İbn Rüşd (1126-1198)
Tanınmış bir ailede dünyaya geldi.
Aristoteles şerhleriyle dünya çapında meşhur olmuştur. Doğu’da “eş-şârih”
Batı’da ise “commentator” olarak tanındı. Endülüslü Yahudiler ona “Aben Roşd,”
İspanyollar da “Averroes” dediler.
İbn Tufeyl tarafından saraya takdim edildi.
Aristoteles şerhlerini filozofu anlamakta zorlanan sultanın isteği üzerine
yazdı. Bir dönem İşbîliye (Sevilla) ardından da Kurtuba’da kadılık yaptı. Yaşamının
sonlarında saray tabibi olarak görev yaptı.
İBN
RÜŞD’ÜN VARLIK ANLAYIŞI
İbn Rüşd, düşünce sistemini “insan gerçeği”
ekseninde temellendirdi. Ona göre her varolanın (mevcûd) özel işlevi (fiil) ile
gaye-sebebi bulunmaktadır. İnsandaki bu özel işlev, sahip olduğu aklıdır. Aklın
peşinde olduğu öncelikli soru da varlığın gayesi ve hakikatidir. Ona göre
“hakîkat”ın varlık (ontoloji), bilgi (epistemoloji) ve ahlak (ethik) ile alakalı
üç boyutu bulunur.
İbn Rüşd, “varlık” (vücûd) terimi yerine,
“hüviyyet” (kimlik), “zât” (öz), “şey” ve “vâhid” (bir) terimleriyle eşanlamlı
saydığı “mevcûd” (var, varolan) terimini kullanmayı yeğler. Yukarıda dile
getirildiği gibi filozofumuza göre “varolan” terimi öncelikle dış dünyada bir
özü (zât) ve mahiyeti bulunan şeyleri; ikinci olarak da bunların varolma
durumlarının “zihindeki kavram”larını (tasavvur) gösterir. O, bunlardan ilkine
“öz anlamında varolan”, diğerine de “doğru (sâdık) anlamında varolan” demektedir.
Varlık-Nelik
İlişkisi
“Varlık”ı bir şeyin duyulur, “nelik”i ise
aynı şeyin akledilir yönü olarak değerlendiren İbn Rüşd, varlığı ilk maddeye
(heyûlâ) neliği surete, varlık-nelik ilişkisini de madde-sûret ilişkisine
benzetir. Nelik, maddeden bağımsız değildir. Varlık-nelik
ayırımından ontolojik değil, sadece epistemelojik ve mantıkî düzlemde söz
edilebilir.
Benzer şekilde tanım ve tümeller de
ilişkili oldukları tikellerden bağımsız değildirler. İbn Rüşd’e göre nelik ile
neliği gösteren tanım ve tümeller, özsel nitelikler olarak tikellerde “kuvve halinde”
(bilkuvve), aklın soyutlaması sonucunda elde edilen “kavram”lar (tasavvur) olarak
zihinde “fiil halinde” (bilfiil) bulunurlar (epistemolojik düzey).
Bir şey tanımlanması yoluyla fiil haline
geçer. İbn Rüşd varlık-nelik ayrımını ontolojide değil epistemolojide, mantıkta
arar (zihinde). Bu bakımdan İbn Sina’dan ayrılır.
Varlık
İlkeleri
Dış dünyadaki varolanlar arasında
sebep-sebepli (illet-ma’lûl) ilişkisi bulunduğunu belirten filozof birbirine zıt
bu iki niteliğin iki ayrı kaynaktan neşet ettiğini belirtir: “madde” ile “suret.”
Madde
ile suretin “birleşme”sini sağlayan ise Tanrı’dır.
Bu duruma iki tür varolandan söz edilir:
Birincisi zihnin dışında, sebepsiz ve zorunlu varolan, yani Tanrı’dır. Diğeri
ise sebebe bağlı olan zorunsuz varlıktır. Zorunsuz varlıklar, bir sebebe
bağlıdır ve sebep yoksa kendileri de mümkün olamayan varlıklardır.
Tanrı-Âlem
İlişkisi ve Sürekli Yaratma
Zorunlu varlık ile zorunsuz varlıklar arasında
sebep-sebepli ilişkisinin Tanrı’nın mutlak Bir’liği ilkesiyle nasıl bağdaştırılacağı
sorunu, kelâmcı ve filozofları bir hayli uğraştırmıştır. İbn Rüşd’e göre, ehlü’l-kümûn ile ehlü’l-ibdâ‘ ve’l-ihtirâ‘
iki uçta yeralmaktadır. Kümûn nazariyesine göre her şey her şeyde yahut iç
içedir (küllü şey’ fî külli şey’); oluş (el-kevn), şeylerin birbirinden çıkmasından,
failin işlevi de yalnızca şeyleri birbirinden çıkarmak (ihrâc) ve ayırmaktan (temyîz)
ibarettir. Kümûn teorisinde etkin (fail)
sebep, İbn Rüşd’e göre, yaratan olmaktan çok bir hareket vericidir (muharrik):
Kümûn nazariyesinin anti-tezi “yoktan yaratma” (ibdâ’, ihtirâ’) teorisidir.
İbn Rüşd, Fârâbî ve İbn Sînâ’nın savunduğu sudûr
teorisi ise bu iki yorum arasında yer alır.
İbn Rüşd, üç ayrı varlık sınıfından söz
eder:
a) Varlığı kendinden olan Zorunlu Varolan yani
Tanrı.
b) Bir şeyden ve bir şey aracılığı ile
varedilen ve zamanla ilişkili olan tikel şeyler.
c) Öncesiz ve sonradan yaratılmış
varolanlar arasında yer alan “bir-bütün olarak âlem.
Sürekli yaratma teorisi, âleme yetkin ve
zorunlu bir Yaratıcı’nın fiili olmak bakımından “sürekli” olma niteliğini kazandırır.
Bilginin İmkânı ve Sebeplilik
İbn Rüşd’e göre “bir şeyin gerçek anlamda
bilinmesi, o şeyin sebepleriyle birlikte bilinmesi demektir.”
İbn Rüşd madde, sûret (form), etkin (fail)
ve amaç (gâye) olmak üzere dört sebepten söz eder.
Herhangi bir engel bulunmadığı ve şartlar
uygun olduğu sürece her nesne, “doğa”sından (tabiat) kaynaklanan etkiyi (fiil)
mutlaka yapar.
Nesnelerin varlığı ile onların özel
fiillerini, âlemin birlik ve bütünlüğünün teşekkülü ve devamlılığına hizmet
edecek bir sebep-sebepli ilişkisi içerisinde düzenleyip yöneten Allah’tır.
Kesin bilgi (el-ilmü’l-yakîn), bir şeyi
olduğu gibi bilmektir ve nesnelerin tabiatına bağlı olarak gerçekleşir. Allah’ın ilmi ile bu tabiatlar arasındaki ilişkide ilâhî
bilgi sebep, tabiatlar sonuç iken; insan bilgisi söz konusu olduğunda tabiatlar
sebep, beşerî bilgi de sonuç olmaktadır.
Bilginin
Kaynağı
Bir şeyin bilinmesi bir bakıma onun tanımlanması
anlamına gelmekte, tanım ise o şeyin yetkinliği yani sûreti demek olan cins ve
fasıldan oluşmaktadır.
İbn Rüşd, insan idrâkine konu olan
nesnelerin biri “duyulur” (heyûlânî), diğeri “akledilir” (ma‘kûl) olmak üzere
iki tür sûretinin bulunduğundan söz eder. “Duyulur/heyûlânî sûretler”
(es-suveru’l-heyûlâniyye) ilk maddeyle birleşerek basit cisimleri (toprak, su,
hava ve ateş) oluşturan yaşlık-kuruluk ve soğukluk-sıcaklıktan ibaret dört nitelikten
başlayarak inorganik ve organik varlıkların, hayal gücünde ortaya çıkan izdüşüm
yahut imajlarına varıncaya dek farklı düzeylerde ortaya çıkar.
“Akledilir sûretler” (suveru’l-ma‘kûlât):
Bunların kavramları ile somut varlıkları konumundaki hayalî sûretler birbirinden
bütünüyle ayrı değildir; çünkü bazı tikel nitelikler taşımakla beraber hayalî
sûretler de kavramlar gibi soyuttur.
Kavramlar, kendilerini idrâk eden akıl ile
özdeşleşir.
Heyûlânî yani duyulur sûret nesnenin somut
ve tikel (cüz’î) boyutuyla, akledilir sûret yani kavram ise onun tümel (küllî)
boyutuyla ilgilidir. O halde birinci tür sûretleri algılayan idrâk gücü ile ikinci
tür sûretlerle varolanların metafizik ilke ve sebeplerini algılayan idrâk
gücünün bir ve aynı olması mümkün değildir.
Duyu
Algısı ve İç İdrak Süreci
İbn Rüşd, hem kuvve hem de fiil halinde
bulunmaları sebebiyle nefsin “edilgin” güçleri olarak değerlendirdiği
“duyular”a etki ederek onların fiil alanına geçmesini sağlayanın, kendileri
fiilen var olan “duyulur nesneler” olduğunu söyler.
Bir nesnenin dış dünyadaki durumuna uygun
bir sûretinin zihinde oluşması, farklı duyu güçleri tarafından algılanan
niteliklerinin “ortak duyu” tarafından bir araya getirilmesiyle geçekleşir.
Hayal gücünde teşekkül eden imajların
(hayâlî sûret) kavram haline gelebilmesi için bunların biri “saklama” diğeri
“hatırlama” olmak üzere iki işlevi bulunan “hâfıza gücü” (kuvvetü’l-hıfz) tarafından
yürütüldüğü kanaatindedir.
Hayal
Gücü, Edilgin Akıl, Etkin Akıl ve İttisâl
İnsan nefsinin üç temel işlevi vardır:
a) Güç halindeki akledilirleri (ma‘kûlât)
soyutlayarak (tecrîd) fiil haline getirmek yani kavram üretmek,
b) bu kavramları kabul etmek (idrâk),
c) bunlar arasında “çözümleme” (tahlîl) ve
“bir-leştirme”ler (terkîb) yaparak yeni kavram ve yargılar ortaya koymaktır
(istinbât ve tasdîk).
İbn Rüşd’e göre “heyûlânî akıl”, insana
özgü olarak hayal gücü ile birlikte bulunup onu diğer canlıların hayal gücünden
ayıran bir istidât ve onunla ilişkili (muttasıl) olup her an fiil alanına çıkmaya
hazır durumdaki müste‘id akıldan oluşmaktadır. “Müste‘id akıl”, İbn Rüşd’e göre
“fa‘âl akıl”ın ilk nüvesi olmaktadır.
İbn Rüşd, din ile felsefenin insanları
birbiriyle çelişen sonuçlara götürmelerinin mümkün olmadığı kanaatindedir.
Çünkü insan aklının ürünü olan felsefenin temelinde yatan ve ontik düzende
geçerli olan sebeplilik ilkesinin de, vahiy ürünü olan dinin de kaynağı, Allah’ın
ezelî ilim ve hikmetidir. Dolayısıyla aynı kaynaktan beslenen din ile felsefe
içiçedir, “felsefe dinin arkadaşı ve sütkardeşidir”, “hakikat hakikate ters düşmez,
aksine onu destekler.”
---Ortaçağ Felsefesi II
Prof. Dr. Hüseyin Sarıoğlu
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın No: 2359
Ocak 2013, Eskişehir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder