Necla Aytür –
Kitaplar Arasında
Amerikan
Edebiyatı, Kültür ve Dil Yazıları
Amerika’da ilk İngilizce yayın Püritanların on
yedinci yüzyılın başlarında doğu kıyısına yerleşmeleriyle başlar.
William Bradford, Thomas Hooker, Jonathan Edwards
gibi yazarların en önemli esin kaynağı Kitabı Mukaddes’tir. (s. 7)
18. yüzyıl
Pope önde olmak üzere yeni klasik yazarlar
Amerikalıları etkilemeye başlar.
Royal Society’den esinlenerek Philosophical Society,
B. Franklin’in önerisiyle Philadelphia’da kurulur. (s. 8)
…yazın etkinlikleri daha çok düzyazı alanındadır.
1836’da Boston’da Deneyüstücü Kulübü kurulur.
Deneyüstücülerin bireye duyduğu saygı Amerika’da
demokrasiyle beslenen güvenin güçlenmesine yol açmıştır. (s. 13)
Gerçekçilik akımı Amerika’da İç Savaş’tan sonraki yıllarda
gelişmeye başlar. (s. 17)
Gerçekçi romanda kişiler önde olduğundan anlatımda
kullanılan kişinin bakış açısı önem kazanır.
Gerçekçi romanda anlatıcı ile birlikte onun dili de
önem kazanır. Twain, çeşitli yörelerin ağızları ile konuşan kişilerin dilini
sanat düzeyine çıkararak kendisinden sonraki tüm Amerikan yazınını etkileyecek
bir roman dili yaratmıştır. (s. 18)
Doğalcıların en belirgin özelliği bilimsel yöntemi
uygulamalarıdır.
…insanın kişiliğini yaratan, yazgısını çizen gücün
özdeksel gerekircilik olduğunu ortaya çıkarır.
Yazar önce en küçük ayrıntılara değin kalıtımsal
etkenleri ve çevre koşullarını gözlemleyerek belgeler. (s. 21)
Deneyselcilik romanda dış gerçekliğin yansıtılmasını
yeterli bulmayarak bireysel bilincin ya da toplumun ortak bilincinin
derinliklerine inmek çabasındadır. (s. 22)
Şiirde
1912’de Harriet Monroe’nun çıkardığı Poetry dergisi
yeni şiirin örneklerini yayımlayarak Amerikan Rönesansı’nı başlatır.
Ezra Paund, imgeciliğin sözcülüğünü yapar.
1922’de T. S. Eliot’ın Wasteland’ı yayımlaması tüm
Batı şiirinde olduğu gibi Amerikan şiirinde de yeni klasik dönemi başlatır. (s.
24)
1922/1923 arasında on dokuz sayı çıkan Fugitive
dergisinin yazarları,
20. yüzyıl uygarlığından da, bu uygarlığa tümüyle
teslim olan Yeni Güney’den de kaçmak istiyorlardı. (s. 27)
Kuzeyli modernistler gibi güneyli “kaçak” aydınlar
için de eleştirinin hedefleri, teknolojiye bağımlılık, sanayileşme ve iş
yaşamında ürkütücü boyutlara varan büyümeydi. (s. 28)
Bilimsel yöntemin yazın alanında benimsenmesinde
Fransız düşünürü Hippolyte Taine’ın katkısı büyüktür.
Historie de la Litterature Anglaise (İngiliz
Edebiyatı Tarihi) adlı kitabın önsözünde yazınsal yapıtların ırk, çevre ve
dönem koşullarının ortak ürünü olduğunu ileri sürer. (s. 41)
1900’lerde endüstrileşmenin büyük kent yaşamı
üzerindeki etkilerine eğilen doğalcı gerçekçilikten 1910’ların küçük kent
yaşamını sergileyen yeni gerçekçiliğinden sonra, Birinci Dünya Savaşı
sonrasının genç yazarları yenilikçi akımın verdiği esinle romanda
deneyseliciliği öne çıkarırlar.
1930’ların genç romancıları,
…gerçekçiliği öne çıkarmaktadır. (s. 61)
1940’ların ilk yıllarında savaş kargaşası içinde
roman duraklamıştır.
