20 Haziran 2013 Perşembe

Necla Aytür – Kitaplar Arasında


Necla Aytür – Kitaplar Arasında
Amerikan Edebiyatı, Kültür ve Dil Yazıları

Amerika’da ilk İngilizce yayın Püritanların on yedinci yüzyılın başlarında doğu kıyısına yerleşmeleriyle başlar.
William Bradford, Thomas Hooker, Jonathan Edwards gibi yazarların en önemli esin kaynağı Kitabı Mukaddes’tir. (s. 7)

18. yüzyıl
Pope önde olmak üzere yeni klasik yazarlar Amerikalıları etkilemeye başlar.
Royal Society’den esinlenerek Philosophical Society, B. Franklin’in önerisiyle Philadelphia’da kurulur. (s. 8)
…yazın etkinlikleri daha çok düzyazı alanındadır.

1836’da Boston’da Deneyüstücü Kulübü kurulur.
Deneyüstücülerin bireye duyduğu saygı Amerika’da demokrasiyle beslenen güvenin güçlenmesine yol açmıştır. (s. 13)

Gerçekçilik akımı Amerika’da İç Savaş’tan sonraki yıllarda gelişmeye başlar. (s. 17)

Gerçekçi romanda kişiler önde olduğundan anlatımda kullanılan kişinin bakış açısı önem kazanır.
Gerçekçi romanda anlatıcı ile birlikte onun dili de önem kazanır. Twain, çeşitli yörelerin ağızları ile konuşan kişilerin dilini sanat düzeyine çıkararak kendisinden sonraki tüm Amerikan yazınını etkileyecek bir roman dili yaratmıştır. (s. 18)

Doğalcıların en belirgin özelliği bilimsel yöntemi uygulamalarıdır.
…insanın kişiliğini yaratan, yazgısını çizen gücün özdeksel gerekircilik olduğunu ortaya çıkarır.
Yazar önce en küçük ayrıntılara değin kalıtımsal etkenleri ve çevre koşullarını gözlemleyerek belgeler. (s. 21)

Deneyselcilik romanda dış gerçekliğin yansıtılmasını yeterli bulmayarak bireysel bilincin ya da toplumun ortak bilincinin derinliklerine inmek çabasındadır. (s. 22)

Şiirde
1912’de Harriet Monroe’nun çıkardığı Poetry dergisi yeni şiirin örneklerini yayımlayarak Amerikan Rönesansı’nı başlatır.
Ezra Paund, imgeciliğin sözcülüğünü yapar.
1922’de T. S. Eliot’ın Wasteland’ı yayımlaması tüm Batı şiirinde olduğu gibi Amerikan şiirinde de yeni klasik dönemi başlatır. (s. 24)

1922/1923 arasında on dokuz sayı çıkan Fugitive dergisinin yazarları,
20. yüzyıl uygarlığından da, bu uygarlığa tümüyle teslim olan Yeni Güney’den de kaçmak istiyorlardı. (s. 27)

Kuzeyli modernistler gibi güneyli “kaçak” aydınlar için de eleştirinin hedefleri, teknolojiye bağımlılık, sanayileşme ve iş yaşamında ürkütücü boyutlara varan büyümeydi. (s. 28)

Bilimsel yöntemin yazın alanında benimsenmesinde Fransız düşünürü Hippolyte Taine’ın katkısı büyüktür.
Historie de la Litterature Anglaise (İngiliz Edebiyatı Tarihi) adlı kitabın önsözünde yazınsal yapıtların ırk, çevre ve dönem koşullarının ortak ürünü olduğunu ileri sürer. (s. 41)

1900’lerde endüstrileşmenin büyük kent yaşamı üzerindeki etkilerine eğilen doğalcı gerçekçilikten 1910’ların küçük kent yaşamını sergileyen yeni gerçekçiliğinden sonra, Birinci Dünya Savaşı sonrasının genç yazarları yenilikçi akımın verdiği esinle romanda deneyseliciliği öne çıkarırlar.
1930’ların genç romancıları,
…gerçekçiliği öne çıkarmaktadır. (s. 61)

1940’ların ilk yıllarında savaş kargaşası içinde roman duraklamıştır.
1930’ların romanındaki toplumcu gerçeğin yerini 40’larda kişilerin bireysel deneyimlerinin varoluşçu bir açıdan anlatılması almıştır. (s. 62)

50’lerde gerçekçiliğin, 60’larda post-modernizm adı altında deneyselciliğin ağır bastığını söyleyebiliriz. (s. 63)

1960’ların çalkantılı ortamında yazında gerçekle düşün iyice birbirine karıştığı görülür. (s. 66)

Kara güldürü 60’ların çoğu romancısının yaşamın kargaşası karşısındaki tutumlarını belirleyen bir yazın öğesi olarak kullanılır. Güldürü, güçsüzlüğünün bilincine varan roman kişisinin de elinde bir kalkan gibidir. (s. 67)

1970’lerin romanlarında en çok öne çıkan konu kadın sorunudur. (s. 69)

Kuzey Amerika’daki göçmenlerin zor koşullar altında başlayan serüveninin öyküsü, koloniler zenginleşip başarı kazandıkça, yerini Amerikan Düşü’nün anlatımına bıraktı. (s. 71)

Amerikan Düşü’nin gerçekleşmesi yolunda atılan en önemli adım elbette Kolonilerin bağımsızlığıydı.

Amerika’da İngiltere’ye ateş püsküren yazarların başında Thomas Paine bulunur. (s. 73)

Henry James roman ve öykülerinde gönüllü ya da gönülsüz sürgüne giden birçok kişi yaratmıştır.
James’in üzerinde durduğu konu, yüzeyde Amerika-Avrupa değerler çatışması gibi görünse de, derinde çok eskilere giden bir Hıristiyan mitine dayanmaktadır.
Hıristiyan mitlerinde “bilgisizlik” ile “suçsuzluk”, “bilgililik” ile de “suçluluk” eşanlamlıdır. Bu bağlamda bilmek “kötülüğü bilmek”tir. (s. 78)

Melville insanın evrendeki durumunu sorgulayan, evrensel haksızlığa karşı başkaldıran, uygar toplumların kokuşmuş kurumlarına karşı ilkelliği savunan bir yazardı. (s. 100)

Amerika’nın New England bölgesinde 1620’den başlayarak kurulan İngiliz kolonilerinde yönetim toplumun en okumuş ve varlıklı kişileri olan din adamlarının elindeydi. Edebiyat da önce bu seçkinler çevresinde doğmuş, yüz yıla yakın süre dinsel niteliğini korumuştur. (s. 108)

Kate Chopin, bu tutucu güney ortamında çok çocuklu dul bir kadın olarak yaşamış, öykü ve romanlarında bu ortamda yaşayan kadınların durumunu gerçekçi bir açıdan yansıtmaya çalışmış, başkaldırılarına tercüman olmak istemiştir. (s. 133)

Jack London’ın romanlarında yürürlükteki yasalar hep orman yasalarıdır.
Deniz Kurdu romanında Hortlak adlı geminin kaptanı Wolf Larsen’in kişiliğinde her bakımdan üstün bir insan yaratmaya çalışmıştır. (s. 140)

Muhteşem Gatsby’de olayları anlatan Nick, romanın başkişisi Gatsby’nin komşusu, aynı zamanda da Gatsby’nin bir zamanlar sevdiği ancak şimdi evli olan Daisy’nin kuzenidir.
Gatsby’nin amacı Daisy’nin değer vereceği bir inan olmaktır ama Daisy onun dönmesini beklememiş (Gatsby, orduya katılmıştı), Tom Buchanan’la evlenmiştir. (s. 142)

…yazın, her alanın üslubu ile sözcüklerini kullanır. Bu nedenle yazının, yalnız kendine özgü bir dili olamaz. (s. 150)

Jakobson
Şiirde varlığını en fazla duyuran öğe iletidir, çünkü şiirin amacı dildeki estetik niteliğe dikkat çekmektir. (s. 151)

Şiirin amacı
…doğal dille ifade edilemeyen birtakım anlamları çağrıştırmaktır. (s. 154)

Faulkner
Romanlarında yarattığı Güneyli aileler için nirengi noktası olarak İç Savaş yıllarını seçmiştir.
Yazarın büyük-büyükbabası, İç Savaş’ta Güney ordusunda görev yapan Albay William Cuthbert Falkner’dir. Hareketli bir yaşamı olan Albay, sonunda eski bir ortağı ve siyasette rakibi olan biri tarafından vurularak öldürülmüştür. (s. 201)

Babası Murray C. Falkner’le annesi Maud Butler evlendiklerinde New Albany’de oturuyorlardı. Murray Falkner, babasının işlettiği demiryolu şirketinde çalışıyordu.
Çiftin ilk çocuğu William C. Falkner 25 Eylül, 1897’de burada doğdu (New Albany).
Baba Falkner, ailesiyle birlikte 1902’de Oxford’a taşınıp çeşitli işlerde çalıştı.
Az konuşan, zaman zaman çok içen bir adamdı(baba Falkner).

Falkner kardeşler: William, Murray (jack), John ve Dean.
Billy Falkner (William), ilkokulun beşinci sınıfına dek başarılı bir öğrenciydi.
Yazarlık denemelerine küçük yaşta başladı.
Yazdıklarını resimlendiriyordu.
Liseyi bitirmeden okuldan ayrıldığı için onu büyükbabasının bankasına yerleştirdiler.
Güzel giyinmeyi sevdiği için yakınları ona “kont” lakabını takmışlardı.

Çocukluk aşkı Estelle Oldham bir başkasıyla nişanlanınca orduya yazılmak istedi.
Boyu ve kilosu ordu standartlarına uymadığı için Kanada Hava Kuvvetleri’ne yazıldı.
İsmine “u” harfini bu dönemde eklemiştir.
Havacılık eğitimi bitmeden savaş sona erdi. Annesine havacılıkta büyük deneyim sahibi olduğu izlenimi uyandıran mektuplar yazdı. (s. 202/203)

Savaştan sonra Virginia Üniversitesi’nde bir yıl geçirdi.
New York’da Elizabeth Pratt’in kitapçı dükkânında çalıştı.
Üniversite yıllığında ve The Mississippian adlı bir dergide şiirleri çıkmıştı.
1924’de şiirlerini bir kitapta topladı. Kitap Phil Stone’un parasal yardımıyla basıldı (The Marble Faun).
Yanında çalıştığı işvereni Elizabeth Pratt, Sherwood Andersaon’la evlenmiş, çift New Orleans’a yerleşmişti. Faulkner onları ziyarete gider. (s. 203/204)

Düzyazı ve öyküler yazmaya başladı.
1925’de Avrupa gezisine çıktı.
Modernizmin etkisi altına girdi.
Avrupa dönüşünde New Orleans’a yerleşti.
İlk romanı Soldier’s Pay’i bu dönemde yazdı.

1926’da ressam arkadaşı William Spratling’le birlikte yazdığı Sherwood Anderson and Other Creoles başlığını taşıyan bir kitapta Anderson’ın üslubu ile alay ederek onu kızdırmış ve aralarındaki dostluğun bozulmasına neden olmuştur.

Soldier’s Pay Güney’de geçmesine karşın, belirgin temaları işlemez. 1920’lerin yitik kuşağını ele alır. Savaşta aldığı yaralarla bütün yüzünü ve belleğini yitiren, evinde yavaş yavaş ölmekte olan bir askerin çevresindeki çeşitli kişilerin ruhsal durumlarını yansıtır.
Kişiler ne istediklerini bilmezler ama gene de amaçsız anlamsız ve sürekli bir devinim içindedirler. (s. 204)

1926’da yazarın ikinci romanı Mosquitos yayımlanır. Bu romanda da hikaye Güneyde geçmektedir ancak alışıldık Faulkner temaları henüz ortaya çıkmamıştır.
Romanın asıl konusu sanatın niteliği ve sanatçının kişiliğidir.
Dawson Fairchild adlı bir yazarın kişiliğinde Sherwood Anderson’ın yazarlığını eleştirir.

Faulkner bu dönemde daha sonra Sartoris adı altında kısaltılarak yayınlanacak olan Flags in the Dust üstünde çalışmaktadır.
Romanın kahramanı olan Albay Sartoris birçok bakımdan yazarın büyük-büyük babasını çağrıştırır.
Çok uzun ve dağınık olan bu romanı yayıncılar uzun süre kabul etmedi.
Eşinden ayrılıp baba evine dönen Estelle Oldham ile temas kurar ve eski sevgililer 1929’da evlenirler.
Evliliğin ilk on yılı Faulkner’ın yazarlığının en verimli dönemidir. (s. 205)

Aynı dönemde kızı Jill doğdu, babası öldü, kardeşi Dean’ı bir uçak kazasında kaybetti.
Para sıkıntısı çektiği dönemlerde Hollywood’a gidip senaryo yazarlığı yaptı.

1940’tan başlayarak çıkan The Hamlet, The Town, The Mansion üçlüsü Yoknapatawpha’nın kırsal kesiminde yaşayan kişileri ve olayları trajikomik açıdan ele alır.
İlk romanlarındaki, kökü İç Savaş öncelerine giden soylu ailelerin yerini bu romanlarda yeni türeyen ve gittikçe güçlenen açgözlü Snopes’lar alır.
Çok önem verdiği, büyük emekle hazırladığı A Fable Birinci Dünya Savaşı sırasında Fransa’da geçer. Savaşı durdurmak isteyen bir Onbaşı’nın kişiliğinde İsa’nın yaşamındaki son hafta anlatılır. (s. 206)

1949’da Nobel ödülünün sahibi olur.
1950’de Stockholm’de yaptığı ödül konuşmasında belirttiği gibi, yazarın insanlığa bazı evrensel değerleri anımsatmak gibi bir görevi olduğuna inanıyordu.
1962’de Oxford’da öldü. (s. 207)

William Faulkner’da İnsan ve Doğa
Hemen bütün eserlerinde olay, yazarın uzun yıllar yaşadığı Oxford kentinde ve bu kentin bağlı olduğu Lafayette ilinde geçer. Oxford, yazarın dünyasında Jefferson adını almıştır. Lafayette ili ise Yoknapatawpha adı ile anılır.
Yoknapatawpha = Düzlüğü bölen ırmak (Chikasaw Kızılderililerinin dilinde) (s. 208)

Faulkner’ın dünyasında insanın doğaya karşı suç işlemesi mümkün görülmüştür. Çünkü doğanın da insan gibi yaşayan bir varlık olduğu kabul edilir. (s. 209)

Avcılık Faulkner’ın sözlüğünde özel bir anlam taşır.

Av bir kovalama sembolüdür. Kovalanan şey gerçeğin ta kendisidir. Gerçek belki hiçbir zaman ele geçirilemeyecektir. Ama önemli olan onu yakalamak değil, yarış’ta iyi koşmak, kurallardan ayrılmamaktır. (s. 210)

Orman ve avcılık Kuzey Amerika’nın geçmişindeki bir altın çağını değil, iyi ve kötü yönleri ile yaşamanın bütününü temsil eder. (s. 212)

Ayı
…öyküdeki doğa sembolü, bir türlü vurulamayan hayvan, yaşlı bir ayı olan Old Ben’dir.
Yoknapatawpha’lı avcılar her yıl av mevsimi olan Kasım ayında toplanarak bu efsane kahramanın peşinden koşarlar. (s. 213)

Ayı’nın birinci bölümü böyle efsanevi ve ölümsüz bir dünyanın tanımını yapar. Ormanın korkunç ve esrarlı zemini üzerinde av kaçar, avcı kovalar. Fakat ikinci bölümün başlaması ile birlikte ayının ve onun temsil ettiği yabanıl ormanın hiç de ölümsüz olmadığı, aksine her ikisinin de hızla kaderlerinin sonuna doğru yol aldığı fikri ortaya çıkar.
Yeni başlayan dönemi temsil eden bir köpek çıkmıştır şimdi ortaya. Köpek Lion (…) mekanik uygarlığı andırır. (s. 214)

Güney’in soylu aileleri, Kuzey’in kızla endüstrileşen toplumunda hiçbir zaman olmadığı şekilde, şövalyelik değerlerinin üstün tutulduğu bir hayata değer vermişler, kendilerini bu ideallere göre ölçmüşler, onlara erişmek çabasını elden bırakmamışlardır. Ne var ki, içlerindeki çeşitli ihtiraslar yüzünden sık sık bu ideallerden ayrılmış, onların tam tersi hareketler yaparak toprağa ve insan karşı büyük suç işlemişleridir. Güney’in trajik durumunun nedenini evrensel değerlere hiçbir zaman sahip olmayan kimselerin hareketlerinde değil, bu değerleri ideal kabul ettikleri halde gerçek hayatta onları çiğneyen bu soylu kimselerin hareketlerinde aramak gerekir. (s. 219)

Mekanik uygarlık yazarın eserlerinde çok kez modernizm adı ile anılır.
Kutsal Sığınak’ta
Horace Benbow
Doğayla olan ilişkisini kaybetmiştir ama böyle bir ilişkinin özlemini duyar. Eserde daha ilk sayfalardan başlayarak Benbow’un yumuşaklığı, doğaya yaklaşma isteği ile makine uygarlığın ürünü olarak yaratılan gangster Popeye’ın katıldığı ve doğaya karşı duyduğu nefret arasında bir tezat kurularak bu iki kişinin eserdeki sembolik anlamları belirtilir. (s. 223/223)

Popeye’ın göze batacak şekilde cebini şişiren tabancasına karşılık Horace’ın yanında madeni eşya olarak para bile yoktur. O cebinde kitap taşır. (s. 223)

The Wild Palms
Old Man Mississippi ırmağının adırır. Eserde doğanın temsilcisi bu ırmaktır. Irmağın taşması ile selde n kaçan halka yardım etmek için serbest bırakılan tutuklulardan birinin kurtardığı hamile kadınla birlikte geri dönmeye çalışırken başlarına gelenler bir kır komedisi havası içinde anlatılır. (s. 225)

Yazar, evrensel değerlerin insanlık tarafından nasıl yitirildiğini anlatırken teknik bir kolaylık olarak bu değerlerle doğa ve doğaya yakın yaşama biçimleri arasında bir bağ kurmakta, mekanik uygarlıktan da okuru bu değerlerin yok olmasından doğacak trajediye hazırlayan boğucu bir atmosfer yaratmakta yararlanmaktadır. Bununla birlikte, kişinin, eğer isterse, bu atmosfer içinde dahi evrensel değerleri, dolayısıyla insanlığını koruyabileceği fikri de güçlü bir tez olarak ortaya atılmaktadır. (s. 226)

Döşeğimde Ölürken
Annelerinin tabutunu kent mezarlığına götürmek amacıyla dokuz gün boyunca yolculuk yapmak zorunda kalan çiftçi ailesi Bundren’ların öyküsüdür.
Yaz sıcağında ölünün kokusu dayanılmaz bir hal alır.
Küçük topluluğun önderi olması gereken baba, tembel, zayıf, etkisiz ve bencil bir insandır.
Gerçek önder evlilik dışı bir çocuk olan Jewel’dır. (s. 252/253)

Romanın ana teması ölümünden ancak dokuz gün sonra, kokuşmuş bir durumda gömülebilen Addie’nin kişiliği ve inançları ile ilgilidir. (s. 254)

Tapınak
Olay, Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen içki yasağı olan yıllarda, Amerika’da bir güney kentinde geçer.
Temple ile erkek arkadaşı Gowan başka bir kentteki futbol maçını izlemeye gitmektedirler.
Gpwan ağaca çarpıp arabasını devirir.
Romanın konusu geceyi geçirmek zorunda kaldıkları yasadışı içki imalathanesinde işlenen cinayet ve Temple’ın tecavüze uğramasıyla gelişen olaylar ve bunları izleyen mahkemedir.
Olaylar üç ayrı kişinin bakış açısından verilir: Avukat Horace Benbow, kaçak içki yapıp satan Goodwin’in karısı Ruby ve tecavüze uğrayan Temple. (s. 266)

Temple’ın babası yargıçtır.
Avukat Benbow’un kız kardeşi Narcissa Güney toplumundaki bağnazlığın simgesidir. (s. 267)

Romanda yaratılan dünyada hak diye bir şey yoktur ama boş bir kalıp durumuna gelmiş amansız bir hukuk düzeni vardır. Mahkemenin görevi, suçluyu suçsuzdan ayırmak değil, bir an önce bir suçlu bulup cezalandırarak, suç olayı ile çalkalanan toplumun durulmasını sağlamaktır. (s. 269)
Abşalom, Abşalom!
Olaylar 1833’te Yoknapatawpha’ya gelerek Kızılderililerden elde ettiği topraklar üstünde büyük bir çiftlik kuran Thomas Sutpen’in yaşamı ve ölümü çevresinde gelişir. (s. 271)

Sutpen’in Yüz Kilometrekaresi adı ile anılan çiftliği kurar, Ellen ile evlenir, oğlu Henry, kızı Judith doğarlar. Henry üniversitede okuyacak, Judith soylu bir ailenin oğluyla evlenecek ve böylece Sutpen soylu ve varlıklı bir Güney ailesi kurmuş olacaktır. İşte tam bu sırada Henry bir tatilde eve arkadaşı Charles Bon’u getirir ve Sutpen’in planının çöküşü başlar. (s. 275)

Yapı Kredi Yayınları
Ekim 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder