16 Mart 2012 Cuma

Kárhozat (1988)

Kárhozat (1988) - Béla Tarr







Kész az egész, by Mihály Víg 

Kész az egész
Mindennek vége,
Vége már és
Nem lesz másik
Nem lesz jó
Soha már
Soha talán.

Kész, ez kész.
Talány, hogy honnan lesz új,
Hogy honnan jön el, ha jön,
Vagy nem jön el soha már.
Soha talán.

Ez van, ezt kell szeretni.
Most már mit lehet tenni,
Torkodra forr szavad,
Elmenned nem szabad
Elmenned nem lehet,
A rendőröd leszek,
Az erő engem szeret,
Te csak velem lehetsz.

Tőle és vele van a lélek,
Neki lelkesülnek a dolgok,
Nélküle minden kopár,
Vele meg teljes és boldog,
Hogy lenne vége, szamár,
Soha már, soha talán.

Ennek rég vége már,
Jó hogy nirvána vár,
(Vár a Nirvána bár)
Jó hogy nem fogok lenni,
Ez van, ezt kell szeretni.

Kész, ez kész, nincs vége,
Vége már.
Nem múlhatott el és nem fog
Elmúlni soha már. Soha talán.
Talán soha már.



Bitti

Her şey bitti.

Bitti.

Başkası olmayacak.

İyi olmayacak.

Asla olmayacak.

Hiçbir zaman.

Belki hiçbir zaman.

Kabus gibi...

...her şey.

Belki...

Yeni aşkım nerede?

Gelecekse bir gün, nereden gelecek?

Gelmeyecek mi?

Yine mi?

Asla mı?

Al ya da bırak, işte sorumlu olduğun bu.

Ne yapabilirsin?

Kelimelerini kaybettin.

Henüz bırakamadın.

Uzun zaman önce bitti.

Ütopyanın var olduğunu bilmek, ne güzel!

Bilmek ne güzel!

Artık burada olmayacak.

Al ya da bırak.

Söyle aşkım, neden?

Bitti mi şimdi?

Başkası olmayacak.

İyi olmayacak.

Asla olmayacak.

Belki hiçbir zaman.

Ruhumu çaldın.

Her şey istediğin yolda gidiyor.

Onsuz dünya kıraç.

Onunla yaşam dolu ve mutlu.

Ahmak.

Asla olmayacak.

Belki hiçbir zaman.

Bitti.

Her şey bitti.

Sonu yok.

Sonu yok şimdi.

Solamaz...

...solmayacak, aşkımız.

Asla olmayacak.

Belki de asla.

Belki de artık değil.





"Boruyu çalarak, her şeyi hazır ettiler.

Kimse savaşa gitmedi, gazabım kalabalığın üstündeydi çünkü.

Dışarısı kılıç, içerisi veba ve kıtlık.

Ülkedekiler kılıçla ölecek. Şehirdekiler kıtlık ve vebadan kırılacak.

Her kim hayatta kalır, kaçarsa dağlara gidecek.

Vadinin güvercinleri gibi; inleyecekler.

Günahlarında boğulacaklar.

Kollar bükülecek, dizler güçsüzleşecek. 

Korku tepelerine inecek.

Gümüş paralarını sokaklara atacaklar...

...altınları pislenecek.

Gümüş ve altın, Tanrı'nın gazabından koruyamayacak.

Açlıkları dinmeyecek, midelerini onunla dolduracaklar...

Günahların içine tökezleyerek düşecekler.

Sırtımı çevirdim onlara.

Benim değerli toprağımı kutsal sayacaklar.

Toprak kana doymuş, şehir şiddete.

Ulusların en kötüsünü getirdim, evlerinize sahip olmak için.

Terör gelince; barışı arayacaklar ama ortada barış olmayacak.

Peygamberden görüş isteyecekler...

Rahiplerin kanun öğretisi kaybolacak, ermişlerin tavsiyelerinin kaybolması gibi.

Toprağın insanlarının elleri titreyecek.

Ben de onların davranışlarına ve ölçülerine göre davranacağım. Yargılayacağım onları!

Sonra hepsi bilecek; benim Tanrı olduğumu."



14 Mart 2012 Çarşamba

Jean – Raimond – İngiliz Edebiyatı

Jean – Raimond – İngiliz Edebiyatı

  1. Bölüm
Ortaçağ Edebiyatı

Anglo-Sakson edebiyatı özellikle şiir açısından çok zengindir.
Dinsel şiir ve din dışı şiir
Bu şiirin en güzel örneği, 3.000 dizelik Beowulf’tur. (s. 7)

Konusu iskandinav destanlarından alınan bu şiriin birinci bölümünde, çok güçlü genç “Geat” (Güney İsveç dilinde) prensi Beowulf, kralın savaşçılarını parçalayıp yutan canavar Grendel’i ve bir denizin dibindeki mağarasında bulduğu bu iğrenç canavarın annesini öldürür.
İkinici bölümde, Beuwulf’un eski bir hazineyi koruyan bir ejderha tarafından talan edilen ülkesinde yarım yüzyıl hüküm sürmüş olduğunu görürüz. Sadık dostu Wiglaf’tan yardım gören Beowulf göğüs göğüse korkunç bir mücadeleden sonra canavarı yere serer. Ağır yaralar alan yiğit kahraman sadık dostunun kollarında can verir. (s. 8)

Geoffrey Chaucer (1340?-1400)
Canterbury Hikâyeleri’nde Ortaçağ alegorisi yerine yaşayan bir insanlığı anlatmayı tercih eden şair, Shakespeare’e yol göstermiştir.
Giriş bölümünde otuz kadar hacı, Southwark’da Tabard Hanı’nın önünde toplanmıştır ve Thomas Becket’ın Canterbury’deki mezarına bir hac ziyareti hazırlığı içindedirler. Hancı da seyahate katılmaktadır ve yolda vakit öldürmek için herkesin bir hikâye anlatması önerisini getirir. Bu hacılar dönemin sosyal sınıflarının farklılığını yansıtırlar. (s. 10)

  1. Bölüm
Rönesansın Başlangıcından Elizabeth Dönemi Altın Çağına

İngiliz rönesansına özgü hümanizmayı Thomas More’un (1478-1535) Ütopya’sından daha iyi anlatan bir yapıt yoktur. (s. 14)

İngiliz düzyazısını geliştiren en büyük isimlerden biri Francis Bacon (1561-1626)
Gözünü hırs bürümüş bu filozofun ahlakında bir patavatsızlık bir küstahlık vardır. (s. 17)

Henri Fluchere’in “cehennemden geçişin çok kişisel bir tanıklığı” biçiminde tanımladığı Shakespeare’in Soneler’i İngiliz lirik şiirinin doruklarından biridir.
Spenser’ın güçlü alegorik şiiri Periler Kraliçesi
Yaklaşık 35.000 dizeden oluşur.
Kutsallığı (Kızılhaçlı Şövalye), iffeti (dişi şövalye Britomart), dostluğu (Triamond ve Cambell arasındaki dostluk), adaleti (Artegal), nezaketi (Sire Calidore) anlatır. (s. 20/21)

Dinsel oyunlar laikleşirken soytarılık ve kaba güldürüye fazlasıyla yer veren “interlüd” adlı kısa oyunlar ortaya çıkar. Thomas More’un karanlık dostu John Heywood (1497?-1580?) kısa sürede bu türün üstadı olur. (s. 22)

Sahnenin önünde perde yoktur, dekor da yoktur ya da çok hafiftir, aksesuvar da çok sınırlıdır. Basit bir tabelayla gösterilir oyunun oynandığı yer. Shakespeare oyunlarının sözsel büyüsünün en önemli amacı, gelişmiş teknik olanakların eksikliğini kapatmaktır. (s. 24)

Shakespeare
Nisan 1564’te, Warwickshire’da, Stratford-upon-Avon’da doğmuştur.
Tarihin ilginç bir rastlantısı, Shakespeare 23 Nisan 1616’da, dünya edebiyatının bir başka devi Cervantes’le aynı günde ölmüştür. (s. 28)
14 komedi
10 öykü (?)
13 trajedi
Hayatının ilk dönemlerinde tarihsel dramlar ve komediler öne çıkar.

Shakespeare’in yazdığı ilk komedi, büyük olasılıkla Yanlışlıklar Komedyası’dır(1591). (s. 31)

…yazarlığının ikinci döneminin en önemli yapıtları dört büyük trajedidir:
Hamlet, Othello, Kral Lear ve Macbeth

Trajik bir kahraman olan Hamlet bir türlü yakalayamadığı gerçeğin peşindeki insanın metafizik sıkıntısını anlatır. (s. 35)

(Shakespeare’in çağdaşlarından) Satirik bir yazar olan Ben Jonson, Londra’nın kenar mahallelerinin hareketli yaşamını gerçekçi bir üslupla yansıtmayı başarmıştır. (s. 39)

  1. Bölüm
Metafizik Şairlerden Restorasyon Tiyatrosuna

Gençliğinde pagan bir şair olarak tanınan ve daha sonra ünlü bir vaiz olan Donne, aslıbda bir rönesans şairidir. (s. 41)

Donne …her zaman şehvetle birlikte görülen aşk, ölüm düşüncesinden ayrılamaz. (s. 42)

Kutsal kitap şairi, Püriten şair John Milton (1608-1674) soylu ve yüce kişiliğiyle 17. Yüzyıl İngiliz şiirine egemen olmuştur. (s. 45)

Adem’le Havva’nın günahı ve cennetten kovulma üstüne bir dram kaleme almayı düşünür. Kaybedilmiş Cennet tasarısı böyle ortaya çıkar.

İhtişama yönelik bir düşgücünün güçlü esinlemesi, ritmi son derece etkileyici olan bu şiire can verir. Göğün en yüksek katı ya da Empyrius, Kaos ya da Uçurum, yeryüzü, cehennem, Milton’ın Kutsal Kitap’tan ve astronomi bilgileriyle birlikte Yunan felsefesinden etkilenerek yazdığı Kaybedilmiş Cennet evreninin dört unsurudur. Bu dünyadaki figürlerden beşi önemlidir: Yehova, Tanrı’nın oğlu, Şeytan, Adem ve Havva.
Adem ile Havva’nın günahtan önceki saf aşkını ve günahtan sonraki daha karışık ve daha eksiksiz aşkını anlatan içoğlanları şiirin en çarpıcı bölümleridir. (s. 47)

(Restorasyon Dönemi)
…dönemin en ünlü düzyazı yazarı, hüç kuşkusuz, John Bunyan’dır (1628-1688). (s. 49)

  1. Bölüm
Klasizm, Neoklasizm, Ön-romantizm

Daniel Defoe da (1660-1731) romana gazetecilikle başlamıştır. (s. 55)

…kesinlikle bir çocuk kitabı görülmemesi gereken Gulliver’in Seyahatleri özellikle dönemin siyasal, sosyal ve dinsel yaşamına anıştırmalarla süslenmiş bir yergi yapıtıdır.
On beş santimetre boyundaki erkeklerin ve kadınların bulunduğu Liliput Adası’nda, Lemuel Gulliver, sonunda kendisini kadiri mutlak bir tanrı gibi görmeye başlar.
Devlerin yaşadığı Brobdingnac’ta, kendisini sefil ve kötü, küçük bir böcek gibi gören Lemuel Gulliver, dev yaratıkların ellerindeki bir oyuncaktan başka bir şey değildir.
…gülünç filozoflar ve bilginlerle karşılaştığı Laputa adlı uçan ada; ölümsüzlüğe mahkûm edilmiş hastalıklı ihtiyarlar, Struldbrugglar’ı tanıdığı Luggnagg Krallığı.
Gulliver’in ziyaret ettiği son ülke gene düşsel bir yerdir ve buradaki efendiler akıllı atlar Houynhnm’ler, uşaklar da insan biçiminde iğrenç yaratıklar olan Yahoo’lardır.
“Pierre, Jean ve Thomas’ı samimi bir şekilde sevsem de, insan denen hayvandan nefret ediyorum.” Swift (s. 57)

Pope’un en iddialı şiiri İnsan Üzerine Bir Deneme (1734), bir beylik felsefi konular mozayiğidir ve kısmen deizm adı verilen doğal dinin savunuculuğunu yapan Bolingbroke’tan alınmıştır. Pope’un “varolan her şey iyidir” dediği İnsan Üzerine Bir Deneme’nin dört mektubunun  içerdiği evrensel uyum düşüncesine karşı, Voltaire ünlü “Lizbon Felaketi Şiiri’ni yazmıştır (s. 1755). Pope’un dehası felsefi düşüncelerinden çok hiciv şiirinde görülür. Horatius’un hicvini örnek almıştır. (s. 60)

  1. Bölüm
Romantizm

Coleridge
Yaşlı Denizcinin Şiiri tuhaf bir dünyaya götürür bizi; bu dünyada güneş de, ay da, onları değiştiren endişe verici bir tuhaflıkla taçlanmışlardır. Doğaüstücülük işaretleri taşıyan bir yere yerleşmiş olan bu baladda etkili bir dinsellik, “tanrısallığa” yakın bir tinsellik sezilir . Ama şaşırtıcı unsur insani unsuru dışlamaz bir şiirde. Cesaretle dolu bir gemide kalan yaşlı denizcinin yalnızlığı Tanrı ve yakınları tarafından terk edilen bir insanın imgesini yansıtır. Gizem sadece gökyüzünde ve denizde değildir, insanın derinliklerindedir. (s. 80)

(Byron)
Yunan bağımsızlığı için mücadele eden bu şairin Missolonghi’deki ölümü onun romantik imajını iyice pekiştirir. (s. 82)

(Jane Austen / 1775-1817)
En popüler yapıtı Aşk ve Gurur … beş perdelik bir komediyi anımsatır. İronisi hiçbir zaman edep kurallarını aşmayan ve satirle karışmayan yazar, söz konusu romanında ender rastlanan eleştiren gözlem gücüyle kendisine göre çok önemli bir meseleyi, ideal evlilik sorununu işler. (s. 89)

Browning en ünlü şiiri Yüzük ve Kitap’ı (1868) sekiz yılda yazmıştır.

Thackeray’ın Henry Esmond (1852) adlı eseri Kraliçe Anne döneminin çok renkli bir freskidir; Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi (1859) adlı eseriyse Devrim öncesi Paris’inin çok güçlü bir tablosu niteliğindedir. (s. 101)

(Conrad)
Kahramanlarının gezileri ‘benin karanlıkları’ndaki yolculuğun sembolik ifadesidir. Büyük bir “bilinç cehennemleri” araştırmacısı olan Conrad, derinlikler psikolojisine temas eden öyküler aracılığıyla insan yaşamının karmaşıklığını dile getirir. Bir günahın ve sonuçlarının öyküsü olan Lord Jim, olaylara belli bir görüş açısından bakan bir romandır: bu yapıtta her şeyi bilen bir yazarın kesinlemelerinin yerini Marlow adlı kararsız bir anlatıcının varsayımları almıştır; öte yandan, romandaki bilinçli parçalanma, olaylara ve kahramana bir kaleydoskoptan bakmaya götürür insanı. (s. 114)

  1. Bölüm
Birinci Dünya Savaşı’ndan İkinci Dünya Savaşı’na

1922’de T.S. Eliot’ın Çorak Ülke adlı şiirinin yayımlanması, 1798’de Lirik Baladlar’ın (Coleridge) yayımlanması kadar önemli bir edebiyat olayıdır. “Sanatçının gelişmesi sürekli özveride bulunmasını, kişiliğini sürekli geri plana itmesini gerektirir,” diyen son derece kültürlü bir entelektüelin yapıtı olan, dört yüz küsür dizelik, Fransız, İtalyan ve Alman özdeyişleriyle ve büyük İngiliz şairlerine anıştırmalarla dolu bu şiir, romantizmden kesin bir kopuşun şiiridir. (s. 123)

Huxley’in yapıtları yolundan sapmış bir insanlığın trajik durumunu anlatır. (s. 134)

  1. Bölüm
1945 Sonrası İngiliz Edebiyatı
Beckett’ten etkilenmiş olmasına rağmen, Harold Pinter (1930) “saçma tiyatrosu” ve gerçekçi tiyatro arasında bir yerdedir; şu farkla ki, o da Arden (John Arden) gibi gerçekçiliğini sembolizme ve şiire açar.
…anlam belirsizliği virtüozü olan Pinter çoğul yorum dediği bir “açık tiyatro” yazarıdır. Çünkü oyunları özellikle yaşam bunalımının şiirsel imgeleridir. (s. 142)

Söylenmeyen, sessizlik üstadı Pinter’da en önemli unsurdur. (s. 143)

Tom Stoppard (1937), tiyatronun sosyal misyonuna inanmaz. Onun oyunları ikinci derecede bir tiyatro alanına da girebilecek oyunlardır ve her oyunun anlaşılabilmesi, parodisi ve aynı zamanda da kopyası olduğu daha eski bir oyunun bilinmesini gerektirir. Rosencrantz ve Guildenstern Öldüler (1967) Hamlet’in modern bir versiyonudur ve bu oyunda başrol Shakespeare oyunlarında görülen, Godot’yu Beklerken’in serserileri gibi konuşan, geri plandaki iki kahramana verilmiştir. (s. 144)

Felsefe formasyonuna sahip olan Iris Murdoch (1919-1999) psikolojik roman geleneği içinde yer alan bir yazardır ve bir yandan da izah edilemeyen ve doğaüstü meselelerle ilgilenir: onun maddi ve maddi olmayanın, gerçeklik ve hayali olanın sınırlarındaki roman dünyası başına her zaman acılı olaylar gelen az ya da çok alegorik kahramanlarla doludur. (s. 151)

Sartre’ın varoluşçuluğundan çok büyük ölçüde etkilenen John Fowles’a göre (1926-2005) her insan kendi otantikliğini aramalı ve bir özgürlük tercihi peşinde olmalıdır. Romanları, Hartley’in romanlarının tersine, teknik açıdan son derece karmaşıktır; 1867-1869 arasına tarihlenen Fransız Teğmenin Karısı (1969) adlı yapıtı şimdiki zamanla (Barthes ve Yeni Roman) yüz yüze gelir; bu yapıt Victoria dönemi romanını taklit eder ve üç amaca yönelik (Charles’ın olası üç tercihine denk düşen) açık bir anlatıdır; yazar, anlatıcı ve okuyucu arasında ince ilişkilerin kurulduğu bir yapıttır. (s. 153)

Çeviren: İsmail Yerguz
Dost Kitabevi Yayınları
Ağustos 2005, Ankara

Florence Dupont – Edebiyatın Yaratılışı

Florence Dupont – Edebiyatın Yaratılışı
Yunan Şarhoşluğundan Latin Kitabına

…coğrafi yolculukların bizi ulaştırabileceği başka yerler kalmadı. Ben’in bir Başkası olduğunu gözlemlememiz için, bir süre sonra, zamanda yapılacak yolculuklardan başka bir şey kalmayacak elimizde. (s. 13)

Bu kitap, Eskiler’in tuhaflığını yeniden ortaya koymaya ve böylece bastırılmış kendi çeşitliliğimiz içinde kendi kendimizi bulmaya yönelik bir çağrı amacı taşımaktadır.

