27 Haziran 2013 Perşembe

Miguel de Unamuno – Yaşamın Trajik Duygusu


Miguel de Unamuno – Yaşamın Trajik Duygusu

Unamuno çok yazdı, her türde yazdı. Ama hepsinin kaynağı birdir, inanmak inanmamak sorunudur.

Akıl = Sonlu / Duygu = Sonsuz

Humanitas, canlı olan insanı işaret etmez.

İnsan aklının motoru duygusudur. Haz aldığı duygularını tatmin etmek üzere aklını kullanır. Bir şeyler hakkında düşünür ama düşüncenin kendisi hakkında düşünmez.

…onu öbür hayvanlardan ayırt eden düşün’den çok duygudur.

Yaşamının birliğini ve sürekliliğini bozmaya kasteden bendeki her şey beni ve sonuç olarak kendisini yok eder. Bir halk içinde o halkın tinsel (manevi) birliğini ve sürekliliğini bozmaya kasteden her birey, onu ve o halkın bir parçası olarak kendisini yok etmeye yöneliktir. (s. 21)

Doğdu, büyüdü, kazandı/kaybetti, mutlu oldu ve sonunda bu dünya için “cenneti insanlar ancak burada bulabilirler” dedi. Yapayalnız öldü. Çocuğu yoktu. Kendi insanlığını kendisi sonlandırdı. İşte bu varolan bütün güzelliklerin reddidir. Kendini, ruhunu tatmin için “araç” olarak kullandı ve tüketti, bencilce tüketti.

İnsan bir amaçtır, bir araç değil.

Ölen bir oğlu için ağlayan Solon’u gören bir bilgin ona der: “ne diye ağlıyorsun böyle, ağlamak yaramayınca bir şeye?” ve bilge yanıtlar onu: “tam da bu nedenle ya –yaramadığı için bir şeye.” Ağlamanın bir şeye yaramadığı besbelli, yalnız acıyı azaltmak için bile olsa; ama münasebetsiz adama Solon’un yanıtının derin anlamı açıkça görülür. Ve o kanıdayım ki ben, hepimiz eğer sokaklara çıkıp ta dertlerimizi açıklasaydık birçok şeyleri çözerdik, dertlerimizin belki ortak bir tek dert olduğu görülür, onlar için beraberce ağlaşır, göklere doğru haykırışır ve Tanrı’ya yakarışta bulunurduk. Ve bunu yapsaydık, Tanrı bizi duymayacak olsa da; ama duyardı bizi O. En başta gelen kutsallığı bir tapınağın, birlikte ağlamak için gittikleri bir yer olmasıdır insanların. Yazgı cefası çeken bir kalabalık tarafından birlikte makamla okunan bir miserere’nin (Hz. Davut’un elli birinci mezmuru) tüm bir felsefe denli değeri vardır. Vebadan şifa buldurma yeterli değildir; ondan ötürü ağlamayı da öğrenmemiz gerekir. Evet, öğrenmemiz gerek ağlamayı! Belki budur en üstün bilgelik. (s. 26/27)

Yürümek/yol almak metaforu
…varlığın bilme merakı İlk Günah’a, İlk Günah’la da Kurtuluş’a neden oldu, bu da bizim Tanrı’ya giden yolda yürümemize ve O’na erişmemize ve O’nun içinde var olmamıza olanak sağladı. (s. 29)

Tüm insanlar doğal olarak isterler bilmeyi. Böyle başlar Aristoteles Metafizik’ine ve o zamandan beri bin kez yinelenmiştir ki, Tekvin’e göre ilk anamızı günaha sürüklemiş bulunan merak ve bilme arzusu bilginin kökenidir. (s. 31)

Ebedi olmayan hiçbir şey gerçek değildir.

“Son aldanış yok oldu
Ebediliğine inandığım”
Leopardi
Sevgiyle ölüm arasındaki yakınlığın ne kadar sıkı olduğunu görüyor
Gönlün derinliklerinde sevgi doğunca, aynı zamanda insanın içinde ölmek için yorgun ve bitkin bir arzu duyduğunu algılıyordu.
Sorun trajik ve süreklidir. (s. 51)

Tanrı’nın kendisini sevdiği sevgiden başka bir şey olmayan
Bizim mutluluğumuz Tanrı’nın insanlara olan sürekli ve sonrasızca sevgisinden oluşur. (s. 104)

İnsanın ölümsüzlüğü için duyulan büyük özlem bir teselli bulmuyor akılda
Burada
Uçurumun derinliklerinde kalbin ve iradenin umutsuzluğuyla aklın şüpheciliği yüz yüze karşılaşıyor ve kardeşler gibi kucaklaşıyor. (s. 111)

Felsefe ile din birbirine düşmandırlar, düşman oldukları için de birbirlerine gereksinmeleri vardır. Bir az felsefe temeli olmayan din yoktur, kökleri dinde olmayan felsefe de yoktur. (s. 118)