1930’ların romanındaki toplumcu gerçeğin yerini
40’larda kişilerin bireysel deneyimlerinin varoluşçu bir açıdan anlatılması
almıştır. (s. 62)
50’lerde gerçekçiliğin, 60’larda post-modernizm adı
altında deneyselciliğin ağır bastığını söyleyebiliriz. (s. 63)
1960’ların çalkantılı ortamında yazında gerçekle
düşün iyice birbirine karıştığı görülür. (s. 66)
Kara güldürü 60’ların çoğu romancısının yaşamın
kargaşası karşısındaki tutumlarını belirleyen bir yazın öğesi olarak
kullanılır. Güldürü, güçsüzlüğünün bilincine varan roman kişisinin de elinde
bir kalkan gibidir. (s. 67)
1970’lerin romanlarında en çok öne çıkan konu kadın
sorunudur. (s. 69)
Kuzey Amerika’daki göçmenlerin zor koşullar altında
başlayan serüveninin öyküsü, koloniler zenginleşip başarı kazandıkça, yerini
Amerikan Düşü’nün anlatımına bıraktı. (s. 71)
Amerikan Düşü’nin gerçekleşmesi yolunda atılan en
önemli adım elbette Kolonilerin bağımsızlığıydı.
Amerika’da İngiltere’ye ateş püsküren yazarların
başında Thomas Paine bulunur. (s. 73)
Henry James roman ve öykülerinde gönüllü ya da
gönülsüz sürgüne giden birçok kişi yaratmıştır.
James’in üzerinde durduğu konu, yüzeyde
Amerika-Avrupa değerler çatışması gibi görünse de, derinde çok eskilere giden
bir Hıristiyan mitine dayanmaktadır.
Hıristiyan mitlerinde “bilgisizlik” ile “suçsuzluk”,
“bilgililik” ile de “suçluluk” eşanlamlıdır. Bu bağlamda bilmek “kötülüğü
bilmek”tir. (s. 78)
Melville insanın evrendeki durumunu sorgulayan,
evrensel haksızlığa karşı başkaldıran, uygar toplumların kokuşmuş kurumlarına
karşı ilkelliği savunan bir yazardı. (s. 100)
Amerika’nın New England bölgesinde 1620’den başlayarak
kurulan İngiliz kolonilerinde yönetim toplumun en okumuş ve varlıklı kişileri
olan din adamlarının elindeydi. Edebiyat da önce bu seçkinler çevresinde
doğmuş, yüz yıla yakın süre dinsel niteliğini korumuştur. (s. 108)
Kate Chopin, bu tutucu güney ortamında çok çocuklu
dul bir kadın olarak yaşamış, öykü ve romanlarında bu ortamda yaşayan
kadınların durumunu gerçekçi bir açıdan yansıtmaya çalışmış, başkaldırılarına
tercüman olmak istemiştir. (s. 133)
Jack London’ın romanlarında yürürlükteki yasalar hep
orman yasalarıdır.
Deniz Kurdu romanında Hortlak adlı geminin kaptanı
Wolf Larsen’in kişiliğinde her bakımdan üstün bir insan yaratmaya çalışmıştır.
(s. 140)
Muhteşem Gatsby’de olayları anlatan Nick, romanın
başkişisi Gatsby’nin komşusu, aynı zamanda da Gatsby’nin bir zamanlar sevdiği
ancak şimdi evli olan Daisy’nin kuzenidir.
Gatsby’nin amacı Daisy’nin değer vereceği bir inan
olmaktır ama Daisy onun dönmesini beklememiş (Gatsby, orduya katılmıştı), Tom
Buchanan’la evlenmiştir. (s. 142)
…yazın, her alanın üslubu ile sözcüklerini kullanır.
Bu nedenle yazının, yalnız kendine özgü bir dili olamaz. (s. 150)
Jakobson
Şiirde varlığını en fazla duyuran öğe iletidir,
çünkü şiirin amacı dildeki estetik niteliğe dikkat çekmektir. (s. 151)
Şiirin amacı
…doğal dille ifade edilemeyen birtakım anlamları
çağrıştırmaktır. (s. 154)
Faulkner
Romanlarında yarattığı Güneyli aileler için nirengi
noktası olarak İç Savaş yıllarını seçmiştir.
Yazarın büyük-büyükbabası, İç Savaş’ta Güney
ordusunda görev yapan Albay William Cuthbert Falkner’dir. Hareketli bir yaşamı
olan Albay, sonunda eski bir ortağı ve siyasette rakibi olan biri tarafından
vurularak öldürülmüştür. (s. 201)
Babası Murray C. Falkner’le annesi Maud Butler
evlendiklerinde New Albany’de oturuyorlardı. Murray Falkner, babasının
işlettiği demiryolu şirketinde çalışıyordu.