Eskiler’e göre ölümden sonra bir başka dünyada yaşamaya inanmak, barbar Galyalılara uygun bir boş inanç, savaşçıların ölümden korkmaması için rahiplerinin bu saf yürekli insanlar arasında yaydıkları bir masaldır.

Birey, yasa karşısında kendini tek başına tanımlayamadığından Roma bizim kabul ettiğimiz anlamda bir hukuk devleti değildi. Uyuşturucu ve eşcinselliğin kültürün en üst biçimleri ve seçkin kesimlerin ayrıcalığı olduğu (yer ise Atina’dır). (s. 14)

Yazı aracılığıyla insanlar … akla ulaşabileceklerdi. Yazı, böylece Yunanistan’ı, sonra Roma’yı söylenden, usdışından, dinden, boyun eğmişlikten, barbarlıktan, ortaçağdan söküp alabilecekti. Uygarlığın kökenindeki bu mucizenin anıtları da Ilyada ve Odysseia, Sofokles’in tragedyaları, Horatius’un Odlar’ı Vergilius’un Bucolia’sı, Terentitus’un güldürüleri olacaktı. (s. 15)

…eski Yunanistan’da sözsellik ve yazı üzerine düşünmek için Homeros şiirlerinin, özellikle de Odysseia’nın seçilmesi belki de en iyi seçim değildi. Çünkü elimizde bulunan metin, gerçek bir yorumun yazıya aktarımı değil, törenlerde söylenmek üzere yazılı bir metnin ortaya çıkarılabilmesi için ozanların yaptığı yorumlardan oluşan bir kurgudur. (s. 17)

Dilsiz şeyleri, nesneleri, ölüleri, halkı konuşturmaya yarayan yazıt-yazısıyla canlı sözleri saptayıp korumaya yarayan çeviriyazı-yazısını birbirine karıştırmamak gerekir. (s. 18)

Yunan sözlü geleneği nereye kadar uzanmaktaydı? Şiirin çok ötesine. Sözlü gelenek “Yunan Mucizesi”nin merkezindedir. Felsefe, sözlü olarak öğretiliyordu. Pythagoras hiçbir yazı biçimini kabul etmiyordu. Sokrates konuşur, yazmazdı.

Yunan demokrasisi de, temelde sözlü dile dayalı siyasal bir söz üzerine kurulmuştur: Yazı, yalnızca elçi mektuplarında, davalarda tanıklık belgelerinde ve yasaların yayınlanmasında kullanılır. Burada da. Yazılı ve insanoğluna özgü yasalarla sözlü ve ilahi yasalar arasındaki ünlü tarihsel ayrım, düşler ülkesine gönderilmesi uygun olan hoş bir masaldan başka bir şey değildir. (s. 19)

Yazmak ilk eylemdir, amacı da genellikle içerdiği ikinci eylemde, okuma eyleminde ortaya çıkar ve birçok türü vardır. Kötülüklerden korunmak üzere oluşturulmuş bir metin, bir edebiyat metni gibi okunamaz; yoksa bu metnin tarihsel gerçekliği karanlıkta kalmış olur.
Martialis’in Epigramlar’ının 13. Kitabı Roma kitapçılardında çok satılmışsa, bunun nedeni, armağanların xenia’ların eşlik ettiği kısa şiirler derlemesi olmasıdır; Romalılar, Martialis’in kitabını okumak için değil, gerek Martialis’in dizelerini olduğu gibi doğrudan alıntılayıp, gerekse duruma göre değişen öykünmeler yaparak birbirlerine gönderdikleri armağanları şiirsel bir dille ithaf edebilecek gereci buldukları için alıyorlardı. (s. 20/21)

…edebiyat, ufukta bir edebiyat kurumunun sözkonusu olması durumunda vardır. (s. 21)

(Michael Charles) Okumanın, metnin bir parçası olduğunu, onun içinde yer aldığını belirtir. (s. 21/22)

Edebiyat kurumu, kendini göstermeyen yazar ile okuru arasında toplumsal bir sözleşme gerçekleştirir; metne ulaşılmasını yalnızca bu sözleşme sağlar. (s. 22)

Eneides’i yazmak, Vergilius için kuşkusuz Homeros’u edebi olarak yeniden okumanın, kendisini sözcelem öznesi konumuna yerleştirmenin tek yoluydu. (s. 24)

(Symposion) her zaman bir sahiplenme ayini biçiminde gerçekleşir. (s. 39)

Sym-posion: “birlikte içmek”
Dionysos şölenlerinde her çey birlikte yapılır… (s. 40)

…bizim ‘dilsel parça’mız, en önemli bölümü kaybolmuş olan bir şölen sözünden arta kalan her şeydir. (s. 46)

…symposion’u başlatmaya yarayan … bir dizi od vardır.… (proposis) Bu eylem, sözcüğü sözcüğüne “ilk içen olmak, kadehinin yarısını başkasına sunarak içmek” anlamına gelir. (s. 47)

Proposis, kendiliğinden, ilk iki içici arasında son derece sıkı bir yakınlık oluşturur. (s. 50)

Eros, belli bir kişiyi hedeflemeden, gençlerden taşan arzu tanrısıysa, Afrodit de çiftlerin, toplumsallaşmış aşkların, bir başka deyişle salt insanlara özgü olası aşkların tanrıçasıdır: Katıksız şarap gibi, katıksız arzu da insanları şaşkına çevirir, onları hayvanlara dönüştürür. Afrodit, delikanlıların arzusuna bir amaç katar, onları aşka dönüştürür; şölene katılan kadınlardan ya da erkeklerden birisine duyulan bu aşk, kuşkusuz geçicidir. Katılanlar çift olarak içtikleri gibi, çift olarak arzu duyarlar.

Nymphe / nymphio: “çılgına dönmek”  (s. 52)

Symboulos: “Birlikte istemek”

Symposion’a katılan tanrıların birleşmesi, şölenlerin kategorilerine göre sympaizousin: “oynuyorlar, çocuklar yapıyorlar” –sözcüğü sözcüğüne, (birlikte) “erkek çocuk yapıyorlar” eylemiyle dile getirilir. (s. 62)

“Resim, sessiz bir şiir, şiir de konuşan bir resimdir.” Simonides

(Symposion şarkısı, sıcak kültür olarak adlandırmayı önerdiğimiz şeyi e üst derecede örneklendirir. Bu nedenle …bu şarkıyı anlamak son derece güçtür.) Ölü harflerin sessizliği içinde sarhoşluğu kavramak olanaksızdır. (s. 66)

Şölen / flamenko
…birden ortaya çıkan şarkı şöleni başlatır, başkaları da ona katılır. …Burada sözcükler pek önem taşımaz, çünkü şölenin özü sözcüklerde yatmaz. (s. 70)

Symposion şarkısıyla flamenko arasındaki bu benzerlik, sözlü bir kültürün, kendini doğrudan yazılı bir kültürle karşıtlaştıracak dilbilimsel bir tanım içine kapatılamayacağına ilişkin ipuçları verir: Symposion kültürü bir beden, toplumsallık ve haz kültürüdür; bu üçü birbirlerinden ayrılmaz. Bu şölen şiiri, anlam değil, eylemdir. Dolayısıyla, hiçbir yazı-okuma, içinden çıktığı kültürü ne koruyabilir, ne de gelecek kuşaklara aktarabilir. (s. 74)

Yunanlılarda ortak olan kurumlardan yola çıkarak bir Helen toplumu yaratır; bunların en eski şiirleri Delphoi bilicileri, Olimpiyat oyunları ve Homeros şiirleridir. Tarihçiler, bu hareketi Panhelenizm diye adlandırır. (s. 82)

Rhapsodos: “şarkı dikişçileri” ya da “dikiciler.” 

(Tiyatronun Yunanistan’da ortaya çıkması)
Her şey, geleneksel olarak kıyılarda kutlanan Dionysos şölenleri olan Dionysiler’in yer değiştirmesiyle başlamıştır. Peisistratos, bunlar ıkente taşır ve bu kentli Dionysiler, Büyük Dionysiler’e dönüşür. Bu şölenler, Dionysos’un onuruna söylenen bir koro şarkısı olan dithyrambus festivalidir.  (s. 104)

…her tragedya, destan şarkıcısının her ediminde olduğu gibi her zaman tek, her zaman türdeş her zaman ilktir. (s. 110)

Eflatun’un İon başlıklı diyaloğunda, rhapsodos’ların uygulamalarından yola çıkarak, şarkıcı-ozan yerine şiiri metnin çevresine yerleştiren ayrıksı bir kuramla karşılaşılır. Olayın kahramanı Sokrates’in, bu kuramı yeni Atina kültürünü canlandırmak amacıyla mı yoksa yadsımak amacıyla mı geliştirdiğini bilmek güçtür.
Diyaloğa adını veren İon,doğuştan bir rhapsodos, bir Homeros uzmanıdır.
İom, destan ödülünü kazanmıştır.
Sokrates… onu sorgular.
Sokrates, tüm Yunanlıların benimsediği bir görüşten yola çıkar: Ozanlar, şiir zanaatçıları değildir, bir yapım tekniğine sahip olmaksızın Musalar’ın esini altında şarkı söylerler. (s. 119)

Sözcükler, şeylerin sunumudur –mimesis- ve şeyler üzerindeki değerlerini kitle üzerindeki eylemlerinden alırlar.
…tiyatronun ideali de eylemleri sahnelemektir. Gerçeğe benzerle olağanüstüyü birbirine karıştırarak, böylelikle de “korku ve acıma” duygusu uyandırarak iyi bir tragedyayı oluşturacak olan şey, iyi bir öyküdür. (s. 125)

…ölçü, müzikten yoksun, bir metne indirgenmiş şiirin sınıflandırılması amacıyla İskenderiyeli filologların bir buluşudur. (s. 133)

Toprağa ya da kitaplara kök salma arasında bir seçim yapmak gerekir. (s. 138)


Çeviren: Necmettin Sevil
Ayrıntı Yayınları, 2001

Gene H. Bell-Villada – Bir Söz Büyücüsü

Gene H. Bell-Villada – Bir Söz Büyücüsü
Garcia Marquez

Bu çalışma yayınlandıktan hemen sonra Latin Amerika Araştırma Ödülü’ne layık görüldü. (s. 9)

Bir Kaçırılma Öyküsü -> sağlam, nitelikli bir röportaj (s. 11)

20. yüzyılın ikinci yarısı, Latin Amerika romanının çağı olarak anılacaktır. Maurice Nadeau / Raymond Sokolov

(Marquez için)
Gündelik yaşamın gerçekçi hikâyecisi Tolstoy ile hayalci bir romantik ve hicivci olan Dostoyevski’nin özelliklerini kendinde birleştiren Kolombiyalı… (s. 19)

1960 yılında, ABD, yazarı tehlikeli kişi sayarak göçmenleri için tutulan karaliste’ye almıştı.
Başkan Clinton Beyaz Saray’dayken Garcia Marquez’e otuz yıldır uygulanan seyahat yasağını kaldırdı. (s. 20)

Samimiyetsizliğe kaçmadan Latin halkının sıradan hikâyesini (anlatırken) bir tür aşağıdan tarih ortaya çıkararak Latin Amerika’nın gündelik yaşamına şiirsellik, büyü ve saygınlık katmıştır. (s. 23)

Laslie Fiedler gibi Kuzey Amerikalı edebiyat eleştirmenlerinin “roman öldü” türünden söylemlerinin üzerinden fazla zaman geçmedi.
Ama geriye dönüp bakınca şarlatanların, kendi topraklarındaki cılız hasadı, evrensel bir kuraklık sandıkları belli oluyor. (s. 25)

“Gerçeklik domates fiyatıyla sınırlı değildir.” (GM)

Gerçek sadece günlük olaylardan ve ekonomik sıkıntılardan değil, aynı zamanda halk efsanelerinden, inançlardan ve evde yapılan ilaçlardan da oluşur –sadece ‘olgu’lardan değil, sıradan insanların bu olgular hakkında söylediklerinden ya da düşündüklerinden de. (s. 31)

Yüzyıllık Yalnızlık -> siyaset hakkında önemli bir romandır; iç savaşları, grevleri, askeri baskıları ele alır.

O (Marquez) edebiyatın önde gelen mizahçılarından Rabelais geleneğini en iyi uygulayanlardan biridir.

Romantik aşkın saplantılarını, kaçışlarını, sevinçlerini, acılarını, kaprislerini ve hayallerini bugün pek az yazarın başaracağı biçimde işler.

Romanda (YY), gayrımeşru Aureliano Babilonia’nınki kadar büyük bir yalnızlıkla kıyaslanabilecek pek az örnek vardır. (s. 33)

Garcia Marquez, kendisini tanımladığı şekilde ‘gerçekçi bir yazar’ ve yaşadığı dünyanın lirik bir tarihçisidir de. (s. 34)

Marquez’in yazdıkları, o ülkenin en iyi ihracatıdır. (s. 35)

Romanlarının büyük bölümü, Karayip Denizi kıyısında ya da kıyıya yakın yerlerde bulunan hayali ya da belirsiz kasabalarda ve köylerde geçer. (s. 36)

Karayip Kolombiyasının halkına costenos denir. (s. 37)

Garcia Marquez’in yarattığı siyah karakterler tipik olarak yerel farklılıkları, değişkenlikleri ve tarzları yansıtırlar. (s. 46)

Toprağa el koyma
Büyük toprak sahiplerinin silahlı çeteleri, onların topraklarını daha da büyütmelerine yardımcı oldular.
Bu şekilde ele geçirilen çiftliklerin sayısını Paul Oquist 393.648 olarak verir.
İki milyon köylü topraklarını ve çeşitli tehlikelerle dolu kırsalı terk etmeye zorlanmış, büyük kentlerin görece huzurlu ama köksüz yoksulluğuna kaçmıştır. (s. 51)

Garcia Marquez’in en önemli romanlarındaki savaş bölümleri apaçık şekilde on dokuzuncu yüzyılda yer alsa da anlatılan olayları kaçınılmaz olarak daha yakın tarihteki la Violencia renklendirmektedir. (s. 53)

Garcia Marquez hüzünlü ve bozuk sokaklı Araca kasabasında, 6 Mart 1927’de doğdu. (s. 70)

Büyüme yılları, klasik geniş ailenin yaşadığı ve dizi dizi kuzenlerin, yeğenlerin, torunların ve başka uzak akrabaların durmadan girip çıktığı bir evde geçti. (s. 71)

Yaşlı Albay öldüğünde oğlan sadece sekiz yaşındaydı, ama dedesini hep ‘en iyi geçindiğim, en iyi anlaştığım insan’ diye hatırlayacaktı. (s. 72)

İlk öyküsünü(Üçüncü Teslimiyet) yazıp yayımlattığında hukuk fakültesinde birinci sınıf öğrencisiydi. (s. 76)
O sırada El Espectador’un baş eleştirmeni ve edebiyat editörü olan Eduardo Zalamea Borda bir yazısında genç kuşak Kolombiyalı yazarları yeteneksizlik bulduğunu söylemişti.
Zalamea’nın meydan okumasına hemen yanıt veren Marquez de “Üçüncü İstifa” (Türkçe’de Üçüncü Teslimiyet adıyla yayınlandı) adlı bir öykü yazdı, anılarla ve hayalgücüyle canlı kalan bir delikanlının bir bakıma iğrenç bir öyküsüydü bu. On dokuz yaşındaki amatör yazar öyküsünü gönderdi; öykü bir sonraki Pazar günü El Espectador’un edebiyat ekinde, Zalamea Borda’nın “Kolombiya edebiyatının yeni dahisine selam” sunuşuyla yayımlandı.

Okuduğu fakülte belirsiz bir tarihe kadar kapatılınca, hukuk öğrenimi zorunlu olarak kesintiye uğradı.

Öyküsünün El Espectador’da yayımlanması kıyı şeridindeki aydınlar arasında tanınmasını sağlamıştı.
Afro-Kolombiyalı romancı Manuel Zapata Olivella, Cartagena’da yeni kurulan En Universal gazetesinde yazmasını istedi.
Bu, çok hayırlı bir başlangıç olmuştu. (s. 77)

1950 başında, Baranquilla’ya taşındı, kıyı şeridindeki en büyük gazete olan El Heraldo onu işe almıştı. (s. 78)

Baranquilla’da kaldığı Calle del Crimen’de bulunan dört katlı binanın adı El Rascacielos idi. Alt katlarda hukuk büroları vardı; üstte ise genelev.
Fahişeler Marquez’e aile dostu muamelesi yapar, yemeklerini onunla paylaşırlardı. Müteşekkir yazar daha sonra romanlarındaki fahişe tiplemelerini şefkatle ve olumlu duygularla işleyecekti.
O yıllarda Yaprak Fırtınası’nı bitirdi. (s. 79)

Yayın yönetmeni onu ‘Dört Büyükler Konferansı’nı izlemeye gönderdi(18 Temmuz 1955, Cenevre). Avrupa’da iki yıldan fazla, 1957 Aralık ayının sonuna kadar kalacağı aklına gelmemişti. (s. 82)

Dönüş yolculuğu için gönderilen parayı cebina atıp Paris’te kalmaya ve tam zamanlı olarak yazmaya karar verdi. Bir otelin çatı katındaki odasında Kötü Saatte adını vereceği romanı üzerinde çalışmaya başladı. Kitaptaki yan olaylardan biri başlı başına bir konu oluşturdu ve on bir müsveddeden sonra 1957 Ocak’ında Albaya Mektup Yazan Kimse Yok adlı roman ortaya çıktı. (s. 82/83)

Mart’ta Baranquilla’ya döndü ve sevgilisi Mercedes Barcha ile evlendi.
Kızın egzotik görünümü yüzünden arkadaşları ona ‘kutsal krokodil’ derlerdi. Garcia Marquez, Hanım Ana’nın Cenaze Töreni adlı kitabını karısının bu takma adına ithaf etmiştir. (s. 84/85)

Evlendikten sonra Yüzyıllık Yalnızlık üzerinde çalışmaya başladı.

1975’te uzun zamandır beklenen Başkan Babamızın Sonbaharı yayımlandı. (s. 90)

Yaşlılık ve güçsüzlük… 1999 yılında Garcia Marquez’e lenf kanseri tanısı kondu. (s. 97)

En parlak anlarından biri, 6 Mart 2007’de Aracataca’da, yazarın sekseninci yaşı dolayısıyla uluslar arası bir kutlama yapıldığında yaşandı. Daha sonraki yıllarında Garcia Marquez ile Küba lideri Fidel Castro arasında yakın bşr dostluk doğdu.

Garcia Marquez en yakın dostlarının Yüzyıllık Yalnızlık’tan öncekiler olduğunu söyler. (s. 98)

İdeolog olmadığı açıktır.
O daha çok uyumsuz bir radikaldir. (s. 105)

“Edebi kültürü küçümseme ve kendiliğinden olana, icat edilene inanma eğilimi var. Aslında edebiyat insanın öğrenmesi gereken bir bilimdir ve yazılan her hikâyenin gerisinde 10 bin yıl yatar. Edebiyatı öğrenmek için mütevazı ve alçakgönüllü olmalısınız. Edebiyatın tamamını incelemek, 10 bin yılı önce neler yapıldığını, insanlık tarihinin neresinde bulunduğumuzu bilmek için, yazma sürecinde olabildiğince mütevazılığa ihtiyaç vardır. Sonuçta edebiyatı üniversitede değil, başka yazarları sürekli okuyarak öğrenirsiniz.” GM (s. 108)

“Yüzyıllık Yalnızlık’ı yazarken öyle mutluydum ki. Rüyalarımda edebiyatı icat ediyordum.” GM (109)

(Kafka’nın Dönüşüm’ü için) sıradan bir sahneye garip olayları yerleştirmiş ve bu tuhaflıkları sanki gündelik hayatın bir parçasıymış gibi anlatmış… (s. 110)


Çeviren İlknur Özdemir
Kırmızı Kedi Yayınları, Nisan 2011

Fernando Pessoa – Anarşist Banker

Fernando Pessoa – Anarşist Banker

…banker / dostum dalgın dalgın sigarasını tüttürüyordu.
Sohbet … ölü gibi … aramızda yatıyordu.
…sohbeti diriltme çabasıyla aklımdan tesadüfen geçiveren ilk düşünceye sarılıverdim.
“…eskiden anarşist olduğunuzu söylediler.”
“Şimdi de anarşistim.” (s. 7)

Anarşizmin kuramı ile uygulaması bende –evet, banker olan bende; hatta büyük tüccar, vurguncu bile diyebilirsiniz bana- birleşiyor ve kusursuz ifadesine kavuşuyor. (s. 9)

Hiçbir şey miras kalmadı bana
Sahip olduğum tek şey zekâ ve irade (s. 10)

…okuyordum, tartışıyordum ve aptal biri olmadığımdan tatminsizlik içindeydim, kaderime ve bana dayattığı toplumsal koşullara karşı derinden isyan duyuyordum.
Bilinçli biriydim. İçimdeki isyanı … anlama yönünde çaba harcadım. Bunun üzerine bilinçli ve inançlı bir anarşist oldum. (s. 11)

Anarşist kimdir? İnsanları doğduklarında toplumsal bakımdan eşitsiz kılan adaletsizliğe isyan eden biri – basitçe ifade edersek özü budur.
Doğa’nın adaletsizliklerini bir yana bırakabiliriz.
Ama toplumdan ve toplumsal uzlaşmalardan kaynaklanan adaletsizliklerden niçin kaçınmaya çalışmayalım?. (s. 12/13)

Tek kötülük, doğal gerçekliklere gelip yapışan toplumsal uzlaşma ve kurgulardır.
Toplumsal kurgular sayesinde şu ya da bu olunur. Peki ya bu toplumsal kurgular neden kötüdür? Çünkü bunlar kurgudur, çünkü doğal değillerdir.
Dolayısıyla, istisnasız tüm kurguların ortadan kaldırılmasını hedefleyen saf anarşist sistemden başka her sistem, kurgudur. (s. 15)

Doğal olan şey içgüdüden kaynaklanandır.
İçgüdüye en fazla benzeyen şey alışkanlıktır. (s. 16)

Devrimci bir rejim savaşçı bir diktatörlüğün ya da daha açık deyişle askeri ve zorba bir rejimin dengidir, çünkü toplumun bir bölümü tarafından tüm topluma dayatılmıştır. (s. 19)

“Anarşist olduğunuzu gayet iyi anlıyorum.
Buna karşılık, anlayamadığım şey tüm bunlardan bir bankerin nasıl doğabildiği…”
“Hiçbir şey hayal edemiyorsunuz.” (s. 22)

Anaşist, özgürlüğü kimin için ister? Tüm insanlık için. Tüm insanlık için özgürlük nasıl elde edilir? Toplumsal kurguları tamamen yok ederek.
Çözümümü hatırlıyor musunuz?
…toplumu burjuva düzeninden kurtarıp özgür toplum düzenine bir çırpıda geçiren, ani, sert, ezici bir toplumsal devrim. (s. 25)

…özgeci ve dayanışmacı varlığın tersi, yani sadece bencil biridir insan. (s. 27)

Zorbalık
…toplumsal kurguların boyunduruğu altında olan insanlara uygulanıyordu. (s. 34)

…birine yardım etmek onun yeteneksiz olduğunu kabul etmek olur. (s. 35)

..özgür bir gelecek için çalışmak istiyorduk ve elde ettiğimiz tek kesin sonuç, zorbalık yaratmak olmuştu. (s. 36)

Zorbalığın üzerine zorbalık binecekse, hiç olmazsa sahip olduğumuzu, en azından alışkın olduğumuzu koruyalım. (s. 37)

Bu durumda ne yapmalı?
Aynı hedefe ulaşmak için çalışmalıyız, ama… ayrı ayrı. (s. 40)

Keşfii derhal yoldaşlarıma açıkladım.
Hepsi ağzımın payını verdi. (s. 42)

Böylece toplumsal kurgularla aramda savaş ilan edildi. (s. 44)

…savaşta düşmanın hakkından nasıl gelinir? İki biçimde; ya öldürürsün, yani yok edersin; ya da hapsedersin, başka deyişle, boyun eğdirirsin ve güçsüz kılarsın. (s. 46)

Toplumsal kurguların ilki, en önemlisi… paradır. (s. 48)

Hangi amaç için olursa olsun, karşılığında doğal, yani bencilce bir karşılık olmadan çalışmak doğal değildir.
…bu sürecin sonunda zengin oldum. (s. 50)

“Kusura bakmayın ama…
Savaştığınızı iddia ettiğiniz bu toplumsal kurguların herhangi bir temsilcisinden farkınız yok.” (s. 53)

…büyük para babalarını değil ama sermayenin kendisini yok edin, hiç para babası kalır mı? (s. 54)

…tek kelimeyle onlar sözde anarşist, bense tek gerçek anarşistim. (s. 58)

(Ekler)
…çocuklar aşırı derecede yemek yer.

…yoğun bir şekilde düşünülen fikirler aynı yoğunlukla hissedilir. (s. 63)

Banker ve büyük tüccar olduysam bu, anarşist inançlarıma rağmen değil onlar sayesindedir. (s. 65)

İnsan yoksulsa ama üzerinde bir burjuva cilası varsa, onlara “küçük insanlar” denir. Çalışıyor ama belli bir rahatlık içerisindeyse, “halktan insanlar” denir. (s. 66)

Sosyalizm de komünizm de nefret rejimleridir.
Sosyalizm ve komünizmin hedefi emekçiyi yükseltmek değil, burjuvayı indirmektir. (s. 72)

Anarşizm, insanın kalbine Doğa’nın yerleştirdiği doğal dinsizliktir. (s. 77)

Çeviren: Işık Ergüden
Can Yayınları, Mart 2006

Amin Maalouf – Semerkant

Amin Maalouf – Semerkant

Roman, 11 yüzyılın tanınmış âlimi Ömer Hayyam’ın (görmek istediği) Semerkant yolculuğuyla başlar. Semerkant’ta tanıştığı bir Kadı’nın tavsiyesiyle şiirlerini bir kitapa toplamaya azmeder. Şairane ve bilge tavırları onu devletin en üst kademelerine kadar yükseltir. Dönemin Büyük Veziri Nizamülmülk’ün Divan’ında görevlendirilir. Tanıştığı herkesin takdirini toplar, dost edindikleri arasında Hasan Sabbah’da vardır.
Nizamülmülk’ün verdiği bir görev için Vezir’e, Hasan Sabbah’ı önerir. Hasan Sabbah bu sayede sarayda çalışmaya başlar. Hasan Sabbah, zaman içinda Sultan (Melikşah) ile Vezir’in arasını bozmaya/açmaya çalışır. Büyük Vezir bu oyuna gelmez; Hasan Sabbah’ı zor bir duruma düşürür. Sultan tarafından ölüm emri verilen Hasan Sabbah'ın cezası, Ömer Hayyam’ın ricasıyla hafifletilerek sürgün olarak değiştirilir.
Hasan Sabbah’ın Büyük Selçuklu Devleti’ni içten içe zayıflatacak olan faaliyetleri bundan sonra başlar.
Ömer Hayyam, eserini yazmaya, Hasan Sabbah ise terör ve katliamlara devam eder...

Kitabın ikinci bölümünde 19. Yüzyılın son yıllarında, Benjamin Omer adlı bir Ömer Hayyam hayranı, Hayyam’ın eserinin izini sürmektedir.

(Notlar)

Atlantik’in dibinde bir kitap var. Anlatacağım işte onun öyküsü.
Titanic gemisi battığında, en ünlü kurbanlarından biri de, Ömer Hayyam’ın Rubaiyat’ının elyazması tek örneği idi.
Onu, doğduğu Asya topraklarından söküp alan ben değil miyim? Ben, Benjamin O. Lesage
Bin yıllık güzergahını değiştiren, çağımın küstahlığı değilse, nedir? (s. 9)

Bu uzun Cabir
İbn-i Sina, Cabir’i kendi halefi sayar.
“Bu adam bir sarhoş, bir zındık, bir feylosof!”

Söylendiği gibi bir zındık mısın?
Bir’in iki olduğunu asla söylemedim.
Ben, imanı Yargı korkusu, duası da secde etmek olanlardan değilim. Nasıl mı dua ederim? Güle bakarım… yaratılışın güzelliğine hayran kalırım…
Yüce Tanrı sana… en değerli şeyi vermiş: Zekâ, belagat, sağlık, güzellik, öğrenmek arzusu… (s. 20)

(Ebu Tahir) “Bu kitabı sakla” (s. 21)

Bir kadıya yapılacak en güzel övgü, onun meziyetlerini saymak değildir, sorumlu olduğu, yönettiği kişilerin dürüstlüğüdür. (s. 23)

Efendimiz hep aynı şeyleri duymaktan bıktığını söylüyor. Başka söyleyecek şeyi olmayan çekilsin. (s. 29)

Cihan peçesini kapatmadan önce daha da yükseltmiş ve bir bakış fırlatmıştı. Ömer, bu bakışı yakaladı, içine çekti ve orada kalmasını istedi. Kalabalığın kavrayamayacağı bu kısacık an, bir sevgili için upuzun bir sonsuzluktu. (s. 30)

Zamanın iki yüzü, iki boyutu var. Uzunluğu güneşe, genişliği tutkulara uyarlanmış. (s. 31)

Tuğrul Bey, Halifeden kızı Seyyide Hatun’un elini isteyince…
“Şu Türk, yurdundan yeni fırlamış! Daha düne kadar ataları, bilmem hangi puta tapan ve bayraklarına domuz resmi koyduranlardan gelme şu Türk! Bir halifenin, soyluların soylusu bir adamın kızını nasıl ister?” (s. 40)

Sultan buyurdu ki:
“Ellerinden imparatorluklarını alıyorum. Razı geliyorlar. … Sarayını, kendini, haremini koruman için yalvarıyor. Ama iş kızını istemeye geldiğinde, isyan edip, onurunu korumak istediğini söylüyor. Uğruna savaşmak istediği tek yer, bir bakirenin kıçı mı?”
Git söyle, bu kızı alacağım. (s. 42)

Harzemli Yusuf, bir günde Maverahünnehir’in kahramanı haline gelmişti.
Bunca sıkıntıya sebep olan Yusuf’u merak ettiği için, onu Sultanın huzuruna çıkardılar. (s. 46)

Yusuf
Giysileri arasında saklı duran hançerini Sultan’a sapladı.
Alp Arslan dört gün, dört gece can çekişti. (s. 47)
Semerkant’ta savaş önlendiği için bayram edilmekteydi. (s. 48)

(Ömer Hayyam) Hayatımın paylaşmak istemez misin?
(Cihan) Hayatını paylaşmak mı? Paylaşacak bir şey yok! (s. 54)

Ali Sabbah’ın oğlu Hasan. Kum doğumlu, Rey’de öğrenci, İsfahan yolcusu. (s. 57)

İsfahan, nısf-ı Cihan! Yani: İsfahan, dünyanın yarısı. (s. 60)

(Nizam) “Seni bekliyordum” dedi.
Seni dinlemek istiyorum.

En büyük emelim bir rasathane kurmaktır.
Senden çok hassas bir görev yapmanı isteyeceğim.
Seni Sahib-i Haber olarak atayacağım.
Şu ya da bu eyaletin kadısı ya da valisi, yoksulun sırtında küpünü dolduruyor mu diye nasıl bileceğiz? Adamlarımız aracılığı ile! Çünkü zarara uğrayanlar korkularından şikâyet edemezler. (s. 64)

Binli yılların başında çağı etkilemiş üç İranlı vardır: Ömer Hayyam, Nizamülmülk ve Hasan Sabbah.
Bu üç adam ilk kez İsfahan’da Büyük Vezir’in Divanında buluşmuştur. (s. 66)

Hasan Sabbah, Büyük Vezir’in vazgeçemediği yardımcılarından biri oluverdi. (s. 67)

(Alpaslan) Dört bir yana muhbir yerleştirecek olursan, sana sadık olan gerçek dostların bundan kuşkulanmayacak, düşmanların ise tetikte, önlemlerini almış olacaklardır. Zaman geçtikçe, muhbirleri etkilemeye çalışacaklar, gün gelecek dostlarının aleyhine, düşmanlarının lehine raporlar almaya başlayacaksın. İyi olsunlar, kötü olsunlar, sözler birer ok gibidirler. Bir kaçını bir arada firlattın mı, birisi mutlaka hedefi bulur. Sonunda, kalbini dostlara kapatır, düşmanlarına açarsın. Yanına gelip kurulanlar, düşmanların olur. O zaman gücünden geriye ne kalır.

Hasan, Sultan’ın vezirden nefret etmesi için elinden geleni yapmaktaydı. (s. 68)

Sadakat, yalancı ağızlardaki kadar doğru olamaz. (s. 69)

Askerlerine onu tutuklamalarını söylemiş ve anında idamını emretmişti.
Ömer ilk kez söz aldı:
Efendimiz merhamet etsinler.
Hasan Sabbah sürgün edilecek ve ömrünün sonuna kadar uzak beldelerden birinde yaşayacaktır. (s. 75)

(Ömer Hayyam) “Öç almaya mı geldin?”
(Hasan Sabbah) “Ben kişisel bir öç peşinde değilim, benim peşinde olduğum, Türk egemenliğini yıkmak!” (s. 82)

Öğretecek hoca olmadıkça din işe yaramaz.
Bizler Allah’tan başka Tanrı yoktur derken, hemen ardından Muhammed O’nun Resulüdür diye ekliyoruz. Neden? Çünkü Tek bir Tanrı var derken, kaynağını belirtmeyecek olursak yani bir gerçeği bize öğretenin adını vermezsek, anlamı kalmaz. (s. 85)

Onlara Batınî deniliyordu, yani gizli işlerin adamları!
Katliam, karşılıklı öldürme eylemleri, her kentte, her kasabada, her köyde cereyan ediyor ve Selçukluların barış düzeni aşınmaya yüz tutuyordu. (s. 87)

Hasan Sabbah’ın hayatını Hoca Ömer kurtardı. Onu öldürmemizi engelledi. Şimdi bizi öldürmesini engelleyebilecek mi bakalım?

Selçuklu bayrağının Semerkant üzerinde dalgalanmasının zamanı geldi. (s. 89)

1089 ilkbaharında, ikiyüz elli bin kişilik bir ordu
Önce Buhara’yı ele geçirdi sonra Semerkant’a yöneldi.
Savaş iki hafta bütün şiddetiyle devam etti.
Sadece Hasan, kaçmayı başardı.
Kazanan Nizam oldu.
Hasan Sabbah
Bu yenilgiden önemli bir ders çıkarttı.
İnsanlığın o güne kadar tanıdığı en korkunç terör örgütünü kurdu. Bu örgüte Haşhaşiler Tarikatı denildi. (s. 92)

Alamut. Kaya üzerinde bir kale. Altı bin ayak yükseklikte.
Yerli deyişe göre Alamut: “Kartal Yuvasıé demek. (s. 93)

Sultan, Nizam’a
Bilesin ki bundan böyle, gerekli kararları verme hakkı bana aittir.
Nizam
Külahının kaderi, benim hokkamın kaderine bağlıdır. (s. 95)

(Nizam’a) Sultan’dan kırk gün önce öleceksin. (s. 99)

Selçuklu İmparatorluğu, dünyanın en güçlü devleti olduğu dönemde, bir kadın iktidarı eline alma cüretini gösterebilmişti.
Bizde savaşan erkeklerdir, ama kime karşı savaşacakalrını kadınlar söyler.
Melikşah… huzuru Terken’in kollarında bulurdu. (s. 100)

Nizam, elin hareket ettiğini gördüğü anda, hançer giysisini, etini delip ciğerine saplandı.
Ölmek, öldürmekten önemlidir. (s. 103)

Öcü alınmadıkça ağlamayın.
Melikşah’ın tutumu garipti
İş toplantıları kesiliverdi, günler cirit ve av, geceler içki alemleri ile geçmeye başladı. (s. 106)

18 Kasım 1092 günü, Melikşah öldü.
Alelacele, bir yolun kenarına gömülüverdi.
Terken, çevresi kuşatılan İsfahan’a çekilmek zorunda kalmıştı. (s. 108)

Kendini savunurken hilelere başvurmuştu. (s. 110)

(Vartan) “Seni öldürme görevi bana verildi.” (s. 115)

Hayyam, 1114 yılında Horasan’ın başkenti Merv’dedir. (s. 121)

Sultanlar ve Halifeler bile kendilerini savunmaktan vazgeçtiler. Hasan sana bir haber ya da bir hançer göndermek isterse, emin ol sana ulaşır. (s. 123)

“Kitabın senden önce Alamut’un yolunu tuttu.”

(Hayyam) gözlerini bir daha açmadı. 4 Aralık 1131 idi. Seksen dört yaşındaydı. (s. 127)

“Ayağa kalk, uyumak için
Önümüzde sonsuzluk var!

1870 yılında, Hayyam modası daha henüz başlamıştı.
Onbeş yaşımdayken onun hakkında ne varsa okumaya koyuldum. (s. 140/141)

Eski kıtaya 1895 yılında, yaz sonunda gittim. Büyükbabam, beni ölmeden önce son bir kez görmek istiyordu. (s. 142)

“Gel sana kuzenim Henri’yi tanıtayım.
Victor Henri de Rochefort-Luçay, demokrasilerde tanınan adıyla Henri Rochefort. (s. 143)

Olağanüstü birini tanımıştım. (söz konusu kişi Cemaleddin Afganî’dir) (s. 145)

Önem verdiği birkaç kitap gösterdi. “Semerkant Elyazması” (s. 146)

İran Şahı 1889’da sergi için Avrupa’ya geldiğinde, Cemaleddin’e İran’a dönmesini önerdi. (s. 147)

(Rubaiyat) “ne zaman elinize geçti?”
“On dört yıl önce” .. ben bir gezgin feylosoftum. Yükümlü olmamak için evlenmemiştim. O adamın beni adım adım izlemesini istemiyordum. Her şeyi, dükkânını, aileni, pis bir para işi için terk etmeye değer mi? diye sordum. Yüzünü astı, dışarı çıktı. Altı ay sonra tekrar geldi.
Şu kitaba bak. Kaç para eder dersin?
Hayyam’ın gerçek kitabı. Paha biçilemez.
Öyleyse senin olsun, dedi. Sana, Mirza’nın parasını geri almak için değil, onuruna yeniden sahip olmak için geldiğini hatırlatır. (s. 154)

Mirza Rıza’ya Üstad’ın mektubunu verdim.

Mirza Rıza, Şahı öldürdü. Üzerinde Cemaleddin’in mektubunu bulmuşlar. İçinde senin de adın geçiyor. (s. 165)

Bu noktadan sonra, kaçış yolunda yaşananlar anlatılıyor.
İran, o dönemde siyasi çalkantılar içinde sarsılıyor. Maalouf, Benjamin’in kaçışıyla birlikte dönemin siyasi gündemini de romana dahil ediyor.


Çeviren: Esin Talu Çelikkan
Yapı Kredi Yayınları, 4. Baskı, Mart 1997

Jacques Attali – Uyanmışlar Tarikatı

Jacques Attali – Uyanmışlar Tarikatı

Romanın kahramanları
Muhammed İbn Rüşd, (Averroes)
Musa bin Meymun, (Maimonide)
Her ikisi de terk ettikleri Kurtuba ve Fas arasında yaşadılar (1149 – 1165)

…hayattaki ve kahramanlarımızın eserindekilerin hepsi bize, onların halihazırdabin yılı aşan bir tarikatın, olağanüstü bir sırrını bildiklerini düşündürmektedir.

Şehir (Kurtuba) … Lizbon’u ele geçiren Portekiz Kralı I. Alfonso’nun Hıristiyan orduları tarafından kuşatıldı. Emir, Muvahidler’den yardım istedi.
İlk şüpheler, boğazı geçen muvahid ordularının Lisane limanını ele geçirip, onları çiçeklerle karşılayan Yahudileri ve Hıristiyanları zorla Müslümanlaştırmalarıyla ortaya çıktı. (s. 14)

Lisane’nın alınmasından birkaç hafta ve ilkbaharın başlangıcına işaret eden büyük eğlencelerden üç gün sonra, Kurtuba etrafındaki kuşatma halen devam ederken, şehir korkunç bir sarsıntı ile sallandı.

Sarsıntı, dünyanın en büyük camiisini temelleri üzerinde sallanmıştı. Bin on üç tane direğin elli yedi tanesi çatlamış, on dokuz sahanlıktan üçü kısmen çökmüş, minarelerinden birinin merdiveni yıkılmıştı.

…bir araya gelen şehrin ileri gelen din adamları (büyük kadı İbn Rüşd, baş papaz Diego de Santa Maria ve büyük haham Moşe ibn İshak ibn Meymun), kurbanların Tanrı’nın Cennetine gitmeleri için hep birlikte dua etmelerini istemişlerdi.
…bazı rahipler ve birkaç imam, birlikte yapılan bu anma törenlerinin yerinde olmadığına dair dedikoduyu yaymışlardı: Onlara göre, sarsıntıya, yaptıkları büyülerle Yahudiler neden olmuşlardı. Büyük En Hor Sinagogu’nun felaketten hiçbir şekilde zarar görmemesini ve Yahudi mahallesinde hiçbir evin yıkılmamış olmasını bunun delili olarak görüyorlardı.
…sinagogun hahamı Bar Koçba’nın felaketten önceki gün cemaatinden geceyi dışarıda geçirmelerini istediğini söylüyordu. (s. 15/16)

(Meymun) Biz sadece zihnen Tanrı’yla birlikte olduğumuz zaman kendi evimizdeyiz. Bu yeryüzünde hiçbir yerde barış içinde olamayacağız. Bunu ne zaman unutsak, felaket geliyor ve onu bize hatırlatıyor. (s. 26/27)

Hıristiyanların yanında yaşamak, putperestlikle ve sihirle lekelenmiş bir dünyaya yerleşmeyi de beraberinde getirecektir. O halde biz, İslam topraklarında kalmalıyız. (s. 48)

…en büyük kötülüğü yapacağız: Mezarlarımızı bırakarak çekip gideceğiz. (s. 52)

Şehir (Tuleytula) Avrupa demircilerinin başkenti haline geldi (11 ve 12. Yüzyıl).
…demircilerin büyücü için gelmelerinden sonra şehir de her çeşit büyücülüğün merkezine dönüştü. (s. 60)

Keşfetmeden önce öğrenmek gerekir.

İnsan olmanın amacı Yunanlılar için, zihnen olgunlaşmak, sonsuzluğa geçebilmek. (s. 67)

Hindistan’dan gelen fikirlerden şüphesiz onlar da esinlendiler. Onlar buna “Kabbale” diyorlar. (s. 73)

Tanrı’ya en iyi yol  /sağduyu

“Her halükarda o (Aristoteles), İncil’i tanımıştı, bundan eminim! Yaratılış kesinlikle onun Fizik’ine ilham kaynağı oldu. Ezekhiel’in ilahi arabası, bir ihtimal onun Metafizik’inin merkezinde bulunuyor. (s. 104)

Aristo gibi düşünüyorum; dokunmak, duyguların en utanç verici olanı. (s. 125)

Sadece alçak gönüllülükle hayatta kalabilirsin; alçak gönüllülük, kibirin kaderini; insanoğlunun korkunç kibirini yenmeyi sağlayacak tek şey. (s. 137)

Bilesin ki arkadaşın olduğunu söyleyenlerin hepsi arkadaşın değil, onlar sen onlara yararlı olduğun sürece arkadaşın olacaklar. (s. 183)

İlk soru: Size göre, tek Tanrılı üç dini birbirine muhalif eden nedir?

İkinci soru: Kâinatı ne yok edebilir?
-Eğer Tanrı, onu düşünmeyi bırakırsa kainat kaybolur.

İbn Rüşd, Seville’deki hakimlik görevine başladı. İbn Tufeyl’in yardımcısı oldu.
Birkaç yıl sonra ansızın Kurtuba’ya geldi.


Çeviren: İlhan Güllü
Truva Yayınları, Aralık 2005

Fyodor Dostoyevski – Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları

Fyodor Dostoyevski – Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları

(Saul Bellow’un Önsöz’ü)
…hatırlarımıza gerçekte oldukları biçimleriyle, yani kulağa hoş gelsin diye değiştirilmemiş, ilkel halleriyle saygı duymak zorundayız.
Çoğunlukla yüksek ideallerimizin hizmetine girdiğimizde … “severim,” deriz ama gerçekte söylemek istediğimiz “sevmem lazım”dır; ya da “saygı duymak benim yararıma olur,” diyeceğimize basitçe “saygı duyuyorum,” deriz veya “Allahım, inanmama yardım et,” diyeceğimize kısaca “inanıyorum,” deyiveririz.  (s. 7)

Paris bir Amerikalı için hem seküler hem de kutsal bir yerdir.
Peki Amerika’daki kutsal şehirlerin adı ne? (s. 8)

…olmadığımız şeylerle ilgileniriz daha çok.
Bu arzu ve körlük karışımı davranışlarımızla içinde yaşadığımız toplumsal düzenin hizmetindeyizdir.
…görevimizdir bu. (s. 10)

Dostoyevski ondokuzuncu yüzyılın Fransız burjuvalarına baktığında soyluluğun ve kibarlığın altında gizlenen iğrenç bir çıkarcılık görmüştü. (s. 11)

Mutsuzluk, medeniyetin Paris’ten aldığı gündelik vergiye benzer biraz.
Paris, dünyanın en kasvetli şehirlerinden biridir.

İyi bir turist kişiliksizdir. Zırhsızdır. (s. 13)

…insan Fransa’dayken diğer bütün ülkelerde olduğundan daha çok yabancı hisseder kendini. (s. 16)

Dostoyevski…
Fransız ve Batılı fikirlere olan inancı yüzünden ölüme mahkûm edilmiş bir Rus’tu. (s. 17)

Burjuva Fransa onda derin bir nefret uyandırdı.

Dostoyevski Fransa’da özgürlüğün sadece cebinde milyonlarca frank bulunan şanslılara air olduğunu ilan etti.
“…Batılının yaradılışında kardeşlik duygusu yoktur. Kişisel bir başlangıç, bir kendini sakınış vardır onun yaradılışında.” Dostoyevski (s. 18)

Bir medeniyetin tarihsel görevi dünyayı kendi görüntüsünde yeniden yaratmaktır. Bir Fransız için Fransa dünyanın ta kendisidir. (s. 20)

Dostoyevski, Avrupalılar, Rusya’yı anlayamaz der. (s. 21)


Birinci Bölüm: Önsöz Yerine

Yurt dışına ilk çıkışım değildir bu. İlk çıkışın çocukluk yıllarıma rastlar. …anne ya da babamın bana Raddiffe’in romanlarından parçalar okuduğu zamanlara. … Sonra bir de kırk yaşımda çıktım işte yurt dışına. (s. 26)

Berlin son derece ekşi bir izlenim bıraktı bende. …bir gün kaldım orada.
Berlin’in Petersburg’a inanılmayacak derecede benzediğini görmemdir bunun nedeni.
Ihlamur ağaçları bile hoşuma gitmedi.
Dresden’e attım kapağı. (s. 27)

Köln’e yollandım. Çok şey bekliyorum Köln Katedrali’nden.
Köln Katedrali için “yüce yanı az” demiştim kendi kendime. (s. 28)

İkinci Bölüm: Trende

Mantık yoktur Fransızda, olmasını da kendisi için mutsuzlukların en büyüğü sayardı. (Fonvizin)
Yabancıları eleştiren bu çeşit sözler … biz Ruslara … pek bir haz verir.
Geçmişteki tatsız bir şeyin öç alma duygusu sezilir bu hazda.
Oysa biri çıkıp da böyle bir duygumuz olduğundan söz etti mi parlarız hemen. (s. 33)

Üçüncü Bölüm: Bütün Bütün Gereksiz

Biz öylesine güzeliz, öylesine uygarlaştık, öylesine Avrupalılaştık ki, yüzümüze bakınca sade Rus vatandaşının midesi bulanıyor! (s. 49)

Toprak, halk diye bir şey yoktur. Ulus belirli bir vergi sistemidir yalnızca. Ruh da tabula rasa! (s. 49/50)

Dördüncü Bölüm: Şimdi de, Geziye Çıkanlar İçin Gerekli Olan “Mantık Yoktur Fransızda” Sözünün Gerçek Olup Olmadığı Üzerine Son Düşünceler

…Kompartımana yeni girip oturan dört yeni yolcuyu tepeden tırnağa süzerken soruyordum kendi kendime: “yok canım, niçn mantıksız olsun Fransızlar?” (s. 59)

On dakika sonra istasyonda durdu tren. Dördü de kalkıp, kompartımanın kapısını hızla çarparak çıktılar.

-Adamların yolculuğu kısa sürdü, diye başladım.
-o kadardı zaten yolculukları.
-Tanıyor muydunuz onları yoksa?
-Onları mı?... Polistiler… (s. 61)

Kimi, Fransız’da mantık yoktur der, kimi de gizi polis olduğunu iddia eder. (s. 62)

Beşinci Bölüm: Vaal

Paris’teyim işe… Ama size özellikle Paris üzerine çok şey anlatacağımı sanmayın.

Yeryüzünün en erdemli, en dürüst kentidir Paris. O ne düzendir öyle! O ne usluluk! İnsanlar arasındaki ilişkiler kesin çizgilerle belirlenmiş, sağlam temeller üzerine oturtulmuştur.
İnsanlar … Rahat ve de mutlu olduklarına kendilerini inandırmışlar da… (s. 67)

Dünyanın dört bir yanından onca insanı buraya toplayıp tek bir sürü yapan o ulu gücü hissediyorsunuz.
“Son” dedikleri bu mu yoksa? (s. 70)

Halk her yerde halktır.
(Londra) Halk değildir asıl gördüğünüz burada. Bilincin, kışkırtılarak planlı programlı yitirilişini görüyorsunuz. (s. 72)

Haymarket
Geceleri bazı sokaklarında binlerce sokak kadınının dolaştığı bir bölümüdür burası kentin.
…göz kamaştırıcı gazinolar var burada. İğne atsanız yere düşmez bu gazinolarda. (s. 73)

İngiliz
Kocaların büyük çoğunluğu karılarını çok kötü dövüyorlar. Sakat bırakıyorlar onları.
Gazetelere geçen yaralanmayla ya da ölümle sonuçlanmış aile kavgalarında ocak demiri sözcüğüne sık rastlanıyor.
İngiliz papazlar, piskoposlar mağrur, mağrur oldukları kadar da zengindirler. Ekmek elden su gölden bey gibi yaşar, gönülleri rahat mı rahat, semirdikçe semirirler. Çalımlarından da yanlarına varılamaz. (s. 76)

Altıncı Bölüm: Burjuva Üzerine

…elden geldiğince çok mal sahibi olmak… Günümüzde Parislinin kitabında ahlak kurallarının oturtulduğu temeller bunlardır. Aslında eskiden de böyleydi…
erdeme tiyatroda saygı göstermeyi nedense hâlâ seviyor burjuva. (s. 82)

Ruslar bir dükkâna girdiklerinde denizde kum onlarda para olduğu izlenimini yaratmaya pek düşkündürler nedense.

Çok şeyi bağışlamaya hazırdır burjuva, ama hırsızlığı dünyada bağışlamaz.
…açlıktan ölseniz bile çalmaya hakkınız yoktur. Ama erdeminizden çalıyorsanız akan sular durur. Yürekten bağışlarlar sizi. Faire fortune (zengin olmak) istiyorsunuz demektir, mal sahibi olmaya çalışıyorsunuz. Yani doğanın yasasına uyuyor, insanlık görevini yerine getiriyorsunuz. Bu nedenle ceza yasalarında çirkin amaçla –yani bir parça ekmek için- yapılan hırsızlıkla, yüce erdem için yapılan hırsızlık birbirinden kesin çizgilerle ayrılmıştır. Erdem için yapılan hırsızlığın hiçbir cezası yoktur. Teşvik bile edilir. İnanılmayacak derecede de örgütlenmiştir. (s. 84/85)

 Batılının yaradılışında kardeşlik duygusu yoktur. Kişisel bir başlangıç, bir kendini sakınış vardır onun yaradılışında. Bir yükselme tutkusu, herkesten başka olma isteği, kendine herkesten, her şeyden çok değer verme duygusu. (s. 86/87)

Yedinci Bölüm: Bir Önceki Bölümün Devamı

Uşaklık giderek daha da işlemektedir burjuvanın ruhuna.
Bunun asıl nedeni de, burjuva insanının doğasının buna yatkın olmasıdır. (s. 93)

Devlet büyüklerinin gözüne girmek için kıyasıya yarışıyor Frasızlar, uşaklık ediyorlar. (s. 94)
Bir gün bir tabldottaydım. Fransa’da değil, İtalya’da. Ama çok Fransız vardı oturduğum masada.
Garibaldi’den söz ediyorduk. (s. 95/96)
Garibaldi için çok şey söylenebilir kuşkusuz. Ama onun adını devlet kasasından para yürütebilecek yaradılışta bir sahtekâr gibi anmak… Evet, ancak bir Fransızın yapabileceği bir şeydi bu. (s. 96/97)

Sekizinci Bölüm: Bribri İle Mabiş

(Burjuva)
Çok duygulandığı ya da karısını aldatmak isteğine kapıldığı zamanlar mabiş (ma biche) diyor. Bunun tersi durumlarda, seven kadın, gönlü aşna fişne çekince ise sevgili burjuvasına bribri diyor.
Bribri de, mabiş de her zaman çoktır Fransa’da. (s. 109)

Edward Hallett Carr - 1862’de Dostoyevski

Haziran 1862’de Dostoyevski yurtdışına ilk gezisini yapmak üzere Petersburg’dan ayrıldı. Berlin, Dresden ve Cologne’den geçerek Paris’e geldi; Londra’da sekiz gün kaldı – İngiltere’ye tek gidişiydi bu –
Herzen’i ziyaret etti, sonra Paris’e döndü, Cenevre’ye gitti, orada Stakrohov ile karşılaştı. İki arkadaş, İtalya’ya geçtiler, Turin, Cenova ve Floransa’yı ziyaret ettiler.
Dostoyevski … ağustosun sonunda Rusya’ya geldi.
…bir hafta kaldığı Floransa’da, Victor Hugo’nun daha yeni çıkmış olan Sefiller’inin dört cildini hırsla okudu, başka hiçbir şeye bakmadı. (s. 123)

Dostoyevski’nin maddi şeylerde gözlem ve betimlemeye yeteneği çok azdı… (s. 124)


Çeviren: Ergin Altay
İletişim Yayınları, 2005