Tam anlamında nedenler, bilimsel kanıtlar, teknik mantıksal düşünceler arayan biri beni izlemeyi reddedebilir. Trajik duygu üzerindeki düşüncelerin geri kalanları boyunca, okuyucunun dikkatini oltanın yemsiz, çıplak iğnesiyle avlayacağım; dokunup almak isteyen, dokunsun alsın ama ben kimseyi aldatmam. Ancak sonuçta her şeyi toparlamayı ve yaşamın trajik duygusundan başka bir şey olmayan, size sözünü edegeldiğim dinsel umutsuzluğun, Az çok saklı olsa da bugünün uygar bireylerinin ve uluslarının yani zekâ ve duygu noksanlığına uğramamış bireylerle ulusların, bilinçlerinin temeli olduğunu göstermeyi umuyorum. (s. 127)

En acıklı şey dünyada ve yaşamda, okuyucularım ve kardeşlerim benim, sevgidir. Sevgi, düşün çocuğu ve düş kırıklığının babasıdır; aşk büyük hüzün ve keder içinde tesellidir; ölüme karşı tek ilaçtır, çünkü ölümün kardeşidir. (s. 133)

Sevgi acır ve ne kadar çok severse o kadar çok acır.

Gittikçe artan aşk, daha ötelere daha derinlere sokulmaya çalışan bu tedirgin özlem, gördüğü her şeyi sürekli kucaklar ve kucakladığı her şeye acır. (s. 137)

Tanrı
Bütün’ün kişileştirilmesidir.

Ve var olduğumuzu nasıl biliriz az ya da çok acı çekmeden? Acı çekmeden başka türlü nasıl kendimize döner, düşünsel bilinç ediniriz? Neşelendiğimizde kendimizi unuturuz var olduğumuzu unuturuz; başka bir varlığa dönüşürüz, yabancı bir varlığa, kendimizin yabancısı oluruz. Ve ancak acı ile yeniden kendi kendimiz olur, kendimize döneriz. (s. 139)

İnsan, bilinç olarak, evrende tek başına var olmaya boyun eğip razı olamaz, yalnızca bir nesnel görüngü olmaya da. (s. 144)

Dindarca duygunun kökenini, ya da daha doğrusu aslını, kaçınılmaz ve doğal bağımlılık duygusuna bağlayan Schleiermacher’in öğretisi, en derin ve en doğru açıklama gibi görünmektedir. Toplum içinde yaşayan ilkel insan, gözle görülmez biçimde kendini çevreleyen gizemli güçlere bağımlı olduğunu duyumsar; kendini yalnız kendi gibi insanlarla, türdeşleriyle değil, fakat canlı ve cansız doğanın bütünüyle toplumsal birlik içinde hisseder ki bu da her şeyi kişileştirir demektir. O yalnızca dünyaya ilişkin bir bilince sahip olmakla kalmaz ama dünyanın da kendi gibi bilinç sahibi olduğunu tasarımlar. Tıpkı bir çocuğun, sanki ne dediğini anlarmış gibi bebeğiyle ya da köpeğiyle konuşması gibi, yabanıl insan da konuştuğunda fetişinin kendisini dinlediğine ve öfkeli fırtına bulutunun kendisinin ayırdına varıp bile bile kendisini izlediğine inanır. Çünkü ilkel doğa insanının yeni doğmuş zekâsı henüz kendisini doğa rahmine bağlayan bağları tümüyle koparmamıştır, düş görmeyi uyanıklıktan, düşü gerçeklikten ayıran sınırı da açıklıkla çizmiştir.
Tanrı o halde, aslında objektif bir şey değildi, fakat daha ziyade dışa doğru yansıtılmış bilincin sübjektifliğiydi. (s. 154)

Akıl yoluyla değil, ancak aşk ve ıstırap yoluyla biz varabiliriz yaşayan Tanrı’ya, insanca Tanrı’ya. Akıl daha ziyade O’ndan uzaklaştırır bizi. Sonradan O’nu sevebilelim diye önceden bilemeyiz O’nu; O’nu sevmekle, özlem duymakla O’na, O’nu arzu etmekle başlamalıyız, bilmeden önce O’nu. Tanrı bilgisi Tanrı sevgisinden doğar ve bu bilgide ussal az şey vardır ya da hiç yoktur. Çünkü Tanrı tanımlanamaz. O’nu tanımlamayı istemek, O’nu zihnimizin sınırları içinde tutmayı istemek demektir, yani öldürmek demektir O’nu. Tanımlamaya kalkışır kalkışmaz O’nu, işte çıkan karşımıza hiçliktir. (s. 163/164)

Aşk geleceğe bakar hep ve ona yönelir çünkü işi bizim kalımlılığımıza ilişkindir; aşkın özgüllüğü umut etmektir ve ancak umutla sürdürür varlığını. Ve nitekim arzusunun meyve verdiğini görünce aşk hüzünlenir.

Sevgi umut eder, hep umut eder ve hiç yorulmaz umut etmekten; Tanrı sevgisi de, imanımız Tanrı’ya her şeyden önce umut bağlamaktır O’na. Çünkü Tanrı ölmez ve her kim umut bağlarsa Tanrı’ya sonsuza dek yaşar. (s. 190/191)

Tanrı’ya inanmak O’nu sevmektir, O’nu sevmek de acı çektiğini hissetmektir O’nun, acımaktır O’na.
Tanrı’nın acı çektiğini söylemek küfür gibi görünebilir, çünkü sınırlamayı, şartlanmayı içerir acı çekmek. Bununla beraber, evrenin bilinci olan Tanrı, içinde yaşadığı kaba madde ile, bilinçsiz olanla sınırlanmıştır.
Tanrı her birimizin ve hepimizin içinde, geçici maddenin içinde tutuklu bilinçlerin her birinde ve hepsinde acı çeker, biz de O’nda acı çekeriz. (s. 197)

“Bilime ve sanata sahip olanın bir dini vardır; ne bilimi ne de sanatı olan, bir din edinsin kendine.” Goethe

Niteliği neyse ruhumuzun
Odur niteliği aradığımızın

İki yaratık eğer birleşip de tek olsalardı
Yapmış olduğundan dünyanın daha çok şey yapmış olurlardı.

Ve ruh, benim ruhum hiç değilse, başka bir şeyin özlemi içindedir, emilip içe çekilmekte değil, dinginlikte değil, barışta değil, yatıştırılmakta değil, durmadan yaklaşmak ama hiçbir zaman erişememek özlemindedir. (s. 239)

Türkçeleştiren: Osman Derinsu
İnkılap Kitabevi Yayınları
1986


25 Haziran 2013 Salı

Stefan Zweig – Rotterdamlı Erasmus


Stefan Zweig – Rotterdamlı Erasmus
Zaferi ve Trajedisi

Erasmus biyografisinde Zweig
On beşinci yüzyıldan on altıncı yüzyıla geçiş dönemi ile kendi yaşadığı dönem arasında koşutluk kurmuş, insanlık idealleri açısından da kendisini bir anlamda Erasmus’la özdeşleştirmiştir.

(Erasmus) bütün Avrupa uluslarını bilimlerin ve sanatların çatısı altında birleştiren tek bir toplum olarak görmeyi en yüce ideal bilmişti. (s. 11)

Erasmus hümanist idealin en güçlü savunucusuydu.
Reddettiği tek şey bağnazlık oldu.

Erasmus’un misyonu
Karşıtlıkların hümanizmin anlayışı içerisinde bağdaştırılmasıydı. (s. 19)

…toplumun esenliğini amaç edinen bir ideal, geniş halk kitleleri için hiçbir zaman tümüyle yeterli olamaz. (s. 23)

Somut olan
Her zaman kitleye soyut olandan daha kolaylıkla nüfuz eder. (s. 24)

1466 yılında doğdu.
Evlilikdışı dünyaya geldiğinden, üstelik bir din adamının oğlu olduğundan, geçmişinden söz etmeyi sevmezdi. (s. 37)

Küçük desiderius gerçekte istenmeyen bir çocuktu.
1487 yılında Steyn’deki Augustin Manastırı’na girdi.
Rahiplik yeminini 1488 yılında burada etti.

Akıllı bir taktik adamı olarak, yeryüzündeki güçlere ve güçlülere karşı
Anlaşma yolunu yeğler
Üstündeki rahip cüppesini
Gerekli izni aldıktan sonra sessizce bırakır. (s. 39)

Erasmus hangi alanda etkili olabileceğini ilk kez otuz yaşındayken İngiltere’de anladı.
İlk kez yalnızca düşünce ve bilginin güç kaynağı sayıldığı bir ülkeye adımını atmıştı. (s. 46)

Erasmus’a ününü kazandıran ilk yazısı
Yıllar boyu topladığı Latince özdeyişlerdir.
Bunları (özdeyişleri) “Adagia” (Collectanea Adagiorum) adı altında bastırdı.
Snobların sayısı her çağda kabarık olduğundan, kitap çabuk tanındı. (s. 55)

Deliliğe Övgü
Erasmus bu eşsiz taşlamayı yedi gün gibi kısa bir sürede ve gerçekte yalnızca içini dökmek için kaleme almıştır.

İngiltere’ye ayak basar basmaz Thomas Morus’un kent dışındaki aydınlık villasında o kısa taşlamayı kaleme aldı (Latincesi, Laus Staltitiae).

Erasmus’un soylu bir hanımın kocasına uyarı olması için, onun dileği üzerine, yani bir rastlantı sonucu kaleme aldığı “Enchridon Militis Christiani” (Hıristiyan Savaşçısının Elkitabı) adlı kitap, halka yönelik bir Tanrıbilim’i konu alan el kitabı niteliği kazanır. (s. 83)

İsa’nın hayatı Latince bilenlerin bir ayrıcalığı olarak kalmamalıdır.

Bu yüzden Erasmus, Kutsal Kitap’ı bir kez daha Latince’ye çevirmek gibi bir çabaya girişir. (s. 85)

Kırkıncı ve ellinci yaşları arasındaki dönemde ününün doruğuna erişir.

11 Aralık 1516 tarihini taşıyan Spalatin’in yazmış olduğu bir mektup’ta,
Erasmus’a büyük hayranlık duyan genç bir Augustin rahibinin ilk günah konusunda kendisiyle aynı görüşte olmadığını da bildirir.
“Önce kişi değişmiş olmalıdır, eserler ancak ondan sonra gelir.” (s. 110)

Erasmus mektubu pek dikkat etmeksizin o saat hayatında ve dünyada bir dönüm noktasına gelindiğinin farkına varmaksızın okur. (s. 111)

Luther turp gibi sağlıklıdır, içinde birikmiş olan gücün neredeyse tehlikeli zorlaması altındadır ve bastığı yeri titretir. Alabildiğine canlıdır.

Lither’in dehasının kaynağı, entelektüel yapısından çok daha ileri ölçüde bu somut şiddetinden kaynaklanır. (s. 112)

Dünyaya gelmiş tüm dâhiler arasında Luther belki de en bağnaz, en boyun eğmez ve en savaşçı olanıydı.

Luther 28 Mart 1519 tarihinde ilk kez kişisel olarak Erasmus’a başvurdu.

Böyle bir savaşta Erasmus’un tinsel desteğini sağlamak, Luther’in davası için önemli, (s. 125)

(Erasmus) …bilim yaşamına gereğince destek olabilmek için, yapabildiğim ölçüde yansız kalıyorum. (s. 127)

Erasmus, hem yaradılışında var olan çekingenlikten, hem de o sarsılmaz bağımsızlık tutkusundan ötürü kimseyle ve dolayısıyla da Luther’le de ortak iş yapmamak konusunda kararlıdır. (s. 128)

Erasmus’la Luther’i ayıran yalnız yöntemleridir.

Almanya’daki reform hareketinin geleceği
Çok kısa bir zaman parçası için Erasmus’un eline geçer. İmparator Karl, Reichstag’ı Worms kentinde toplantıya çağırmıştır. Luther, son anda boyun eğmeyi kabul etmeyecek olursa, bu meclis tarafından yasadışı kılınacaktır. Luther’in yaşadığı eyaletin prensi olan Saksonyalı Friedrich de Reichstag’a davet edilenler arasındaydı. (s. 133)

Friedrich, Erasmus’un da aynı kentin konuğu olduğunu öğrenir öğrenmez sekreteri Spalatin aracılığıyla onu davet eder.
Prens, Erasmus’a açıkça Luther’in davasında haklı olup olmadığını sorar.

Dünyanın kaderi o anda bu evetle hayır arasındadır. (s. 135)

Erasmus
Bu nazik sorunun
Hoşgörü ve açık bir konsil aracılığıyla çözüme bağlanmasını öğütler. (s. 136)

Kaderin çanları Worms’ta çalmaya başladı.

Luther
“İşte önünüzdeyim ve başka türlü davranmam olanaksızdır.”

Erasmus
Dünya tarihinin dönüm noktalarından birini saptayacak olan o saatlerde ürkekçe çalışma odasına kapanmıştı.

Erasmus, o dönüm noktasında tüm varlığını ve gücünü inandığı şeye adamamıştı; davasını bundan ötürü yitirdi. Luther’e gelince; o alabildiğince yüreklilikle ve galebe çalma iradesinin sarsılmaz gücüyle kendini davasına adamıştı. Bundan ötürü de eyleme dönüşen, onun iradesi oldu. (s. 139)

Ulrich von Hutten
Kendini hümanizme tutkuyla veren bu gencin en büyük özlemi ve isteği “bu Sokrates’in Alkıbiades’i olabilmektir. (s. 149)

Almanya, bu haddini bilmez genci kovdu.
Roma onu yakmak istedi.
Avcıların kovaladığı ölesiye yaralı bir hayvan gibi Basel’e gelebilmişti.
Elini Erasmus’a uzattı.
Ersamus, yasadışı ilan edilmiş olan Hutten’i evine almadı.

Sonunda Hutten
Erasmus’u
Kıskançlığa kapılacak kadar şöhret düşkünü biri diye nitelendirdi, onu acınacak kadar güvenilmez biri olmakla suçladı, anlayış biçimini aşağıladığı ve Erasmus’un ulusal davaya, Luther’in davasına içinden inanmasına rağmen ihanet ettiğini bütün Almanya’ya haykırdı. (s. 154)

Worms’daki gibi, Augsburg’daki Reichstag’da da Erasmus yoktur.

Augsburg konsili birleştirme amacını güttüğü Hıristiyanlığı kesinlikle iki inanç kampına ayırır.

Yaratıcısı olduğu “Erasmus Anlayışı”nın son ve kesin biçimde yenilgiye uğradığı o günden sonra
Artık sadece yararsız bir varlıktır. (s. 184)

Freiburg’tan ayrılmak, Brabant’a gitmek amacındadır.

Erasmus, yaşamının son günlerinde
Katolikler onu artık arayıp sormamakta, Protestanlar ise onunla alay etmektedirler, artık kimse ona ihtiyaç duymamakta, (s. 187)

Türkçeleştiren: Ahmet Cemal
Can Yayınları
Mart, 2008

Labirentin Tarihi


Jacques Attali – Labirentin Tarihi


Minos, Poseidon’un yıllık kurban isteğini karşıladığı sürece Knossos sarayında huzur içindedir. Poseidon’dan kurban edebilmek için şanına yakışır bir boğa ister. Poseidon görkemli bir boğa gönderir. Minos, hayran kaldığı boğayı kurban edemez. Poseidon öfkelenir. Yarattığı boğanın şekline bürünerek Minos’un karısı Pasiphae’yi baştan çıkarır. Poseidon, düşmanının karısıyla yatar ve bu birleşmeden Minotaurus doğar. Pasiphae, Talos’u öldürüp Knossos’a sığınan gönyenin mucidi Daidalos’tan yardım ister.
Minos, Daidalos’a anıtsal bir labirent yaptırır. Minotaurus’u buraya hapseder.
Minos’un oğullarından Andregeos, Atina’da bir boğanın saldırısı yüzünden ölür. Girit, Atina’dan diyet olarak her dokuz yılda bir yedi genç erkek ve kız vermesini emreder. Kurbanlık gençler labirente gönderilip Minotaurus’a yem edilir.
Üçüncü kurban töreninde Atina kralı Aigeus’un oğlu Theseus, yaratığı öldürmek ve bu kanlı diyetten kurtulmak için labirente gitmeye karar verir. Sağ salim geri dönebilirse gemisinin direğine beyaz yelken çekecektir.
Theseus, yanında diğer 13 gençle birlikte Girit’e ulaşır. Minos’un kızı Ariadne’yi baştan çıkarır. Theseus’u kurtarmak için Daidalos’tan yardım alan Ariadne, sevgilisine labirentin içinde yol gösterecek sihirli bir ve Minotaurus’un ağzına atılınca onu öldürecek olan balmumundan yapılmış bir top verir. Theseus labirente girer ve yaratığı öldürür.
Theseus, adaya gelen Atinalılar, Ariadne ve onun kardeşi Phaidra’yla birlikte adadan kaçar. Phaidra’yı baştan çıkarıp Ariadne’yi terk eder. Evine dönüş yolunda babasına verdiği sözü unutan Theseus, gemisine beyaz yelken çekmeden Atina’ya yaklaşır. Ufukta beyaz yelken göremeyen Aigeus, üzüntüsünden kendini denize atar. Aigeus’un hayatını alan deniz bugün hâlâ onun ismiyle anılır (Ege). Deliye dönen Minos, tüm bu olanlardan sorumlu tuttuğu Daidalos ve oğlu İkaros’u labirente kapatır. Labirentte kaybolan Daidalos, tüyden kanatlar yapıp bunları kendisinin ve oğlunun omuzlarına yapıştırır. Uçarak labirentten kurtulurlar. Ne var ki havada çok fazla yükselen İkaros’un kanatlarını tutan balmumu güneşte erir ve İkaros suya düşerek boğulur.
Nankör Theseus Phaidra ile gününü gün etmektedir. Karısı, oğlu Hippolytos’a aşık olunca bu keyif bozulur. Poseidon, Hippolytos’u öldürür. Phaidra üzülür ve intihar eder.
Theseus bu defa Medea ile evlenir.
Skyros adasına gidip her şeyden elini eteğini çeken Theseus burada Kral Lykomedes tarafından öldürülür.

Dilbilimciler labirent sözcüğünün,
Girit krallık armalarının üzerinde bulunan çifte balta sembolünün Lidya dilindeki karşılığı olan “labrys” den geldiğini savundular.
Başka bazı araştırmalar “sepete konan balığın oyunu” anlamında bir sözcük olduğunu belirtmektedir. (s. 17)

Hikâyenin temaları;
Sürgünün kaynağı olarak yanılgı
Koruma olarak hapis
Öğrenme olarak oradan oraya çaresizce dolaşmak
Tehdit olarak koyu karanlıklar
Kayıp olarak övünme
Hayvansal güç olarak insan
Korkularımıza cevap olarak dünya

Labirentler bir çizimden çok bir mesaj olarak algılanmalıdır.
Şekiller yazıdan çok daha önce olayları ifade ederler.

Mısır’da labirent, ruhun izlediği yolu temsil eder.
Akdeniz bölgesinde ayinsel danslara rehberlik eder.
Amerika ve Çin’deki kültürlerde kendi gerçekliğinin peşindeki bir insanın iç yolculuğunu anlatır. (s. 21)

Akıl çağıyla birlikte düz çizginin ve şeffaflığın saltanatı başladı.
Labirent, hem düşman hem de savaşılması gereken karanlığın bir örneği olarak görüldü.

Labirentin sürgünü bitti. Labirentler dönüş yolunda. Şehirler birer labirent oldu.
Zenginlik ve kudret artık labirentin sonunda bulunuyor.
Bilgi işlem teknolojisini, şebekelerini ve mikro işlemcileri gerçek bir pireler labirenti gibi tasvir edebiliyoruz.

Labirentleri anlamak yakın bir gelecekte modernitenin anlaşılması için temel teşkil eden bir kavram olacak. (s. 23)

Labirent her zaman çift taraflıdır. Yol bir amaca götürürken duvar başka bir amaca götürür.

Labirent, köşeli, dolambaçlı, düzensizdir, tıpkı insan gibi…
Kadın insanın ilk labirentidir.

Labirentler yazıdan önce icat edilen bir dil, karmakarışık bir anlatım biçimi…

…daire hemen hemen her yerde birliği, mükemmelliği, bütünlüğü simgeler.
Birçok kültür evreni, iç içe geçmiş daireler dizisi ile betimler.
Hilal, her yerde değişikliğin, değişimin, doğumun veya yeniden doğuşun simgesidir.
Oval, genellikle kadınsı bir şekildir.
Kırık çizgiler nehirleri, suyu, düz çizgiler ise yağmuru düşündürür.
Kare, dünyayı veya evreni, her durumda yaratılışı temsil eder.
Haç bütün bir evreni, dikey çizgi eril ruhu, yatay çizgi dişil maddeyi ve bu çizgilerin kesişme noktası ise insanlığı temsil eder.
Yunan haçı, bir yıldız veya bir insan, eğer daire içine yerleştirilmişse de, geçmekte olan zaman veya gökyüzündeki dünya anlamına gelir.
Üçgen eril bir simge olan ateşi, eğer ters çevrilmiş ise dişil simge olan suyu ifade eder.
Tepe noktaları karşı karşıya gelen iki üçgen cinsel birleşmeyi, eğer çakışırlarsa bütünleşmeyi tarif eder.
Örgü şekli, sonsuz geri dönüşün, imkânsız kaçışın kapalı ve karamsar simgesidir.
Sarmal ise tam tersine çok sayıda uygarlığın kültüründe, geleceğin ve ışığın açık ve iyimser simgesidir.
Ters yönde dönen iki sarmal genellikle bir yolculuk,
Üçlü sarmal ise rüzgârı, suyu veya yılanı anlatır. (s. 45/46)

Labirentlerle ilgili tüm efsaneler şu veya bu şekilde dört hikâyeden bahseder: bir yolculuk, bir sınav, bir inisiasyon ve bir dirilme. Hepsi kahramanın ölümünü, onun kurban edilmesini, öğretici bir gizemi keşfetmesini, değişimini anlatır.
Labirentler her uygarlığın, hayat, ölüm, öteki dünya, dünyanın yaratılışı ve insanın kimliğiyle ilgili sırları çözme yöntemini anlamamızı sağlarlar. (s. 51)

Vanuatu’daki Malakula adasında anlatılan bir efsane,
(Ölümden sonra herkes) Temes Savsap adındaki dişi bir ruhla buluşmak üzere Serving ülkesindeki Wies’e gider. Yeni geleni içeriye almadan önce koruyucu ruh kumun üzerine “yol” anlamına gelen nahal adında bir labirent çizer. Ruh ölüye labirenti incelemesi için bir süre verir ve sonra desenin yarısını siler. Ölü, parmağını kumun üzerinden kaldırmadan, tek bir hareketle labirenti yeniden oluşturmak, sonra da onu merkeze götürecek yolu bulmak zorundadır. Eğer ölü, yaşadığı süre içerisinde kendini yetiştirmiş ise şekilleri ezberden bulur. (s. 52)

Theseus Efsanesi
Burada Daidalos, öğreten ve yol gösterici,
Minotaurus cellat,
Ariadne ödül,
Theseus ise çok sonraları, ne olursa olsun diyerek Cehennem’e kadar inip oradan sağ salim geri gelen bir inisiye olarak karşımıza çıkar. (s. 54)

Kabala öğretisi tam olarak bir labirent simgesinin çevresinden oluşturulur. Bir hayat ağacı Tanrı’nın on boyutunu, İbrani alfabesinin yirmi iki harfini temsil eden yirmi iki yolla birbirine bağlar.
Kabalacı için bilgeliğin yolunu takip etmek hayatı gerektiği gibi kat etmenin tek yoludur. (s. 64/65)

Rönesans’ın başlamasıyla beraber, labirentler silinmeye başlar.
Artık söz konusu olan hayatın labirentini geçerek sonsuzluğa hazırlanmak değil, hayatın tadını çıkaracak yolları burada ve hemen şimdi biriktirmek ve onları gelecek kuşaklara taşımaktır. Düz çizgi gerçeğin ölçütü haline gelir. (s. 67)

Filozof bu yeni gücün uygulanışını kuram haline getirir ve düz gitmek akıl yürütmenin bir işareti haline gelir. (s. 68)

Labirent kelimesi Fransızcada ilk olarak 1418 yılında, kesilmiş ağaçlarla çevrili ve içinden çıkılamaz yer anlamına gelen labarinte biçiminde ortaya çıkar.
“Bilinmeyene ulaşmak için bilgisizliğin yolunu anlamak gerekir.” T.S. Eliot

Modern labirentin girişinde
Seyahat etmenin şartlarını yeniden bulmayı öğrenmek
Göçebe gerçeklerine dönmek ve onların dört temel özelliğini yeniden keşfetmek gerekecektir.
İlk olarak göçebenin hafif kalması gerektiğini hatırlamalıyız.
İkinci sırada göçebenin konuksever, nazik, başkalarına karşı açık, hediye verirken dikkatli olması gerektiğini hatırlamalıyız.
Üçüncü sırada, göçebenin pusuda beklemek zorunda olduğunu hatırlamalıyız.
Son olarak göçebe diğerleriyle dayanışma içinde olmalıdır.
Hafif, nazik, her an hazır, dayanışmacı: işte göçebenin en önemli nitelikleri. Labirentin yolcusu önce bu nitelikleriyle onun karşısına geçmek zorunda kalacaktır. (s. 127)

Odysseus kaybolduğunda eşine olan aşkının farkına varmıştı, Kolomb kaybolduğunda Amerika’yı keşfetmişti, Newton kaybolduğunda yerçekimini kavramıştı,

Sanayileşmiş toplumlarda kaybolmak, kaybetmek demektir. (s. 129)

Merak, kaybolmuşluğun içinde öğrenmeye, bilinmeyenin içinde keşfetmeye, bilgisizlik içinde bulmaya fırsat tanır.

İnternette kaybolarak bilmek zorunluluğunda olmadığımıza inandığımız şeyleri öğreniriz. (s. 131)

Beynin günümüzdeki betimlenmesini kim incelerse incelesin, belleğin hiç kuşkusuz labirent gibi bir yapıya sahip olduğunu sezinleyecektir.

Bütün ortaçağ boyunca diğer yazarlar labirentleri bellek eğiten bir araç olarak görmeye devam ettiler. (s. 140)

Bellek yitimi kapitalist ekonominin iyi işlemesi için bile gereklidir.

Anılar, satıcının düşmanıdır.
Sürekli değişen moda ve en çok satan şarkı listesi, mal ve sermayenin dolaşımını hareketlendirir (s. 141)

Dans, zaman ve mekânı birleştirir.

Dans, bedeni ruhun müttefiki yapmanın yollarından biridir.

“Labirent kaybolunan yer değil, aksine içinden her çıkıldığında kaybolunmuş hissi veren yerdir.” Foucault

Türkçeleştiren: Selçuk Kumbasar
Okuyanus Yayınları
Aralık, 2004

Jean-Pierre Vernant – Yunan Düşüncesinin Kaynakları


Jean-Pierre Vernant – Yunan Düşüncesinin Kaynakları

Ez eski Yunan dünyası, kendi çağdaşı olan Ortadoğu krallıklarına birçok özellikleriyle benzemektedir.
…aynı tip toplumsal örgütlenmeyi, benzer yaşam türünü ve benzer bir insanlığı ortaya çıkarmaktadır.
Homeros’un yazılarına yaklaştığımızda tablo değişiyor: İlyada’da başka bir toplum, başka bir dünya görünüyor. (s. 13)

Akdeniz İÖ. 2000’in başında, her iki ucunda bulunan Doğu ile Batı arasında kopukluk göstermiyor.
Girit sarayları ile Mezopotamya’yı denize bağlayan kervan yolu üzerindeki Alalakh’ta ve Mari’deki kazılarla yeni ortaya çıkan saraylar arasında benzerlikler göze çarpıyor… (s. 17)

Dorluların istilası,
Yunanistan’ın Doğu ile olan bağlarını yüzyıllar boyunca koparıyor. Miken yıkılıyor
İçine kapanan Yunanistan, salt tarım ekonomisine dönüyor. (s. 36)

Miken devletinin yıkılışı, Dorların Peloponez’e, Girit’e ve Rodos’a kadar yayılması, yeni bir Yunan uygarlığı çağını başlatır. Bronz metal işlemenin yerini, demir olır. Ölüleri yakmanıon yerini, geniş ölçüde gömme alır. Seramik işçiliği desenlerde hayvan yaşamı ve bitkilerin yerini, geometrik süslemeler alır. (s. 39)

Sophia İÖ. 7. yüzyılın ilk yıllarında itibaren ortaya çıkar.

Polis’in ortaya çıkışı, Yunan düşünce tarihinde belirleyici bir olaydır.

Polis sisteminin içerdiği şey, önce sözün, iktidarın tüm diğer aygıtları üzerine olağanüstü üstünlüğüdür. (s. 47)

Politika sanatı, özde dil kullanma sanatıdır. (s. 48)

Milet okulu, Akıl’ın doğuşunu görmedi; o rasyonelliğin ilk biçimi olan bir akıl’ı kurdu. Bu Yunan akılı, fiziksel ortamın keşfine doğru yönelmiş çağdaş bilimin deneysel aklı değildir. (s. 121)

Felsefe Milet’te
Politik düşünce içinde kök saldı
Parmenides’ten itibaren yalnız kendine ait sorular sordu.
Artık filozoflar
Varlık’ın, Bilgi’nin niteliğini, aralarındaki ilişkileri soruyorlardı. (s. 122)

Türkçeleştiren: Hüseyin Portakal
Cem Yayınları
Mart, 2002

Katherine Mansfield – Bahçe Partisi


Katherine Mansfield – Bahçe Partisi

Bahçe Partisi: (s. 61-79)
Hava olağanüstüydü
Çadır nereye konacak anne?
Sen gitmelisin Laura
…işte şurası tam yeri, Şu ağaçların önü.
Ah, işçiler ne harika, diye düşündü.
Korkunç bir kaza olmuş, dedi aşçı kadın. Bir adam ölmüş.
Adı Scott
Atı bir traktörden ürkmüş, arabacı başüstü düşmüş. Ölmüş.
Kapımızın hemen ötesinde bir ölü varken parti yapmayı nasıl düşünebiliriz?
Böyle her başına kaza gelen insan için bandoyu susturmaya kalkarsan hiç de kolay olmaz hayat senin için.
Sarhoş bir işçiyi bu kadar duygulu olmakla diriltemezsin ki,
Nasıl bu kadar kalpsiz olabiliyoruz anne?
Bir sepet hazırlayalım. Zavallı kadına bu nefis yiyeceklerden yollayalım. Hiç olmazsa çocuklar için güzel bir sürpriz olur.
Mrs. Scott’un evi burası mı?
İçeri buyurun, lütfen
Hayır, dedi, içeri girmek istemiyorum. Sadece şu sepeti bırakacağım. Annem yolladı.
Kapı açıldı. Laura yürüdü, kendini yatak odasında buldu, ölünün olduğu odada.
Yaklaş yavrum
Laura o adama bir şeyler söylemeden odadan çıkamayacağını duyumsuyordu.
Şapkam için özür dilerim.

Ölü Albayın Kızları: (s. 81-107)
Constantia
Gözlerini dikmiş, tavana bakıyordu.
Şimdiye kadar kaç mektup aldık?
Yirmi üç
Hepsine Josephine yanıt vermişti; yirmi üç kez.
Hemşire Andrews’a konuğumuz olarak bir hafta bizimle birlikte kalmasını önersek iyi olmaz mı, ne dersin?
Vedalaşmak için içeri girdiklerinde, Hemşire Andrews bütün gün babalarının yatağının yanında oturmuş (tu).
Ya babaları onlara bir şey söylemek istemiş olsaydı; yalnızca onları ilgilendiren bir şey.
Ah, nasıl bambaşka olurdu, nasıl bambaşka bir anı kalacaktı babalarından, nasıl kolayca anlatacaklardı herkese,
Son uykusuna tam bir huzur içinde daldı umarım?
Öyle, dedi Josephine yavaşça. İkisi de başlarını önlerine eğdiler. İkisi de o korkunç gözün hiç de huzur içinde olmadığını biliyorlardı.
Tabut mezara indirilirken tam anlamıyla dehşete kapılmıştı Josephine.
Güneş çıkmış, dedi Josephine, gerçekten önemli bir şeymiş gibi.

Parken Ana’nın Yaşamı: (s. 129-137)
İhtiyar Parker Ana’nın salıları evine temizliğe gittiği edebiyatçı bey o sabah ona kapıyı açınca, torununun nasıl olduğunu sordu.
Dün toprağa verdik onu efendim, dedi sakin bir sesle.
Lennie de gidince ne kalmıştı Parker Ana’ya? Hiçbir şeyi yoktu.
Ne yaptığını bilmiyordu.
Başını alıp bir yerlere –neresi olursa olsun- bir yerlere gitmek isteyen biri gibiydi, sanki böyle yapmakla kaçıp kurtulabilirmiş gibi.
Şu yeryüzünde nihayet kana kana ağlayabileceği bir yer yok muydu?
Gidecek hiçbir yer yoktu.

(Toplam 15 Mansfield öyküsünün yer bulduğu kitabın sonunda kitaptaki öykülerle ilgili açıklayıcı notlar var. Mansfield’ın hayatından parçaların öykülerdeki izdüşümlerini işaret etmesi bakımından ilginç olabilir bu notlar.)


Türkçeleştiren: Şadan Karadeniz
Can Yayınları
Mart, 2012