8 Haziran 2012 Cuma

Annemarie Schimmel – Ben Rüzgârım Sen Ateş


Annemarie Schimmel – Mevlânâ Celâleddîn Rûmî – Büyük Mutasavvıfın Hayatı ve Eserleri – Ben Rüzgârım Sen Ateş

1273 yılı aralık ayının ilk günlerinde…
Toprak aç (s. 7)

17 Aralıkta Mevlânâ, ebedî Şems’ine kavuşmak üzere güneşin batışıyla gözlerini yumdu.

“Mevlânâ bütün pozitif dinlerin dış formlarından çok daha kutsal olan, en ulvî dinî vecdin kanatları üzerinde, öteki lirik şairler gibi, -Hafız da dahil- sadece ayın ve güneşin fevkine yükselmekle kalmayıp zaman ve mekânın, yaradılışın, kaza ve kaderin, bezm-i ezel ahd’inin ve hesap gününün üzerinden kanatlanarak ebediliğe varır. Burada o, ebedi kul olarak Mutlak Varlık’a mülaki olur ve ebedi âşık olarak da yine sonsuz aşk’da vahdet-i vücûd bulur…” (Joseph von Hammer)

Rûmî adı, Avrupa’da ve yakın zamanda da Amerika’da mistik vecdin şifresi haline gelmiştir. (s. 8)

İran şairi Câmî 15. Yüzyılda onun hakkında şöyle diyordu:
Men çi gûyem vasf-ı ân âlicenap,
 Nist peygamber velî dared kitap.” (Peygamber değildi, lâkin kitabı vardı.)

Mesnevi, 26000 beyittir.
Divan-ı Kebir 36000 beyittir.

Mevlânâ Belh şehrinde dünyaya geldi.
Mevlânâ’nın babası Sultân-ül-ulemâ Bahâeddin Veled, burada hatırı sayılır bir din âlimi olarak faaliyet icra ediyordu.
Mevlânâ Celâleddin’in doğum günü olarak 30 Eylül 1207 kabul edilir. (s. 9)

Bahâeddin Veled, dînî problemlerin her çeşit felsefi tartışmasına karşı samimi bir soğukluk duyuyordu. Bu konuda oğlu da onu takip etti.
Hârezmşah, 1218 yılında yeterli dikkati göstermeyerek Cengin Han’ın gönderdiği birkaç Moğol tüccarını katletti. Bu durum Moğolların öfkesini üzerine çekmeğe yetti ve felaketi davet etti.
Bahâeddin Veled, bu tehdit edici tehlikeyi önceden görmüş olmalı ki, ailesi ve taraftarlarıyla birlikte şehri en geç 1219 yılında terk etti ve Horasan’dan geçerek İran’ın doğusuna göç etti (Moğollar şehri yakıp yıkacak diye kaçtılar yani! Bu göç için daha sağlam bir gerekçe olmalı, Mevlânâ’yı da sulandırma gayreti içinde olan Büyük İnsanlık İdeali, özellikle bu nedenle ısrar ediyor olmalı bu hikâyede). Belh şehri 1220 yılında Moğollar tarafından yakılıp yıkıldığında, Mevlânâ’nın ailesi çoktan Ortadoğu’da idi. Yolculuk esnasında da Nişâbur’daki büyük sûfî şair Feridüddin Attar ziyaret edilir. (s. 10)

İslam tasavvufu, bugünkü Afganistan ve Doğu İran’da katı bir zahitlik (kaba sofuluk) olarak doğdu. Sûfî adı zâhitlerin giydiği yün elbiseye işaret eder.
Sûfî hareketi Hallac ile birinci zirveye ulaşır. (s. 11)

9. Yüzyılın sonlarına doğru İran’da yeni Fars dilinde müstakil bir şiir doğdu; tasavvufi yazılar için Farsça ilk defa burada kullanıldı: Herat’lı koruyucu melek Abdullah Ansarî (ö. 1089), zarif dualarını bu dilde yazdı.
Gazne’de yarım yüzyıl sonra, tasavvufun ilk öğretici manzum eserini yazan bir şair yaşıyordu: Semâî (ö. 1131) (s. 12)

Yirminci yılların başında (1220’yi kastediyor) aile, İç Anadolu’ya Rum’a vâsıl oldu.
(Aile) Karaman’da konaklar. Burada Mevlânâ Celâleddin’in annesi vefat eder. Genç Celâleddin de burada evlenir; Gevher Hâtun da kendisi gibi Doğu’dan gelen bir mültecidir. (s. 13)

…ilk oğlu 1226 yılında dünyaya gelir. Sultan Veled’e dedesinin adı verilir.
Karaman’dan yol, kuzey batıda kalan Konya’ya, Selçukluların başşehrine üç gün sürer (100 km.) Sultânü’l Ulemâ Bahâeddin Veled, 1228 yılında işte bu şehirdeki sayısız medreselerden birine ilahiyat dersi vermek üzere tayin edilir. (s. 14)

Eşek kulaklı Midas efsanesi halkta hâlâ canlı yaşar. Kralın sırdaşının o korkunç sırrı fısıldadığı kamışın, daha sonra bu sırrı ney olarak bütün dünyaya açıkladığı düşünülürse; Mevlânâ’nın, tasavvufun temel eseri olan Mesnevi’sindeki giriş şiirinin bir kökünün de burada yatmakta olduğu anlaşılır. (s. 15)

Bahâeddin Veled
Ocak 1231 tarihinde vefat eder. Oğlu Mevlânâ Celâleddin, babasının postuna oturdu ve vaaz ve açıklamalarına devam etti. Fetva, zikir işine kuvvet verdi, şeriat bayrağını yükseltti…
Bu zamana kadar Mevlânâ Celâleddin, çoğunlukla zahiri ilimlerle uğraşmış görünüyor.
Bahâeddin Veled’in ölümünün üzerinden bir yıl geçtikten sonra, onun eski öğrencilerinden Tirmizi Burhaneddin Muhakkıki mülteci olarak Konya’ya geldi. Onun vasıtasıyla Mevlânâ, babasının derin eserlerine vakıf oldu. (s. 16)

1244 Ekiminde Tebrizli Şemseddin, Konya’ya vardı. (s. 18)

Şemseddin, uzun zaman dolaşıp kendine mürid aramıştır.
Kendisinin tören kaidelerine uymayan Kalenderî bir derviş olduğu rivayet edilmektedir. Mevlânâ Rûmî’nin daha sonraları kalenderî dervişleri az bulunan bir iksir ve ateşte yaşayan semender olarak övmesi, bu varsayımı kuvvetlendirir. (s. 19)

Şemseddin’in gençliğinde Allah’a şöyle dua ettiği rivayet ediliyor: “yarattıklarının arasında benim dostluğuma dayanabilecek bir kişi bile yok mu?”

Yaklaşık iki yıllık sıkı ikili sohbetlerden sonra Şems, üzücü bir şeyler olmadan şehri terk etmenin daha uygun olacağını hissetmeye başalar.
Vâkıa Rûmî’nin tesellisi mümkün değildi. Kesinlikle Farsça şiir yazmayan Rûmî, kendini tamamen semâya ve şiire verdi. (s. 20)

“Sabır dünyayı kucaklayan Kafdağı da olsa,
Ayrılığı güneşinde kar gibi erirdi!” (s. 21)

“Sadece susayanlar suyu aramaz-
Su da susuzları arar durur!”

Mevlânâ, şimdi de dostunu yakınında tutabilmek ümidiyle Şems’i evlatlığı Kimya ile evlendirdi. Şems, Kimya Hatun’u pek sevdi. Yeni evlilere Mevlânâ’nın evinde küçük bir bölüm ayrıldı. Mevlânâ’nın ikinci Alaaddin, onu burada rahatsız etmiş olmalı; görünürde önemsiz bir olay Alaaddin’in, uzun zamandan beri babasının dostuna karşı gizlediği nefret duygularını tahrik etti. Kimya Hatun, 1248’de sonbaharın sonlarına doğru vefat etti. Çok geçmeden Şems de bir daha dönmemek üzere ortadan kayboldu.

Eflakî’nin rivayetine göre Şems, gerçekten öldürülmüştür. Öyle görünüyor ki o gece dışarı çağırıldı ve bıçaklanarak öldürüldükten sonra şimdi halen mevcut olan bir kuyuya atıldı.
Onun canına kastedenler arasında Mevlânâ’nın küçük oğlu da vardı. (s. 22)

“…bedensiz ve ruhsuz ikimiz bir nuruz.
Sen hem ona hem de bana bak:
Ben oyum, o da benim, ey yaratıcı!”

Burada âşıkla mâşuk tamamıyla aynileşirler, Mevlânâ ve Şems edebi vuslata ererler. (s. 23)

“Köyde yurt edinmek, aklı mezara gömmektir” (demek ki bu iyi bir şey…)

Mevlânâ, sanatla şekillenmiş bir hayat üslûbuna çok daha önem veriyordu. Böylece de o, yöre halkının haddini bilmeyen ölçüsüz derviş guruplarına hayran oldukları veya onun çağdaşı Hacı Bektaş-ı Veli’nin yoluna gittikleri bir dönemde, kentlilerin önderi ve mürşidi olmuştu. (s. 32/33)

Mevlânâ Celaleddin’in tasavvufi ilhamından mahrum olduğu hiçbir an yoktur. Hüdavendigâr’ın hayatında üç defa büyük tasavvufi aşk süreci vuku bulur; Şems’le olan aşkın göklere çıkan ateşinden hemen sonra bir berraklık dönemi gelir ki, bu dönemde Selahaddin Zerkubi ile ilişkileri devam etmektedir.
Hayatının son on yılının yarısında Mevlânâ, zamanını muhabbet ve sevgiyle genç dostu Hüsameddin’e ayıran bir hoca olur. Zira sufilerin ifade ettiğine göre, “kavis alçaldıkça” sufi en yüksek mertebeye ulaşır. (s. 38)

Mesnevi sırf kaybolan Şemseddin’in medhiyesi için düşünülmüştü; bu yüzden de Mevlânâ, genç dostu Hüsameddin’e Ziya-ul Hakk lakabını verir. Zira ziya, güneşin bir şuasıdır, yani güneştendir. (s. 39)

Varlığın her basamağında kendini feda etmek tekâmülün ön şartıdır. (s. 44)

(Mevlânâ Celaleddin Rûmî) cenaze törenine bütün dinlerin temsilcileri kendi dininin ibâdet şekline uygun olarak katıldılar. Ve Hüdavendigâr’ı şöyle övdüler: “o bizim İsa’mızdı, o bizim Musa’mızdı.” Saatlerce vecd içinde semâ devam etti.

Hüsameddin, müridlerin idaresini üzerine aldı. (s. 45)

(Sultan Veled) postnişlik makamını babasının üçüncü dostuna vermiştir. Hüsameddin 1283 yılında vefat ettiğinde, yani kendi ifadesiyle, kendisi “yetim” kaldığında müridlerin idaresini üzerine almak durumunda kalır. Daha sonra bu müridleri organize ederek hakiki bir tarikat vücuda getirir ve semâ’ı düzenler. (s. 46)

Şair Olarak Mevlânâ Celaleddin Rûmî

…Üslûbu, tasavvuf şiirini şekillendiren iki büyük selefinin, Senâî ve Attar’ın, etkisi altındadır. (s. 47)

Allah dostlarının şiiri, Kur’an’ın sırlarını açıklamaktan başka bir şey değildir. Zira onlar kendilerinde yok olur da Allah’la var olurlar. (s. 48)

Senin sözün olmadan canın kulağı yoktur,
Senin kulağın olmadan canın dili yoktur! (s. 52)

Nasıl ki topraktan yapma testiler alırken, testilerin çıkardıkları sesten kırık mı yoksa eksik mi oldukları anlaşılırsa; insanların ses ve sözleri dinlenerek onların karakterleri tanınır. Fikirleri beyan edilmedikçe, inanan ve inanmayan kavga etmeden bir arada otururlar, zira düşünceler, havadaki kuşlar ve yabani ceylanlar gibidir. Fakat kelimeler her şeyi ele verir. (s. 56)

“Söz söylemek, o pencereyi kapatmaktır;
Söz söylemek onu gizlemenin ta kendisidir.
Gönlün yüzüne karşı bülbülce nâralar at!
Onlara gülün kokusunu duyurma; oyala onları.” (s. 57)

…menekşe çiçekler arasında gerçek sufidir. Gülün “Muhammed teri” olduğu, onun miraca yükselirken döktüğü terinden doğduğu hususundaki gelenek, Rûmî’nin mâlûmudur. Fakat aynı zamanda gül, Peygamberin bir hadis-i şerifi mucibince, ilahi cemalin tecellisinin çiçeğidir. (s. 65)