Çiftin ilk çocuğu William C. Falkner 25 Eylül,
1897’de burada doğdu (New Albany).
Baba Falkner, ailesiyle birlikte 1902’de Oxford’a
taşınıp çeşitli işlerde çalıştı.
Az konuşan, zaman zaman çok içen bir adamdı(baba
Falkner).
Falkner kardeşler: William, Murray (jack), John ve
Dean.
Billy Falkner (William), ilkokulun beşinci sınıfına
dek başarılı bir öğrenciydi.
Yazarlık denemelerine küçük yaşta başladı.
Yazdıklarını resimlendiriyordu.
Liseyi bitirmeden okuldan ayrıldığı için onu
büyükbabasının bankasına yerleştirdiler.
Güzel giyinmeyi sevdiği için yakınları ona “kont”
lakabını takmışlardı.
Çocukluk aşkı Estelle Oldham bir başkasıyla
nişanlanınca orduya yazılmak istedi.
Boyu ve kilosu ordu standartlarına uymadığı için
Kanada Hava Kuvvetleri’ne yazıldı.
İsmine “u” harfini bu dönemde eklemiştir.
Havacılık eğitimi bitmeden savaş sona erdi. Annesine
havacılıkta büyük deneyim sahibi olduğu izlenimi uyandıran mektuplar yazdı. (s.
202/203)
Savaştan sonra Virginia Üniversitesi’nde bir yıl
geçirdi.
New York’da Elizabeth Pratt’in kitapçı dükkânında
çalıştı.
Üniversite yıllığında ve The Mississippian adlı bir
dergide şiirleri çıkmıştı.
1924’de şiirlerini bir kitapta topladı. Kitap Phil
Stone’un parasal yardımıyla basıldı (The Marble Faun).
Yanında çalıştığı işvereni Elizabeth Pratt, Sherwood
Andersaon’la evlenmiş, çift New Orleans’a yerleşmişti. Faulkner onları ziyarete
gider. (s. 203/204)
Düzyazı ve öyküler yazmaya başladı.
1925’de Avrupa gezisine çıktı.
Modernizmin etkisi altına girdi.
Avrupa dönüşünde New Orleans’a yerleşti.
İlk romanı Soldier’s Pay’i bu dönemde yazdı.
1926’da ressam arkadaşı William Spratling’le
birlikte yazdığı Sherwood Anderson and Other Creoles başlığını taşıyan bir
kitapta Anderson’ın üslubu ile alay ederek onu kızdırmış ve aralarındaki
dostluğun bozulmasına neden olmuştur.
Soldier’s Pay Güney’de geçmesine karşın, belirgin
temaları işlemez. 1920’lerin yitik kuşağını ele alır. Savaşta aldığı yaralarla
bütün yüzünü ve belleğini yitiren, evinde yavaş yavaş ölmekte olan bir askerin
çevresindeki çeşitli kişilerin ruhsal durumlarını yansıtır.
Kişiler ne istediklerini bilmezler ama gene de
amaçsız anlamsız ve sürekli bir devinim içindedirler. (s. 204)
1926’da yazarın ikinci romanı Mosquitos yayımlanır.
Bu romanda da hikaye Güneyde geçmektedir ancak alışıldık Faulkner temaları
henüz ortaya çıkmamıştır.
Romanın asıl konusu sanatın niteliği ve sanatçının
kişiliğidir.
Dawson Fairchild adlı bir yazarın kişiliğinde
Sherwood Anderson’ın yazarlığını eleştirir.
Faulkner bu dönemde daha sonra Sartoris adı altında
kısaltılarak yayınlanacak olan Flags in the Dust üstünde çalışmaktadır.
Romanın kahramanı olan Albay Sartoris birçok
bakımdan yazarın büyük-büyük babasını çağrıştırır.
Çok uzun ve dağınık olan bu romanı yayıncılar uzun
süre kabul etmedi.
Eşinden ayrılıp baba evine dönen Estelle Oldham ile
temas kurar ve eski sevgililer 1929’da evlenirler.
Evliliğin ilk on yılı Faulkner’ın yazarlığının en
verimli dönemidir. (s. 205)
Aynı dönemde kızı Jill doğdu, babası öldü, kardeşi
Dean’ı bir uçak kazasında kaybetti.
Para sıkıntısı çektiği dönemlerde Hollywood’a gidip
senaryo yazarlığı yaptı.
