sıddıkıyyun” denilmekteydi. Diğer bütün tarikatlar ise, silsilelerini, Peygamber’in dördüncü halifesi, ilk Ehl-i Beyt imamı, Zülfikar kılıcının taşıyıcısı Ali’ye kadar uzatırlar. Nakşibendî tarikatının bu silsilesi İmam Cafer-i Sadık aracılığıyla aktarılmıştır ve Cafer-i Sadık her iki silsileden de ışık aldığından Nakşibendî silsilesi, Altın Silsile olarak bilinir. İmam Cafer-i Sadık, simyacı Cabir İbn Hayyan’ın da manevî üstadıdır. (s. 119)

[Hâce Ahrar, s. 120/121]

Oxford Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmada Şeyh Nazım (Hakkani), Tolkien’in Üçüncü Çağ’ın batışına dair görüşünü çağrıştıran bir biçimde zamanın doğasını şöyle betimler:
“Şimdi bilim aracılığıyladır ki şeytanlar insanlığın her şeyini kontrol ediyor. Yalnızca semavî bilgi barış getirebilir. İnsanlık şimdi semavî bilgiyi reddetmektedir. Barışı da reddetmektedir. Semavî kitaplardan, semavî bilgiden edinmezlerse, yeryüzünde barışı hiçbir zaman elde edemeyecekler. … Zikredilmektedir ki, yeryüzünde son günler geldiğinde ve Diriliş Günü yaklaştığında, iyi nitelikli insanlar dünyanın kontrolünü kaybedecekler ve kontrol semavî olan, yani Eski, Yeni ve Son Ahit’te belirtilen her şeye karşı çıkan kötü nitelikli kişilerin elinde olacak.” (s. 124)

“Hakikati savunacak kadar hakiki insanlar arıyorum” (Şeyh Nazım Hakkani) (s. 125)

“(Arabistan’da) büyük bir mağara var. Bu mağaranın içinde melekler tarafından inşa edilen Saadet Kubbesi var. Mehdi alyhisselam ve doksan dokuz halifesi de oradadır. Ortaya çıkmak için Allah’ın emrini beklemektedirler.”

[dipnot]
The Secret Behind the Secrets Behind the Secrets … Başka dikkat çekici bir ifade, Elhamra’daki Aslanlı Avlu’nun eskatolojik önemiyle ilgisiz görülmeyebilir: “Mehdi (aleyhisselam) geldiğinde, (yalnızca evliyaların bildiği) batıdaki beş ülkeden yirmi bin asker gelecek. Bu yirmi bin asker, hakiki imanın bir işareti olarak, her zaman ilâhî güçlerle temas halindedir. Her zaman muhkemdir onlar, yüzlerini hiçbir şart altında Allah’tan çevirmezler. Onların bakışlarıyla ordular küle dönüşür. Efendimiz Ali’nin torunlarıdır onlar …” (Mercy Ocean, 1980, s. 39) (s. 125/126)

Regnabit’te yayınlanan Guénon’un yazılarından birisi, Kutsal Kâse üzerineydi; burada Kâse, Lucifer’in [İblis’in] düşüşünün zümrüdü yanında kitap simgeciliğiyle özdeşleştirilmekteydi ve Aslî Geleneğin “dönem dönem insanlar arasında muğlaklaşan, ama hiçbir zaman tamamıyla kaybolmayan şeyin bilinci” olduğu şeklindeki beyanıyla sona ermekteydi. Aynı döneme ait başka bir dergi de, Regnabit’in yazarlarının da yazdığı Atlantis’ti; gerçekten, Guénon için, kadim Atlantis, bu Aslî Geleneğin özel bir gelişmesiydi. Üstelik, Guénon’a göre, Atlantis’in çöküşü, dünyevî güçlerin temsilcilerinin Sema’nın rehberliğine karşı isyanına müteakip olmuştur ve kabul edilmelidir ki bu, Tolkien’in Atalantä anlatısı ile Aman’a karşı Ar-Pharazôn savaşının tastamam anlamıdır. (s. 128/129)

“Simya … Tabiat’ın güzelliğinin aşkıyla bireyin varoluşunun hapsini kırarak, bireyin ruhunun hayalini kozmik boyutlara doğru genişletir. Bireyin ruhunun hayali, Dünya’nın Ruhu’nun hayali olur. Nihayette … simyacı farkeder ki kozmosu hayal eden kendisi değil, ama evrenin İlahî İlkesi’dir.” (Nasr) (s. 134)

Türkçeleştiren: Ahmet Demirhan
İnsan Yayınları, Aralık 2005

24 Nisan 2012 Salı

Roland Barthes – Eiffel Kulesi


Roland Barthes – Eiffel Kulesi

Hiç sevmediği halde sık sık öğle yemeği yermiş Maupassant Kule’nin lokantasında: Paris’te onu görmediğim tek yer burası dermiş. (s. 9)

…düşün büyük yolculukları karşısında kaçınılmaz göstergedir o.

İnsanın kendi bakışını yalnız kendisinin bilmemesi gibi Kule de merkezini oluşturduğu eksiksiz optik sistemin tek kör noktasıdır, Paris de…

Bakıldığında nesnedir, ziyaret edildiğinde bu kez bakış haline gelir.

Kule, gören bir nesnedir, görülen bir bakıştır: Eksiksiz bir fiildir o, aynı zamanda hem etken hem de edilgendir. (s. 10)

Kule, katışıksız bir gösterenin rolünü; bir başka deyişle, insanların, hiç durmadan kendi bilgilerinden, düşlerinden, tarihlerinden istedikleri gibi çekip aldıkları anlam yerleştirdikleri bir biçimin rolünü oynar.

Kendisini bir tür bütünsel anıt haline getiren düşsel nitelikli bu büyük işlev, karşılamak için, Kule’nin denetiminden kaçıp kurtulması gerekir. Bu başarılı kaçışın ilk koşulu, Kule’nin bütünüyle yararsız olmasıdır. (s. 11)

Kule, anıtın bir tür sıfır derecesini gerçekleştirmektedir o; hiçbir kutsal şeye katılmaz, sanata bile; bir müze gibi gezilemez Kule.

Peki Eiffel Kulesi niye ziyaret edilir ki? Asıl nesnesi olmaktan çok billurlaştırıcısı olduğu bir düşe katılmak için hiç kuşkusuz (zaten özgünlüğü de burada yatmaktadır). (s. 13)

Nedir aslında panorama? Deşifre edilmeye çalışılan bir görüntüdür.

…bir panorama asla bir sanat yapıtı gibi tüketilemez, çünkü bir tablonun estetik bakımından ilginçliği, onda, bilgiden doğan özel noktaları tanımaya çalıştığımız anda sona erer. (s. 16)

Paris’i hayranlıkla seyretmek için Kule’ye çıkmak, taşralının fethetmek için Paris’e doğru çıktığı o ilk yolculuğun bir benzeridir. (s. 19)

…turist için her nesne önce bir içeri’dir, çünkü kapalı bir uzamın keşfi yapılmadan ziyaret’i söz konusu olamaz.
Her keşif bir sahip çıkmadır; bu içeri’yi dolaşma da zaten dışarı tarafından sorulan soruya yanıt verir. (s. 20)

(Eiffel) …mimardan mühendise geçişi simgeler. (s. 24)



Türkçeleştiren: Mehmet Rifat - Sema Rifat
İyişeyler, Eylül 96

Edmond Jabes - Biricik Bir Son Kaygısı

Kendimizde oluşmaz kendimizin imgesi
ya başkasının ki?

adımı aç
kitabı aç

seviyor olmanın mutluluğu
ille de mutlu bir aşka
bağlı olacak diye bir şey yoktur
Aşka gereksinmedir.

Bir adaya kim olduğu sorulur mu?
Deniz ona övgüler düzer ve başını döndürür.
Bir gün yutacaktır onu

Hiçbir şeye tutunmaz. Suya bağlıdır.

...bir kez battıysa güneş, göksel boşlukta
yukarı kaldırdığımız bakışlarımız için
sayısız yıldız parıldar
Ey herbirinin yalnızlığı.

Alıkoyulmaz ruh

yıkılanı kur, yükseleni eğit.

...Ey başdöndürücü yükseliş; nedir ki yukarısı,
aşağısının sonsuz yadsınışı değilse

Hiç daha gözüpektir hepten.
---


Türkçeleştiren: Enis Batur
İyişeyler, Kasım 94

Mario Luzi

Toccata

İşte Nisan, suya
ve toza doygun göklerin sıkıntısı
hasırın suskusu
camda, rüzgârın
dokunuşu, bir yara;
uzamında kapıların
solgun gül ırmaklarda
Hayatın bu yabancı varlığı
Kemerlerde yankılanan adımında.

...
yaşamak
bize kalandır hâlâ
...


Nisan - Sevda
Ölüm düşüncesi yoldaş bana
iki duvarı arasında bir yokuş yolun
sancılı tırmanan dönemeçleri boyunca.
İlkbahar soğuğunda tedirgin renkler; otlar,
mor salkım yabancı çalılar
kekre; kavruk eller iğne iğne, bir ürperti
yağmurluklar, pardesüler içinde.

Sancılıdır zaman, sancı verir,
Zaman ki aydınlık bir kasırgada
binbir çiçek katar amansız görüntülere ve herbiri 
kaybolur bir çırpıda toz ve rüzgarda
sorarken sen nedir diye.

Yolumuz bildik yerleredir.
Olgular oysa gerçek dışı
sürgünü ve ölümü önceler.
Nesin sen, ben ne oldum
ki dolaşıp dururum bu rüzgarlı uzamda,
bir adam, uçuk, silik bir iz peşinde!

İnanılmaz seni arıyor olmam, dünyanın
şu ya da bu yerinde
mucize olurdu tanımamız birbirimizi
Ama öyle bir yaş ki benimki
bekler hâlâ ötekinden
kendimizde olanı, belki de hiç olmayanı.

Yaşama yardımcıdır sevda ve sürmeye,
siler sevda ve başlatır. Ve umsa,
acı, azap içinde biri umsa bile
uzaktan bir yardım muştusunu
aslında kendindedir, bir soluk yeter uyarmaya onu.

Bin kez öğrendim bunu ve unuttum bin kez,
bana dönüyor şimdi senden apaçık
şimdi daha canlı, daha gerçek.

Benim cezam bu anın ötesinde sürmek.

Sevdiğim Kadınsa Müzik
Türkçeleştiren: Işıl Saatçioğlu
İyişeyler, Kasım 93

Miroslav Holub

"Gizlilik" başlıklı şiirden (Türkçeleştiren, Güven Turan)

...Yağmurların kaynağında oturur
tavuk başlı bir yargıç
Tutar
karanlığın hükümdarlık küresini elinde
İçinde de
bir başka küre vardır.
Yarı gölgelerden yapılmış.

Olsany'de Yahudi Mezarlığı
Kafka'nın mezarı, Nisan,
Güneşli bir gün

Ağaçlar altında pusuya yatmış
birkaç ıssız taş
dağınık sözcükler benzeri
yalnızlık öylesine yalın ki
taştan yapılmış sanki
...








Guillevic

Güneş yalnız
kendi içinde
görecek geceyi

çünkü fırlattığı karanlık
bir ışık pıhtısı olur
çevresinde

Türkçeleştiren: Erdal Alova

Ludwig Wittgenstein – Tractatus Logico-Philosophicus


Ludwig Wittgenstein – Tractatus Logico-Philosophicus

1
Dünya olduğu gibi olan her şeydir.

2.02
Nesne yalındır.

2.021
Nesneler dünyanın tözünü oluştururlar.

2.025
O, biçim ve içeriktir.

2.063
Toplam gerçeklik dünyandır.

2.1
Olguların tasarımlarını kurarız.

2.141
Tasarım bir olgudur.

2. 221
Tasarımın ortaya koyduğu, anlamıdır.

3
Olguların mantıksal tasarımı düşüncedir.

4
Düşünce, anlamlı tümcedir.

4.001
Tümcelerin toplamı dildir.

4.002
Gündelik dil, insan örgenliğinin bir parçasıdır ve ondan daha az karmaşık değildir.
Ondan, dilin mantığını dolaysız olarak çıkarmak, insan için olanaksızdır.
Dil düşünceyi örter.

4.003
Ve şu anda şaşmamalı ki, en derin sorunlar aslında hiç sorun değildir.

4.01
Tümce gerçekliğin bir tasarımıdır.

4.11
Doğru tümcelerin toplamı, toplam doğa bilimi (ya da doğa bilimlerinin toplamıdır)

4.111
Felsefe, doğa bilimlerinden biri değildir.

4.112
Felsefenin amacı, düşüncelerin mantıksal açıklığıdır.
Felsefe bir öğreti değil, etkinliktir.
Felsefe yapıtı özünde açımlamalardan oluşur.
Felsefenin sonucu, felsefe tümceleri değil, tümcelerin açık hale gelmesidir.
Felsefe, başka türlü sanki bulanık ve kaypak olan düşünceleri, açık kılmalı, keskin olarak sınırlamalıdır.

4.1121
Bilgi kuramı psikolojinin felsefesidir.

4.461
Tümce söylediğini gösterir.
Yineleme ve çelişme ise hiçbir şey söylemediklerini.
Yinelemenin doğruluk koşulu yoktur, çünkü koşulsuz olarak doğrudur.
Çelişme ise hiçbir koşul altında doğru değildir.
Yineleme ve çelişme anlamsızdır.

5
Tümce, temel tümcelerin doğruluk işlevidir.

5.621
Dünya ile yaşam birdir.

5.63
Ben dünyamım (küçük evren)

5. 631
Düşünen tasarımlayan özne yoktur.

5.641
Ben, felsefeye dünyanın benim dünyam olmasıyla girer.
Felsefi ben, insan değildir.
O, doğa ötesi öznedir.
Dünyanın sınırı, bir parçası değil.

6.1
Mantığın tümceleri yinelemelerdir.

6.11
Mantığın tümceleri bu yüzden hiçbir şey söylemezler.

6.12
Mantığın tümcelerinin yinelemeler olduğunu, dilin, dünyanın, biçimsel-mantıksal-nitelikleri gösterir.

6.124
Mantıksal tümceler dünyanın yapı-iskelesini betimlerler, ya da, daha doğrusu, onu ortaya koyarlar. Onlar hiçbir şeyi “ele al”mazlar.

6.13
Mantık, bir öğreti değil dünyanın bir ayna tasarımıdır.
Mantık, aşkındır.

6.234
Matematik, mantığın bir yöntemidir.

6.3
…mantığın dışında her şey rastlantıdır.

6.373
Dünya, istemimden bağımsızdır.

6.421
Açık ki etik söylenmeye gelmez.
Etik aşkındır (etik ile estetik birdir)

6.5
Dile getirilmeyen bir yanıtın sorusu da dile getirilmez.
Gizem yoktur.
Bir soru sorulabiliyorsa, yanıtlanabilir de.

6.522
Dile getirilemeyen vardır gene de. Bu kendisini gösterir. Gizemli olandır o.

6.53
Felsefede doğru yöntem aslında şu olurdu: Söylenebilir olandan, yani doğa bilimi tümcelerinden, yani felsefeyle hiçbir ilgisi olmayan bir şeyden, başka bir şey söylememek, sonra her seferinde de, başka birisi doğa ötesi bir şey söylemeye kalkıştığında, ona, tümcelerindeki belli imlere hiçbir imlem bağlamamış olduğunu göstermek. Bu yöntem ona doyurucu gelmeyecektir. Ona felsefe öğrettiğimiz duygusunu duymayacaktır, ama tamda doğru yöntem bu olurdu.

7
Üzerinde konuşulamayan konusunda susmalı
---


Çeviren: Oruç Aruoba
Metis Yayınları






23 Nisan 2012 Pazartesi

Atilla Dorsay - Hepsi Senin İçin, Tuhaf Aşk Öyküleri


Aşkın tuhaf biçimleri

Başta sinema olmak üzere farklı konularda çok sayıda kitaplar yazmış olan Atilla Dorsay, edebiyat alanında da eserler veriyor; yazdığı şiirleri geçtiğimiz yıllarda kitaplaştırdıktan sonra şimdi de öyküleriyle okurlarının karşısına çıkıyor. “Tuhaf Aşk Öyküleri” alt başlığıyla çıkacak olan Hepsi Senin İçin adlı kitap, Altın Kitaplar tarafından yayınlandı

Geçtiğimiz Şubat ayında, Dünyanın Öyküsü adlı derginin ilk sayısıda yayınlanan “Müze Memuru Mithat’la Şişman Ayten” adlı öyküsünün de içinde yer aldığı Hepsi Senin İçin’de Atilla Dorsay’ın altı öykü ve bir deneme yazısı yer alıyor. Ortak noktaları aşk olan öykülerde tutkulu, takıntılı, hastalıklı, saf ve fedakâr ama mutlaka aşık olan tiplerle karşılaşıyoruz. Atilla Dorsay’ın sinema birikimi ve günlük hayata dair gözlemlerini kullanarak renklendirdiği öykülerinin dikkat çeken diğer bir özelliği de, alışkın olmadığımız veya dikkatimizi bile çekmeyecek tiplemelere yer verdiği öykülerde dikkatle ördüğü kurgusu ve şaşırtıcı finalleri.

Kitaptaki ilk öykünün ismi, Aşk Filmlerinin Unutulmaz Çifti. Atilla Dorsay bu öyküde; Türk sinemasının 70 yılların hemen başında yakaladığı o parıltılı döneminde, birçok aşk filminde baş rolleri paylaşmış olan Emir ve Bahar adlı oyuncu çiftten söz ediyor. Konuları aşk olan ama her birinde farklı temaların işlendiği çok sayıda aşk filmlerinde birlikte rol almış olan ikili, 1974 yılından sonra yaşanan siyasi sıkıntılar ve hemen arkasından sinemamızı adeta yok eden seks filmleri furyasıyla birlikte eski popülaritelerini kaybediyorlar. Yıllar sonra artık yaşlanmaya başlamış olan Bahar evine kapanıp, Emir’le birlikte rol aldığı filmleri seyrederek zaman geçirmeye başlıyor. Filmlerin büyüsüne kendini iyiden iyiye kaptıran Bahar, yıllar önce içten içe ilgi duyduğu Emir’e karşı tutkulu bir aşk hissetmeye başlıyor. Rol aldıkları filmlerin her birini, destansı aşklarının belgeleri olarak görmeye başlıyor.
Öykünün arka planında Yeşilçam’ın 70’li yıllardan sonra yaşadığı iniş çıkışları ustalıkla özetleyen Atilla Dorsay, Bahar ve Emir çifti etrafında ördüğü tutkulu aşk öyküsünü kitabın alt başlığına uygun şekilde tuhaf bir sonla noktalıyor.

Öykülerinde zaman ve mekân unsurlarına da dikkat eden Atilla Dorsay, mekân olarak bir öyküsünde Samatya’yı bir öyküsünde de Kurtuluş’u seçiyor. Hikâyeyi anlatırken bu yerlerin tarihini, havasını ve dokusunu da okuruna hissettirmeyi ihmal etmiyor.
60’lı yılların sonlarında Türk sinemasının yaşadığı ilerlemeyi fark edip gözlemlediği gelişmeleri okurlarıya paylaşmak üzere eleştiri yazılara yazmaya başlayan Atilla Dorsay’ın sinema yazarlığı serüveni o günden bu yana aralıksız devam etti.

Sadece Yeşilçam’la sınırlı kalmayıp dünya sinemasını da yakından takip eden Atilla Dorsay’ın sinema hakkındaki yazılarından oluşan yaklaşık 40 kitabı yayınlanmıştır.
İsmi sinemayla adeta özdeşleşmiş olan yazarın şehircilik, fotoğraf ve yemek kültürü konularında da yayınlanmış kitapları vardır.


(Özet gibi bir şey)

 1.      Aşk Filmlerinin Unutulmaz Çifti
Öyküde tanıtılan kişilerden asıl adı Erkan Elibol olan Emir Ersoy, yoksul bir ailenin yedi çocuğundan biridir. Yoksulluktan kurtulmak için hırsla çalışmış, kendini geliştirmiş ve nihayetinde sinema filmlerinde rol almaya başlamıştır.
Öykünün kadın karakteri Bahar Erköse, Emir’in rol arkadaşıdır. İkisi birlikte, Yeşilçam’ın 60 ve 70’li yıllarda herbiri diğerinden çok da farklı olmayan, genellikle mutlu sonla biten aşk filmlerinde rol alıyorlar. Emir genç yaşta evlenmiş olduğu için, aralarında duygusal bir yakınlaşma olmuyor. Bahar’da daha sonra yapımcısıyla bir evlilik yaşıyor ancak bu da uzun sürmüyor.
Yeşilçam’ın güç kaybetmeye başladığı 80 yıllardan itibaren Emir ve Bahar’da yavaş yavaş gözden düşüyorlar. Yaşlanmaya başlayan Bahar, evinde eski Türk filmlerini seyrederek zaman tüketiyor. Rol aldığı filmlerdeki aşk hikâyeleriyle birlikte hayaller kurmaya başlıyor. Birçok aşk filminde Emir’le birlikte oynadıkları için, aşka ve geçmiş güzel günlere duyduğu özlemi, Emir’e karşı olan platonik duygularıyla tatmin etmeye çalışıyor. Emir’le birlikte başrolleri paylaştıkları filmlerin bütününü, destansı bir aşk hikâyesi olarak algılamaya başlayan Bahar, seyrettiği her bir filmde, aşklarının farklı bir hikâyesini görmeye başlıyor.
Kurduğu hayallere kendini iyice kaptıran Bahar, Emir’le görüşebilmek için fırsat ararken, Emir’in eşinin ölüm haberini alıyor. Uzun zamandır görüşemediği Emir’i cenazede görür. Emir’in karısı da artık hayatta olmadığına göre aşklarının önünde hiçbir kalmadığını düşünmeye başlar. Yıllardır, içine Emir’i de dahil ettiği hayalleriyle yaşayan Bahar, bir süre sonra eşyalarını toplayıp Emir’in evine gider. “Sevgilim” diyerek kapıdan içeriye girer. Yaşadığı heyecandan dolayı Bahar’ın farkedemedeği, Emir’in yüzünde oluşan dehşet ifadesiyle öykü sona erer.
Aşk Filmlerinin Unutulmaz Çifti adlı bu öyküde, Bahar’ın takıntıya dönüşen platonik aşk hikâyesinin arka planında Türk sinemasının 1960 ve 1980 yılları arasında yaşadığı iniş ve çıkışlardan da söz ediliyor. Bahar’ın, sinema dünyasının unutulmaz aşk hikâyelerinden beslenen platonik aşknına esin veren çiftler öyküye ayrıca derinlik katıyor.

2.      Hepsi Senin İçin
Kitaptaki ikinci öyküde de takıntılı bir kadın tipiyle karşılaşıyoruz. Teşvikiye’de doğup büyümüş olan Nazlı, kendisinden on yaş büyük olan Faruk’la evlidir.
Nazlı daha çok genç bir kızken modayı takip etmeye, giyimine özen göstermeye başlamıştır. Dış görünümü onun için her zaman çok önemli olmuş.
Faruk’la mutlu bir evlilik yaşamış. Aytaç ve Emel adında iki çocuğu olmuş. Yıllar geçer ve kızı Emel’de Fırat isimli biriyle evlenir. Nazlı artık yaşlanmaya başlamıştır.
Bir sabah, aynanın karşısında gördüklerine inanamaz bir halde kalakalır. Gördüğü yaşlanmış yüzün kendisine ait olduğuna inanmak istemez. Yaşlandığı için kocasının artık onu sevmediğini düşünmeye başlar. Kurtulmak ister bu yaşlı yüzden. Bu yüzden estetik ameliyatla kurtulmaya karar verir yüzündeki çizgilerden. Bu durumu kocasıyla paylaşmaz. 
İsviçre’de yaşayan kızını ziyarete gittiğini söyleyerek kocasıyla vedalaşır. Kızının yanında kalacağı süre zarfında ameliyatını olacak ve gençleşmiş haliyle geri dönecektir.
Nazlı’nın ameliyatı başarıyla tamamlanır. İyice iyileşene kadar İsviçre’de kalan Nazlı, yeni yüzüne alışıp yurda döner. Havaalanında onu bekleyen kocasını görür. Ama kocası Nazlı’yı göremez! Öykü, Nazlı’nın havaalanında yaşadığı bu kısa süreli şokla sona erer.

  1. Evin-ü Mirin
Aşk ve ölüm adlı bu öyküde Şırnak’ta doğup büyümüş olan Delal’in çalışmak için geldiği Bodrum’da yaşadıkları anlatılıyor (Delal = sevgili, aziz anlamında bir isim). Birbirinden çok farklı kültürlerin karmaşasını içinde yaşayan Delal, çalıştığı otele gelen yerli ve yabancı turistlerin davranışlarını hayranlıkla seyreder. İsimleri Gül ve Metin olan çiftle sohbet etme imkânı bulur. Kendisine yakınlık eden bu ikiliyi çok sever. Hatta bu sevgiyi abartarak, içinde hem Gül hem de Metin’in yer bulabildiği cinsel fantaziler kurgulamaya başlar.
Delal’in Bodrum’a gelmesine ön ayak olan, haylaz arkadaşı Ciwan, otelden kovulur. Bunu içine sindiremeyen Ciwan elinde silahla otele gelir. Otelin sahibinden intikam almak niyetindedir. Otel sahibi Nadir Bey ile aynı masada oturmakta olan Gül ve Metin çiftine Ciwan’ın zarar verme ihtimalinden dolayı Delal’de olaya karışır. Nadir Bey’e silah doğrultmuş olan Ciwan, Delal üzerine atılınca kazayla tetiğe dokunur. Silah ateş alır ve Delal ölümüne sebep olur. Öykü bu şekilde sona erer.
Güneydoğu’da terör ve benzeri şiddet olaylarının içinde yetişmiş bir gencin Bodrum’a gelmesinde sonra, yaşadığı hayata ve dünyaya karşı olan algısı çok hızlı bir şekilde değişmeye başlıyor. Bu hızlı değişimin sarsıcı etkisi, son derece insani kalıplar içerisinde kendisini tanımak isteyen bir çiftle ilgili kurduğu cinsel fantazilerden anlaşılıyor. Ölümle her an iç içe geçen bir hayattan kaçıp Bodrum’a gelen Delal, kısa süre içinde platonik de olsa aşık oluyor. Başlangıçta Delal için umut ışığı olarak parıldayan aşk, onu ölüme götüren sürece dönüşüyor.

  1. Sevda Sevdiklerine Nasıl Kavuştu?
Şöhret olmak hayaliyle büyüyen Sevda’nın hırsla ve hızla ilerlediği kariyeri bu öykünün konusunu oluşturuyor. İlkokuldayken sahnelenecek bir tiyatro oyununa seçilmeyi başaran Sevda, şöhret olma hayallerini ilk defa bu başarısıyla beslemeye başlar.
Şarkıcı mı yoksa oyuncu mu olması gerektiğine net olarak karar verememiştir ama mutlaka herkesin tanıdığı ve hayran olduğu bir yıldız olmak istemektedir.
Katıldığı bir yetenek yarışmasıyla bütün ülkenin tanıdığı bir isim haline gelir. Sonrasında bir konser teklifi alır. Hayalleri bir bir gerçek olmaktadır. Konser salonunda elektrik kesintisiyle birlikte çıkan arbade birçok insanın yaralanmasına neden olur. Kendini hayranlarının alkış ve ilgisine teslim etmiş olan Sevda, yaşanan kargaşada yere düşer, ezilir ve bütün kemikleri kırılmış bir şekilde can verir. Hayatına malolmasına rağmen, hedefine ulaşmış olmanın verdiği sevinç ve mutlulukla yüzü tebessümle kasılıp kalmıştır.
Bu öyküde de yine bir takıntılı kadın tiplemesiyle karşımıza çıkan yazar, aşırı hırsı yüzünden adeta aklını yitirmiş olan Sevda karakterinin sarsıcı bir şekilde sona eren kariyer hikâyesiyle okurlarını şaşırtmaya devam ediyor.

  1. Bir Kurtuluş Hikâyesi
Üykü, Kurtuluş semtinde geçiyor. Nihat’ın anne va babası Osmanbey’de İnci sinemasında tanışmışlar. Kardeşi Selim, doğup büyüdüğü bu semte bağlı biri değildi. Eline geçen ilk fırsatta Almanya’ya gidip, orada tanıştığı biriyle evlenerek Bochum’da yaşamaya başlamış. Nihat, anne ve babası gibi Kurtuluş’u çok seviyor.
Nihat, sahibi olduğu dükkânın camından, liseli bir kızın yolunu gözlüyor her gün. Uzun süre yolunu gözleyerek iyiden iyiye alıştığı kızı araştıran, nerede yaşadığını ve ailesinin kimler olduğunu öğrenen Nihat, daha kızla(ismi Başak) tanışmadan anne ve babasını kızı istemeye gönderir. Kurtuluş’ta tanınan bilinen bir aileden gelen Nihat, kızın ailesi için geri çevrilemeyecek bir kısmettir. Hemen düğün tarihi belirlenir. Nihat muradına ermiştir. Yıllarca uzaktan uzağa seyrettiği liseli genç kız, yıllar sonra karısı olmuştu.
Başak, Nihat’a adeta şans getirmişti. Müşterileri artmış çoğalmaya başlar, kısa zamanda dükkânı genişletir, işleri büyütür. Evliliklerinde de son derece uyumlu ve huzurludur Nihat ve Başak çifti.
Bu mutlu tablo, çocuk sahibi olamadıkları için bir nebze bozulmuştur. Ancak Nihat’ın Başak’a olan aşkı, bunun da üstesinden gelebilecek kadar güçlüdür.
Öykünün son bölümünde, Başak hastalanıp evde yatmaktadır. Nihat, karısıyla ilgilenebilmek için iş yerine gitmez, evde kalıp eşinin ihtiyaçlarına cevap vermeye gayret eder. Komşuların şikâyeti üzerine eve giren polisler evdeki ağır kokunun kaynağına, Nihat’la Başak’ın odasına girerler. Kimbilir ne kadar zaman önce ölmüş olduğu için iyiden iyiye çürümüş olan Başak’ın cesedinin yanında, ona sarılmış halde bulurlar Nihat’ı. Polisleri gören Nihat eliyle sessiz olmalarını işaret eder, bütün gece uyuyamamış olan karısı biraz uyuyabilsin diye!

  1. Müze Memuru Mithat’la Şişman Ayten
Doğup büyüdüğü Samatya’da küçük ve güzel bir hayata sahip olan Mithat, mahallenin haylaz oğlanı Ayhan’la birlikte ilk defa kerhaneye gider. İsmi Cahide olan iri bir kadınla yaşar ilk cinsel deneyimini. Cahide’yle birlikteyken kendini devler ülkesindeki Gülliver’e benzetmişti.
Zaman geçer, belediyenin memur kadrosunda yer bulan Mithat, Yerebatan Sarnıcı’nda çalışmaya başlar. Samatya’gibi küçük bir kasabada doğup büyümüş olan Mithat’a müzeye girip çıkan insanları gözlemlemek çok şey öğretir. İnsanları kiloları ve kokularıyla kategorize etmek gibi bir zevki vardır Mithat’ın. Bu merakı nedeniyle koklamaya çalıştığı birkaç turistin tepkisiyle de karşılaşmıştı.  
Mahalleden bir arkadaşının düğünüe giden Mithat, eski arkadaşlarıyla karşılaşır. Çocukluk arkadaşı Ayhan ve nişanlısı Müjgân’la tanışır. Müjgân’ın ablası Ayten’le de o zaman tanışır. Mithat’ın  o güne kadar karşılaştığı en şişman kadın belki de Ayten’di. En az Cahide kadar şişmandı. Ayten’e bakınca içinde, acıma ve korumayla karışık duygular hisseden Mithat, Ayten’i dansa kaldırır. Dans ederken kızın gözlerinin çok güzel olduğunu fark eden Mithat o geceden sonra Ayten’i aklından çıkaramaz. Rüyalarına bile giren bu kızla bir yolunu bulup görüşmeye başlar. Birkaç kez buluşurlar ve sonunda karar verir; bu kızla yatacak, başka yolu yok. Acaba ilk cinsel deneyimler insanın cinsel tercihlerini böylesine belirliyor olabilir miydi? Evlenmeden önce kızla yatamayacağını anlayan Mithat, ısrarından vazgeçmez. Evlenmeye karar verir. Mithat’ın Ayten tutkusu, evlilikleriyle birlikte aşka dönüşür. Mutlu bir şekilde devam ederler hayatlarına. Birliktelikleri dört çocukla renklenir.

  1. Ünlü Okulun Gayrı Resmi Tarihinden
Ülkeler gibi kurumların da gayrı resmi tarihleri vardır diyerek söze başlayan Dorsay, ülkenin tanınmış, prestijli okulundan birinde yaşanmış, tatsız bir olayı anlatılıyor.
Hikâyeye konu olan öğrencileri K ve B diye isimlendiriyor.
K. Anadolu’dan gelmiş bu okula. Güreşte gelecek vaat eden bir öğrenci. Kendisinden daha zayıf bir başka öğrenciye (B) yoruma açık bir ilgisi var; belki kardeşi gibi seviyor belki cinsel bir heyecandır hissettiği. K, güncesinde söz ediyor bu ilgiden. Muzır bir öğrenci günlüğü ele geçirip sonrasında okul idaresine teslim ediyor. K. derhal okuldan kovuluyor. Öğrencinin derslerindeki başarısı, güreş sporundaki başarısı ve benzeri diğer niteliklerinin göz ardı edilmesine sebep olan o çok katı önyargılarımız, hikâyenin sonunda samimi bir dille eleştiriliyor.

İnsan bir muammadır.

Don Winslow - Satori


Satori

Ülkemizde 80’li yıllarda, E Yayınları tarafından basılan Şibumi adlı romanda karşımıza çıkan Nicholai Hel tiplemesi, özel yetenekleri ve uzakdoğu geleneklerine hakim bilge tavırlarıyla sıradan bir roman karakterinden çok daha fazla etkilemiştir okurlarını. Şibumi, yayınlandığı günden bu yana okurların ilgisinden hiçbir zaman uzak kalmadı. Tekrar baskılarıyla sürekli olarak kitapçı vitrinlerde yer almaya devam etti.
Nicholai Hel gibi özel yetenekli bir karakterin hikâyesinin bir tek romanla sınırlı kalmasına gönlü razı olmayan Don Wilslow, yayıncısından gelen teklifle Nicholai Hel’in hikâyesini yazmaya başlar. Sıkı bir çalışmanın sonucunda Şibumi’den geri kalmayan Satori isimli romanıyla Nicholai Hel’i yeniden hayranlarıyla buluşturur.

Şibumi’de Trevanian’ın kısaca geçiştirdiği Nicholai Hel’in geçmişine dair veriler, Don Winslow’un yazdığı romanın ana ekseni oluşturuyor. Japonya’da başlayan Çin’de devam edip Vietnam’a uzanan bir kurguyla Nicholai Hel, Satori’de yeniden hayat buluyor.

Don Winslow ayrıntılı anlatımıyla okuyucuyu 1950’li yılların siyasi atmosferinin içine çekiyor. Romanın arka planındaki Soğuk Savaş gerilimi, 26 yaşındaki genç Nicholai Hel’in maceralarıyla birleşince ortaya tadına doyulmayacak bir roman çıkıyor. E Yayınları tarafından basılan Satori, Şibumi hayranlarının kaçırmaması gereken bir kitap.

Şibumi’nin yazarı Rodney William Whitaker (nam-ı diğer Trevanian): 1931 yılında New York’da doğdu. Yazdığı macera ve casusluk romanlarıyla dünya çapında marka haline geldi. Kitapları bir çok dile çevrildi ve milyonlarca sattı. Romanlarıyla büyük bir hayran kitlesine ulaşmasına karşın hiçbir zaman göz önünde olmadı. Asıl kimliği dahil özel hayatına dair ayrıntıları sır gibi sakladı. Efsaneleşmiş Trevanian imzasıyla yazdığı romanları ardında bırakarak 2005 yılında hayata veda etti. 
Trevanian’ın en çok ilgi gören romanı Şibumi, ilk kez 1979 yılında yayımlandı. Casusluk romanı olmasına rağmen Şibumi, okurların ilgisini hiçbir zaman kaybetmeyerek kült bir roman haline geldi.
Sinemaya uyarlamak üzere Satori’nin yayın haklarını satın alan Warner Bros şirketi, 2013 yılında gösterime yetiştirmek üzere filmin çalışmalarına başlamış bile. Robert Ludlum’ın Jason Bourne serisine benzer yeni bir aksiyon dizisi planlayan şirket, yönetmen koltuğu Oliver Stone, Nicholai Hel karakterini oynaması için ise Leonardo DiCaprio ile anlaşmaya çalışıyor.

Romanın konusu
Kore Savaşı’nın devam ettiği 1951 yılı sonbaharı; Nikolai Hel, Amerikalıların elinde 3 yıldır esirdir. Tecritte kaldığı dönemde CIA görevlileri tarafından işkenceye maruz kalır. Olağanüstü yetenekleri olan Hel’e CIA’nın ihtiyacı vardır.
Pekin’e gidip Kızıl Çin’den sorumlu yüksek rütbeli bir Sovyet komiseri’ni öldürmesi istenir. Bu cinayetle, Sovyetlerin Çin’le olan yakın ilişkisini bozmak hedeflenmektedir.  
CIA’nın teklif ettiği, başarılması neredeyse imkansız olan bu görevi, özgürlüğü karşılığında kabul eden Nicholai Hel, Michel Guibert adıyla Fransız silah tüccarı kılığında Çin’e gider.
Kısa zamanda Yuri Voroshanin’e ulaşır. Sovyet ve Çin istihbarat birimleri Hel’in gerçek kimliğini buluncaya dek operasyon başarıyla ilerler. Ancak bu noktadan sonra işler kontrolden çıkar. Nicholai Hel, birçok birimin hedefi haline geldiği Çin’de tek başına kalır.

E Yayınları

10. Yıl Marşı


10. Yıl Marşı

Gece sarkaç iner gözlerimden
Bakış sadece... Hayır! bazen, gözlerimde
ve çok zaman yorgunluğunda gündüz hengamelerinin
Renk yok çok zaman, eskittiğim günlerimde.
Çok az belki; alıcı bir parıltı gözlerimi kamaştırırdı.

Kır gezmelerinde uzaktayım, unutmuyorum bu yüzden,
Çiçekleri solduran şüphesiz gülümsemeyi
Arkasındaki sırlar için bir geçit, bir yol aradım, solarken bütün renkler.

Yakın yerlerin uzağındayım.
Eşiğindeyim en erken gidişin
Rüzgâr, göğsümü acıtmaya başlamadan önce,
Yüzü renksiz hayaletleri, bekliyorlar.

Hayallerim, yalnız hayalet im.
Çoban sürüsünü kaybetmiş
Hatırlamaya çalışıyor, büyülü sözlerinin ilk hecesini
Yakaları beyaz küçük rahibeler,
Her birinin elinde kırmızı elmalar,
Birlikte dans ediyorlar,

Gece, gövdelerimizin yüceldiği anlamda kaybetmiş kendini
Âdemoğlunun ulaştığı son-uç
Lanetini de beraberinde getiriyor.
Kaderin kederini,
Ateşin söndüremediği günahlarını…

Varolanların bütün hepsi alevleniyor,
Geceyle günün arasında, yer ve gök
Gri bir aleve boğuluyor.

Uykularımın kıyısında soluyor ürperti,
Kanatlanıyor üzerimde
Sessizliğimin kırıntıları.

Bir kapının önünde bile değil bekleyen umutlarım,
Kimse siz pencereler önünde
Elinde kırmızı bir gülle, olsa da yüzündeki ifade de şüphe
Çılgınca eğlenenlerin arasında kendine sadakatin peşinde
Dünyam
Bir kadının düşüncesinin serinliğinde
İbadetimin evveli
Yükseklerde bir yerde bir sığınak
Aydınlığı karanlık odadaki mumun ışığı kadar
Benimledir hüznün renkleri
Onun aydınlığında parıldıyor sadece acı
Güvercinler, gözlerimde, siyah beyaz bir gölge
Kırık kanatlarından dökülüyor acı
Kavuştuğumda değil özlediklerim
Bir akşam ki, öyle viran.

Bu benim hayatım
Kal öyleyse - ölesiye -
Sonsuz kadar sessiz
Sonsuz kadar eşsiz

Turgut Işık

22 Nisan 2012 Pazar

Besim F. Dellaloğlu – Romantik Muamma


Besim F. Dellaloğlu – Romantik Muamma

…modernliğe karşı ilk isyandı romantik hareket. (s. 8)

Romantizm topyekûn bir düşünce biçimidir; hayata karşı bir duruştur. (s. 9)

Romantizm, anti-mimetik bir estetiktir.
Romantizm yaşamın ne olduğuyla ilgilenmez, onun ne olması gerektiğiyle ilgilenir. (s. 10)

Erken romantikler (Jena romantikleri);
August Wilhelm (1767-1845)
Friedrich Schlegel (1772-1829)
Friedrich von Hardenberg / Novalis (1772-1801)
Friedrich Schelling (1775-1854)
Friedrich Schleiermacher (1768-1834)
Ludwig Tieck (1773-1853)
Caroline Schlegel-Schelling (1763-1809)
Dorothea Schlegel (1764-1839)
Friedrich Hölderlin (1774-1843)

Caroline Michaelis, A.W. Schlegel’le evlenir.
Dorothea, Moses Mendelsshon’un kızıdır ve bir bankerle evlidir. O da bir süre sonra eşini terk eder ve F. Schlegel’le birlikte yaşamaya başlar. (s. 13/14)

Romantizm hakikat duygusunu yitirmeden onunla alay edebilmeyi mümkün kılar. Hakikat onunla da onsuz da olunmaz bir şeydir. O hem hedeftir hem temsil edilemez. Romantizm işte tam da bunun bilincidir.
Yanlış yaşamı doğru yaşamaya çalışmak romantik bir edimdir. (s. 18)

Romantizm ilkellik ve saflıktır.
…tekil olana sadakattir. (s. 19)

…şeyler üzerine, kavramların bize sağladığı rasyonel bilginin ilkelerini içeren felsefe, iki tür kavrama göre bölünür. Söz konusu kavramlar doğa kavramları ve özgürlük kavramıdır.
…şeyler belirlenmiş değil de özgür olsalardı, bilimin nesnesi olmazlardı. (s. 24)

Kant’a göre, “yargıgücü, anlama yetisi ile akıl arasında bir orta terim (bağlaç) oluşturur. (s. 25)

(Romantik sanat)
…yapıt idealin tasarımıdır; ancak ideal değildir. (s. 27)

(Hegel, Schelling ve Hölderlin’in yazdığı) 1796 tarihli Alman İdealizm Sistemi için Erken Program…

Metne göre “tüm düşünceleri birleştiren düşünce, Platonik anlamda, güzel düşüncesidir.” Aklın en yüksek edimi estetik edimdir. (s. 30)

(Friedrich Schlegel) Mitoloji doğanın sanat yapıtına dönüşmüş halidir. (s. 32)

(Novalis) Duygu kendini duyumsamaz.

(Jaspers) Felsefe yolda olmaktır; hiçbir yere yerleşememektir. (s. 36)

(Organik bir toplum anlayışı) cins kimliklerinin toplumsallığını ve siyasiliğini vurgulayan ve bu kimlikler arasında eşitliği talep eden bir cinsel politika. (s. 41)

Romantizm, kesinlikle bir anti-kapitalizmdir. (s. 43)

Romantik siyaset her zaman ideal tarzında bir siyasettir.
…romantizm öncelikle özneye yapılan bir vurgudur. Bu açıdan her türlü otoriter siyaset, romantik imgelemin dışına düşer. (s. 44)

Modern yaşamın radikal eleştirisi romantizmin temel varolma nedenidir. (s. 45)

Modern dönemde akıl, toplumun öznedeki ajanıdır. (s. 46)

Akıl aynı zamanda iktidar, egemenliktir.
Modern düşünce, özne ile nesnenin kategorik ayrımına dayanır. Yani özne nesneden bağımsız olarak, nesne de özneden bağımsız olarak tanımlıdırlar. (s. 47)

Modern özne “ben” sözcüğünü çok kullanır.
“Ben” içi boş bir iddiaya dönüşür modern dönemde.

Modern, özne için hem bir rahim hem de bir tabuttur.

Modern kent kamudur. Kamu kalabalıktır. Modern kent öylesine kalabalıktır ki orada faili meçhul cinayetler işlenir herkesin gözü önünde. (s. 48)

(Heidegger) “Yapılıp edilenlerden sorumlu hep “herkes” daha doğrusu “hiçkimse”dir. Böylece herkes alanı insanın günlük yaşam yükünü hafifletir.
Herkes alanında her kimse ötekidir ve hiç kimse kendisi değildir.” (s. 49)

Modern özne için en güvenli sığınaklardan biri ironidir.

Modern özne kendisi bile değildir. Tüm özneler birbirlerinin yerine geçebilirler; çünkü modernlik, özneyi işlevi ya da rolüyle tanır.
Niteliksel farklılıklar, niceliksel özdeşlik içinde erimiştir.

Para,
…bütün niteliği ve bireyselliği şu soruya indirger: Kaça? (s. 50)

“Para, şeylerin bütün nitel farklarını ‘kaça?’ terimiyle açıklar. Para, …bütün değerlerin ortak adlandırıcısı haline gelir.” Georg Simmel (s. 50/51)

(Özgürlük) Talep etmek teslimiyettir. Özgür özneler talep etmeyenlerdir. (s. 51)

Friedrich Schlegel’e göre, modern üretim teknikleri, insanı insanlıktan çıkarıcı bir niteliktedir; insanı köleleştirmektedir. (s. 52)

Maddi çıkar, modernliğin temelidir.
Burjuvanın dünyası tüketebildiği nesnelerden oluşan bir dünyadır.
Modern birey, bir Faust’tur. O, bilincini, rahatlık ve güvene satmıştır.

Romantiklere göre toplum, içinde insanların rekabet ettikleri değil, işbirliği yaptıkları bir topluluk olmalıdır.
…özne …kendini ötekilerle etkileşim halinde gerçekleştirmeye çalışmalıdır. (s. 53)

İnsan olma durumu ussallığa indirgenemez. (s. 56)

Kendilik ve ötekilik iç içedir ve birbirinden kolaylıkla ayrılamaz. (Öteki, “sen”dir)

…Schleiermacher, din bilincini estetik bilince yakın bulur; çünkü her ikisinde de esas olan duygudur. (s. 57)

(Din sezgisel verilere itibar ettiği için, dolaylı olarak dogmatik olmak zorundadır.)

(Romantizm ile Protestanlık)

Reformasyon esas devrimdir. Çünkü Luther’in önderliğindeki Reformasyon’la birlikte tin kendinin bilincine varmıştır. (s. 60)

…romantizmin din anlayışının en iyi ifadesi panteizmdir. (s. 61)

Felsefenin estetikleşmesi Alman felsefesinde Kant’la başlamıştır.

…estetiğin öne çıkışı, Kant’la sadece biçimsel ya da düzenleyici nitelikteyken, Schelling’de tamamen tözsel bir nitelik kazanır. (s. 66)

Schelling’e göre
…felsefe hiçbir şeye yaramaz.
Bir şeylerin aracına dönüşmüş felsefe, kendini ortadan kaldırır. Felsefenin kendisi bir yapıttır ve bu estetik bir yapıttır. (s. 67)

Yöntem, hakikat için zorunlu koşul değildir. (s. 70)

Schleiermacher için “sanat kurallara indirgenemeyendir.” (s. 72)

(Aristoteles)
…katharsis
…tragedyanın hedefidir. (s. 80)

Romantizm, bir bakıma umutsuz idealizmdir. (s. 82)

Romantik sanatçı sonuna kadar üslupçudur. Gidecek bir yer kalmayınca, üslup bir sığınak haline gelebilir. Üslup, romantikler için sığınaktır. (s. 84)

(parçacık)
…çünkü mutlak ancak tekil biçimde algılanabilir. (s. 86)

Parçacık melankoliktir. (s. 87)

İroninin …önemli özelliği anlama dayalı olmak yerine performansa dayalı bir ifade tarzı olmasıdır. (s. 90)

Modern özne ironik bir öznedir. (s. 92)

Nemo, bir insanın kendi boşunalığının ve geçiciliğinin farkında olmasına işaret eder. (s. 96)

Sanat yapıtı, ironinin mola verdiği andır; sonsuz özdeşsizliğin yorulup özdeşliğe (uyuma) teslim olduğu andır.

Romantik tavır, gerçekliği askıya alır. Bunu da ironiyi kullanarak yapar. (s. 99)

(Novalis)
Hayal gücü en büyük servettir. (s. 121)

İnsan olmak bir sanattır.
Her İngiliz bir adadır.
İnsanın varlığı hakikatin içindedir. Eğer insan hakikati feda ederse, kendini de feda eder. Hakikate ihanet eden, kendine ihanet eder. (s. 123)

Felsefe aslında sıla hasretidir; her yerde evde olma isteğidir.

Duygu, bölünmüş ruhtur. (s. 124)

İnsan bildikçe daha çok öğrenmek zorundadır. Cehalet bilgiyle birlikte artar. Belki buna cehalet değil de cehaletin bilgisi demek gerekir. (s. 126)

Ayrıntı Yayınları

Hasan Bülent Kahraman - Türk Sağı ve AKP

Hasan Bülent Kahraman - Türk Sağı ve AKP


AKP Türkiye'nin gerçeği. Ama AKP kendisini açıklayabilen bir gerçek değil. Bu kitap onu yapıyor. AKP'yi önce Türkiye'de genel anlamda sağın, daha sonra da özel olarak İslami siyasetin içinde ele alıyor.
(önsöz)

Siyasal süreç ve onun ayrılmaz parçası olan toplumsal dönüşümler, bir çırpıda tamamlanan ve sonuçları hemen elde edilen olgular değildir. (S. 1)

Siyaset bilimi, özellikle 1989 sonrasında ortaya çıkmış olan 'yer kayması' denen bir kavramla yüz yüzedir; buna göre, bir toplum ansızın hiç beklenmeyen bir partiye kitlesel olarak oy verebilir. Ama bu bile bir anda olup bitmiş, önü arkası bilinmeyen bir oluşum değildir. (S. 2 )

1950'de DP'nin Türkiye çapında %50'nin üstünde oy alması ve parlamentoda bugün görüldüğü şekilde olağanüstü bir çoğunluk elde etmesi, başka faktörlerin yanı sıra iki çok önemli faktöre bağlıdır. Birincisi, DP'nin 1945'in hemen sonrasında kurulmasıdır. DP 1946 seçimlerine girmiştir; o seçimlerde CHP'nin tek parti olmasından, Cumhuriyet'in ve Türk modernleşmesinin en önemli kurucu unsurlarından birisini temsil etmesinden kaynaklanan gücüyle, belki de bunlardan daha önemlisi, özellikle ordunun ve bürokrasinin o partiyi desteklemesinden gelen kuvveti ve çeşitli oyunlarıyla DP mağlup edilmiştir. (S. 3)

1950, Türkiye'de temel siyasal yapının oluşma tarihidir. Bu siyasal yapı daha sonra çeşitli kişiler ve teorisyenlerce çeşitli bakış açılarıyla irdelenmiştir.
Bunların içinde en tanınmış olanı Prof. Şerif Mardin'in yaptığı merkez-çevre etkileşimi tanımıdır; bu anlayış, CHP'nin, 1839'dan beri devam eden merkezi ve merkezci, yukarıdan aşağı modernleşmenin temsilcisi olduğunu ileri sürer. Merkezi modernleşmenin karşısında geniş halk kitlelerinin oluşturduğu çevre yer almaktadır. (s. 4 )

CHP, tıpkı İttihat ve Terakki Partisi gib tarihsel bloğun ideolojik siyasal organıdır. (s. 5 )

1950 Hareketi, Anadolu-yerli sermaye oluşturma hareketi olarak da görülebilir. ( S. 6 )

Devletçilik, 1930'da 1929 dünya ekonomik bunalımının şartlarına karşı ekonomiyi koruma adına uygulanan yöntemsel bir baraj olmaktan ibarettir. (...)
İttihat ve Terakki bile bir ulusal burjuvazi inşa etme ve ekonominin liberalizasyonunu sağlayarak uluslararası sermayeyle bütünleşme kaygısı içindedir. CHP'nin eğilimi de bu yöndedir. (...)
DP aslında yerli burjuvazinin daha genişlemesi, palazlanması ve hatta devlet eliyle güçlenmesi doğrultusunda hamle yapmaya gayret etmiş olan bir partidir. (...)
Türkiye'deki dönüşüm -tarımın dönüşümü-, 1946-1950 arasında, CHP'nin hala iş başında bulunduğu dönemde başlamıştır. Bu dönüşümü sağlayan ana unsur, ABD'nin o tarihte Soğuk Savaş politikasını ilan etmesi ve Türkiye'yi kelimenin gerçek anlamıyla ileri bir karakol olarak görmesidir. (s. 8)

1954'ten sonra, özellikle 1955'te 6-7 Eylül olaylarının meydana gelmesinin ardından, zaman zaman liberal olduğunu yazdırtıp söyleten DP çok sert, şiddetli ve anlamsız şekilde akıl almaz bir baskı rejimini uygulamaya koymuştur.(...)
Bütün bu panoramayı, AKP'nin Türkiye’deki geleneklerin bir uzantısı olduğunun belirtmek için çiziyoruz. (...)
Bu gelenek, genel olarak Türk sağı diye adlandırdığımız gelenektir. Türkiye sağı söz konusu olduğunda benim temel iddiam, sağın hiçbir zaman reel demokratik bir bilinç taşımadığıdır. Türkiye sağı devletçiliğe karşı gibi görünüp, liberal gibi isimlerle kendisini adlandırsa dahi, her zaman devlete sahip çıkma ve milliyetçilik açısından, etnik kimliğin muhafazası, ötekinin bastırılması, dışlanması, ezilmesi açılarından ve bütün bunların aynı zamanda İslami, dini bir kimlikle yoğrulması açısından taviz vermez bir yapı içinde kalmıştır. (S. 10 )

DP, Türkiye'de yeni bir kadroyla siyaset yapan bir partiydi. Frederick Frey The Turkish Political Elite adlı, eski tarihli bir kitabında bu parlamentoların, yani 1946, 1950, 1954, 1957 ve hatta 1960 parlamentolarının sosyolojik analizini yaparak, parti tabanlarının nereden kaynaklandığını ortaya koymuştur.
Bu tablolar incelendikçe, özellikle 1950 parlamentosunun, DP'nin ağırlıklı olduğu parlamentonun özünü iki şeyin meydana getirdiği saptanır. Bunların birincisi, milletvekillerinin temsil ettikleri bölgeyle doğum yerleri arasındaki korelasyonun çok yüksek olmasıdır; bir 'doğrudan temsil' unsuru söz konusudur. Bu taşrayla partinin bütünleştiğini gösteren en önemli unsurdur. İkincisi, milletvekilleri gurubunun çok büyük bir bölümü avukattır. Yani 'taşra avukatı' olgusu. (S. 14 )

Derrida'nın geliştirdiği 'kurucu dışarısı' (constitutive outside) diye bir kavram var. Herhangi bir zihinsel pozisyon veya herhangi bir kimlik, kendisini tanımlayabilmek için kendine bir öteki tayin eder, iddiasındadır Derrida. (S. 26 )
Cumhuriyet adına bu 'kurucu dışarısı', diyelim ki 'öteki', İslam’dır. Cumhuriyet biraz da diyalektik şekilde İslam'ı tarif ederek kendi ideolojisini oluşturmuştur.(...) 
Laisizm ve şeriat endişesi Cumhuriyet'in kendi ideolojik formasyonunun ana ölçütüdür. Onun adeta olmazsa olmaz unsurudur ve her şey bundan ibarettir. (s. 27 )

1950 seçimlerinin sonuçlarına baktığımızda DP'nin en yüksek oy aldığı yerler arasında Doğu ve Güneydoğu Anadolu yoktur. Feodal unsurlardan mürekkep olduğu, burada ağalık düzeni bütün boyutlarıyla geçerlilik taşıdığı ve bu ağaların merkezi devletle yoğun ilişkileri bulunduğu için 1950 seçimlerinde CHP'yi desteklemişlerdir. (S. 31 )

Laiklik; din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması. Gündelik hayatta kullanıla kullanıla tüketilen birçok kavram gibi artık bir şey ifade etmez hale gelmiş durumda. (S. 32 )

Aydınlanma düşünürlerinin önemli bir bölümü dinle olan ilişkilerinde son derece çelişkili davranmışlardır. Bunlar kendi evlerinde inançlı, yazılarında ve dışa dönük yüzlerinde bir tür inançsız insanlardır. (S. 35 )

Fransız Devrimi'yle birlikte gelen bir laik despotik dönem vardır. Buna Aydınlanma Despotizmi de denir. Yani, kiliseler samanlığa dönüştürülmüş, her türlü dinsel uygulama yasaklanmıştır. Hatta takvim, ay adları dahi değiştirilmiştir....
Neden dinin gündelik hayattan, gündelik pratikten tecrit edilmesi ihtiyacı doğuyor? (S. 36 )

"Aydınlanma Nedir?" makalesinde Kant, "Aydınlanmış birey, üstündeki vesayetten kurtulmuş ve kendi zihni melekelerini kullanma yetisini kazanmış olan varlıktır," der. Horace'ın bir sözünü anarak Saper aude der. Yani, "bilmekten korkmayınız"...
İşte bu, dünyayı dünyanın bilgisiyle açıklamak ve bunu açıklayacak olan toplumsal ve zihinsel varlığı yaratma çabası laikliktir. (S. 37 )

Cumhuriyet epistemolojisinin temelinde -daha önce bir kaç makalemde belirttiğim üzere- Kantçı bir aydınlanmış insan düşüncesi vardır. Bunun kökenini de Atatürk'ün meşhur lafı, "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir, başka bir şeye inanmak hurafedir," sözü meydana getirir. Bu sözü, söylediğim tarih doğurmuştur, belli bir geçmişe sahiptir, yani o yanıyla da tarihseldir. Pozitivizmin son durağını göstermektedir. Bunun dışında, Cumhuriyet laikliği, temelinde Fransız Devrimi'nin içerdiği, kapsadığı Aydınlanma despotizmini aynen temellük etmiştir, onu da sahiplenmiştir. (S. 44 )

Eğer devrimi taşıyacak sınıf yoksa devrim o sınıfı yaratmak için bir süre sonra araçsal hale gelir, araç niteliğini kazanır. İşte Sovyetler Birliği; Sovyetler devriminde bu böyledir. İşçi sınıfı yapmamıştır Sovyet devrimini. Bir gün şöyle veya böyle meydana gelmiştir, ondan sonra rejimin en büyük önceliği işçi sınıfını yaratmak olmuştur.
Cumhuriyet de bir halk hareketi değildir. Katılımcı bir boyutu vardır ama asıl problemi bir süre sonra kendisini taşıyacak olan sınıfı bulmaktır, o da burjuvazidir. Bütün bunları yaratmakla yükümlü olan bir devriminse elinde iki şey kalır; bir, bürokratikleşme, iki, otoriterizm. (S. 45 )

1950 hareketinde Halk, Cumhuriyet'in arkasında olmadığını ifade etmiştir. Ama bu saptamayla yanılmayalım; çünkü asıl mesele, öncelikle Cumhuriyet'in halkı reddetmesidir...
Cumhuriyet bir elit rejimidir. (S. 47 )

Cumhuriyet esas itibarıyla aşkınsal olan, kutsal olan bir siyasal iradeyi oradan alıp yerlileştirme, sekülerleştirme sürecidir. Daha önce imparatorda ve Batı siyasal felsefesinde çok tartışıldığı gibi, imparatorun sahip olduğu iki bedende -ki bunlardan birisi tanrısal ve uhrevidir- temerküz etmiş olan iktidarı oradan alıp halka ait bir şey haline getirmek, cumhuriyet düşüncesinin özünü oluşturur. (S. 53 )

1950, çevrenin merkeze karşı başarısıdır. 1960, merkezin çevreden rövanşı almasıdır. 1965, çevrenin yeniden iktidara gelerek merkezi geri plana itmesidir. 1971 12 Mart muhtırası, merkezin bir kere daha iktidarı elde etme girişimidir. 1971 muhtırasına mukabil 1973 seçimleri, çevrenin bu kez CHP'yle tekrar iktidarı ele geçirmesidir. 1980, 1973'te başlayan harekete karşı merkezin güçlendirilme, tahkim edilme hamlesidir. 1983, çevrenin bir kere daha merkeze karşı hareketidir. 1983'ten sonra durumu bu kadar net açıklayamıyorum. Ama şu söylenebilir: 28 Şubat, 1983 sonrasında merkezin ana hamlesidir. 2002 seçimleri, 28 Şubat merkezine karşı çevrenin bir reaksiyonu olarak görülebilir. (S. 61 )

Dönemin bürokrasisinin ne kadar bilinçli olduğunu gösteren ana unsur, 1960 askeri darbesinden hemen sonra Devlet Planlama Teşkilatı'nın kurulmasıdır.
DPT'yi iyi okumak gerekir. Bu kurum, merkezin iktidarı vermemek adına kullandığı enstrümanlardan birisidir. (S. 62 )

1965 seçimlerinde DP'nin uzantısı olan AP seçimleri kazanıyor. AP 1973'te CHP'nin temsil etmeye başladığı metropolitan çevrenin bir başka temsilcisi. O aslında merkezdeki çevre hareketidir. Bu çevre kendisini muhafazakâr olarak nitelendirir. Ama muhafazakârlık tamamen popülist bir karakter taşır. Çünkü bu kesim, Türkiye'de bu işin turnusol kâğıdı olan Kemalist ilkelerle ve Kemalist cumhuriyetle bir çatışma içinde değildir. Bu hareketin önderi olan insanlar Osmanlı İmparatorluğu'nun uzun süre devam ettirdiği devşirme mekanizmasının Cumhuriyet dönemindeki uzantısı olan sistemle yetiştirilmiştir insanlardır...
Devlet, Osmanlı'daki devşirme sistemini iki kanattan devam ettirmektedir. Bunlardan birisi, askeri okullardır. İkincisi devlet parasız yatılı okullarıdır.
Köy enstitüleri bunun 1940'lardaki modelidir. (S. 78-79 )

1908 meşrutiyetinden sonra İttihat ve Terakki iktidarıyla birlikte, farkında olarak veya olmayarak dinin devlet tarafından belirlenmesi başlamıştır. (S. 105 )

Devlet, 1980'den itibaren çok uzun bir süre, sistemli bir şekilde dini kontrol altına almaya çalışırken, bugün din, devleti kontrolü altına almıştır. Bu model niçin son büyük hamlesinde çöktü? Yani, neden dinin devlet tarafından kontrolü, arkasında büyük bir askeri güç olmasına, anayasanın ona göre düzenlenmesine, eğitim sisteminin reorganizasyonuna rağmen işlemedi de, bu odakların çok rahatsızlık duydukları, şikâyetçi oldukları, değiştirmek için hareket halinde bulundukları AKP iktidarı ortaya çıktı?
Bu rahatsızlığın ve şikâyetin altında yatan sebep, gene bu odakların AKP'yi bir İslami gelenekten gelen dinsel temelli bir parti olarak görmesidir. AKP ise bun biz muhafazakâr bir partiyiz diyerek reddediyor. Fakat ilginç olan şudur: AKP, 'biz muhafazakâr demokrat bir partiyiz' derken, İslam'la olan ilişkisini henüz tarif etmiş değil. (S. 106 - 107 )

İslami sermaye, bugün taşra sermayesinin sahibi ve patronu olmuştur.
AKP, eğer AB konusunda CHP'den, DYP'den veya MHP'den daha rahat bir tutum sergiliyorsa, bunun sebebi, sermayenin uluslararası entegrasyonunun getirdiği yeni bilinç katmanlarıdır. Sermaye onu elinde tutan adamın kendi içine kapanmasına izin vermez. (S. 119 )
Sermaye uluslararası bir sıçrama yapmak istediği için AKP aracılığıyla AB'ye entegre olmak istiyor. (S. 120 )

AKP, partileşememiş bir partidir. AKP uzun bir sürecin sonunda doğmuştur, ama bir tesadüf partisidir. Bugün AKP iktidara gelirken 'biz daha iyi yapalım, ülkeyi şöyle kalkındıralım' diye gelmemiştir. Diğer merkez sağ partiler ve sol partiler halkın nezdinde bir seçenek olmadığı anda, bir intikam partisi olarak AKP iş başına geldi.
AKP kendisine ideoloji üretemedi. Yayınlamış olduğu liberal muhafazakârlık tezi, AKP'ye bir ideoloji oluşturmaya yetmedi. Çünkü bu tezin bir ideoloji olabilmesi için toplumsal bir karşılığının bulunması gerekir. (S. 124 )

AKP tarafından önerilen muhafazakârlık kavramı sadece İslami içerikli, İslami vurgulu ve İslam'ı da kültürel örf ve âdetin uzantısı sayan bir yaklaşımdır. (S: 151 )

Bir toplumun eğer büyük gövdesi belli bir ideoloji doğrultusunda kendisini dönüştürüyorsa orada total bir hareket başlamış demektir.
Bunu durduracak olan iki etken söz konusu olabilir: Bir, eleştirel düşünce, iki, siyasal muhalefet. (S. 157 )

Türkiye kendini apolitik politikaya mahkûm etti. Bu mahkûmiyetin sonucunda kitlenin politikadan geri çekilmesini, siyasal alanın politika dışı unsurlara bırakılmasını yaşıyor. Türkiye bugün Genelkurmay'dan yapılan açıklamalarla ve mahkemelerden çıkan yargı kararlarıyla yönetiliyor. (S. 158 )

Laikçi çevreler, hala İran İslam Devrimi'nin Türkiye'de bir gecede oluşabileceği kanısını muhafaza ediyorlar. Hala böyle bir kanıya sahip oldukları için ve böylesi bir ihtimale dönük en kuvvetli barajı ordu olarak telakki ettiklerinden, gitgide orduya yakın, orduyla iç içe geçmiş bir politika benimsiyorlar. (S. 161 )

AKP, bütünüyle sistemin bir partisi olma noktasına ulaşmıştır.
Bundan sonra AKP'nin başına gelecekler, sisteme teslim olan bütün partilerin başına gelmiş olan şeydir: AKP'nin bir kere daha kendi içinde bölünmesidir. (S. 181 )

Üstünde çalışılan bir proje olan sağın yeniden inşası meselesi, AKP'nin içinden çıkacak bir kuvvetle olur. (S. 182 )

Türkiye yüzlerce yıllık demokratikleşme projesiyle devam etseydi bugün çok daha onurlu bir yerde duracaktı. Oysa hala sokakta gazetecisini, düşünce adamını öldüren, insanların linç edildiği, emniyet müdürlerinin 'halk iyi yapmıştır' dediği bir ülkeyiz. Hala yurttaşlık kavramının ne ifade ettiğini anlamazdan geliyoruz ve işin en yürek burkan yanı da bunun Türkiye'nin kendi tarihi içinde bile bir geriye gidiş olduğunu görmeyişimizdir. (S. 212 )

Agora Kitaplığı

2007