…acaba biz kader terzisinin hayatın gümlerini kırptığının farkında mıyız? (s. 66)

Güneş ve Örtü – Rûmî’nin Allah ve Dünya Görüşü

Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin eserleri insana, şah damarından daha yakın olan Allah’a yaklaşmak ve O’nu sürekli yeni mecazlarla tasvir etmek, ulviyet ve azametini renkli sembollerle yansıtmak üzere girişilen daimi bir gayret olarak telakki edilebilir.
-tıpkı Ortaçağ tasavvuf düşüncesinde olduğu gibi- Allah’tan başka hiçbir şey yoktur şeklinde yorumlanan kelime-i şehadet, yani Lâ ilâhe illallah ifadesi, onun da ilahiyat anlayışının temelini teşkil eder. 

Ben gizli bir hazine idim ve bilinmek istedim; o yüzden âlemi yarattım. (s. 69)

…her yaprak, her kuş, her taş kendi varlığı ve varoluş biçimiyle Zât-ı Kibriyâ’ya sükût içinde hamd-ü senâ ederler. (s. 71)

Bütün yaratıkların var olmasına sebep olan kün (Ol!) emrinin iki harfi kâf ve nun, hazinenin kapısının kilidi mesabesindedirler; bu kapının arkasında sonsuz mucize saklıdır. (s. 73)

Allah, bir lahza bile dinlenmediği için –ne gaflet yaklaşır O’na, ne kendinden geçme ve ne de oyku- Allah’ın sıfatlarıyla donatılmaya çağrılan inanan insan da durup dinlenmeden ve sabırla çalışmalıdır.

…eserin mükemmel olabilmesi için sabır kaçınılmaz… (s. 74)

…şekilsiz kalabalıklardan yüce bir peygamberin doğabilmesi için, milyonlarca ilkel varlığın kurban edilmesi gerekmiştir. (s. 75)

Yarasacık, güneşe düşman değildir;
Bu örtü altında o, kendinin düşmanıdır. (s. 79)

Her yokluk var olma imkânına sahiptir; her gece bağrında bir gün taşır… (s. 80)

Neye göre hareket etmelidir insan, Allah iradesi mi yoksa emri mi esas alınmalıdır? Bu konudaki İslam mutasavvıflarının ötedenberi sürdürdükleri eski ikilem Mevlânâ tarafından, Allah’ın rahmetine güven esas alınarak çözülür (zira Allah buyurmuştur ki, ben kulumun düşünceleriyle birlikteyim, yani birisi Allah’tan hayırlısını isteyip ümit ederse, Allah da ona rahmetini esrigemez).
Allah, rahmetinin hazinelerini sunmak için günahkârlara ihtiyaç duyar. (s. 83)

İnsan kendi öfkesini yendiği vakit Allah’ın gazabından da kurtulur. (s. 87)

…ebediyyet sabahı söktüğünde, kıyamet günü Allah, rüyaları tabir edecektir. (s. 96)

Örümcek misali dertlerden bir ağ örme kendine!
Tezgâhının enine-boyuna ördüğün iplikler değersizdir.
Git, bu sıkıntıları sana verene geri ver!
Derdini ve elemini dağıtana bak sen.
Konuşmazsan, senin sözün onun sözü olur;
Şayet sen dokumazsan, dokuyan O olur.  (s. 100)

…insan ki, bezm-i ezelde Allah’ın halifesi olarak yaratıldı, göklerin ve yerin taşıyamadığı hür irade kendisine emanet edildi. Oysa o pek zalim ve çok cahil olduğunu ortaya koydu. (s. 101)

…adlarını bilmek, söz konusu şeylere sahip olmak mânâsına gelir. (s. 102)

(insan) kaybolan vatanına giden yolu ancak gözyaşları ve tövbe ile bulabilir.

…melekler değişmeyen bilgileri, hayvanlar ise bilgisizlikleri yüzünden felah buldukları halde, insan iyi ile kötü arasında mücadele eder ve nereye gittiğini bilmez. (s. 103)

Bazı kimseler bir şeyin başına, bazıları da sonuna bakarlar. Sonuna bakanlar aziz ve büyük insanlardır. Çünkü onların gözleri akıbette ve ahirettedir. Başına bakanlar ise, Allah’a daha yakındırlar. Onlar: “Sonuna bakmamıza ne lüzum var? Mademki baştan buğday ekmişler, sonunda arpa bitmeyecektir. Arpa ekmişlerse buğday çıkmayacaktır.” derler.
Bir kavim daha vardır ki bunlar Tanrı’ya daha yakın ve daha seçkin olurlar ve ne başa ve ne de sona bakarlar. Baş, son bunların akıllarına gelmez. Onlar Tanrı’da fenâ bulmuşlardır.

Bir kavim daha vardır ki dünyaya garkolmuştur ve son derece gafil olduklarından ne başına ne de sonuna bakarlar. Cehennem ateşinin yemidirler. (s. 105)

…kadim kaynaklar fetâ’dan “asil delikanlı”dan bahsederler. Fakat dindarlar için en saf olarak o, Peygamberin yeğeni ve damadı Hz. Ali’de tecelli eder. Lâ fetâ illâ Ali (Ali’den başka yiğit yoktur).
Diogenes’in fenerle aradığı adam işte budur. (s. 106)
Aziz ve yüce olan Tanrı, Peygamber’e çok ince bir yol gösterdi. O yol nedir? Kadınların kaprislerine, kötülüklerine tahammül etmek ve onların söyledikleri imkânı olmayan şeyleri, dinlemek ve ona karşı sert davranmak suretiyle kendini iyileştirmek ve düzeltmek için evlenmektir. (s. 108)

Allah’ın ezelde: “Kötülüğe karşı kötülük, iyiliğe karşı da iyilik olmalıdır.” diye verdiği hüküm asla değişmez. Çünkü yüce Allah Hakîmdir. Sen kötülük et, iyilik bulursun nasıl der? Bir kimse buğday ekip, arpa biçemez ve arpa ekip buğday toplayamaz. (s. 110)

Mevlânâ Celâleddin Rûmî o kanaattedir ki Allah, insanları niyetlerine göre değil daha çok amellerine göre değerlendirecektir. Dahası, Allah insana kabiliyetlerine göre vermez, bilakis her şeyden önce hareket edebilme ve reaksiyon gösterme kabiliyeti bahşeder.
Çocuk sopayla öğrenmeye kabiliyetli değilse, hoca hiçbir zaman bir çocuk dövmez; hissiz bir taşla uğraşmak elbette imkânsız olurdu. (s. 112)

Mevlânâ, nefsi sayısız sembollerle tasvir etmiştir: o, Mûsa’nın çağrılarına kulak vermek istemeyen Firavun’a benzer, o gizlice beden mabedine sokulan ve saçmalıklar yapan kara bir Hintli gibidir… (s. 116)

Mevlânâ’ya göre akıl her şeyin pürüzsüz devam etmesini sağlayan sultanın vezirine benzer; o rapor veren bir hukukçu olarak da, veyahut da kalbi tertemiz tutan bir polis müdürü, veya gece şehri bekleyen bir gece bekçisi olarak telakki edilebilir. Ne var ki padişahın bizzat kendisi içeri girdiğinde polis ne yapabilir? İlahî aşkın güneşi duyguların gecesini aydınlattığında gece bekçisine ne ihtiyaç kalır? (s. 118)

Esas şu, aklın seni padişahın kapısına getirinceye kadar iyidir. Aranır ve istenir. Fakat kapıya geldiğin zaman, aklı salıver. Çünkü o artık senin için zararlıdır, yolunu keser, ona ulaşınca kendini bırak.
…kabâ yahut cübbe biçtirmek için biçilmiş bir kumaş istersin. Akıl seni terzinin önüne kadar götürür ve buraya götürünceye kadar senin için faydalıdır. Fakat onu hemen bırakman ve terzinin karşısında da kendi tasarruf ve bilgini terk etmen lazımdır. (s. 119)

Mesela bir öğretmen bir öğrenciye yazı yazmasını öğretirken, tek tek harfleri bitirip sıra satıra gelince, önce çocuk bir satır yazıp öğretmene gösterir. Bunun hepsi öğretmenin gözünde yanlıştır. Fakat o yine: “hepsi güzel, iyi yazmışsın; aferin, aferin! Yalnız bu bir tek harfi biraz çirkin yazmışsın; böyle olacak. Ha! Şu harfi de iyi yazamamışsın” der ve çocuğu incitmeden, incelikle böylece o satırın birkaç harfini kötülemek suretiyle yazısını düzeltir. Şöyle yapmalı, diye gösterir. Geri kalanı beğenir ve bu aferinle onun zayıf tarafını kuvvetlendirir. İşte bu şekilde yavaş yavaş öğretir ve ona yardım eder. (s. 123)

(Lâ ilâhe illâ Allah) İslam tasavvufunun çekirdeğini bu kelime-i tevhidin devamlı olarak daha içten derunileştirilmesi teşkil eder. (s. 124)

“…sûretsiz sevgilinin yüzünü bir görürseniz ev sahibi de sizsiniz, ev de sizsiniz, Kâbe’de siz.” (s. 125)

Bâz â, bâz â – Gel, yine gel, tevbeni yüzbin kere bozmuş olsan da gel!

Tevbe insanın dünyadan, tüm sevgililerini öldüren bu dişleri dökülmüş yaşlı fahişeden yüz çevirmesi demektir.
Nefsi terbiye eden vasıtaların başında açlık gelir (o yüzden Mevlânâ, oruca büyük önem verir)
…ney yalnız içi boşken nağmeler söyleyebilir. (s. 132)

Varlığı nerede arayalım? Varlığı terk etmede! (s. 138)

Yalnız belalara sabırla katlandığımız takdirde ruh tekâmül eder.
…hayatın ön şartı kırılmaktır: Değerli yağı içinde saklayan çekirdeğin kurtulması için fındık  kabuğunun kırılması şarttır, incinin kurtulması için midyenin parçalanması lazım. (s. 139)

O kadar çok dua ettim ki büsbütün dua oldum:
Beni her gören benden bir dua ister. (s. 149)

Eğer bütün yeri Tanrı’ya saygı göstermekte başına koysan, tıpkı başını bir defa yere koymuş olman gibidir. (s. 152)

Ancak imandan kaynaklandığında namazın bir değeri vardır. Mevlânâ’nın vurguladığı üzere, iman insan için namazdan daha önemlidir, zira o, bütün amellerin köküdür.
Fâtiha kalbe eştir ve beş vakit namazın merkezidir; kalp de ancak kendi faaliyetinden sonra tesir icra edebilen beş duyunun merkezidir.

Tanrı’mız, “secde et de yaklaş” dedi…
Bedenlerimizin secde etmesi, canlarımızın Tanrı’ya yaklaşmasına sebeptir. (s. 153)

Allah Kur’an’da: “Beni çağırınız ki icabet edeyim” demiyor mu? Bu şekilde dua, bütün sıkıntılı durumların anahtarı olur; insanın kendini ümitsizliğin derin kuyusundan çekip aldığı bir iptir dua. Dahası: Dert; insanın kendini yeniden Allah’a kılavuzladığı en güzel vasıtadır.
Dert, Tanrı’yı gizlice çağırmana sebep olduğundan bütün dünya malından iyidir. (s. 156)

…sözün eğri, niyetin doğru olursa,
O söz eğriliği, Tanrı’ya makbuldür.
Ameller niyetlere göre değerlendirileceklerdir. (s. 158)

Sadece aşk, sadece aşk – başka da bir işimiz yoktur.
Mevlânâ, haklı olarak şiirinin mihverini ve merkezini böyle tasvir eder. (s. 166)

…Dilin tefsiri gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen aşk daha aydındır. (s. 169)

Sevilen kimse güzeldir. Bunun aksi olamaz. (s. 178)

Gece âşık ve hırsız için çok uzun ve geniştir. Gündüz kesret ve putperestlik iken, gece kelime-i şahadetin gizli odasıdır. O nedenle âşık geceyi uyku ile geçirmemelidir.
Ay her gece yıldızları sayanı öper. (s. 186)

Gözyaşında bulutlar, tahammülde bir dağ gibi,
Sürekli kendini ortaya atan su gibi,
Tevazu ve ehveniyette yolun tozu gibi. (s. 192)

Her şey maşuktur, âşık bir perdedir. (s. 196)

Türkçeleştiren: Senail Özkan
Ötüken Yayınları, 2. Baskı, 2000

1 yorum:

  1. Maksatlı içeriğe sahip olduğu için genel anlamda Mevlana hakkında bilgi arayanların bu kitabı okumaması gerekir, tavsiye edilmemeli, bu bakımdan "kötü" bir kitaptır.

    YanıtlaSil