1940’tan başlayarak çıkan The Hamlet, The Town, The Mansion üçlüsü Yoknapatawpha’nın kırsal
kesiminde yaşayan kişileri ve olayları trajikomik açıdan ele alır.
İlk romanlarındaki, kökü İç Savaş öncelerine giden
soylu ailelerin yerini bu romanlarda yeni türeyen ve gittikçe güçlenen açgözlü
Snopes’lar alır.
Çok önem verdiği, büyük emekle hazırladığı A Fable Birinci Dünya Savaşı sırasında
Fransa’da geçer. Savaşı durdurmak isteyen bir Onbaşı’nın kişiliğinde İsa’nın
yaşamındaki son hafta anlatılır. (s. 206)
1949’da Nobel ödülünün sahibi olur.
1950’de Stockholm’de yaptığı ödül konuşmasında
belirttiği gibi, yazarın insanlığa bazı evrensel değerleri anımsatmak gibi bir
görevi olduğuna inanıyordu.
1962’de Oxford’da öldü. (s. 207)
William
Faulkner’da İnsan ve Doğa
Hemen bütün eserlerinde olay, yazarın uzun yıllar
yaşadığı Oxford kentinde ve bu kentin bağlı olduğu Lafayette ilinde geçer.
Oxford, yazarın dünyasında Jefferson adını almıştır. Lafayette ili ise
Yoknapatawpha adı ile anılır.
Yoknapatawpha = Düzlüğü bölen ırmak (Chikasaw
Kızılderililerinin dilinde) (s. 208)
Faulkner’ın dünyasında insanın doğaya karşı suç
işlemesi mümkün görülmüştür. Çünkü doğanın da insan gibi yaşayan bir varlık
olduğu kabul edilir. (s. 209)
Avcılık Faulkner’ın sözlüğünde özel bir anlam taşır.
Av bir kovalama sembolüdür. Kovalanan şey gerçeğin
ta kendisidir. Gerçek belki hiçbir zaman ele geçirilemeyecektir. Ama önemli
olan onu yakalamak değil, yarış’ta iyi koşmak, kurallardan ayrılmamaktır. (s.
210)
Orman ve avcılık Kuzey Amerika’nın geçmişindeki bir
altın çağını değil, iyi ve kötü yönleri ile yaşamanın bütününü temsil eder. (s.
212)
Ayı
…öyküdeki doğa sembolü, bir türlü vurulamayan
hayvan, yaşlı bir ayı olan Old Ben’dir.
Yoknapatawpha’lı avcılar her yıl av mevsimi olan
Kasım ayında toplanarak bu efsane kahramanın peşinden koşarlar. (s. 213)
Ayı’nın birinci bölümü böyle efsanevi ve ölümsüz bir
dünyanın tanımını yapar. Ormanın korkunç ve esrarlı zemini üzerinde av kaçar,
avcı kovalar. Fakat ikinci bölümün başlaması ile birlikte ayının ve onun temsil
ettiği yabanıl ormanın hiç de ölümsüz olmadığı, aksine her ikisinin de hızla
kaderlerinin sonuna doğru yol aldığı fikri ortaya çıkar.
Yeni başlayan dönemi temsil eden bir köpek çıkmıştır
şimdi ortaya. Köpek Lion (…) mekanik uygarlığı andırır. (s. 214)
Güney’in soylu aileleri, Kuzey’in kızla
endüstrileşen toplumunda hiçbir zaman olmadığı şekilde, şövalyelik değerlerinin
üstün tutulduğu bir hayata değer vermişler, kendilerini bu ideallere göre
ölçmüşler, onlara erişmek çabasını elden bırakmamışlardır. Ne var ki,
içlerindeki çeşitli ihtiraslar yüzünden sık sık bu ideallerden ayrılmış,
onların tam tersi hareketler yaparak toprağa ve insan karşı büyük suç
işlemişleridir. Güney’in trajik durumunun nedenini evrensel değerlere hiçbir
zaman sahip olmayan kimselerin hareketlerinde değil, bu değerleri ideal kabul
ettikleri halde gerçek hayatta onları çiğneyen bu soylu kimselerin
hareketlerinde aramak gerekir. (s. 219)
Mekanik uygarlık yazarın eserlerinde çok kez
modernizm adı ile anılır.
Kutsal Sığınak’ta
Horace Benbow
Doğayla olan ilişkisini kaybetmiştir ama böyle bir
ilişkinin özlemini duyar. Eserde daha ilk sayfalardan başlayarak Benbow’un
yumuşaklığı, doğaya yaklaşma isteği ile makine uygarlığın ürünü olarak
yaratılan gangster Popeye’ın katıldığı ve doğaya karşı duyduğu nefret arasında
bir tezat kurularak bu iki kişinin eserdeki sembolik anlamları belirtilir. (s.
223/223)
Popeye’ın göze batacak şekilde cebini şişiren
tabancasına karşılık Horace’ın yanında madeni eşya olarak para bile yoktur. O
cebinde kitap taşır. (s. 223)
The Wild Palms
Old Man Mississippi ırmağının adırır. Eserde doğanın
temsilcisi bu ırmaktır. Irmağın taşması ile selde n kaçan halka yardım etmek
için serbest bırakılan tutuklulardan birinin kurtardığı hamile kadınla birlikte
geri dönmeye çalışırken başlarına gelenler bir kır komedisi havası içinde
anlatılır. (s. 225)
Yazar, evrensel değerlerin insanlık tarafından nasıl
yitirildiğini anlatırken teknik bir kolaylık olarak bu değerlerle doğa ve
doğaya yakın yaşama biçimleri arasında bir bağ kurmakta, mekanik uygarlıktan da
okuru bu değerlerin yok olmasından doğacak trajediye hazırlayan boğucu bir
atmosfer yaratmakta yararlanmaktadır. Bununla birlikte, kişinin, eğer isterse,
bu atmosfer içinde dahi evrensel değerleri, dolayısıyla insanlığını
koruyabileceği fikri de güçlü bir tez olarak ortaya atılmaktadır. (s. 226)
Döşeğimde
Ölürken
Annelerinin tabutunu kent mezarlığına götürmek
amacıyla dokuz gün boyunca yolculuk yapmak zorunda kalan çiftçi ailesi
Bundren’ların öyküsüdür.
Yaz sıcağında ölünün kokusu dayanılmaz bir hal alır.
Küçük topluluğun önderi olması gereken baba, tembel,
zayıf, etkisiz ve bencil bir insandır.
Gerçek önder evlilik dışı bir çocuk olan Jewel’dır.
(s. 252/253)
Romanın ana teması ölümünden ancak dokuz gün sonra,
kokuşmuş bir durumda gömülebilen Addie’nin kişiliği ve inançları ile ilgilidir.
(s. 254)
Tapınak
Olay, Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen içki yasağı
olan yıllarda, Amerika’da bir güney kentinde geçer.
Temple ile erkek arkadaşı Gowan başka bir kentteki
futbol maçını izlemeye gitmektedirler.
Gpwan ağaca çarpıp arabasını devirir.
Romanın konusu geceyi geçirmek zorunda kaldıkları
yasadışı içki imalathanesinde işlenen cinayet ve Temple’ın tecavüze uğramasıyla
gelişen olaylar ve bunları izleyen mahkemedir.
Olaylar üç ayrı kişinin bakış açısından verilir:
Avukat Horace Benbow, kaçak içki yapıp satan Goodwin’in karısı Ruby ve tecavüze
uğrayan Temple. (s. 266)
Temple’ın babası yargıçtır.
Avukat Benbow’un kız kardeşi Narcissa Güney toplumundaki
bağnazlığın simgesidir. (s. 267)
Romanda yaratılan dünyada hak diye bir şey yoktur
ama boş bir kalıp durumuna gelmiş amansız bir hukuk düzeni vardır. Mahkemenin
görevi, suçluyu suçsuzdan ayırmak değil, bir an önce bir suçlu bulup
cezalandırarak, suç olayı ile çalkalanan toplumun durulmasını sağlamaktır. (s.
269)
Abşalom,
Abşalom!
Olaylar 1833’te Yoknapatawpha’ya gelerek
Kızılderililerden elde ettiği topraklar üstünde büyük bir çiftlik kuran Thomas
Sutpen’in yaşamı ve ölümü çevresinde gelişir. (s. 271)
Sutpen’in Yüz Kilometrekaresi adı ile anılan
çiftliği kurar, Ellen ile evlenir, oğlu Henry, kızı Judith doğarlar. Henry
üniversitede okuyacak, Judith soylu bir ailenin oğluyla evlenecek ve böylece
Sutpen soylu ve varlıklı bir Güney ailesi kurmuş olacaktır. İşte tam bu sırada
Henry bir tatilde eve arkadaşı Charles Bon’u getirir ve Sutpen’in planının
çöküşü başlar. (s. 275)
Yapı Kredi Yayınları
Ekim 2010
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder