2 Haziran 2015 Salı

İbn Haldun'un Mukaddime'sinin okuması için hazırlık

İbn Haldun'un Mukaddime'sinin okuması için hazırlık

Bu sayfadaki içerik, Mukaddime’nin 1. cildinin ilk 154 sayfasından derlendi (künye sayfanın sonunda).

Notlar
İbn Haldun meşhur eseri Mukaddime'yi, kaleme almayı düşündüğü Berberler Tarihi’ne (ki daha sonra el-İber adıyla genel bir tarih mahiyetine bürünmüştür) bir “Giriş” olarak düşünmüştü.

…bu tercüme şimdiye kadar yapılmış yazma-basma-tercüme türündeki çalışmaların gözden geçirilmesiyle hazırlanmış… (s. 5)

Hayatı
732 / 27 Mayıs 1332’de Tunus’ta doğdu. 25 Ramazan 808 / 15 Mart 104’da Kahire’de vefat etti.
751 / 1351 yılına kadarki dönemde ilim tahsil etti.
776 / 1375 yılına kadar idari işlerle meşgul oldu.
784 / 1383 yılına kadarki dönemde telifle meşgul oldu. Yedi cilt olarak yayımlanan el-İber bu dönemin ürünüdür. Mukaddime olarak bilinen eser, el-İber’in giriş kısmıdır.
784 / 1383 – 808 / 1406 yılları arasında kadılık vazifesini ifa etmiştir. Mısır’da bulunduğu bu dönemde, Şam’da Timur’la görüşmüştür.

İbn Haldun, İslam medeniyetinin zayıflamaya buna karşılık batı medeniyetinin palazlanmaya başladığı dönemde yaşamıştır. İslam fikir ve ilim semasında parlayan son yıldız İbn Haldun olmuştur.
Yaşadığı dönemde Endülüs’ün büyük bölümü Hıristiyan istilasına uğramıştı.

İsmi Abdurrahman, künyesi Ebu Zeyd, lakabı Veliyyüddin, şöhreti İbn Haldun olan müellifin tam adı, Abdurrahman Ebu Zeyd Yeliyyüddin İbn Haldun Mâlikî Hadrami’dir.
Veliyyüddin unvanı, Mısır’da kadılık yapması dolayısıyladır.
Mâlikî kelimesi, İmam Mâlik’in mezhebine mensup olduğunu gösterir.
Hadramî nisbesi, onun Yemen’in Hadramut bölgesine mensup olduğunu göstermektedir.

Babası Ebu Abdullah Muhammed (…)Arap dili konusunda geniş malumat sahibiydi. İbn Haldun’un ailesi ilim, idare ve siyaset sahalarında köklü bir geçmişe sahipti.

İbn Haldun, 732 senesi Ramazanının başı 27 Mayıs l332'de Tunus'ta dünyaya geldi. İlk eğitimi Kur’an üzerinedir. İlk hocası, Kur’an âlimi olan babasıdır. Kur’an’ı hıfzettikten sonra mantık, felsefe, riyazi ve tabii ilimler tahsil etti.

18. yaşına geldiğinde eğitimine ara verdi. Bunun bir nedeni 749/1348’de ortaya çıkan veba salgınıdır. Bu amansız hastalık İbn Haldun’un anne ve babasını ve birçok hocasının canını almıştır. Bir diğer neden de hastalık nedeniyle âlimlerin ülkeyi terk etmesidir.

Eğitime ara veren İbn Haldun, kendine idari işlerde bir görev aradı. Yaklaşık 25 sene çeşitli memuriyetlerde bulundu. Bölgedeki siyasi karışıklıklar onun batıya hareket etmesine neden oldu. 755/1354’de Fas’a gitti. Burada birçok âlimle temas kurdu, fikri ufkunu genişletti.

İbn Haldun fırsatçı bir adamdı, pratik hayatında kendisine fayda sağlayacak her türlü vasıtayı mubah sayardı. Makam tutkusu güçlüydü, gözü hep yükseklerdeydi. Mevki peşinde siyasi entrikalar karıştı. Entrikaları neticesinde iki yıl zindanda yattı. Affedilmek ümidiyle sultana (Ebu İnan) kaside yazdı. Sultan öldükten sonra hapisten çıkarıldı (759/1358). Hapisten çıktıktan sonra idari işlere devam etti. Siyasi kargaşalar devam etti ve neticesinde İbn Haldun Fas’tan ayrılarak Endülüs’e geçmeye karar verdi.

Gırnata’da İbn Hatib ile bir araya geldi. İkisi, çağın en önde gelen âlimleridirler. Birbirlerine karşı saygılı olsalar da İbn Haldun’un siyasi faaliyetlerinden çekinceli olan İbn Hatib, araya bir soğukluk koydu. Bunun neticesinde İbn Haldun, iki yıl kaldığı Gırnata’dan ayrıldı (766/1365).

İbn Haldun daima fırsat kollayan ve ele geçirdiği fırsatları derhal değerlendiren, hadiseler ters istikamette geliştiği zaman en yakın dostlarım bile tanımayan, en samimi arkadaşlarına dahi yüz vermeyen, ihsan ve ikramına nail olduğu şahıslara karşı sanki onları hiç tanımıyormuş gibi davranan biriydi. Bu gibi zamanlarda ahde vefa etmeyi, sadakat göstermeyi, aşinalığı, dostluk rabıtalarını ve geçmişteki iyi münasebetleri aklının kenarından bile geçirmezdi. Menfaat ve maslahatına olan her vesileden ve vasıtadan rahatlıkla faydalanmasını bilirdi. Bu yüzden onu Makyavelli'ye benzetenler olmuştu. Makyavelli'nin The Prince (Hükümdar) isimli eserinde tasvir ettiği tipin en güzel örneği belki de İbn Haldun'du. (s. 34)

Siyasi hırslarının ceremesini gördü, Mağrip’deki bütün sarayların kapısını yüzüne kapanınca yeniden Endülüs’e gitmeye karar verdi (776/1374). Sultan İbn Ahmer'in misafiri oldu. Ancak kimse ona güvenemediği için itibar görmedi ve geri dönmek zorunda kaldı.
Bir dönem sıkıntı çekti, bunun ardından kendini ilme verdi. Eserlerini telif etmeye başladı.

Kitabu’l-iber diye meşhur olan tarih kitabını yazmaya başladı. Mukaddime adıyla bu kitaba bir giriş yazmayı düşündü. Mukaddime'de tarihi ve ictimai hadiselere yön veren esasları tesbit etmeye, beşeri vak'alar arasında müşterek olan kaide ve kanunları tayin etmeye, devlet ve medeniyetlerin kuruluş, gelişme, yükselme, duraklama, gerileme ve yıkılmasına tesir eden amilleri keşf ve teşhis etmeye çalıştı. Bu suretle bütün tarihi ve ictimai hadiseleri birbirinden kopuk halkalar olmaktan kurtararak, bir zincirin birbirine bağlı halkaları halinde ortaya koymaya gayret etti. Bütün beşeri ve medeni müesseselerin yapısını ve çalışma tarzını, ilmi bir anlayışla inceledi. Böylece bütün tarihi, ictimai ve medeni hadise ve müesseseleri nazari ve mücerret planda en ciddi bir şekilde ele aldı, hayale ve keyfi yorumlara eserinde yer vermedi. Nazariyeyi ameli, fiili ve tatbiki hayatın içinden çıkardığından, nazariye ile ameli durum arasında bir mutabakat kurabildi, gerçekçi bir ahenk vücuda getirdi. (s. 39-40)

779/13 77 senesinin ortalarına doğru sadece beş ay içinde meşhur Mukaddime'sini yazdı ve bitirdi.
el-İber'i yazmaya 776/1374 senesinin sonlarında başlamış, ilk şeklini 780/1378' de bitirmişti.

Tunus’a gitti. Eserinin bir nüshasını 784/1382 yılının başında Sultan Ebu Abbas’a takdim etti (Tunus Nüshası). Hac bahanesiyle sultandan izin alıp Tunus’tan ayrıldı. Mısır’a vardıktan sonra hac kafilesinden ayrılarak Kahire’ye geçti. Kendisinden önce Mukaddime adlı eseri Kahire’ye ulaşmış ve çok büyük teveccüh görmüştü. Bu ilginin bereketini aldı. Burada ders vermeye başladı.
786/1384 yılında kadı tayin edildi. Kadılık yaptığı dönemde adaletten bir nebze olsun ayrılmadı. Kısa zamanda şiddetli bir muhalefetle karşılaştı.
Bu dönemde ailesini Mısır’a getiren gemi, limana yaklaştığı sırada fırtınadan hasar gördü ve battı. Bu kaza sonucunda İbn Haldun hem ailesini hem de kitaplarını kaybetti.
787/1385 yılında kadılık makamından affını istedi.
789/1387 yılında hacca gitti.
801/1389 yılında Baybars Tekkesine şeyh tayin edildi.
Kudüs’ü ziyaret etti.
803/1400’de Timur Şam’a girdi, şehri yerle bir etti. Bunu haber alan Mısır sultanı sefere çıktı. Kafilede İbn Haldun’da hazır bulundu. İki taraf arasında çatışmalar yaşandı, ardında sulh görüşmeleri için çare arandı. İbn Haldun, Timur’dan eman dilemek üzere yola koyuldu. Timur’un çadırında kendini Timur’a satmaya çalıştı ancak aradığı yüzü bulamadı. Yine de bu görüşmeden sonra Timur ve ordusu Mısır’a değil Anadolu’ya yürümüş ve bu yolla Mısır, Timur’un zulmünden kurtulmuştur.

Mısır'a döndükten sonra tekrar Malikilerin kadılkudatı olmak için çalıştı. 803/1400- 808/1405 seneleri arasında dört kere kadı oldu ve üçünde azledildi.

…dördüncü kez tayin edildiği kadılık görevini 26 Ramazan 808/17 Mart 1406 günü 76 yaşında vefat edene kadar devam ettirdi.

El-İber, 1868'de Bulak’ta basılmıştır.

MUKADDİME'NİN TAHLİLİ
“Tarih ilminin fazileti hakkında mukaddeme” adını taşıyan başlangıç: tarihçilerin yanılma ve asılsız malumat verme sebeplerini anlatır.
Mukaddime bir girişle altı bölümden meydana gelir.
Birinci bölümde kitabın anlaşılması için gerekli bilgileri verir.
İkinci bölümde Bedevî ve hadarî umrandan bahseder.
Üçüncü bölümde devlet ve devlet müesseselerini inceler.
Dördüncü bölümde iktisadi ve sınaî meseleleri ele alır.
Beşinci bölümde şehir ve şehir hayatından söz eder.
Altıncı bölümde ilimleri inceler.

İbn Haldun’da sebep ve illet ( Causate, reason) fikri önemlidir. Bütün izahlarında
kanunluluk (kanuniyet, legislative) esasına bağlıdır.

İbn Haldun'a göre bir maddi- fiziki tabiat ve buna hâkim olan tabii kanunlar bulunduğu gibi bir de ictimai tabiat ve bu tabiattaki nizamı izah eden ictimai kanunlar vardır. İlm-i umran işte bu kanunun eseridir.
İbn Haldun, ne doğrudan ne de dolaylı bir şekilde kimsenin tesirinde kalmadan, kimseden ders görmeden ilm-i umranı sadece kendi deha ve müşahedeleri ile kurmuştur.

İbn Haldun, kendisinden önce yazılan tarih kitaplarına birçok hurafelerin, asılsız rivayetlerin, uydurma kıssaların, düzme hikâyelerin, efsanelerin, hayal mahsulü destanların karıştığını görüyor, bunların tarih gerçeğinin, dolayısıyla insanlık gerçeğinin doğru olarak anlaşılmasına engel olduğuna inanıyordu.

İbn Haldun'un fikriyatında yer alan gelişme (inkişaf; tatavvur. development), tekümül (evolution), İstihale (transformation), tebeddül (change) ve inkılap (revolution) gibi fikirler son derece önemlidir.

Bütün eşyanın ve onlarla ilgili araz ve hadiselerin en umumi vasfı değişmedir.

İbn Haldun’da çok ağır işleyen ve gayet yavaş ilerleyen tedrici, ölçülü, mutedil ve temkinli bir tekâmül anlayışı vardır.
İbn Haldun'daki tekâmül fikri son derece umumidir, cansız maddelerden ve unsurlardan başlar, insana kadar yükselir, beşeri değerler ve müesseseler olarak devam eder.

İbn Haldun, ictimai ve tarihi hadiseleri izah edebilmek için, onu canlılara benzetmiş, iki tip hadise arasında mukayeseler yapmıştır. Bu noktadan kalkarak devletin ömrünü üç neslin ve batnın ömrü kadar görmüş ve tesbit etmiştir. Ona göre bir nesil normal olarak kırk yıl devam ettiğinden, devletin ömrü -istisnalar dışında- 120 sene kadar bir zaman olmaktadır. (s. 91-92)

Devletin aynen yaşaması ve yaşatılması kapısını tamamen kapatırken, onun yerine iki kapı açmıştır. Bunlar inkılap (köklü ıslahat, reform) ve ihtilal kapılandır. Bu iki kapı ile devam sağlanabilir. Ona göre ölüm böylece bir doğuşu da içinde barındırmaktadır. Kevn u fesat, oluş ve yok oluş her şeye şamil olan umumi bir esastır, ictimai bir yükseliş bir düşüşe, düşüş de yükselişe vesile olmaktadır.

MUKADDİME’NİN TEMEL KAVRAMLARI
Asabiyet
Aseb, asb, usb; vücuttaki sinirlere, bir kavmin eşrafına ve hayırlı kişilerine denir.
isiibe, isab, usbe; sargı, insan olsun hayvan olsun on ile kırk kişi arasındaki topluluk demektir. Asabe, bir kimsenin babası tarafından olan akrabalarıdır. Aynı zamanda fıkıhta bir feraiz ıstılahı olup, biri nesebi, diğeri sebebi olmak üzere iki türlüdür. Taassup, asabiyet gütmek, kavim ve akrabaya veyahut da bir mazluma ve sitem dideye yar ve yaverlik kaydında bulunmaktır. Ta'sib, bir kimseyi seyyid ve reis yapmak manasına gelir.

“İster zalim olsun ister mazlum, kandaşın ve soydaşın olan kişinin yardımına ve savunmasına koş.”

Kur'an'da asabiyet kelimesine rastlanmaz. Sadece 'Usbe' tabiri geçer.

Meseleye İbn Haldun'un görüş açısından bakılınca, İslamiyet asabiyetin zararından çok faydasını görmüştür.

…asabiyet arka çıkmayı ve birbirini tutmayı sağlayan doğal bir duygudur.

İbn Haldun da asabiyeti tarif ederken, "himaye, müdâfa, mutâlebe ve ortaklaşa yapılan her türlü ictimai faaliyet o sayede husule gelir. Memleketlerin fethi, zaptı, istilası, işgali, zaferlerin kazanılması bu şekilde tahakkuk eder", diyor. Demek ki asabiyet, kolektif his ve şuurdan doğan müşterek hareket etme anlayışı oluyor.

İbn Haldun, asabiyet mefhumunda derin manalar sezmiş, bu manaları keşfetmiş, daha önce farkına varılmayan asabiyetin gücünü, tesirini ve önemini ortaya koymuş, bu suretle asabiyet yeni ve değişik bir hüviyetle ortaya çıkmıştır.

İbn Haldun'a göre iki türlü asabiyet vardır:
a) Nesep asabiyeti,
b) Sebep asabiyeti.

Sebep asabiyetinin ise başlıca üç şekli:
1. Velâ (Rıkk, mevla - mevalf, azatlı): Özellikle eski cemiyetlerde köle ile efendisi birbirinin akrabası ve hısımı kabul edilir, bu akrabalık ve hısımlık köle azat edildikten sonra da devam ederdi. İşte bu yakınlık ve münasebet, asabiyetin vücuda gelmesine sebep olurdu.

2. Hilf (Mevle’l-müvâlât, ittifak): Birbirine yardımcı olmak ve imdadına koşmak üzere yapılan anlaşmaya veya samimi dostluk kurmaya hilf denir.

3. Istınâ (Ehl-i ıstınâ’, velâ-yı ıstınâ, dostluk): Sâni’ ve sanîa; lütuf, ihsan ve kerem manasına gelir. Bir kimsenin ihsanı, terbiye ve temniyesi ile yetişen kişiye de sani’ veya sanîa denir.

Bu üç asabiyetten başka bir de baskı ve tehdit altında bulunan kimselerin takibattan kurtulmak ve emniyete kavuşmak için bir kabilenin veya kabile reisinin himayesine sığınmalarından (iltica) doğan asabiyet şekli daha vardır.

Asabiyetin gayesi ve ulaşmak istediği hedef, tek kelime ile mülktür, iktidar olmaktır, hâkimiyeti tesis etmek ve devlet kurmaktır.

Kemale eren bir asabiyet yavaş yavaş geriler, noksanlaşır, nihayet yok olup gider.

Asabiyetin temel bir değer olduğunu ileri süren İbn Haldun, bu temelin temeli olarak da coğrafi ve iktisadi şartları görür.

Kırlarda göçebe hayatı yaşayan kavimlerde çok kuvvetli ve faal olan asabiyet, gerek mekân, gerekse zaman olarak şehirlerdeki hadarî hayata yaklaştıkça zayıflar ve burada yok olur. Yani arazide ve sahrada doğan asabiyet şehirlerde ve medeniyet merkezlerinde ölür.

Bedevilik - hadarîlik
Bedv - bedavet Zahir olmak, ortaya çıkmak, bir nesnenin ilk önce peyda olan tarafı (Bedavetu’ş-şey: İptida, iptidai, iptidaîlik, primite). Bedâvet Badiye-nişînlik, sahrada oturmak, hadar veya hadaretin zıddı. Bedavî, bedevî, ehl-i bedv: Sahranişîn, arazide ve kırda ikamet eden, çadır hayatı yaşayan, göçmen, göçebe, konargöçer.
Vabşet: Yalnızlık, halvet, yabani, yabani hayvan, ehli ve ünsînin zıddıdır. Issız, hali ve meskûn olmayan yer, aç adam, düşmandan kaçan kişi, dert ve kasvet, korku.
Hadar, hadaret, budur, hadret: Hazır olmak, gaybetin zıddı, kişinin civarı, önü ve yanı. Hadıra ve hıdaret: Bâdiyenin zıddıdır. Beldeler, kasabalar ve karyeler demektir. Ehl-i hadar, hadarî: Şehirde oturan (şehri, şehir-nişîn, karavî, karye-nişîn) ve göçebe olmayan, yerleşik manalarına gelmektedir.

İbn Haldun’a göre aslolan bedevî (iptidai) hayattır. Hadarî hayat sonradan ortaya çıkmıştır. Bunun da kökü, kaynağı ve çekirdeği bedevi hayattır.

İbn Haldun, vahşi - bedevi kavim ve kabileler, derken herhangi bir küçültücü, kusurlu, hor ve hakir görücü bir mâna kastetmemekte, bu kelimelere ahlaki değil, sadece ictimai manalar vermektedir. Hatta bedevilerin hadarîlerden daha yiğit, daha mert, hayra ve fazilete daha yakın olduklarını söylemek suretiyle onlara bir üstünlük de tanımaktadır. Bu durum aynı zamanda İbn Haldun'un bir özelliği de olmaktadır. Ona göre hadarîlik ve medenilik az çok insani fazilet ve meziyetleri zaafa uğratmakta, fıtratı değiştirmekte (tebdil), tabiiliği bozmaktadır (tağyir).

İbn Haldun’a göre bedevi kelimesinin hususi manası, çöl ve sahralarda göçebe olarak yaşayan Araplardır. Umumi manası ise dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, hangi ırka ve kavme mensup olursa olsun, yeryüzünde ilk defa görülen cemiyet şekilleri ve iptidai kavimlerdir.

Hadaret kelimesi, kültür ve medeniyet manasına da gelir. İbn Haldun, “Hadaret, önceki devletlerden sonraki devletlere intikal eder,” derken buradaki hadareti, medeniyet ve kültür manasında kullanmıştır.

İbn Haldun’a göre bedevi cemiyetlerle hadarî cemiyetler arasındaki farkları daha çok iktisadi amiller tayin etmektedir. Lüks, konfor, fantazi, bolluk, aşırı üretim ve tüketim, işbölümü hadarî toplumun özelliklerini teşkil etmektedir. Bu tür iktisadi şartlar içinde yaşamaya başlayan bedevi bir toplum, tedrici bir şekilde bedâvetten uzaklaşmakta, hadarî hale gelmektedir.

Riyaset ve mülk
İbn Haldun, bedevi cemiyetlerin, iptidai aşiret ve kabilelerin sevk ve idaresine riyaset (başkanlık), hadarîlerinkine mülk (hükümdarlık, saltanat) adını vermektedir. Hadarî bir cemiyetin başında melik (hükümdar, sultan, padişah) vardır ve hükümdarın bir m ülkü (devleti) ve devlet teşkilatı bulunmaktadır. Bedevi cemiyetlerin başında ise bir reis (başkan) vardır ama reisin bir devleti ve devlet teşkilatı bulunmamaktadır.

…asaletin aslı ve kaynağı asabiyettir. Bu itibarla asalet şehirden çok bâdiyede ve bedevilerde bulunur.
İbn Haldun'a göre asalet ve şeref, doğar, büyür ve ölür, sürekli değildir. Kazanılmış bir şeydir, onun için bir müddet sonra kaybolur.

Mülk ve hilafet
İbn Haldun, mülk sözünden devleti, melik kelimesinden de hükümdarı anlar. Saltanat, padişahlık ve mutlakiyet (monarşi) manasına gelen mülk tarzındaki siyaset ve idarede, bütün halk ve insanlar hükümdarın mülkü sayılır. Sultan, çoban (raf), halk ise sürü (raiye)dür. Hükümdar halk üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunur, istediği şeyi emreder, istediği şeyi de yasaklar. Çünkü tebaa, onun mülküdür, o ise mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.

Hükümdar, hiç bir makama karşı sorumlu değildir. Mahkeme kararı olmadan idama varıncaya kadar dilediği gibi hüküm verebilir.

Mülk sisteminde, hükümdarın üstünde hiç bir kuvvet yokken, hilafet sisteminde halifenin üstünde dini hükümler vardır.

İbn Haldun'a göre hilafet iyidir, güzeldir, faydalıdır, mükemmeldir ama ona vücut veren vasat geride kalmıştır, ona hayatiyet bahşeden şartlar geçilmiştir. Tarihin akışı içinde de geriye dönüş söz konusu değildir.

Umran
Umran, mamurluk, mamur yer ve abad olmak mânalarına gelir. İmaret, mamüre, imar, mimar, tamir, itimar, istimar, şenlendirme, kelimeleri de aynı kökten türeyen kelimelerdir. Umranın zıddı, harap, harabe, viran, virane, ıssız ve kimsesiz yer, halî arazidir.

İbn Haldun, âlemdeki mamurluğa, medeni faaliyetlere ve ictimai hayata umran (umranu’l-âlem) adını verdiği gibi, bu umranın araştırılması ve incelenmesini konu edinen ilme de umran (ilmu’l-umran) adını vermekte, her iki manadaki umranı da Mukaddime’de tarif ve tavsif etmektedir.

Ona göre umranla ilgili hadiseler rastgele olmamakta mutlaka belli sebep ve âmillere dayanmaktadır. Umranın, var olmasını icap ettiren sebep ve âmiller mevcut olunca, umran zaruri olarak var olur, kendine has kanunlara göre kurulur ve işler, bu sebep ve amiller, yavaş yavaş ortadan kalkınca umran da ona paralel olarak tedrici bir surette mecburen geriler ve neticede inkıraz ve izmihlale maruz kalır.

Medeniyet, medeni ve temeddün kelimeleri “medine” (şehir, polis, site, town) den gelmektedir. Medeni (political) insan demek, şehirli demektir.
Filozoflar olması lazım geleni (ideal), İbn Haldun olanı (reel) incelemiştir. Onun için filozoflar felsefe yaptıkları halde İbn Haldun ilim yapmıştır.

Mülk ve devlet sadece hadarîlikte görülen ictimai bir vakıa iken umran farklı şekillerde de olsa, bedevilikte de hadarîlikte de mevcuttur. Aslında hadarîlikteki mülk ve devlet bile, bedevîlikteki asabiyetin neticesi ve riyasetin değişik bir şeklidir. Bedevi umrandan hadarî umrana geçilirken, aynı zamanda riyasetten mülke, sade bir hayattan külfetli bir hayata da geçilmiş olur. Bu geçişi sağlayan kuvvet asabiyettir.

İbn Haldun içtimai hadiselerin de kendine has bir tabiatı ve bu tabiatın da kendine mahsus bir takım kanunları bulunduğu kanaatındadır. Umran ilminin görevi bu kanunları keşf ve tetkik etmek, işleyişlerini ve meydana getirdikleri neticeleri araştırmaktır.

İçtimai hadiselerin başlıcaları, aile, siyaset, hukuk, iktisat, ahlak, din, dil, eğitim, estetik, sanat, fen ve ilimle ilgilidir.

İktisat
İbn Haldun, her çeşit içtimai hadiseler ve bunların gelişmesi üzerinde iktisadi ve daha umumi bir ifade ile maddi şartların büyük tesir icra ettiğini açıkça ortaya koymuştur. İlk olarak o, cemiyetler ve kavimler arasında görülen farkların, onların içinde bulundukları iktisadi şartlardan ve geçimlerini temin ettikleri yolların değişik oluşundan kaynaklandığını, farklı telakki, kanaat, fikir, töre, gelenek ve göreneklerin menşeini burada aramak lazım geldiğini, iktisadi şartlar itibariyle birbirine yakın olan cemiyetlerin, öbür yönlerden bir diğerine benzediğini ifade etmiştir.

…iktisadi sahadaki bozukluk, ahlaktaki bozukluğa mutlaka tesir edecektir. Aynı şekilde iktisadi faaliyetlerde görülen doğruluk da ahlakın doğru dürüst olmasını temin edecektir.

İbn Haldun, nevi şahsına münhasır orijinal bir filozoftur.
Mukaddime, 1. Cildin ilk 154 sayfasından derlendi
Hazırlayan: Süleyman Uludağ
Dergâh Yayınları

5. Baskı, Aralık 2007

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder