Theodor Adorno – Eleştiri – Toplum Üzerine Yazılar
Hegel’le birlikte, bireyin psikolojisi özünü yitirmiştir.
Bugün aklın ruhu(aklın ruhu -> Geist) altında oyulmuş bulunuyor. Hayatı, talihi ya da talihsizliği gereği aklın ruhsal dünyasına ait olan biri, dar kafalı bir uzmanlığa, boş bir gayretkeşliğe ya da esamesi okunmayan silik bir sanat uğraşına saplamak istemiyorsa, bu durumu her an hissetmek zorundadır. Aklın özgürleşmiş, yürekli aynı zamanda zengin biçimlerle dolu ruhunun en duru biçimde cisimleştiği bir kentte Paris’te olmak yeter insanın bunları içinden yaşaması için.
Mantıkçı akıl kendini ayrı halk guruplarının kendilerini kollektif-psikolojilerine dayanarak ifade eden faaliyetlerinde tüketip gidiyor.
İnsanlığın batıp bartmayacağına kozmik ruhsal dünyalar karar vermez. Özneleri ilgilendiren sonun bundan sonra da nesne olarak kalıp kalmayacakları ya da kendilerine sahip çıkıp çıkmayacaklarıdır. Ne var ki Spengler’in felsefesi onların sadece nesnel varlıklarına koltuk çıkıyor. O Ben’in zayıflığına hitap ediyor. İnsan hayatının izlediği, ola ki, kozmik yasalara öyle bulanık suda balık avlar gibi sempati duyması boşuna değil. O felsefeyi astrolojiye, yıldız falına indirgedi ve görkemli bir tarzda savunduğu karanlıklara ve musibetlere karşı, bu musibetleri nurlandıran ve pekiştiren betıl inançlarla birlikte tepki gösteriyor.
Akıldaki ruhun kendisini sığınılacak en üstün doğru diye yüceltmek değil söz konusu olan.
Kesin olan bir şey var ki, aklın ruhu (geist) kendi doyumunu kendine ideal edinmeyip tam tersine kendini kendi dışında var olan şeylerde harcamaya hazır olduğu zaman rahat eder. Çünkü herkesin aklındaki ruh şundan hoşlanır; “söküp at ki kazançlı çıksın.” (s. 74)
Dışa-vurumculuğun, düzene karşı kahramanca direnerek mutlak bir mücadele veren Ben’i ne denli geçmişte kalsa, hiç değeri kalmadığı meydana çıksa da, Ben’in ifade etmesi gereken şeyle kıyaslandığında, bugünkü boşluğu dolduran sanat çaresiz ya da türeme tarzında veya her ikisi birden neyse onun gibi gözüküyor. Ortada bir gelenekçilik hortlağı var, ama arada bağ öğesi sayılabilecek bir şey yok.
Bunlar söylenebilecek şeyleri bile söyleyemeyecek durumdalar, sadece lâk lâk ediyorlar. Rilke’nin ve ölümüyle birlikte yandaşları da dağılan Georges’in yarattıkları toplumun ortak malı oldu, ama anlamlarından da oldular ve her dar kafalı kültür meraklısı’nın insafına bırakıldılar.
Okumuş olmanın bugün, geçmişteki dehşeti ve kişinin sorumluluğunu unutturmak açısından en ufak bir işlevi yoktur.
Varlığın toplumsal gerçeklikle ilişki kurduğu tam ve izole bir ilişki bölgesi olarak kültür, barbarlığa feri dönüşün üstünü örtüp gizlemeye yarara/yarıyor.
Dünya, ölçüye sığmayan ve insanın gücü üstüne çöken kuvvet alanlarına bölüşülmüş. Aklın ruhu ya bunlara uymak zorunluluğu karşısında görüyor kendini ya da yalnızlaşmaya, güçsüzleşmeye.
Dünya çığrından çıktı, yuvalarından fırladı, ama yuvaları da hantal bir kitle doldurdu. Kültür yıkıntı haline geldi, gerçi yıkıntılar temizlendi, ama geride kalan birkaç yıkıntı varsa bunlarda sanki saygın bir ören yeriymiş gibi duruyor.
Entelektüel üretkenliğin kötürüm olmasında genelde artık siyasal bir özne olunmadığının ve bu yüzden de entelektüel alanda hiçbir şeyin kösteklenmeden yapılamayacağının etkisi var.
Öznenin, aslında özgürlüğün, barışık bir insanlığın değil, yalnızca toplumsal gücün öznesi olduğu tasarımı yalan ve gerçekdışıdır.
Akıldaki ruhun (aklın ruhunun) yansıttığı donukluk, doğanın ve yazgının boyun eğip teslim olunacak bir gücü değildir, insanların yarattığı bir durumdur.
Donukluğun toplumsal nedeninin bir görüntüden başka bir şey olmadığı ortaya çıkacak olursa, donukluğun kendisi de ortadan kalkabilir.
Bürokrasi yönetilen dünyanın şamar oğlanıdır.
Bireyin, işi düştükçe bürokraside karşılaştığı kişilikten soyutlama ve şeyleştirme tavrı, hem bütünün kendi insani hedefine yabancılaştığının ifadesi olup olumsuzdur, hem de tersine olarak, şu herkesin işine gelen ve insanı daha da kötüsünden koruyan mantıkçı aklın belgesidir.
İnsanlar durmadan mekanizmanın öğeleri haline sadece nesnel olarak getirilmekle kalmıyor, kendi bilinçleri uyarınca ölet haline geliyor, kendileri için de hedef yerine birer araç olup çıkıyorlar.
İnsan böylece kendi kendisinin dışında kalmaktadır. O nedenle, kendi mutluluklarına ve özgürlüklerine artık hiç yaramayan başarılarla avunuyorlar. (s. 95)
Bireyin gelişip açılmasını sağlayabilecek toplumsal temeller daralmıştır ve bu temeller üzerindeki yapının cephesine makyaj yapmak işe yaramıyor.
Birer park gibi korunan doğa parçaları doğayı kurtaramaz.
Her filmin, her televizyon programının, her magazin veya bol resimli gazetenin amaçladığı sivri budalallığa karşı insanları aşılamak da değişime yol açan pratiğin bir parçasıdır.
Birey kendini özdeş saydığı kollektifin önünde teslim bayrağını çektikçe bu işler onun daha kolayına geliyor. Kendi güçsüzlüğünü görüp tanımasına hacet kalmıyor, bu ondan esirgeniyor. Azlar çoğalıyor.
Ben’in ve Ben’in kendini emanet ettiği kollektifin çıkarları arasında saydam hiçbir ilişki egemen değildir.
Düşünen biri / düşünebilen biri hiçbir eleştiri karşısında öfkeye kapılmaz.
Düşünen insanın gözlerinde parlayan mutluluk insanlığın mutluluğudur.
Mutsuzluğu nerede belirler ve dile getirirse orada mutluluğun kendisidir düşünce.
Kendilerini mutsuzluktan kehretmeyenler tevekküle de kapılamazlar.
Kant’la başlayan hareketin doruğuna erişen Hegel, birçok noktada düşünceyi eleştiri ile bir sayar. Ama onda eleştiriye paralel ve ters yönde bir eğilim de vardır: Eleştiriyi durdurmak. Kendi aklının sınırlı faaliyetine güvenenler için siyasal bir küfür icat eder: Raisonneur (ciddiyet budalası ukala). Kendi sınırlılığını hiç akıl etmediği için bu akıllı budalayı kendini beğenmişlikle suçlar.
Eleştiriden vazgeçmek demek, daha yüksek düzeydeki bir bilgeliğe doğru yolunu değiştirmek anlamına gelir. Genç Marx’ın varlığını sürdüren her şeyi acımasızca eleştirme ilkesi ise bütün bunlara karşı kısaca bir cevap niteliğindedir ve olgun Marx temel eserine altbaşlık olarak Eleştiri adını koyar.
Çeviren: M. Yılmaz Öner
Belge Yayınları, 2. Baskı, Ekim 2006
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder